..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Kendi görüşlerim var -sağlam görüşler-, yine de her zaman onlara katılmıyorum. -G. Bush
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Başkaldırı > Hira Selma Kalkan




19 Aralık 2003
Frances Farmer'ın Hüzünlü ve Direngen Öyküsü  
Hira Selma Kalkan
amerikalı oyuncu -yazar frances elena farmer'ın biyografisinden yola çıkılarak,fonda amerika tarihini de gözler önüne seren öykü. komünist frances'ı susturmak,yok etmek için lobotomye varan iğrenç tıbbi denemeler.hollywood'da direngen bir devrimcinin sist


:CFBI:
 

 

 
   Bir süredir yutkunmakta güçlük çekiyordu. Çene altında da iki tane lenf bezi ele geliyordu. Sonuçları o gün  almıştı doktordan. Akşam yemeği sırasında kocasına durumu anlatmıştı hatta onu teselli bile etmişti. Şarabını yudumlarken gayet sakin ”Yarın Seattle’a gideceğim, kentimi sağ salim son bir kez görmek istiyorum” demişti. Lee uzun uzun tabağına bakmıştı, şimdi yutkunma güçlüğünü yaşayan oydu.
 
    Trenin buharına takılan gözlerini nice sonra  kırptı. Ağlıyor muydu yoksa açık kalan gözlerin doğal ıslanması mıydı süzülen damlaların gerekçesi. Üzerinde kahverengi siyah kareli döpiyesi, içinde sütlü kahve balıkçı yaka kazağı , kolunda dört köşeli eski çantası ve her zamanki gibi buruşuk pardösüsü ile  ağır ağır ikinci perondan  bindi trene. Dört kişilik kompartımanda yalnızdı. Pardösüsünü yanına koydu, çantasını  kolundan bırakmadan  pencereyi aşağı indirdi. Derin bir nefes aldı. Pardösünün yanına oturdu , bebeğe sarılır  gibi çantasına sarıldı. Dışarıda akıp giden insan seline baktı. Bakışları o seli geçiyor ötelere , Nisan yağmurunu karşılamaya hazırlana  İndianapolis’in göğüne dalıyordu. Gamlı bir hava vardı,serin ve gamlı....Biraz da bıktırıcı....Yağmur yağsa da sıkıntıyı atsa diyeceğiniz bir hava....Yarıya indirdiği camdaki görüntüsüne baktı.Yüzünün beyazlığı buradan bile fark ediliyordu. Sarı saçları  elli yedi yaşının beyaz saçlarıyla karışmış, saman sarısı-ot beyazı olmuştu.Gıdığı yoktu ya  çenesinin iki yanından  etleri birazcık sarkmıştı.Yüzündeki çizgiler hele de gözleri yaşadıklarını ele veriyordu. Sağ bileğinde yıllanmış bir kelepçe gibi duran incecik saatine baktı ; trenin kalkmasına  birkaç dakika vardı. İnce narin elini çantasının içine daldırdı, sigara tabakasını çıkardı, bir sigara yaktı. ”Nerdeyse zayıf ama tonton bir nene olabilirmişim” diye düşündü. Trenin hareket etmesiyle kompartımanı serin bir hava doldurdu. ”Şimdi Seattle ‘da gerçekten yağmur yağıyordur, böyle iki arada bir derede değil hem de”diye geçirdi usundan. Yıllardır gitmiyordu doğup büyüdüğü kente.
           
          İçindeki ruha göre temelde kentleşmeye karşı da olsa çok dengeli bir kent oluşunu düşündü Seattle’ın. Havasının nemli ve yağmurlu hali melankoli verirdi insana (İskoçya vardır bir de böyle). Hiç müzik yapamayan bir insan bile oraya gidince ve o ruhu yakalayınca neler neler  yapmazdı...Birçok müzisyen çıkmıştı buradan, Jimmy Hendrix’in doğduğu yerden.... Amerika Birleşik Devletleri'nin kabileleri yok etmeye çalıştığını anlatmaya uğraşan kızıl derili kabile reisi Seattle ‘dan alıyordu adını. Fabrikaları, işçi sınıfı, hava alanı ve "grunge" müziğiyle Amerika'nın en az amerikansı olan şehirlerinden biri...Kendinizi İskandinavya’da sanırsınız sanki. Her iki dükkandan birinin coffeeshop olduğu, kitap, kahve, müzik, gri havalar ve yağmurlu öğleden sonralarının değerini bilen kayıp ruhların hayatlarında bütünlük hissetmeye en çok yaklaştıkları şehir belki de....  Cinayet oranı en düşük metropollerden biri olması dikkat çeker intihar oranı öylesine yüksekken....Eğlenceli, tamamlayıcı şehir; dağları, okyanusu, gölüyle...
   
       Yutkunmasını zorlaştıran ösafagus kanseri onu yakında ölüme götürecekti. Ölüm.... çok ötelerde değildi.hemen şuracıktaydı.    İnsanlar kendilerini ölümden soyutlamaya çalışıyor diye düşündü. Ne biçare çabadır bu. Ölümü inkar etmekle kendimizi de, yaşamı da inkar ediyoruz.  Ölüm fikriyle bütünleşmek bizi kurtarır. İnsanlar ölümü  hep başkaları için düşünme eğilimindeler. Seneca ‘ya göre vazgeçmeye hazır ve istekli olanlar dışında hiç kimse hayatın gerçek tadını alamaz.
    .
 
       “ Ben her an vazgeçebilecek gibi yaşamadım mı” diye geçirdi aklından. Bu dünyanın  dünyalıklarına bakmadan , ne olursa olsun yeter ki yaşayayım demeden, yaşamın bizzat içinde yaşamadım mı?
      Yaşamak tutsaklıktır, bunu biliyoruz ama ölüm de tutsaklık. Belki tutsaklık kimi kavramları kutsal saymamızdan...Hani spermler olduğu yerde ve ulaştığı , yumurtayı döllediği yerde tutsak ya (yaşam burada başlıyor), adamın ellerine yapışan ya da yere düşen spermler de tutsak (bu da ölüm)...ama özgür olduğu bir yer var: yere düşene kadar, rahme girip yumurtayı dölleyene kadar, hareketli olduğu yol aldığı o kısa zaman...yaşamla ölüm arasında bir çizgiden ya da zardan söz ediyoruz ya  işte özgürlük orada....
     Kişi yaşlanınca hastalanınca tanrıya  daha çok yaklaşıyor. Yaşama dair yapabileceklerinden sıyrıldığı onların bittiğini düşündüğü şu noktada tek dayanak tanrı olduğundan ikiyüzlülükle ona dönüyor; ama yaşama dair bir kıpırtı olsa tanrıyı iplemez bile. Kimi özel günlerde belki anımsıyormuş gibi yapar. Yaşlandıkça dinlenmez olur insan, çekilmez oldukça da sessizliğe ve yalnızlığa bırakılır. Bu durumda onu tek dinleyen tek çeken tanrıdır. Zorunlu olarak tanrıyla baş başa kalır. 
 
     Oysa O, daha  on yedi yaşındayken “tanrıyı” öldürmüştü. Lise öğrencisiydi . Okul dergisinde  yayımlanan  hatta ödül verilen yazısını  zihninden geçirmeye zorladı kendini. Bazı şeyleri anımsamakta zorlansa da birkaç kez denedi. Mücadeleyi hiç bırakmazdı ki zaten...
 
           TANRININ ÖLÜMÜ (1)
     “Şimdiye kadar hiç kimse bana gelip de,”Sen bir aptalsın! Tanrı diye bir şey yok. Birisi tüm bunları sana yutturuyordu.”  demedi. Bunun cinayet olduğunu sanmıyorum. Sanırım Tanrı yıllar geçtikçe ve ben onun varlığından vazgeçtikçe öldü ve bu beni hiçte şok etmedi. Belki de din konusundan hiçbir zaman çok fazla etkilenmeyişimdendir. Pazar okuluna gittim ve İsa ve yıldızı ile ilgili hikayeleri sevdim.Çok büyüleyiciydiler ama onlara inanmadım. Çok muğlaktı. Fakat Tanrı başka bir şeydi.O gerçek bir şeydi.Hissedebildiğim bir şeydi.Fakat sadece bazı zamanlarda hissedebiliyordum onu.Geceleri tırnaklarımı,dizlerimi ve dişlerimi temizlemiş olarak temiz çarşafların içine yatar ve Tanrıyla konuşurdum. Şimdi temizim. Hiç bu kadar temiz olmamıştım.Ve hiç daha temiz olmayacağım.Fakat bu din değildi.Bununla ilgili fiziksel olan çok fazla şey vardı. Bir süre sonra Tanrı hissi süre gelmemeye başladı, geceleri bile.Başbakan”Tanrı her şeyi görür ve tüm çocuklarını gözetir”dediğinde, ne demek istedi diye merak etmeye başladım.Fakat eğer Tanrı çocukları olan bir baba ise,o zaman hissettiğim temizlik duygusu Tanrı değildi. Böylece geceleri yatağa girdiğimde temiz olduğumu düşünürdüm…. Uykulu olduğumu . Ve uykuya dalardım. Bu temizlik duygumun bana hissettirdiği neşeyi azaltmadı.Sadece Tanrını orada olmadığını biliyordum.Bazen onu hatırlamayı yararlı bulurdum.Özellikle de önem verdiğim şeyleri kaybettiğimde. Tüm evi nefesim kesilinceye kadar panik içinde arayıp, odanın ortasında durup gözlerimi kapatıp,”Lütfen Tanrım kırmızı kuşaklı mavi şapkamı bulmama yardım et “derdim. Genellikle işe yarardı. Bu beni Tanrının tüm çocuklarını eşit olarak sevdiğini fakat benim mavi şapkamla vakit harcarken, diğerlerinin anne ve babalarını sonsuza kadar kaybetmelerine göz yumduğu gerçeğini anlamaya başlayana kadar tatmin etti.Şunu anlamaya başladım ki aslında onun insanların ölmeleriyle yada şapkalarıyla pek de ilgisi yoktu.Bunlar O istese de istemese de oluyordu. O cennette duruyor ve tüm bunlar olmuyormuş gibi davranıyordu.  Tanrının niçin bu kadar faydasız olduğunu biraz olsun merak ediyordum.Ona sahip olmak zaman kaybı gibiydi.Hiç kimseden yardım almadan gerçeği bulmuş olmaktan gurur duyuyordum.Diğerlerinin bunu fark edememiş olması beni şaşkına çeviriyordu.Tanrı gitmişti.Niçin bunu göremediler? Bu hala beni şaşkına çeviriyor.”
 
         Nasıl olay olmuştu o zamanlar...”Seattleli kız tanrıyı öldürdü, ödülü kaptı”diye yazmıştı gazeteler. Şu gazeteleri, medya denen canavarı oldum olası sevmemişti Frances. Hayatının mahvolmasında onların azımsanamayacak bir yeri vardı. Her şeyle, herkesle  ne çok mücadele etmesi gerekmişti. Öncelikle annesiyle...annesi kadın hareketlerine katılan, aktif, baskın kişilikli bir kadındı. O ise sessiz sakin...öyle görünüyordu ya içinde ne fırtınalar kopuyordu, ilerde annesi de diğerleri de görmüştü o fırtınaları. Annesini sevmezdi ama ona da benzerdi, özellikle inatçılık konusunda. İki si de yazar olmak istiyordu. Washington Üniversitesi’ne basın-yayın  bölümüne girmişti ama kısa süre sonra gönlündeki aslanın oyunculuk olduğunu anladı. Burada yazıyordu da , okul dergisinde öykü- şiir- makale yazıyordu. 1930’ ların Amerikası hiç de denildiği gibi özgürlükçü değildi. Baskı ortamı hakimdi. Annesi başta olmak üzere o sevdiği kenti  ona dar ettiler. Sırf  ona mı bir sürü düşünen güzel insana da....1935’de solcuların çıkardığı “Hareketin Sesi” gazetesine bolca abone olması sayesinde ödüllendirilmiş, Rusya’ya gitme hakkı kazanmıştı. Ne müthiş bir şeydi bu onun için; hem gönül verdiği 1917 devrimiyle somutlaşan sosyalizmi yakından koklayacak hem de Rus tiyatrosunu inceleyebilecekti. Ah annesi!.... Herkesten önce annesi karşı çıktı. Frances gideceğim dedikçe annesi gitmeyeceksin dedi. Hatta gazetecileri çağırıp “Komünistler çocuklarımızın aklını karıştırıyor “diye dönemin paranoyasını kaşımaktan geri durmadı. Tüm karşı çıkmalara, kara yazmalara karşın  dik başlı, inatçı  Frances Rusya’ya gitti.  Ne muhteşem  bir geziydi o....anımsıyordu...beynini parçalamışlardı ama anımsıyordu işte....engel olamamışlardı anımsamasına....Gerçi bazı anıları boş karelerden ibaretti ama mühim kısımların çoğu yerindeydi. Lobotomy yapılan diğer iki kadın gibi olmamıştı. Kenedy’nin kardeşi Rosemary tedaviden sonra bir daha hiç toparlanamamıştı. Oyun yazarı Tenesse Williams’ın kız kardeşi Rose de öyle...Kendisi kötü günler geçirmişti , rollerini ezberlemekte zorlanmıştı ama otobiyografisini yazabilecek kadar beyni yerindeydi. Ne vahşet bir yaklaşımdı o. ... Şizofrenleri ,onlarla bir tutup hasta saydıkları komünistleri ve eşcinselleri, beynin ön lobunu çıkartarak tedavi edeceklerini sanıyorlardı. Bu ülkede zaten aklı çalışan kaç kişi vardı ki, onları da akıl almaz türlü yöntemlerle devre dışı bırakmaya çalışıyorlardı. Komünizm korkusu o henüz  dört  yaşında bile değilken  Rusya ‘da gerçekleşen “Bolşevik Devrimi” n den sonra baki kaldı Amerika’da . Dünyayı sarsan bu on gün kapitalizmin yıkılabileceğini  göstermişti. Bu düzenin savunucuları duydukları korkuyu kısa zamanda bir ulusal korkuya  dönüştürmeyi amaçladılar. 1919’ da geniş çapta araştırma yaptılar. Öyle ki 1930 ‘da temsilciler meclisine bağlı ilk komite kuruldu. Başkanı Hamilton Fish komitenin sadece komünistlerin peşinde olduğunu belirtti. Frances  eylemler kenti Seattle’ da okuduğu gazete ve dergilerden durumu takip ediyordu. Henüz tam ayrımsayamıyordu ama asi ruhu, parlak zekası  tez zamanda  gideceği yolu göstermişti ona. 1929’ da Newyork borsasının çökmesiyle başlayan ekonomik krizle kapitalizmin temelleri sarsılmaya başlamıştı. Düzenin temsilcileri ortaya “Hayat Sovyet Rusya ile bir savaştır” gibi gayet absürd sloganlar atmaya , korku propagandasını  püskürtmeye başladılar .Türetilen casusluk hikayelerini duydukça gülerdi Frances. Bu insanların bu kadar budala olmasını şaşkınlıkla ve hüzünle izlerdi. Üstelik ilk büyük grevi yapmış işçi şehri Seattle’ da da bunların olması daha da ilginçti. Bu kampanya böyle bitmiyordu 38’ de kurulan “Amerika’ya Karşı Çalışmaları Araştırma Komitesi” 50’lerin sonuna kadar birçok insanın canını yaktı. Frances  komiteyle  birebir sorgulama yaşamadı ama arkadaşları sorgulanırken ona da akıl hastanesinde düzenin devamı için kobaylık yaptırılıyordu. Foucault ‘un  “doktorlar ideolojinin piyonudur” sözünü doğrulayanlar vardı. Örneğin   II.Dünya Savaşı sırasında 1943-45 yılları arasında Auschwitz toplama kampında başhekimlik yapan Dr Josef Mengele...Kampa getirilen Yahudiler arasında öldürüleceklerle, çalışabilecek olanları ve laboratuar deneyleri için kurban seçmeye yönelik ayıklama işlemlerini yürüttü. Ari soyunu çoğaltmak için doğurganlığı artıracak yöntemler geliştirmek üzere tutuklular üzerinde  özellikle cüce ve ikizleri kullanarak deneyler yaptı. Laboratuarının bir duvarı öldürdüklerinin mavi gözleriyle doluydu. Beş milyon insanın ölümüne katkıda bulunan Mengele , Güney Amerika’ya kaçarak rahat bir yaşam sürdü. 1950 ‘de henüz ne olduğu belli olmayan bir sürü ilaç, Frances’ın üzerinde  denendikten,  soğuk su şokları yapıldıktan sonra Mengele’den geri kalmayan Dr. Walter Freeman  ona lobotomy yapmıştı.
Böylelikle her konudaki sol fikirlerini, çıkardıkları ön beyin lobuyla atacaklarını  zannediyorlardı. Ameliyat sonrası bir odada tecrit etmiş ve ameliyatın etkilerini üzerinde gözlemişti. Ailesi ve ülkesi tüm bu işkenceye ortak olmuştu. Bu ortaklar Nürenberg Mahkemeleri’nin  savaş  suçlusu” ilan edip yargıladıkları kişilerden ne kadar az suçluydu. Mengele gibi Freeman da yaptıkları insanlık dışı deneylerden sonra neredeyse ödüllendirilmiş gibi  bir hayat yaşamışlardı.
 
      Trenin yumuşak uğultusu gökyüzündeki gamlı bulutları yarıp onu tiyatro sahnelerine götürüyordu. Çantasından çıkardığı gençlik fotoğrafları bu  yolcukta  ona yardım ediyordu..
     Altın Yumruk  (Golden Boy)”  da Luther Adler’le sahne fotoğrafları...Group Theatre’ın afişi....Dudaklarına götürdü fotoğrafları. Toplumcu yazar Clifford Odets’in oyunu iyi karşılanmış övgüler almıştı. Bundan iki yıl önce de Star Gazetesi’nde “Gelecek vaat eden oyuncu “diye söz ediliyordu ondan. Hele Paramount stüdyolarının gözdesi yedi kadın oyuncudan biri olunca basın etrafında pervane olmuştu. Her zaman istediğini söyleyen  ve yapan, baskı altında kalmayan zorlu bir kişiliği vardı. Bu durumsa ne Hollywood’un ne medya ordusunun hoşuna gidiyordu.”1 Mayıs” gösterilerine gitmesi, kadın sığınma evlerine yardım etmesi  tuhaf karşılanmıştı. Oysa  gününü kuaförlerde, güzellik merkezlerinde, pahalı otellerde geçirse Hollywood’un  en sevgilisi olacaktı....Hollywood için fazla siyasi olduğu söyleniyordu. Sanatçı toplumdan ve toplumsal gerçeklikten nasıl bihaber yaşar, nasıl duyarsız olur anlayamıyordu. Toplumun içinde beslenecek, oradan enerji alacaktı. Uzakta bir yıldız değil yakında bir arkadaş olacaktı. Araba markaları statüyü gösterirdi onların dünyasında. Kendinin ikinci el arabasıyla  ve makyajsız  sade yüzüyle halkın arasında dolaşması dert oldu. Şimdi adını anımsamadığı bir gazeteci yaptığı röportaj sonrasında  onun her konuda sol fikirleri  var ona katılmasanız da saygı duyuyorsunuz “ demişti.  Onun için “36’ların starı” diyen  kişiler bu söylemden pek memnun kalmadılar. Kocası Leif de...
       “8 Şubat’tı evlenmiştik  değil mi ?”diye sordu kendi kendine.  23 yaşındaydı yakışıklı oyuncu Lief Ericson’ la evlendiğinde. Şehirden uzak bahçeli bir evde köpekleriyle birlikte mutlulardı. Beraber  Ride Croked Mile ” adlı filmde de oynadılar. Ama Lief ‘le fikir ayrılığına düştüler. Güzelliği kadar etkilendiği  kişiliği  artık rahatsız ediyordu ışıkların altında  gözde olmak isteyen Leif’i. Hem Frances’ın fikirlerini ve inatçılığını  hem basının ona karşı saldırılarını kaldıramadı Lief. Neredeydi fotoğrafları Lief’in?. Yanına almamıştı, düşündükçe yüreği taşın altında eziliyordu sanki. Altı  yıllık birlikteliklerinde ne çok kalbi kırılmıştı....Alkol de o günlerden kaldı ya...Dudağının kenarındaki tuzlu gözyaşlarını yaladı, kelebek gibi ağlıyordu  sessiz,  usulcana...Ne annesi ne de Lief anladı yıkıntısını. Bir iki arkadaşı  yanındaydı hepsi bu. Şimdi onlar da yoktu çevresinde. Kimileri ölmüş kimileri ülkeyi terk etmişti. Alkollü araba kullanmaktan ceza aldığında onlar olmasa  dört ay hapis yatacaktı. Zaten hapsetmişlerdi her yandan....Lief o zaman da arayıp sormadı.Yıkımı bu olaydan sonra  hızlanmıştı değil mi? Yok değil . Bir  sene sonra, 1943’ te oynadığı kendi fikirlerine yakın film  “Çıkış Yok tan   sonra alkol ve amfetamin çoğalmıştı. O tarihlerde amfetamin birçok yerde kullanılıyordu. Solunum yollarını açmaktan tut da  uyku bozukluğuna kadar. Hele de zayıflamak için hanımların çokça başvurduğu bir ilaçtı. Bilinmiyordu ki sonraki yan  etkileri, daha yeni yeni biliniyor.  Sonradan anlaşıldı amfetaminin psikoz benzeri tablo yaptığı ama birçok kişi gibi Frances da manik-depresiften tut da şizofreniye kadar tanı almıştı. Altını bilmeden ne de kolaydı tanı koymak...Hoş o hasta da olmasa fikirleri yüzünden anormal karşılanmıyor muydu? Kapitalizmin başşehrinde bir sosyalist Hollywood’da barınabilir miydi.? Zeki , yetenekli ve duyarlı bir kadın için, özgürlüğüne düşkün idealist bir komünist için yalnızlık ve hüzün kaçınılmaz oluyordu.
 
    Amerika  1933’ e dek Bolşevik rejimini tanıyıp ilişki kurmadı ama ikinci paylaşım savaşında  ittifak içinde oldular. Mussolini –Hitler faşizmi altında inleyen dünyada  SSCB 1941’ de Almanya’nın saldırısıyla, ABD’ de Japonların Pearl Harbor’a saldırısıyla savaşa dahil olduğunda Frances hem dünya insanlarına üzülüyor savaş karşıtı gösterilerde bulunuyordu hem çatırdamakta olan evliliğini kurtarma çaresi arıyordu. O zamana kadar  on üç filmde ,  iki tiyatro oyununda başrol oynamış, tiyatro severlerden bol alkış almıştı. Ancak Paramount Stüdyoları da diğerleri de aykırı, siyasi bu kadını alanlarında istemiyorlardı. “Hollywood  öpücüğünüze 10 bin dolar,ruhunuza 5 cent verdikleri yerdir” diyen , ruhunu çok ucuza sattığını bilen Marlyin Monroe’yu iyi satan bir meta haline dönüştürüp eriten Hollywood, Frances’daki direngenlikten tiksiniyordu. Çok yetenekli ve güzel olması da reklamların gölgesinde karartılıp gidiyordu. Düşünmesi, yaşaması zarardı. İkinci paylaşım savaşının müttefikleri  Yalta’da, Kasablanka’da, Tahran’da bir araya gelip dünyada bölge paylaşımı yapıyor, paylaşım savaşından en büyük karı sağlamaya çalışıyorlardı.. Ne savaş öncesi tarafsızlığını ifade eden Roosevelt , ne ünlü “şovmen” Churchill, ne de  Stalin  dünyayı özgür ve adil yaşanacak yer haline getirebildiler.
 
      Kucağında fotoğraflarla uyuyakalmıştı. Kompartımanın kapısının  açıldığını duymadı. İçeri  kirli sakallı, gözlüklü genç bir adam girdi. Kolunun altında gazetesi diğer elinde el çantası vardı. Uyuyan kadına rahatsızlık vermekten sakınarak bej renkli pardösüsünü çıkardı. Kadının karşısındaki koltuğa koydu. Usulca oturdu. Bu kadını bir yerden tanıyor muydu? Dikkatlice baktı, hafifçe eğildi önünde. Kadının gözleri yarım açılınca hemen doğruldu. Kadın tekrar gözlerini kapadı. Kendini gecenin koyuluğuna salan  havanın trende bıraktığı loşluğa gülümsedi.Adam kadını anımsadı, o da gözleri kapalı kadına gülümsedi. Daha dik oturdu. Bacak  bacak üstüne attı, ellerini kucağında kavuşturdu, ela gözlerinde  belli belirsiz yeşil bir dalga geçip gitti. Heyecandan yüzü pembeleşti. Neyse ki görünmüyordu. Kadın bir bebek yumuşaklığı ve yavaşlığında  gerinerek uyandı. Adama bakmadan elindeki fotoğrafları çantasına koydu. Kompartımanın kapısından görevliye su getirmesini rica etti. Onu arkasından sadece başıyla izleyen gencin gözlerini hissediyordu. Görevlinin getirdiği suyu içip yerine oturdu.”Merhaba” dedi. Genç utangaç gülümsedi.”Merhaba...” bir şey soracakmış gibi durakladı sonra cılız bir sesle ”Bayan Farmer?” diyebildi. ”Evet benim”gencin yüzü aydınlandı gülümseyişi büyüdü.”Şu an çok heyecanlıyım, sizi yakından görmüş olmaktan....Sizin her anlamda hayranınızım. Hayat hikayeniz beni derinden etkiledi. Yaptığınız televizyon  programlarını her daim izliyorum   “Sağ ol genç adam”  gözlerini kapayıp derin bir nefes aldı. İnsanlar artık eskisi kadar tehlikeli olmadığını düşünüyorlardı ama en az Mc Carthy döneminde haklarının elinden alındığı günlerdeki kadar tehlikeliydi. Bu genç adam bunları da bilerek mi seviyordu onu acaba.
  -İyi misiniz
  -Pek değilim.
  - Ben  de Seattlelıyım. Ailem hala orada onları görmeye gidiyorum.
Frances çantasından bir sigara çıkardı, gence de uzattı birlikte sigara içtiler.
   - Ne zamandır gitmiyorsun ailenin yanına?
   -Yaklaşık üç yıldır....Uzun zamandır Fransa’daydım. Öğrenci eylemlerine katılıp içeride kaldım.
-         5 Mayıs’ taki  eylemde oradaydın ha?
-         Evet.  Daniel John Bendit yakın arkadaşımdır.
-         Kim dedin?
-          68 öğrenci ayaklanmasının önderi.                                                                                                                                               Avrupa'da yoğun bir gençlik hareketi görülüyordu 60’ların sonunda. O yıllarda     birçok   ülkede benzer   hareketler  vardı. Küba’da Castro  ve Che ‘nin gözü pekliği gençleri coşturuyordu. Hele Kenedy Küba’da SSCB füzeleri var deyip de abluka altına alıp sonra da çekilmek zorunda kalınca....Cezayir yılardır süren Fansız egemenliğinden 60’larda kurtulup bağımsızlık kazandı. Irak ve Suriye’de sosyalist baasçı darbe  yapıldı. Kennedey’nin öldürülmesi de o zamanlara rastlar.Wietnam savaşı hem Amerikalıları hem dünyayı bıktırmıştı. Ne yazıktı ki savaşlarda hep Amerika’nın adı geçiyordu. Bir de savaş suçlusu ilan ediyordu kendine bakmadan. Asıl suçlu kendileriydi savaşlara ön ayak olmaktan. Frances katip olarak çalıştığı otel de yeniden keşfedilmiş dizilerde konuk oyunculuk yapıyordu o zamanlar. Sakin bir hayat arzuluyordu hep ama sükunet onun yanından geçmiyordu bir türlü. İki de televizyon programı yaptı:”Frances Farmer Sunar “ ve “İşte Hayatınız” yıllarca televizyonda gösterildi ve epey bir izleyici kitlesi oluşmuştu. Lee’yle evliliği iyi gidiyordu yaşantısı  bir rutine oturmuştu ama dünya çalkalanıp duruyordu. Siyahi Müslüman Malcolm X 1965 ‘te Newyork’ da konuşurken öldürüldüğünde  kendi programında bir süre ekranı karartmıştı. Sandıkları gibi suskun değildi,  tepkilerini  ve politik tavrını koruyordu. Bu sefer  yanında olan ona güvenen bir kocası vardı. Savaş karşıtı söylemlerini her programda yineliyordu. O dönemlerin diğer bir fırtınası televizyonda izlenme rekorları kıran  Uzay Yolu”dizisiydi. Pink Floyd’la coşan gençlik Uzay Yolu’yla  ayaklarını yerden kesiyordu. Bu arada öfke büyüyordu. Fırtınadan önceki sessizlik gibi koyu bir sessizlik dolaşıyordu dünya yüzünde. Hindistan’da İndra Gandi başbakan olmuştu. Avrupa’nın, Amerika’nın  geri dediği bir Müslüman ülkede onlarda olmayan bir şey oluyordu, bir kadın başbakan oluyordu. Özgürlükler ülkesi Amerika’daki özgürlük, sözlerin arasında kaynayıp gidiyordu. Mao,Çin’de kültür devrimi yapmıştı. Frances bunu destekliyordu.TV programında ince ince  de bunların haberini veriyordu. Albaylar cuntasının Yunanistan’da yönetimi ele geçirmesinden biraz sonra orta doğuda yeni bir kan  dalaşı başlamıştı.Bölge bölge öldürülüyordu insanlar, insanlık  kan kaybediyordu. Che Guevera’nın  öldürüldüğü gün içinde bir sürü dal kopmuştu. İçinden şiirler kopmuştu. Öğrenciyken  yazdığı şiirlerden birini şimdi  gözyaşı  içinde , Che’ye adadı:

TAZİYETLERİMİZLE (2)

 

Bana anlatabilirsin yüzmeyi

Hissedemem tez canlı,serin  suların

örtmesini

Olmadan rüzgarın  ürpertici

düşüncesi

Islak teni nasıl kestiği 

Bana anlatabilirsin yüzmeyi

Ben olarak ben

Sanıyorum kalacağım

 kumsalda ,yürüyeceğim kumda

ve ıslanmayacağım

 
         Üzerinden bir sene geçmedi başka bir direnişçi,. Luther King öldürüldü. Öldürenlerin es geçtiği bir şey vardı; ölenlerin külünden yeni direnişçilerin doğacağı, binlercesinin varolacağı.... 68’in Nisan’ında Alman öğrenci lideri Rudi Dutschke’nin vurularak yaralanması üzerine binlerce öğrenci gösteri yapmıştı. Dünyadan sinsi sinsi ilerleyen faşizm karşısında gençlik sağır kalmamıştı. Bir ay sonra da  Fransa’da büyük öğrenci eylemi gerçekleşmişti. İşte karşısında duran genç bu olayın canlı  tanığı ve bizzat  oyuncusuydu. Frances da heyecan duydu. Mc Carthy  dönemi cadı avının mimarı Nixon, ABD başkanı olmuştu ama ne yaparlarsa yapsınlar muhalefet devam ediyordu.
     Tren akşamüzeri Seattle’a vardı. Gencin kolunda trenden indi Frances. Yağmur her yere hüzünle Seattle’a Frances’ın yüzüyle yağmıştı. Gök ve yer yenilenmişti. Mis gibi toprak kokuyordu.Ah bir de güzelim kenti bozan şu boeing uçakları olmasa!...O da dikeniydi işte. Çirkin ve güzel yan yana yaşıyordu. Hep diyalektik......hep diyalektik....
      İkinci  paylaşım savaşından  sonra ABD’de ekonomi büyümüştü. 1946-1955 arasında otomobil  üretimi  dört  kat fazlalaşmıştı. Savaş sonrası askerlere verilen ipotek inşaat sektöründe artışı sağladı. Soğuk savaş için savunma giderlerinin  çoğaltılması  gelişimde önemliydi. Anonim şirketler daha da büyümüş, şirket akrabalıkları yaygınlaşmıştı.
       İmalattaki işçi  sayısı azalırken hizmet sektöründe artıyordu. Çalışanlara yıllık ücret garantisi uzun vadeli iş sözleşmesi  gibi avantajlar veriliyordu. Sınıf farkları azalıyor
orta sınıf çoğalıyordu.   Çiftçiler zordaydı. Tarımsal birleşmeler sonucu  çiftlikler büyük işletmelere dönüştü. Çiftçiler toprağını terk ediyordu. Doğurma hızı artmıştı. İnsanlar kentlerden  banliyölere göç ediyor, banliyöler büyüyüp gelişiyordu. İşyerleri banliyölere taşınıyordu. Televizyon toplumsal yaşamda en önemli yerlerden birini işgal ediyordu. Savaş üretimi durunca birçok işçi açıkta kaldı.Diğerleri de zamlarını alamamıştı.1946’da büyük bir  grev oldu. Grevciler otomobil, çelik, elektronik endüstrisini hedef almışlardı. Nerde baskı varsa karşıtını da doğurur.1950’lerin tekdüze ortamında tek tip insan yaratılmaya çalışılırken diğer bir azınlık, zenciler, de ayaklandı. Bunun üzerine  dönemin başkanı Truman vatandaşlık hakları hareketini destekledi. İşte o yıllarda Elvis Presley    zencilerin müziğini beyazların da sevebileceğini gösterdi. Bu hareketi destekleyen Truman politik zekası olan biriydi. İşine ne geliyorsa yapıyordu ,iktidara giden ve sağlamlaştıran her yol mubahtı. Sert, değişmez kuralları yoktu. Savaş henüz bitmeden ölen , çerçeveleri daha belirgin Roosevelt yerine başkan olmuştu. Atom bombasının atılması sırasında ki başkan da oydu.....Truman başkan olduktan bir ay sonraydı; Mayıs’ın 5’inde Frances’ı annesi Washington’daki akıl hastanesine  yatırdı.  İşkence dolu zamanlar daha da beterleşti. Hastanenin hemen yanındaki askeri üstteki subaylar içip içip zamanın güzel yıldızının bedeninde boşalıyorlardı. Hastane bu tecavüzleri gizliyordu  Dahası hastane çalışanlarınca da  tecavüzlere maruz kalıyordu. Penceresiz hücrelerde zincirleniyor, farelerce kemiriliyordu. Deli gömleğiyle bağlanıyor , yarısına kadar buz doldurulmuş banyolarda  bırakılıyordu. Böceklerin arasında sabahlatılıyordu. O sıralarda başkan olan Truman ise “Yeni ,çok daha iyi ,insan onuruna sonsuza
 kadar saygı gösterilecek bir dünya istiyoruz”diyordu. Bir yanda onursuz kılınmak istenen  direngen kadını görmezden gelerek. ....Tutkulu, belalı, dobra, risk almaktan korkmayan bir sanatçıyı çiğ çiğ yiyorlardı. O ise kimi söyleşilerde dile getirdiği gibi  rastlantı bir kariyerin üzerinde oturmuyordu. İğneyle kuyu kazmıştı. Mayoyla poz verdirmek istediler.Mayolu pozun oyunculuğumla ne ilgisi var diyerek vermedi. Kaşlarını kazıdılar, baktı ki  kendisine benzemiyor, kaşlarını geri aldı. Bu yılmaz ruh , beyninin bir kısmı çıkarılıp diskalifiye edilmek istendiğinde de oyuna devam etti. Gururunu kırmaya , ruhunu parçalamaya, yalnızlığa ittiler ama o gidip bir otelde katiplik yaptı ve hepsine inat yeniden keşfedildi, yeniden sevildi.Yeteneği ve disiplini, tutkusu onu yalnız bırakmadı. Üstelik bir de  evlilik yaptı. 5 yıl sonra  ayrıldılar Alfred Lobley ile gerçi ama, hemen ardından sevgili kocası, arkadaşı Leland onu ölene dek yalnız bırakmadı, yaralı kalbini sardı. Dünya tiyatrolar günüydü evlendikleri gün. Eve gönderdiği bir çiçekçiyle  bir sürü gül ve ortasında  küçük bir kutuya konmuş alyansla  evlilik isteğini belirtmişti. Ah  sevgili Lee!.. diye geçirdi usundan derin bir nefes alarak.
 
      Koluna giren genç onun dalgınlaştığını görünce yanında usul usul yürüyüp anılara dalmasına  gözcülük etti. Koluna destek olmuş yürümesini kolaylaştırıyordu. Yine okul dergisinde ayaklarla ilgili bir şiiri vardı, genç bunu anımsadı. Ona  dair her bir şeyi
toplamıştı. Babası da kendisi de hayrandı bu genç kadına. Babasının büyük çekmecesinde bulmuştu  yazıları. Onun anlattıkları ve yüreğinin beyninin sızıntısı şiirlerle-öykülerle  tanımıştı Frances’ı:
 

AYAKLAR (3)

 

Ayaklarım koşuya gidiyorlar

Sanırım şarkı söylüyorlar

Bir şarkı ,kendi kendilerine

Çılgın bir şarkı

“Koş, koş ,koş

Ve yoldan çıkma

Ama ileri bakma

Ve sakın bakma geriye!”

Soruyorum ayaklarıma

“Nereden biliyorsun

Gittiğin yolun en iyisi olduğunu?”

Ama yanıtlayamaz bir ayak!

Her biri kendi pabucunun içinde

Koşup duruyor ileri doğru

Gidiyorum ben de.
                                           
        Kendi kendine bir şarkı mırıldanıyordu  Frances. Çok severdi şarkı söylemeyi, yüksek sesle söylerdi. Hastanedeyken de söylerdi de insanları nasıl huzursuz ederdi güzelim lirik sesiyle. Müzisyenler şehri Seattlelı bir kadındı o, kendinde olsa da olmasa da mırıldanırdı şarkıları. Savaş yıllarında,kıtlık yıllarında ,kıyım yıllarında....
  
             “Her türkü
              dingin sularıdır
              aşkın.
              Her yıldız
              dingin suları
              zamanın.
              Bir düğümü
              zamanın.
              Ve her iç çekiş
              dingin suları
              haykırışın.”  (4 )  diyordu ya şair Lorca,işte öyle bir şey.........
        Bir süre sonra genç onu ürkütmemeye özen göstererek dedi ki:
-  Öğrenciyken yazdıklarınızı anımsıyor musunuz?
- Kimilerini.... Ama öyle uzun zaman geçti ki....Niye?
- Hani John On Ordum ‘dan söz eden bir küçük kasaba öykünüz vardı ya, o siz miydiniz?
- Küçük Kasaba mı?... Durdu yüzünde çok eskiye gitmiş olmanın rengi vardı. Anımsadı anımsamadı ,soran gözlerle gence baktı. Nereden biliyordu bu genç adam onca şeyi.
- Bakın evimiz şurası. bir çay içmez misiniz? Babam da çok sevinir hem o sizi tanıyor da...
    Frances  istencini yitirmiş gibi adım atıyordu. Seattle’ da yağmur sonrası kekremsi hava esiyordu. Evlerin ışıkları yanmış insanlar televizyon  karşısında pinekliyordu. Gencin ailesi  onu heyecanla ve gözyaşlarıyla karşıladı. Frances dışarıdan izliyordu, bu anıyı kaydet diyordu hep konuşan içindeki diğer kişi. Oyuncu için her şey malzeme olabilirdi. Yaşanılan her şeye istemsizce  böyle bakmaya alıştırmıştı kendini. Ölüme çeyrek kala aynı şeyleri düşünüyordu. Acaba bir kez daha, son bir kez daha sahneye çıkabilecek miydi? Hastanede de düşünmüştü bunu.... Onca yaşanmışlığı vardı ve bu bir sanatçı için zenginlikti. Tabi zenginlik olsun diye bunca acı ve haksızlık yaşamak istemezdi ama yaşadıklarını da kullanabilir hem böylelikle terapi da olabilirdi.  1957’ de “Tebeşir Bahçesi” nde oynamıştı. Epey zorlanmıştı çünkü ezber yapamıyordu. Bir ara umudunu ve cesaretini yitirecek gibi olduysa da toparladı kendini iyi bir oyun çıkardı. Play County Playhouse’de yeniden doğdu sahneye.....
  “İyi akşamlar” diyen  ses sanki iki kez tekrarlamıştı. Frances ikincide kendine geldi. Karşısında heyecanla şaşkınlıkla kendisine bakan tandık gözleri ayrımsadı.
“Babam “ bayan Farmer dedi genç., bir de genç bir kız vardı yanında “ve kız kardeşim
anneleri yoktu onları terk edip gitmişti. İki yıl önce delikanlı onu son bir kez göremeden gözlerini yummuştu.Ya bu tanıdık mahzun , çekingen gözler.  Bu aynı okulda okudukları dergi çıkardıkları sınıf arkadaşıydı. Genç de yazıları babasının arşivinden okumuştu,.Frances’a sırılsıklam aşık babasının arşivinden.  Çaylarını içerken genç sararmış dergilerden okudu ona,öyküsüne konu olan adamın oğlu okudu:

 

        KÜÇÜK KASABA (5)

 

     Her zaman  sıcağa sürülmüş toprağa ve yetişen şeylere yakın ol. Asla uzak düşme onlardan ve çiçeklenen badem ağaçlarından. Bir kez ayrı kalmıştı onlardan  ama şimdi oradaydı, orada olmayı düşlüyordu daha doğrusu.Yoksa gerçekten orada mıydı?John Van Ornum emin değildi. Meyve bahçesinde serilip yatmayalı, çıplak ayakla sert toprağı eşelemeyeli ve doğayı düşlemeyeli çok uzun zaman olmuştu. O zamanlar istediğine sahipti. Eğitim , bir parça ün ve yatakta kahvaltı.     Şimdi çiçeklenen  bademleri ve sürülmüş toprağı düşünüyordu. Olayların gelişimi zaten  çok uzun zamandan beri onu  tüm bunlardan  yoksun kılmıştı. Ağaçlardan, şimdi yerinde üç odalı bir kulübe bulunan iki katlı evden...Ailesiyle yaşadığı o ahşap ev ve pislik içindeki bahçe-bahçe de denilmezdi ya- yoktu artık. Şafağın kırmızı ve beyaz renkleri, sıradan sabah mutlulukları ve  bir yerfıstığı ağacı da yoktu.

  Bunu düşünmek Kaliforniya güneşinin sıcaklığı ve arı vızıltılarının anısıyla birleşerek onu mayıştırıyor, bir eksiği dolduruyordu .Uzun zaman olmuştu, çok uzun...anılarının hepsi güzeldi,  biri hariç. Mutfakta rengi atmış  elbezi kolunda,sırıtan erkek kardeşine”senden nefret ediyorum! “diye  bağırdığı sabah. Mutfak saatlerinin tiktakları bir gürleyişle sessizliğe gömüldüğü an .Hala sıcak ve yapışkan elbezini çıplak kolunda hissedebiliyordu. Anneleri ne olup bittiğiyle pek ilgilenmeden ama sitemli”hayır, yapma John!” demişti yalnızca. Annesinin hiç şaşırmaması yadırgatıcıydı. Yine de pişman değildi John. Bu güne kadar. Söylenmesi gereken bir şeydi ya da o zaman öyle gelmiş ve söylenmişti. John Van Ornum incir ağacını düşündü. Elbette o da gitmiştir. Ne güzel bir ağaçta o, bastırdığında ellerine yapışkan bir süt sızdıran büyük, yeşil yapraklarıyla .Bir keresinde Freddie Peck’in  tavsiyesine uyarak siğillerine sürmeyi denemişti bu sıvıyı Ve tabi meyveler.!... Sularını  şurup yapıp saklar,gerisini yerlerdi, taze olurlardı yine de İncir ağacı yoktu ama Cooper’ın evi hala  ayaktaydı. Yaşlı kadın belki  hala hayattaydı fakat onu görmek ve “Hatırlıyor musun” diye başlayan iyi niyetli soruları işitmek için  hiçbir istek duymuyordu.Yaşlı kadın ona , serin ve akşamın kızıllığı yayılmış ön verandada  kızarmış hamur tatlısı verirdi. Artık  öyle hamur tatlıları yapmıyorlardı  ve şimdiki yapılanlara şekerli çörek deniyordu. En canlı anılarının yiyecekler ve kokular üzerine olması tuhaftı. Hiç olmazsa park etme şeridinde, yeni beton kaldırımları gölgelendiren siyah cevizler hala yerinde duruyordu. Kirli yolda ,açıkta kalmış ağaç köklerine ayak parmaklarını sürtmeyeli çok uzun zaman olmuştu ve şimdi geri dönmüştü.  Badem bahçesinin kokuları, pislik içindeki bahçe,hatırladığı yiyeceklerin tatları...Hepsi bu kadar. Başka hiçbir şey olmayacaktıysa değerdi, değmek zorundaydı, yoksa niçin olsundu ki? 

  Van Ornum hayretle düşündü. Gideli otuz yıl olmuş ve güzel bir müziğin arasıra düşündürdüğü ve bir kitaptaki sanatsal bir anlatım hariç, kokulardan ve tatlardan artakalan o küçük dünyaya ekleyecek hiçbir şey yoktu. Ne başarmıştı hayatta ? Hiçbir şey. Belki varlığı için hayati  önemdeydi yaptıkları, fakat varolmanın bir gereği-anlamı- var mıydı ki? Şimdi bunu düşünmek anlamsızdı. Ne olursa olsun,öldüğünde, çiçeklenen bademlerin kokusu hala aklında olacaktı. Güneşin olgunlaştırdığı incirlerin tadı ölümünü değerli kılacaktı. Van Ornum küçük şehrin gökdeleninde ve yeni beton kaldırımlarda gözlerini gezdirdi. Üç trenini yakalayacaksa koşması gerekiyordu.
  
      Frances o gece yorgunluğu bu eski arkadaşının evinde on  saat uyuyarak attı. Ertesi gün  kışkırtıcı kentinin sahil kenarında,tersanelerinde, yeşermeye  yüz tutmuş parklarında dolaştı.Yaşamaktan memnun olduğunu düşündü.Gönül rahatlığıyla ölebilirdi.
 
    
        KAYNAKLAR:
 
(1) Frances Farmer,Tanrının Ölümü,  West Seattle Chinook,1931 (internetten)
      çev:Elif Durdu
(2) Frances Farmer, Taziyelerimizle, West Seattle Chinook,1931 (internetten)
      çev:Metin Balay
(3) Frances Farmer,Ayaklar, West Seattle Chinook,1931 (internetten)
      çev:Metin Balay
(4) F.G.Lorca, Her Türkü, Bütün Şiirleri-Kavram Yayınları,1994
(5) Frances Farmer, Küçük Kasaba, West Seattle Chinook,1931 (internetten)
      çev:Ebru Aktel




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Yedi Kalpli Kız
Yakınma
Yeni Bir Aile
Dönüşüm
Mor Mayıs
Böbrekte Buluşma
Yolculuk

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Düş İzleri [Şiir]
İllüzyon [Şiir]
İşkence ve Hekim [Deneme]
Hem Yargıç Hem Suçlu [Deneme]


Hira Selma Kalkan kimdir?

. . . . .

Etkilendiği Yazarlar:
...


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Hira Selma Kalkan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.