Umutlar, tersine çevrilmiş anılardır. -Anonim |
|
||||||||||
|
1 Yıl, 11 Ay, 11 Gün Sonra Fatma, içindeki sıkıntının ağır yükü altındaydı. Soluk almakta bile güçlük çekiyordu. Sinirleri, bedeninin her noktasına aynı yoğunlukta sert baskılar yapıyordu. Oturmak, ayakta kalmak, uzanmak gibi kısa aralıklarla üst üste yaptığı eylemlerin hiç birinin yararını görememişti... Özdal’la birçok kez yapmış oldukları tartışmalarla içeriği aynı olan, en son diyaloglarının da bunda büyük etkisi vardı. Amerikan merkezli koalisyon güçlerinin Irak’a saldırı öncesi ve sonrası dönemlerde Körebe Medyasının takındığı tavrın ve genel politikasının en azından insani değerlere aykırı olduğunu söylemişti… Özdal ise bu sözlerine her zaman olduğu gibi çok sinirlenmişti. ‘Profesyonel Medya Anlayışını’ ilke edinmiş bir kuruluş olduklarını, değişik görüşlere sahip birçok kalemin hamiliğini yapan Körebe Medyasını hala neden özümseyemediğini anlamadığını, her yazarın görüş ve düşüncelerini; bir suç teşkil etmedikçe, hiçbir talimat ve telkin altında kalmadan özgürce yazabildiğini, ifade edebildiğini açıklamıştı… Öznel düşüncesinin ise, koalisyon güçlerini desteklemek, olduğunu yinelemişti. Fatma’da eşdeğer dozda bir sinirle karşılık vermişti. Tirajı artırmak, güya tarafsız görüntü vererek, güven sağlayıp ana politikalarını etkin kılmak için birkaç zıt görüşte yazar bulundurduk-larını... Çok seyrek tarafsız haber verildiği... Genelde bilinçaltını etkileyecek imgelerle okuyucu ve izleyiciyi yönlendirdiklerini… ABD’nin ‘iyi’, ABD’ye karşı çıkanların ise ‘kötü’ olduğu imgesini yaratmak için en ufak fırsatların dahi değerlendirildiğini; 'Bir köpek yarışmasında Alman köpeğinin vahşiliğini, Amerika adına yarışmaya katılan köpeğin ise sempatik ve sevimliliğinin özellikle sunulması,' 'ABD askerlerinin savaş gemilerine çıkmaları öncesinde, gözleri yaşlı yakınları tarafından uğurlanması görüntülerinin, romantik bir fon müziğiyle verilmesi,' 'Iraklıları sefalet içinde gösteren görüntülerin, genelin hoşuna gitmeyecek bir fon müziğiyle sunulması,' örneklerini anımsatmıştı ona... Bu ve daha bir çok bilinçaltı yönlendirme içerikli yayımlarını bilebilecek kadar Körebe Medyasını tanıdığını belirtmişti... Aylardır az mı tartışmışlardı… Irak işgali öncesi ve sonrası karşılıklı tartışmalarının özet tümcelerini, daha dün söylenmiş gibi anımsıyordu… Diğer bir çok ülke gibi Türkiye’nin de her yönden ABD’nin yanında yer alması gerektiğine ilişkindi, Özdal’ın açıklamaları... ‘Amerika ile ülkemizin elli yıllık sıcak ilişkilerinin bozulmaması gerektiğini... Ekonomik dar boğazda olan ülkemize hibe ve düşük faizli kredilerin verileceğini... Irak’ta çıkarlarımız olduğunu... Petrolden gelir elde etme olanağına sahip olunacağını... Kasası boş hazinenin doldurulabileceğini... İş adamlarımızın yatırım yapma olanağı bulabileceğini... Irak’ın geçmişte Osmanlı topraklarının içinde olduğunu, tarihten doğan hakları olduğunu ve hatta orada yabancılık çekilmeyeceğini... Ülke ve toplumların çıkarlarının önemli olduğunu... Savaşa bende karşıyım ama savaş engellenemiyorsa şimdiden güçlü tarafta yer alınması gerektiğini... Saddam’ın zalim olduğunu, halkına ve diğer bazı ülkelere kötülüklerini, terör odaklarına yardımcı olduğunu, kimyasal ve biyolojik silahları bulundurduğunu, yakın tehlike olduğunu, bir şekilde tasfiye edilmesinin Dünyamızın, Ülkemizin, ve Irak halkının çıkarına olacağını... Komşuda süregelen yangına seyirci kalınamayacağını... PKK örgütünün tasfiyesi için onlarla birlikte hareket etmek gerektiğini... Küreselleşmenin ileri öncüsü Amerika’nın yanında yer almamanın, onun savaşta vereceği pozisyonlara uygun hareket etmemenin; karşılarında olduğumuz biçiminde algılanacağını, birlikte hareket etmezlerse Türkiye’ye karşı uzun döneme yayılacak bir bilenme ve intikam duyguları besleyebilecek-lerini... Uluslararası arenada yalnız kalınabileceğini... Küreselleşen dünyada söz sahibi olmanın onlarla birlikte hareket edilmekle eşdeğer olduğunu... Duygusal olmamak gerektiğini... ABD’nin, Irak ile diğer Ortadoğu ülkelerine demokrasi ve insan haklarının tesisi için harekete geçtiğini... ABD’nin, despot rejimlerini değiştiremeyen halka yardımcı olacağını... ABD’nin Türkiye eski Büyükelçisi Mark Parris’in, gerekli destek verilmediği takdirde savaş sonrası için, ‘Beyaz saray telefonları hep meşgul çalacak. Türkiye karar vermekte çok gecikiyor’ biçimli sözlerini de anımsatarak, ilişkilerin bozulacağını... Hem Irak’a saldırının Birleşmiş Milletlerin 1.körfez savaşında verdiği yetkinin yorumuna, dolayısıyla uluslararası hukukun ruhuna uygun olduğunu... Treni kaçırmamak gerektiğini ve destek veren ülkedeki yatırımcılara, işadamlarına, Irak’ın yeniden yapılanmasına yönelik büyük ihalelerde öncelik tanınacağını, Irak’ın kaderinin oylandığı masada oturmak için ABD’yle birlikte hareket etmek gerektiğini... Irkdaş Türkmenlerin güvenliğinin sağlanacağını... ABD’nin Türkiye hükümetine güvenerek hazırlıklar yapmaya başladıklarını, limanlarda bakım onarın çalışması yaptıkları-nı, tezkere verilecek görüntüsü yaratılmış olması nedeniyle, aksi durumda yapmış oldukları masraflarını fazlasıyla geri isteyebileceklerini... Hükümetin ‘Tezkerenin Kabulü Teklifini’ meclisten geçirememesi halinde siyasi bunalım ortamı doğacağını... Meclisin tezkereye ‘hayır’ demesinin, Türk-Amerikan stratejik ortaklığının sonu olduğunu, Türkiye’nin dahil olduğu A Planı yerine, Türkiye’siz B Planına geçileceğini, A planının uygulanmamasından kaynaklı tüm faturanın önümüze konacağını… Kürt sorununun canlanacağını… Ekonomik göstergelerin bozulacağını… Saddam’ı kurtaran ülke görüntüsü sağlanacağını… Savaşa karşı olmakla birlikte reel politik çıkarlarımızın katılımı gerektirdiğini… ABD’nin intikamcı bir ülke olduğunu ve bunun ülkeye zarar getireceğini, uzun uzadıya açıklamıştı ona..." Bu tümceler, Irak’ın işgali öncesi ve sonrasında gerçekleşen tartışmalarda Özdal’a ait yorumların ana fikirleriydi… Değişik zamanlarda, tek tek, birkaçıyla dillendirdiği bu görüşlerinin hiçbirini kabul etmemişti. Karşı görüşlerde bulunmuştu Fatma… 'Irak dahil Ortadoğu ülkelerindeki önceki rejimleri yerleştirenlerin ve şimdiye kadar devamını sağlayanların yine süper güçler olduğunu, Kimyasal ve biyolojik silahlarda dahil, tüm silahların, tüm ülkelerde yok edilmesi gerektiğini, Birleşmiş Milletler denetleyicilerinin, Irak’ta kimyasal ve biyolojik silahlar bulamadıklarını, Güçlü olanın her zaman haklı olmadığını, Mazlum halkın yanında olmak gerektiğini, Şeref ve haysiyetin parayla satılmaması gerektiğini, Dünya’daki zulümlerin merkezinde ABD derin devleti olduğunu, Her iki taraftan binlerce insanın öldüğü İran-Irak savaşının azmettiricisinin süper güçler olduğunu, Saddam’ın Kuveyt’i işgalinde, aynı güçlerin azmettirici ve güven verici rol oynadığını, Ortadoğu’daki terör örgütlerinin bazılarının kurulmasında, silahlanmasında, hatta başka ülkelere karşı kullanılmasında baş sorumlunun yine aynı güçler olduklarını, Yoktan terörizmi yaratıp veya oluşmasına ortam sağlayarak Büyük Ortadoğu İşgalini sağlamaya bahane yaratacak zemin oluşturulduğunu... Gerçekten demokrasi, insan hakları getirilecekse öncelikle İsrail’e müdahale edilmesi gerektiğini, Şiilerin ve Kürtlerin bir kısmının kimyasal ve biyolojik silahla öldürülmelerinde sessiz kalındığını, fakat bu olayları kullandıklarını, Hem İran-Irak savaşında İran askerlerine, hem Kürtlere ve Şiilere karşı Saddam’ın kullandığı kimyasal ve biyolojik silahların menşeinin batılı güçler olduğunu, ABD’nin amacının demokrasi ihracı olmadığını, Petrol ve enerji kaynaklarını ele geçirmek, sömürmek ve Ortadoğu ile Asya ülkelerini, genelde tüm dünya ülkelerini denetimi ve kontrolü altına almak ve inandıkları kutsal kitapta geçen olayları gerçekleştirme amacı taşıdıklarını, Irak işgalinde, ABD’nin yanında yer almayı savunmanın onursuzluk olduğunu, Bu onursuzluğu paylaşmayanların ise Saddam’ı ve rejimini destekledikleri anlamına gelmeyeceğini, Amerikanca demokrasinin Irak’taki versiyonunun; 'ı yerinden ederek başka öğrenciler yetiştirmek ve görevlendirmek olduğunu... Her durumda Saddam rejiminden zarar gören sivil halkın, bu kez doğrudan ABD'den zarar göreceği, kimden gelirse gelsin zulme karşı olduğunu... Savaşla ilgili her olasılıkta toplumların ve bireylerin zarar gördüklerini...' Özdal’ın her bir savına karşı ayrı ayrı sunduğu açıklamaların ana tümceleriydi. Bir yatıştırıcı hap daha aldı. Bir bardak suyla midesine boca etti. Terliyordu... Terleyen sadece alnı değildi... Ellerinin içi, ayaklarının altı ve hatta ayak parmaklarının araları... Taralı ince telli siyah saçları birbirine yapışmış gibi karmaşık görünüyordu… Geceliğinin kuşağı, ince bedenini daha bir inceltmişti... Üçüncü kahve fincanı da dibe vurmuştu. Sert bir şekilde önündeki sehpaya bıraktı. Aç karnına içiyordu... İnternet ortamında bulunan ‘İnsanlığın Hainleri Pusu Kurmuş’ adlı elektronik gazeteden aldığı bir çıktıyı, yeniden okumaya başladı. Yazı; ‘ABD’nin Psikolojik Savaş Lejyonerleri’ başlıklıydı. “ABD, yurtdışında da çıkarlarına uygun sonuçları elde edebilmek için; her alandan hizmet alabileceği bazı kişi ve kişilikleri, özellikle bir kısım medya mensuplarını parayla, inceleme gezisi davetleriyle, eğitsel amaçlı fonlarla, bazı ayrıcalıklarla, hediyelerle, cazip ve ikna edici tekliflerle kendine bağlamaktadır. Bu tür faaliyetleri, resmi olmayan bir şekilde yürütürken, 11 Eylül sonrası salt medya alanında bu çalışmala-rına merkez olacak ‘Stratejik Etkileme Bürosu’nu resmen kurmuştur. New York Times, 19 Şubat 2002 günlü sayısında yayımladığı, "Pentagon yurtdışında hassasiyetleri etkilemeye hazırlanıyor!" başlıklı haberle, "ABD kongresince, yönetime sağlanan 10 Milyar dolarlık ek bütçeyle Ortadoğu, Asya ve Avrupa ülkelerine yönelik, kısa adı ‘OSI’ olan kurulduğunu" kamuoyuna duyurmuştu. Pentagon, OSI’ın çalışmalarına yardımcı olması amacıyla, Irak ve Kuveyt konusunda CIA’ya danışmanlık yapan Rendon Group adlı halkla ilişkiler firmasıyla anlaşma imzalamıştır. Bir Pentagon yetkilisinin New York Times’e verdiği gizli bilgiye göre, ‘Stratejik Etkileme Bürosu, yabancı ülkelerdeki medya kuruluşlarını, taktiklerle manipüle etmeyi amaçlıyor. Bu amaca ulaşmak için gerektiğinde yalan haber üretip bunu dolaşıma sokabilecek…’ Haberi veren New York Times Gazetesi, editör sütunlarında bu operasyonu eleştirip, ‘Ters tepebilecek bir silah’ olduğunu belirtmiş, Reuters, AFP gibi haber ajanslarının bu faaliyetten etkilenebileceği, yalan haberlerin dönüp, dolaşıp ABD basınına da girebileceğini hatırlatmıştı. Dünya çapında, internet ortamı dahil yazılı ve görsel basında sansürleme, filtreleme, saptırma, 'karayı ak-akı kara' gösterme gibi dezenformasyon faaliyetlerine girişen bu büroya karşı ülkemizin bir kısım yazarları, dikkatli olunması gerektiğini çeşitli yazılarıyla vurgulamışlardır. Pentagon’un, Afganistan’dan sonraki ilk hedefinin Irak olduğu, bu operasyonda desteği istenen en önemli ülkenin Türkiye olduğu düşünüldüğünde, OSI’ın, ülkemizde bağlantı kurduğu kişi ve kişilerin kimler olduğu bazı çevrelerde merak konusu olmuştur. Büyük bir bütçesi olan bu büronun bağlantı kurduğu ve aslan payını alan gazeteler ile çoğunlukla bir medya kuruluşunda bulunan bazı yazar ve haber-yorumcularının adları, büyük illerde bulunan bazı çevrelerde dilden dile dolaşmaya başlamıştır. Evet, varolan durum, yeni bir kavramda yeniden doğuyor; 'ABD Sıcak Savaş Lejyonerliğine' eşdeğer, 'ABD Psikolojik Savaş Lejyonerliği'... 'Psikolojik Savaş' kavramını kullanırken bile bazı endişeler taşıdığımı parantez arasında, sizlerle paylaşmak istiyorum. Süper devletlerin teknolojik ürün, yazılım, donanım gibi her türden var ettikleri olguların daha üstünü elde etmeden pazara çıkarmadıkları bilinen bir gerçektir. Bu durum; politik olgularda da aynı mantıkla sürdürülmek-tedir. Psikolojik Savaşın tüm yönleriyle kullanıldığı bilinen Soğuk Savaş Döneminde; 'Psikolojik Savaş' kavramının kullanıl-mamış olmasını, bu olgunun, sıcak savaş dışında o dönemdeki en üst politik kavram olduğunu ve bu nedenle pazara çıkarılma-dığını düşünmekteyim. Rakibi olmayan ABD Derin Devletinin, yakın zamanlarda bu kavramı pazara sunması... İşte bu durum beni endişelendiriyor. Daha etkin ve üstün ne buldular ki, 'Psikolojik Savaş' kavramının, bir kısım yandaşları tarafından dahi serbest piyasada dolaşımına ve dolaştırılmasına izin vermeye başladı-lar?... Bu sorunun yanıtını bulmak için yukarıda belirttiğim iki kriterden hareket ettim... Daha üstü olacak!... Daha etkin olacak!... Savaşın; Sıcak savaş dışında kalan, 'Psikolojik Savaş' kavramında ki, 'Psikoloji' biliminden daha üstü ve daha etkin ne olabilir di?... Hipnotizma mı?... Zaten vardı ve alabildiğince kullanılıyordu... Aklıma gelen şeyi söylüyorum. Müspet bilimler anlamında kanıtı olmayan bir şeyi; 'Büyü,' olmalıydı bu şey. Teknolojik aletlerden de yararlanılarak, kendi politik-ekonomik yararlarına uygun çıkarımlar elde etmek için büyü yapmaya başlamışlardı... Benim de yazımda geçen, 'Psikolojik Savaş' kavramını, 'Büyücünün Savaşı' olarak, 'Psikolojik Savaş Lejyonerleri' kavramını ise; 'Büyücünün Lejyonerleri,' olarak algılamanızı rica ediyorum... Bunu da belirttikten sonra ana konumuza geri dönebiliriz. Her ne kadar sonradan çıkan bir habere göre; 'gelen tepkiler üzerine bu nun kapatıldığı' duyurulmuşsa da, bu haberin pratik anlamda ne kadar doğru olduğu tartışmaya açıktır. Resmi olarak kapatılmış olduğu doğrulansa bile, bu yapının, aynı veya değişik adlarla yeniden yeraltına inerek faaliyetini sürdüreceği anlamına geldiğini bilemeyecek kadar mantıktan yoksun olmadığımız aşikardır...“ Kalan bölümü okumadı. Bugün tüm yazıyı kaç kez okumuştu anımsamıyordu... Yazıyı sehpanın üzerine bıraktı. Kaşları çatılmış, geniş göz yuvaları kısılmış, doğal sürmeli kirpikleri daha bir kararmıştı. Televizyondaki haber ve yorumları yeniden izlemeye koyuldu... Kanaldan kanala atlıyordu. İlgisini çeken haber ve yorumlara geldiğinde kanal değiştirmeyi bir süre erteliyordu. Haberlerin tümü, ABD ile İngiltere ağırlıklı koalisyon gücünün, Irak’ı işgaline ilişkin haber ve yorumlardı. Az önce izlediği bir televizyon kanalında, konuk edilen bir öğretim üyesinin yorumları midesini bulandırmıştı. Irak işgalinin gündemde olduğu anlardan beri kanal kanal çıkarılan bu öğretim üyesinin yorumlarını; Pentagona bağlı bir televizyonda bile, –Amerikan vatandaşlarından, savaşa karşı olanları rencide edebileceğinden- yapabileceğini sanmıyordu. İyi yıkanmış ve stüdyo ışıklarıyla iyice parıldayan saçsız başını, dövüşçü bir horoz gibi sallamasını, otomatik makineli tüfek gibi seri halde konuşmasını, kah oturarak kah ayakta, ender kullandığı küfürleri savurarak izlemişti. Arada İşgal Güçlerinin hava saldırıları görüntülerinin altında verilen vesikalık boyutundaki görüntüsünde, diliyle dudağını yalaması, hayvanlar alemi belgesellerinde gösterilen, 'bir çakalın bir av leşi' üzerindeki davranışlarını anımsatmıştı kendisine... Hele, oval masada bulunan stratejik alanda uzman, emekli bir bürokrat konuğun tavırları... Üslubu... Teorik bilgilerini laboratuarda deneyememenin verdiği hırçınlığı yansıtan bir bilim adamı heyulası gibiydi... Gözleri; korku filmlerinin birinde, en çok gerilime neden olan karanlık bir insanın gözleri kadar parlak ve ışıltılıydı... Harita üzerine deydirdiği sopasını sallaması, haberlerin birinde izlediği bir tinercinin elinde bulunan kılıç uzunluğunda bir bıçağı sallama-sı gibiydi. Sopayı tutan eli; mastürbasyon eyleminin doyumla sonlanacağı anlarda titreyen bir el gibiydi. İşgal gücü askerinin empatisyeni olma yönünden psikoloji hocalarının öğrencilerine verebilecekleri en iyi örneklerden biriydi. Koalisyon güçlerinin aşmakta oldukları çölü haritada gösterirken, çöl kumlarını yutan kendisiymişçesine... Bağdat halkına bomba atan uçaktaki pilotmuşçasına... Kana, gözyaşına ve tecavüz etmeye özlem duyan bir koalisyon askeri gibiydi. Onlardan biriymiş gibi empatik karakterler yansıtıyordu... Empati-wampirizim, empati-faşizim, empati-emperyalizm, empati-tecavüzim, empati-barbarizm foraydı... Yönetimlerinden ve dış saldırılardan sürekli mağdur edilen, gözü yaşlı sivil Irak toplumu ve bireyleri merkezli empati ise onda yasaklıydı... Bu yapıyı sunan her kurumda ve her alanda bulunan bazı temsilcilerden biriydi... Bir gazetenin bir köşesini işgal etmiş orta yaşlarda bir kadın yazara; sunucunun sorduğu: ‘Bizim çocuklar kaç günde Bağdat’ı ele geçirir?’ sorusuna ve verilen yanıta öfkelenen Fatma’nın yüzü al al olmuştu. 19.37’e az saniyeler kalmıştı. Körebe TV’nin haberleri başlayacaktı. Tuşa bastı. Biliyordu; az önce izlediği bazı televizyon kanallarının haber ve yorumlarına duyduğu öfkeden daha fazlasını edinecekti… Körebe TV’nin ana haber gongu vurmuştu. Yakinen tanıdığı kadın sunucu, olanca güzelliğiyle ekranda belirdi... Yabancı bir televizyonun canlı yayınından birebir aktarılan ve Türkçeleştirilerek sunulan savaş görüntüleri kapladı ekranı... Bağdat semalarında, çöl haydutları gibi dolaşan koalisyon güçlerine ait savaş uçaklarından atılan bombalardan kaynaklı aydınlanma... Yere düşen bombaların etkisiyle oluşan akisler... Işık bombalarının aydınlattığı Bağdat’ın bazı alanları... Duyulan siren sesleri... Bağdat’ın cami hoparlöründen yükselen duygusal yoğunluklu ortak salavat ve dua sesini, vakti geldiğinde okunan ezan seslerini bastırmaya çalışan bombalar... (Ezan sesi; bazılarına yönelik suikastı önleme de rol oynarken, mazlum Irak halkında bu, gerçekleşmiyordu şimdilik…) Dini kitaplarda ayrıntıları sunulan kıyamet sahnelerinin benzeri... Titrek yangın alevlerine ait uzaktan çekimli görüntülere uygun ritimde fon müziği... ‘Yanan yerlerdeki alevler mi fon müziğine uyumlu hareketlerde bulunuyordu, yoksa ateşin alevleri mi fon müziği besteliyordu?’ çelişkisi... Arada verilen borazan efektleri... Filmlerde izlenen Vandalların savaş borazanlarından çıkan ses efektleri... Kararını bir gün sonraya erteleyebilecek kadar tahammülü kalmamıştı… Sözlüsü ve çalıştığı Körebe Medyasının savaş editörlüğü bölümünün başkanı Özdal ne diyecekti?... Üzülecekti kesinlikle... Bir iki ayda unutabilirdi belki... Sevgisini de yitirebilirdi. Yenilerden; güzellerden biriyle ilişki geliştirmeye yönelirdi belki de... Belki de uzun bir süre taşıyacaktı, atamayacaktı varolan sevgisini içinden... Onun üzülecek olmasını artık umursamıyordu. Oda diğerleri kadar hak ediyordu... Tüm anlatımlarına ve yorumlarına ve uyarılarına rağmen ufakta olsa etkileyememişti... Profesyonel gazetecilik görevini, Cesi’nin yönlendirmeleriyle gereğinden fazlasıyla yerine getirmeyi sürdürüyordu. Üst düzey bir Amerikalının, Ankara'yı resmi ziyaretinde sırtlarını dönüp, çekim yapmayarak, Irak işgalini protesto etmeleri nedeniyle işten atılan; ortak arkadaşları Gazi’nin bu durumuna ses çıkarmayı bırak, 'profesyonel gazeteciliğe yakışmadığına' yönelik bir yazıyı özel köşesinde dahi yayımlamamış mıydı Özdal?... Gerçi Özdal sayesinde yükselmişti... Çok yardımını görmüştü. "Ekmeğini düşün!" derdi sürekli kendine... "Bu kadar işsizin, aç insanın olduğu bir ülkede 'gemisini yürüten kaptan’dır." Üst düzey yöneticilerin istediği performansı gösterememiş olmasına karşın, kısa bir sürede bu kadar yükselmesinin ana kaynağının Özdal’ın kendine karşı duyduğu aşk olduğunu bilebilecek kadar gerçekçiydi. Savaşa karşı yorum ve düşüncelerinin, analizlerinin hiç biri şimdiye kadar yayınlanmamıştı. Hatta yaptığı haber ve yorumların öne çıkarıldığı bir günü dahi anımsamıyordu bile… İşine son verilmemesinin nedeni, bazı haber ve yorumların altına, Özdal’ın elinden çıkmış olmasına rağmen, kendi adının yazılmış olmasıy-dı. Kendi kendine kızardı bazen... Farklı görüş ve düşüncelere, duygulara sahip biriyle sözlenmesine kızardı. Onunla sözlü olmasından bir kez daha utanmıştı. Cinsel yaklaşımlı gayretlerini boşa çıkardığı Özdal’ın, daha sonra kendisine karşı duygusal bir arzu da duyduğunu hissetmesi, yoğunlaşan duygularını daha fazla bastırmasını engellemişti. Eklembacaklılardan's Istakoz Lokantasında sözlenmişlerdi. Davetlilere, günün şerefine ziyafette çektirmişti Özdal… Dikkatini yeniden televizyon ekranına verdi. Irak Enformasyon Bakanının, "Irak halkı sonuna kadar direnecektir!... İşgalci şer güçleri Bağdat’ta boylarının ölçüsünü alacaklar!" anlamlı konuşması yeni bitmişti. Bağdat sokaklarından görüntüler yeniden verilmeye başlanmıştı. Siren sesleri; dehşet ve şoku olabildiğince vermeye, tek başına bile yeterliydi. Küçüklü büyüklü bireylerden oluşan bir ailenin panik davranışlarla düzayak evlerinden çıkmaları ve az ötede bulunan bir barakaya doğru koşmaları kameranın saniye saniye çekmekte olduğu görüntülerdendi. Oluşan panik ve korku, kameraman ve sunucudan çıkan kesik kesik soluklardan da anlaşılıyordu. Onlarında anlayışla karşılanması gerekiyordu. Görevlerini yaparken, işgalci güçlerin hışmına uğrayabilirlerdi. İliştirilmiş gazeteci unvanını elinin tersiyle iten meslektaşlarından ikis,i bir gün önce koalisyon güçlerince öldürülmemiş miydi?... Ailenin sığındığı barınağa kameraman ve sunucunun da girdiği anlaşılıyordu. Kameranın ışığıyla, tek göz sığınağın içi alabildiğince aydınlanmıştı. Barınak, dimdik durulamayacak kadar alçaktı. Biri yaşlı iki kadınla, biri yaşlı iki erkekle, ve beş-onbeş yaşları arası beş çocuktan oluşan ve kendi yurtlarında sığınmacı gibi, sırtları duvara yaslı, çömelmiş ve kaval kemikleri üzerinde iki ellerini birleştirmiş insanlar mutsuzluğun, acının tabloları gibiydiler. Haber stüdyosunda bulunan sunucu, Irak Enformasyon Bakanının "Irak halkı onları karşılamaya hazır!" içeriği taşıyan konuşmasını da anımsatarak bu görüntüleri tahlil ediyordu?... Arada işgalci güçlerin tankları ve neşeli tavırları ekrana getirilip, yorumu izleyicilere bırakma amaçlı yorumsuz boşluklar yaratılıyordu... "Irak halkı, bizim çocukları... Eeeeeeeeee pardon!!!... Koalisyon güçlerini böyle mi karşılayacak?..." İşgalci güçlerin görkemli gücüne, ‘Direnecek!...’ denilen halkı bu ailede minimize ederek... Verilen mesaj, mesajı verenlerin istediği gibi algılanmıyordu bazılarınca ve Fatma’ca... Yaşlı adam ile kadının titreyen dizleri ve elleri, dehşet ve öfke dolu gözleri... En çok ağlayan beş yaşındaki kızın gözyaşları; dışarıdan gelen siren seslerine, bomba seslerine, bağırtılara verilen yanıtlardı... Yakın çekime alınan beş yaşındaki kızın, zeytin karası gözlerinden damla damla ve verimli akan yaşlar kamera ışıklarıyla parıldamaktaydı. 'Ağlama sesi' sessiz ağlamalara dönüşmüştü az sonra... Yanında kimse yokmuşçasına, kimse izlemiyormuşçasına, ağlıyor-du... Olanca doğallığıyla dehşeti, şoku ve öfkeyi barındıran masum gergin yüzü; bu etkiyi kendisinde var edenlere lanet okuyan bir imgeyi de içeriyordu... Dehşet ve öfkeyi birlikte ve aynı anda veren gözleri; kımıl kımıl burnu, titreyen dudakları, gamzeleşen yanakları... Siyah gölgesi, bedeninin asisi değildi... Gölgesi de bedeninin titrekliğine olanca uyumluydu... Fatma’nın boğazı düğümlenmişti. Soluk alışveriş düzeneği, doğallığını kaybetmişti... Hareketsiz biçimde oturduğu koltuktan beş yaşındaki Iraklı kızın, dehşet ve nefret kokan gözlerine odaklanmıştı... Suçlar gibi bakıyordu... Kendisini suçlar gibi bakıyordu o gözler... Fatma gözlerini; alamıyordu o gözlerden... Aynı nefreti, aynı öfkeyi, aynı dehşeti kendi gözleri de veriyordu. Elinin parmaklarıyla, boyun altından başlayarak boğazını ovuşturdu bir süre... Soluk alışverişi hırıltılıydı. Soluk borusu kasılmıştı sanki... Kendisini tutamıyordu... Sakin olmalıydı... Bu akşam en çok gereksinim duyduğu şey, sakin olmaktı... Soğukkanlılığını korumalıydı... Aşırı duygusallık içinde tutsak kalmamalıydı... Telkinleri boşunaydı... Dayanamayacaktı... Televizyon ekranından kaybolan aile ve özelde beş yaşındaki kız çocuğunun görüntüsü hala gözlerindeydi... Yanı başındaydı... Hayır!... Hayır!.. İçindeydi... Beynindeydi... Hafızasındaydı... Kalbindeydi... Yine Hayır!... Ağlayan beş yaşındaki çocuk kendiydi... Bir seddin arkasında biriken nehir gibi olmuştu... Tutamadı kendini... Bıraktı gözyaşlarını... Ağladıkça soluk borusu gevşiyordu... Soluk alışverişleri, bu kez ağlamadan kaynaklı ritimsel bozukluktay-dı... Kız çocuğunun zeytin karası gözlerinden akan gözyaşları kadar berrak, onun kadar parıltılıydı… Sessiz ağlamalardaydı... Onun gibi çömelerek oturmuştu farkında olmadan... Gözyaşları, burun kenarlarından alta doğru, üst dudak kenarından çenesine ve göğsüne yol alarak bir süre süzüldü... Eli kumandaya uzandı. Televizyonu kapadı. Küçük kızın görüntüsü silinmemiş, zihnine nakşolmuş, elinden tutarak geçmişine, çocukluğundaki bazı dönemlere götürmüştü. Beş yaşındaki anına... Ablasının sorgu dönüşündeki çılgın hallerine... Babasının ölüm haberini aldığı ana... Ağabeyine, babasına ve ablasına reva görülenlere olan tepkisini şid-le hisseden annesiyle birbirlerine sarıldıkları, birbirlerinin yanaklarına gözyaşlarını akıttıkları anlara. Ekranda gördüğü ağlayan çocuk görüntüsü, geçmişten kalma ve hala albümünde sakladığı beş yaşındayken çekilmiş, 'gözü yaşlı fotoğraftaki' görüntüsüne ne kadar benziyordu. Hayır, tıpatıp aynısıydı... Iraklı kızın görüntüsüyle ayniyet arz ediyordu... Zihni bulandı... Başını iki tarafa sallayarak irkildi... Lavaboya yöneldi.. Elini yüzünü yıkadı... Bilgisayarı açmalı, yarım bıraktığı yazıyı tamamlayıp sonlandırma-lıydı... Zaman kaybetmemeliydi... Zaman daralıyordu... Zamana; kendini boğdurmamalıydı… Zamanın içinde boğulmamalıydı... *** Devamı: 9. Sayfa da
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Bahattin YILDIZ, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |