Sanatçı, toplumda uzun çalışma ve çabalardan sonra alnında ışığı ilk duyan insandır. -Atatürk |
|
||||||||||
|
An Bugün “an”ı yazmak istiyor. Kurgu yapmayı bilmiyor, yapamıyor. Anı yazmak da istemiyor bugün, geçmişe ait. Sadece”an”ı yazmak istiyor, o yaşadığı gündelik anı... Çocuk karşısında oturmuş, “kinex” oynuyor, bir tür oyuncak. Araba yapmaya çalışıyor, ablasından kalmış, bugün dolaplardan bulmuş annesi oynasın diye. 10 yaşında çocuk, erkek. Arada ofluyor birleştiremeyince parçaları: -Öff! Anne ya, yardım etsene, geçiremiyorum bu parçayı. Karşıda müzik seti var. Odaya ılık bir ses yayılıyor o köşeden. Kadının içi ılınıyor. Uzun zamandır böylesine kendini kaptırarak müzik dinlemediğini düşünüyor. Müzik odaya ılık ılık yayılırken, kadın ses dalgalarından birinin gelip kalbinden içeriye girdiğini ve oradan ruhunu kopararak, dalgalarının üzerine bindirerek ruhunu, odanın içinde geziye çıkardığını müziğin ve ruhunun dansettiğini havada hissediyor. Pink Martini çalan...Önce Latin çalarken, sonra caz, sonra da alçak gönüllü bir Japon ezgisi çalışıyor... “Kikuchiyo to Mohshimasu” ezginin adı... Ezginin alçak gönüllüsü olur mu? Olursa da, başka bir dilde ne söylediği anlaşılır mı? Anlıyor işte, zihni anlamasa da, ruhu anlıyor yalvaran ezgiyi....Bu, bu, nasıl da insanı yavaşlamaya, yavaş yaşamaya davet eden bir müzik böyle....Aşkına yalvarıyor, yalvarıyor, ama ölçülü. Sonra çıkarıp kalbini veriyor yavaş yavaş ve duygulu. İki elinin arasında kalbi... Başını bükmüş yana doğru, gözleri hem çakmak çakmak bakıyor, keskin; hem de yumuşak, yumuşacık, sevgi dolu, tüy gibi hafif...Titredi, titredi kalbi ve umulmadık bir anda bitti ezgi... -Offf! Yanlış parçayı takmışım!.... İki dizinin üzerinde oturup, takmaya çalışıyor teker parçalarını çocuk. Koridordan banyodaki çamaşır makinasının sesi geliyor, “gır gır gıııııııır”. Latin ezgisi ile birlikte kalkıp “Ça ça ça” yapmak istiyor kadın dört sene öncesi gibi...Donde Estas, Yolanda, Donde Estas Yolanda... Dört sene öncesinin dans kursuna giden çılgın beşlisi gibi...Dört sene öncesinin çılgın otuzlukları, çılgın, geç kalmış gençliklerini yaşayan otuzlukları gibi...Şimdi kırklık olamaya hazırlanan, dağılmış çılgın otuzluklar...Ne bahardı diye düşünüyor, ne bahardı ama...Tam dört ay boyunca her cuma, hem de hiç aksatmadan, hem de haftanın onca yorgunluğunun üstüne, gidip, güle oynaya, kahkalar arasında “Ça ça”, “Rumba”, “Jive” öğrenişlerini hatırlıyor...Koşar adım dans kursununun yapıldığı apartmanın basamaklarını çıkıyorlardı, peşpeşe beş evli çift...Hepsi de çocuklu, hepsi de yoğun tempolu, karı-koca çalışan, onu da hırslı hayata karşı, beş çift...Sonradan dağılan beş çift...Kimi yurt dışına giden, kimi ikinci çocuğunu dünyaya getirmek için işten ayrılan, kimi iş hayatının yüksek dikenli çalılarla dolu, vahşi ormanına kendini kaptıran...Geç buldukları gençliklerini topu topu dört ay yaşayabilen, dans sonrası gittikleri kafelerde, barlarda şakıyan, gülen, eğlenen beş çift...O güne kadar ve o günden sonra da eğlenmeyi kendilerine bir türlü hak görmeyen, ama bir araya gelince de eğlenmeyi bilen beş çift... -Bitti ama, eksik parçalar olmasa çok daha güzel olacaktı. Hiç güzel olmadı!.Gel, bak.. Kasedin bir yüzü bitiyor o ara, otomatik öbür yüze geçiyor. -Yanlış yapmışım, bozuyorum işte! Düzeltilemez de şimdi bu. Ben en iyisi bunu bozup, şu motosikleti yapayım. Çocuk kalkıp “çat” diye kapatıyor kaseti...Aniden büyü bozuluyor, kadın yazı yazamıyor, ezginin “çat” diye kalbine bıçak saplanınca... -Dur ne yaptın? diyor çocuğa. -Eee, bayıldım artık, hep aynı müzik, hep aynı müzik... -Ama ben dinlemek istiyorum daha. -İyi o zaman, deyip mutfaktaki televizyonu izlemeye gidiyor çocuk. Çünkü kendisi müzik dinlerken, annesinin burada televizyonu açmasına müsaade etmeyeceğini biliyor çocuk... Anne kalkıp ikinci Pink Martini kasedini takıyor: Amado Mio...Amado Mio.. Yılbaşı armağanı olarak iki eski arkadaşıma bu kasedi alıp, işyerindeki evrak postası ile göndermeliyim diye düşünüyor. Göndermeliyim. İçine de bir not yazmalıyım, aynı notu her ikisine de. Artık cimrileşen, gözünü hırs bürümüş, paragöz arkadaşınızdan ucuz bir hediye...Fazla para harcamadım, ama gönülden gelen bir hediye. Bir de mini bir test: Bakalım frekanslarımız hala tutuyor mu? Bilin bakalım bu kasetteki benim en sevdiğim ezgi hangisi? Uzaktan, görmeden gelişimini, yaşadıklarını, acılarını, içini, diyebiyorsanız ki eğer gözünü hırs bürümüş, o zaman hadi bulun bakalım en sevdiği ezgiyi de böyle uzaktan, görmeden, bilmeden, duymadan!... -Yaaaa! Anne mutfaktaki anten iyi değil, ben burada seyretmek istiyorum. Yine büyü bozuluyor. Kadın dizinin üstündeki bilgisayarda yazmaya çalışıyor. Ara ara ruh hallerini not edip, sonra geri dönüp oradaki fikri dolduruyor. Anlık gelen fikirleri hemen gelişigüzel yazıyor ki, uçup gitmesin fikirler boşluğa, dağılıp gitmesinler... Baba içeriye giriyor. -Baba bilgisayarla işin bitti mi? -Ne yapacaksın? -Oyun oynayıp, mesajlarıma bakacağım. Baba geçip kanepeye uzanıyor. Çocuk kalkıp, bilgisayarın bulunduğu yan odaya gidiyor. “Je ne pas travailler” mi diyor bu Fransızca şarkı? Birden “Champ Elysee” deki kafedeki pencere kenarına tek başına oturup, caddeyi izleyip, şarabını yudumlayan, bir taraftan da elindeki dolma kalemle defterine yazı yazan kadını hatırlıyor. Bizim ülkemizde neden böyle tek başına kafede oturabilecek kadar cesur ve de romantik olmaz kadınlar diyor, diyor ve utanarak o gün öğleden sonra alışveriş sonrası oturduğu kafede nasıl da o kadını taklit ettiğini hatırlayor. Cadde “Champ Elysee” olmasa bile mini yürüyüş yoluna bakan cam kenarı tek kişilik bir masa bulunca, o kadın gibi, hemen gidip o masaya oturuyor. Ve kendi kendine yetmeyi bilen, kendi kendisine mutlu olmayı bilen o kadını taklit ederek bir aromalı kahve söylüyor kendisine. Çilekli bademliydi kahve...Havası dumanlıydı oturduğu kafenin, müzik de rahatsız edici. Ama o yine de romantiklik taklidi yapmayı denedi...Kahveyi yudumlayıp, yoldan geçen insanları seyrederken, en kısa zamanda bir hikaye yazmaya karar verdi. Sevgi Soysal’ın “Yenişehirde Bir Öğle Vakti” misali...Ama onun hikayesinde hiç olay olmayacaktı. Mesela bir sineğin uçuşu ile başlayacaktı hikaye. Sonra o sineği gören bir göz...O göze bakan bir aşık...Aşığın ayağına takılan taş...Taşı kenara koyan şoför...Şoförü çağıran yolcu. Şoförün ağzının kıymalı pide koktuğunu düşünen yolcunun yere düşen eldiveni. Eldiveni bulan gazete bayii...Bayiiden parasının üstünü alan öğrenci...Öğrencinin elindeki simidin yere düşen susamı...O susamı gagalayan serçe...Aynen ruhunun müzik dalgalarının tepesinde gezmeye çıkması gibi, “an” da gezintiye çıkacaktı, havada asılı durmak yerine, oradan buraya savrularak... Yoksa bunu da mı bir yerden kopyaladı beyni? Kandırıyor mu onu, böyle bir pasaj okumuş muydu bir yerlerde yoksa? Çocuk içeriye giriyor. -Baba Internet’e girerken takıldı kaldı bilgisayar, bir bakar mısın? Söylenerek uzandığı kanepeden kalkıyor baba. Ama bu ne biçim “an”ı yazmak oldu diyor kadın. Daha arkamdaki, tavan boyu uzanan yuka ve benjamin ağaçları ile onları asılı çam kozalaklarından, mini zillerden ve renkli toplardan oluşan yılbaşı süslerinden bile bahsedemedim. Yanıbaşımdaki örgü sepetim ile içindeki kahverengi, yeşil yünler ile kalın şişlerden ve sol tarafımdaki ayaklı lambadan...Sol tarafımdaki mini sehpadaki yığılı kitaplardan...Yeni aşkım Elif Şafak. Sezgi ile yazdığını ve yazmasa da olacağını bildiği için yazabildiğini söyleyen Elif Şafak’ın “Pinhan” ile “Mahrem”inden...Bu kitapların altında kalarak ezilen “Bir Göçmen Kuştu O”nun yazarı, bir önceki aşkım Ayla Kutlu’dan bahsetmeden olur mu? Benim yazılarım insanın suratına bir tokat gibi iner diyen ve de kırkına kadar mutlaka bir kitap yazmalısın diyen Ayla Kutlu’dan ve karşıda duran küçük masadaki beyaz ve mor menekşeden bahsedemeden... Ehhh! Kestaneleri yapma vakti geldi artık, hepsini serbest bırakayım da benimle “müzik dinleme ve ruhunu yaşama, ruhunu titretme” ızdırabını daha fazla yaşamasınlar... İnsanın ruhunu bir dalganın tepesine bindirip uçurmak yerine, bir eşeğin arkasına ters bindirip aval aval gezdiren, vakit hırsızı televizyonlarının karşısına kurulsunlar bir an önce... Çamaşır makinası sıkmaya geçiyor çamaşırları; “Uuuuvvvvvvvvvvv”. Kadın geri dönüp alçak gönüllü Japon ezgisini bir daha dinlemek istiyor.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ceren Emre, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |