"...Ve hepimiz az ya da çok rüyacı değil miyiz!" -Dostoyevski |
|
||||||||||
|
Ali Osman Öztürk GİRİŞ Stefan Zweig; Avusturya edebiyatının en önemli temsilcilerinden biri. Sigmund Freud’un öğretilerinden çok etkilenmiş ve bunu özellikle novel türü anlatılarında, insanlara psikoanalitik denemeler uygulayarak göstermiştir; Onun insanları, yaşamlarında, düşüncelerinde ve iç gelişmelerinde gizemli ve bilinçaltı dürtülerince yönlendirilir. 1881 doğumlu olan Zweig, 1942 yılında vatanı dışında, Brezilya’nın Petropolis kentinde, karısıyla birlikte intihar eder. Bunun nedenini, Burhan Arpad şöyle açıklar: “Yazar, yarım yüz yıl boyunca bağlandığı, sevdiği ve arada bir yermelerine rağmen (…) tutkunu olduğu bir çağın, geri gelmemek üzere çöküşünü görmektedir. Bu görüş, aslında aşırı duygulu olan iç yapısını iyice sarsmıştır. Kendi deyimiyle, ayaklarını ‘basacak bir sağlam toprak’tan yoksun kaldığı sanısındadır. Hele, İkinci Savaş Avrupa’sı’nın kapkaranlık tablosu, son umutlarını da yitirmiştir.” (1) Zweig’ın 1942 yılında intiharına neden olan kahredici umutsuzluğu sergileyen bir öyküyü, yıllar önce kaleme alması bir rastlantı olmasa gerektir. Bu yazıda, hem bu benzerliğe, hem de bir Rus askeri örneğinde yansıyan sevgi-umut-yaşam ilişkisine değinmeye çalışacağız. 1. CENEVRE GÖLÜ HİKÂYESİ Stefan Zweig’ın ünlü yapıtlarından olan Amok (Novellen einer Leidenschaft; 1922)’daki anlatılarından olan Epizode am Genfer See [Cenevre Gölü Hikâyesi] öyküsünü okuyunca, başkişi Boris’in içinde bulunduğu ruhsal çöküntünün nedenlerinin yalnızca bedensel yorgunluktan ve daha önemlisi evine ulaşamamak korkusunun verdiği umutsuzluktan kaynaklanamayacağını düşünüyor insan. I. Dünya Savaşı’nın bir aşamasında, vagonlara tıkıştırılarak Rusya’dan Fransa’ya gönderilen askerlerden biri Boris. İlk saldırı esnasında bacağından yaralanır ve iyileşince çevredekilere, Rusya’nın hangi yönde olduğunu sorar ve göz kararı kestirdiği ülkesine gitmek üzere gizlice kaçar. Gündüzleri ot yığınlarında saklanır, geceleri yabancılardan aldığı ekmek ve meyveyle beslenerek; bulduğu iki tahtadan yaptığı bir sal ile gölün öbür yakasına ulaşır. Rusya diye geldiği yer, İsviçre’nin Villeneuve kasabasıdır. Çırılçıplak geldiği kıyıda, onu bulan balıkçının verdiği balık ağı ile örtünür. Yaşamın yeknesak sürüp gittiği kasabada ilginç bulunur. O’nun için en kötüsü, ana dili olan Rusçayı anlayacak kimsenin olmayışıdır. Yazar anadilinin bir sığınak olduğunu şöyle vurgular: “Anadilinde söylenen ilk sözü duyar duymaz gülmeye başladı, kendini birden güvenlikte ve özgür hissedip, tüm hikâyesini anlattı.” (2) Ama Onun öyküsü, ancak tesadüfen geldiği bu kasabanın tekdüze yaşamına kattığı renk ölçüsünde dinlenir. Kimileri bu “aptal” adam üzerine konuşmaya değmeyeceğini bile iddia edecek kadar ileri gider. Bu duyarsızlık resmi makamların, söz konusu olanın bir insan olduğunu göz ardı ederek ne yapacaklarını şaşırmaları ölçüsündedir. En sonunda içlerinden yaşlıca bir adam, zavallı Boris’in sekiz günlük iaşesini karşılamaya hazır olduğunu belirtir ve böylece beklenmedik bu çözümle herkesi hoşnut eder. 1.1. Dil Sığınağı Boris’in gözü tüm tartışmalar boyunca hep kendi anadilini konuşan kişinin dudaklarından ayrılmaz. Yazar Onun duygularını “Tapınma” benzetmesiyle dile getirir: “ortalık yatışınca,…adeta içinden gelerek, iki elini, yalvarır halde, ona doğru uzattı; tıpkı kutsal bir resmin önündeki kadınlar gibi.” (3) Bunun tam tersi, dilini konuşan kişinin uzaklaşması anında yaşanır; Boris’in, yüzündeki aydınlıkla beraber, tüm ümitleri, bir daha o kişiyi görene kadar kaybolur. Anlamadığı bir dilin kuşattığı ortamda O, önüne konan çorbayı, onca açlığına karşın içemez; elleri titrer, huzursuzluğu “iri göz yaşlarıyla akar masanın üzerine” (4). Bir an önce gitmek ister bu ortamdan. Savaş koşullarında, sınırdan geçemeyecek olmasına, tutuklanacağına hiç aldırış etmez, gitme isteğinde direnir, yakınır: “İnsanlar beni anlamıyorlar, ben de onları anlamıyorum.” (5) 1.2. Dil Mirasının Yitimi Dilin bir sığınak, vatan olduğunu yalnızca özlem duygusuyla, yabancının yadırganmasıyla aktarmak yolunu seçmez yazar; aksine insanın günlük yaşamında kanıksadığı sözcüklerin (ancak elimizden alındığında, ayırdına vardığımız bir eksiklik duygusudur bu) yerinde durmadığını göstermekle de gerçekleştirir bunu. Nasıl Boris’in çıplaklığı O’nun savunmasızlığına tanıklık ediyorsa, elinden kaçırdığı her bir tanıdık sözcük de giysilerinden bir parçayı simgeler. Boris’in yaşadığı şoklardan biri de, işte böyle bir sözcük yitimiyle olur: “Çar”ın, 1917 Ekim Devrimiyle devrildiğinden habersizdir. Artık ‘Çar’ diye birinin olmadığını öğrenmek, Onun yüzündeki “son ümit ışığının kaybolmasına” (6) neden olur. “Çar” burada yalnızca bir kişi değil, vatanla özdeş bir sözcüktür. Ona “Rusya ve Çar için savaşacaksın” demişlerdir; şimdi ise ne Rusya vardır artık ne de Çar. Yazar, “devrilmek” sözünü yineletir Boris’e (Boris anlamadan yineler), dolayısıyla vurgulamış olur onu. Her anlamda kullanılabilir tabi bu sözcük: devrilmek, alt üst olmak, yerinden yurdundan olmak, kaldırıp atmak, savunmasız kalmak vs. Hepsi Boris’i anlatır. Aynı şekilde Zweig, “tarihin mirasını taşıyan sözcüklerin yitimini” yaşamıştır, hem de en dolaysız biçimde: Avusturya sınırında bir tren istasyonunda, ülkesinden zorla ayrılmak zorunda kalan İmparator Karl’ı görür. Zweig için O, okulda adına şarkı, marş söylediği, “‘karada, denizde ve havalarda bağlı’lık andı” içtiği biridir; ona bu an çok dokunaklı gelir. “Bu bir tek ‘Kaiser’ sözü, bizler için her yüceliğin, varlığın kavramı, Avusturya’nın ayakta durmasının sembolüydü. Bu iki hecelik sözü küçük yaşımızdan başlıyarak hep derin saygıyla ağzımıza alırdık. İşte ben şimdi, onun mirasçısını, Avusturya’nın en son İmparatorunu, kovulmuş durumda memleketten çıkarken görmekteyim.” (7) 1.3. Çıplaklık: Savunmasızlık Boris, memleketinde çocukları kendisini beklerken, burada, bu yabancı diyarda yaşamanın imkânsızlığı karşısında hiç kimseden yardım alamayacağını anlayınca, kendine yardım eden kişiye teşekkür eder ve ayrılır. Kendisine yatacak yer verilen misafirhaneye değil, Cenevre Gölü’ne yönelir. Ertesi gün aynı balıkçı O’nu yine ilk günkü gibi bulur: çırılçıplak. Kendisine verilen giysiyi özenle katlamış ve suya dönmüştür. (tıpkı yazarın yıllar sonra sürgün yaşadığı dünyayı terk ettiği gibi). Buket Uzuner’in (8) deyişiyle, Boris’in savunmasızlığı “çıplaklık”ı ile anlatılır; ömrünün en çıplak günü, en savunmasız zamanıdır. Zweig, bu çıplaklığı ayrıca utancın son kertesini ifade etmek için de kullanır. Acımak romanında, sevgisine karşılık vermeyerek, intiharına sebep olduğu kızın doktorunu görünce, teğmen Anton Hofmiller, işte bu duyguyu yaşar: “…terbiyeli, temizpak insanların ortasında sanki çırılçıplaktım da (…) titriyordum.” (9) Boris’in yegane sorunu dil(sizlik) değil elbette. Ailesinden; eşinden ve çocuklarından ayrı düşmüş olması, onların kendisine muhtaçlığı ezer yüreğini (10). Zweig, Acımak’da, başkaları için yaşayanların, zaten özgürlükleri ellerinden alınmıştır, der. Boris’in yabancıya, tapınırcasına yalvarması, yalnızca kendini düşündüğünden değildir. Silahını atmış, üniformasını bırakmıştır; evine ocağına gitmek ister. “Niçin salmazlar, İsa aşkına rica etse?” Boris’in dilini konuşan kişinin kimliğinde Zweig’i konuşurken buluruz o an: “Hayır Boris, seni bırakmazlar. İnsanlar artık İsa’nın sözünü dinlemiyorlar.” (11) Yıllar sonra Zweig da, tıpkı öyküsünü anlattığı Boris’in durumuna düşer. Yurtdışında, 1939’da herşeyini geride bırakmış bir halde, Dünün Dünyası’na yazdığı önsözde şöyle anlatır kendini: “Bütün köklerden, hattâ onları besliyen bu topraktan, zaman içinde gerçekten az rastlanılacak bir biçimde kopmuş durumdayım.” (12) Halbuki, “o eski güzel günlerin Viyanasında güzel, kolay ve tasasız” yaşıyordu ve Viyanalıların o ünlü ‘Yaşamasını bilmek ve başkalarına da yaşama hakkı tanımak’ temel kuralı, her sınıf halk arasında iyice yaygındı.” (13) O’na göre, “ancak yarına tasasız bakabilen kimse, tam bir iç rahatlığıyla…” yaşayabilirdi (14). Ne yazık ki, Zweig şu tespiti yapmak zorunda kalır: “Babalarımız, anlayış ve karşılıklı görüşmenin yüzde yüz birleştirici gücüne pek güveniyorlardı; milletler ve mezhepler arasındaki farklılaşmaların yerini yavaş yavaş hümanizmin alacağın[a], barış ve güvenlik gibi en yüce dünya nimetlerinin bütün insanlarca paylaşılacağına temiz yürekle inanmaktaydılar. (…) [bizler ise] ayaklarımızı basacak bir topraktan yoksun, hakları elinden alınmış olarak, özgürlüksüz ve güvenliksiz hayata yavaş yavaş alışmak zorunda kaldık.” (15) Dolayısıyla, gerek Zweig’ın gerekse Rus askeri Boris’in duyduğu dayanılmaz acıyı anlamak için, “güvenlikli dünü” ile “tasasız yarını” yitirmenin boyutlarını iyi kestirmek gerekiyor. 2. SEVGİ GÜVENLİĞİ Yalnız, Zweig’ın durumundan bağımsız olarak, güvenliksizliği ve tasayı hafifletici yaşantıya örnek olması bakımından, “gurbetteki Rus” motifine yer veren, Buket Uzuner’in “Bir Siyah Saçlı Kadının Gezi Notları”na da burada değinmek gerekecek. Uzuner, altbaşlığını “seyahatname” koyduğu kitabında, Norveç’li bir arkadaşının annesinin başından geçen bir öykü anlatır: “İkinci Büyük Savaş sırasında gencecik bir kız olan Tone’nin annesi [Dagrün], işgal altındaki Norveç’te bir Rus askerini haftalarca o küçük evin bodrumunda saklamıştı. Genç Rus askeri kendini besleyen, gizleyen bu Norveçli kıza kendi dilinde pekçok şey anlatmış, ancak ikisi de birbirinin dilinden tek kelime anlamamışlardı. Saatlerce elele oturup, bakışmış, Nazilerin olmadığı bir dünya hayal etmişlerdi. Dagrün o Rus delikanlıya gerçekten aşık olmuş muydu, yoksa bu bir savaş psikolojisi miydi bir tek kendisi biliyor, bana ikisi de olabilecek bir tonla anlattı bu romansı. Derken Naziler yenilip, geri çekiliyorlar ve o gün Dagrün’le delikanlı kendi dillerinde aynı marşı söylüyorlar: Enternasyonel.” (16) Görüldüğü gibi, dil farkı, anlaşamamak, savaş ortasında bodrumda saklanmak vs. Rus delikanlıyı rahatsız etmez. Herşeyin yokluğunda, yabancı bir kızın kendine gösterdiği sevgiyle ayakta kalmayı başarır o. Ve marş söyleyebilecek kadar, geleceğe umutla baktığını gösterir. “Düşman” artık dost olur böylece. İnsanlığın temel gereksinimlerinden olan sevgi en önemli etken olarak karşımıza çıkar. Herşeye rağmen, insanca olanın, insana yaraşanın unutulmaması gereğini yansıtan benzer bir anı Zweig, bizzat yaşar ve betimler. 1915 yılında, savaşta çavuş rütbesiyle Rus ilân ve bildirilerini toplama görevi esnasında Rus askerleriyle karşılaşır: “Ve ‘düşman’ı da ilk görüyordum. Tarnow’da ilk Rus asker tutsaklarıyla karşılaştım. Dörtbir yanları parmaklıkla çevrilmiş, yerde oturuyorlardı. Cıgara içip lâf atıyorlardı. (…) Nöbetçilerin üstbaşları da tutsaklar kadar bakımsız ve partaldı (…) Tutsaklarla nöbetçileri, birlikte ve arkadaşça, oturuyordu. Birbirlerinin dilini anlamadıklarından pek keyifliydiler. Birbirlerine cıgara veriyor, kahkahayla gülüyorlardı.” (17) Ötekinin de nihayet bir insan olduğunu düşünebilmek yetisinden doğacak karşılıklı anlayış, aradaki duvarları kaldırmakta. en azından yumuşatmakta en önemli önşart; bu durumda tutsaklık, Boris’i olduğu kadar umut kırıcı ve ezici etkilemiyor insanları. Ayrıca az da olsa geri dönebilme, yarını umut edebilme olanağı herhalde ayakta kalabilmek için gereken dayanaklardan biri olmalı. Çünkü bu dayanaktan yoksun kalan, bunu nihai olarak yitirdiğini düşünen Boris, en sonunda artık yaşamayı gereksiz görür. Yarın beklentisinin, ne denli önemli olduğunu, “Gurbetteki Rus” motifine ilgi gösteren bir başka yazarla örnekleyelim. 3. UMUDUN ELİNDEN TUTMAK Luise Rinser, yaşayan Alman yazarlarından. Edebi yapıtları yanında, günceleriyle büyük yankılar uyandıran Rinser, memleketi Münih’te değil, İtalya’da Rocca di Papa’da yaşar. 1970-72 yıllarında Sovyetler Birliği’ne yaptığı gezi izlenimlerini de yazdığı Grenzübergänge [Sınırgeçişleri] adlı güncesinde, Moskova’da yaşadığı son akşamı anlatır. Bir Rus kadın, ona niçin Almanya’da değil de İtalya’da yaşadığını sorar. Soranın, bunu kötü değerlendirdiğini, sadakatsizlik, vatandan kaçış ve nerdeyse ihanet olarak gördüğünü belirtir Rinser (18). Halbuki, muhatabı Sovyetler Birliği’ni asla terketmezmiş ve dediğine göre, Soljenitsin, Nobel ödülünü almak için İsveç’e gitmemekte haklıymış, çünkü Sovyetler Birliği’ne bir daha dönememe riskini göze alamamış. Rinser, Rusları ihtiraslı, inatçı milliyetçiler olarak niteler. Özellikle, onbeş yıl kampta tutulmuş muhatabı gibi, vatanları tarafından terkedilmiş, ihanete uğramış, sürülmüş olanları da öyle görür (19). Luise Rinser Alexandr Soljenitsin, bilindiği gibi yıllarca siyasal takibata uğramış bir Rus yazarıdır. 1970 Nobel Edebiyat Ödülü kendisine verildiği zaman, bunun nedeninin yalnızca edebi yaratısı değil, siyasal tutumu olduğu herkesçe bilinir; Stalin’in savaş stratejisini ve kullandığı dili eleştirdiği için 1945-1953 yılları arasında hapis yatmış, sonra yine Sibirya’ya sürülmüş ve Nikita Kruşçov yönetiminde 1964’de kadar biraz rahat bir dönemden sonra, yine sansüre maruz kalmış, sorunlar yaşamıştır (20). 1967’de Sovyet Yazarlar Birliği’ne yazdığı bir mektubunda, kendisi hakkında yapılan karalamalardan yakınır. Maddeler halinde belirttiği yakınmalarından üçüncüsü, “vatan hainliği” ile suçlanmaktır. Şöyle dile getirir duygularını: “Üç yıl boyunca, tüm savaş süresince batarya komutanı olarak çarpışmış ve savaş madalyasıyla taltif edilmiş benim gibi birine sorumsuz bir karalama kampanyası yürütüldü. Ben adi suçlu olarak hapis yatmışım, savaşta bilerek tutsak düşmüşüm (ben hiç tutsak olmadım ki), ben “vatana ihanet etmişim” ve “Almanlara hizmet etmişim”. Stalin’i eleştirdiğim için, 11 yıl kamplarda ve sürgünde kalmamı böyle yorumluyorlar.” (21) “Tutsak düşüp Almanlara hizmet etmiş olmak” gibi “utanç” verici bir suçlamayla karşılaşan Soljenitsin, kendisine verilen ödülü almak için, ülkesinden, bir daha asla geri dönemem korkusuyla ayrılamıyor. Belli ki, olası bir geri dönememe durumunda, yaşamayı, çok önemli bir ödül sahibi olarak da anlamsız görüyor. SONUÇ Acaba, Stefan Zweig’ın Boris’ini rahatsız eden duygulardan biri de “tutsak olmak ve yabancının emrinde olmak” mı idi? Olabilir. Ama her halükârda yarınını yitirmek bahtsızlığı O’nun için daha büyük bir darbe idi. Zweig, Yahudi olduğu için, gerçek yaşamında fazlasıyla gördüğü (Nazice) sevgisizliği ve hoşgörüsüzlüğü, bunun sonucunda çıkan savaş ve tutsaklık deneyimini kurmaca gerçeklikte, Boris örneğinde dile getiriyor. Sevgi - umut ilişkisini en çarpıcı biçimde sergiliyor. Öykünün başlığındaki “epizot” sözcüğü, bir yandan anlatılanı, kasaba halkı için ikinci, belki üçüncü derece önemli bir yan olay biçiminde gösterirken, diğer yandan ikinci anlamında düşünürsek, nuvel türünün yapısına uygun olarak, Boris’in tesadüfen geldiği Villeneuve kasabasında, artık yaşamın anlam(sızlığ)ını derinden kavradığını ilân eder. Örneklediğimiz diğer Rus askerlerin aksine, O, yoksun kaldığı sevgi ve umut ışığı yerine, Villeneuve sakinlerinden yalnızca, Zweig’ın Acımak’da yakındığı şu tepkiyi görür: “Bir yabancının çektiği acıya karşı ruhun, kendi içgüdüsüne uyarak, gösterdiği bir korunma hareketi…” (22) O ise buna, çıplaklığını örten ödünç giysiyi bile geri verip, ölümü seçerek yanıt verir. DİPNOTLAR VE KAYNAKÇA 1) Zweig, S., Dünün Dünyası. Çev. Burhan Arpad. MEB Yayınları: 917, Ankara 1992, s. II; Önsöz. 2) Zweig, S., Novellen, Kopenhagen 1972, s. 14. 3) A.g.e., s. 17. 4) A.g.e., s. 19. 5) A.g.e. , s. 22. 6) A.g.e. , s. 22. 7) Zweig, S., Dünün Dünyası, s. 353. 8) Krşl. Ayın En Çıplak Günü, 1986. 9) Zweig, S., Acımak. Çev. Semih Tiryakioğlu. Varlık Yay., 3. Bas. İstanbul 1991, s. 275. 10) Bkz. Zweig, S. Novellen, s. 21. 11) A.g.e., s. 21. 12) Zweig, S. Dünün Dünyası, s. 4. 13) A.g.e., s. 39. 14) A.g.e., s. 13. 15) A.g.e., s. 15. 16) Uzuner, B., Bir Siyah Saçlı Kadının Gezi Notları, Gür Yay., 6. Baskı, İstanbul 1994, s. 29. 17) Zweig, S. Dünün Dünyası, s. 307 vd. 18) Halbuki Rinser, Roma’dan Münih’e gitmek için, Moskova’dan Leningrad’a ya da Kiew’e kadar bir mesafeyi katetmek zorundadır. Almanya için çalışmakta, Almanca konuşmakta, doğuştan Alman ve Alman pasaportludur, kendisine İtalyan vatandaşlığı teklif edilse de istekli değildir. Rinser’in Roma’ya gidip gelebilmesinde sahip olduğu özgürlüğün ölçüsüne şaşar muhatabı; gezemese de gezmek özgürlüğü isteğini açığa vurur (bkz. Rinser, L., Grenzübergänge, Fischer, Bd. 2043, Frankfurt am Main 1991, s. 232). 19) Rinser, L., a.g.e. , s. 231 vd. 20) Der Fall Solschenizyn. Briefe - Dokumente - Protokolle. Hrsg. von Bernd Nielsen-Stokkeby. Fischer, Bd. 1232, Frankfurt am Main 1971, s. 9 vd. 21) Bkz. a.g.e. , s. 15-16. 22) Zweig, S., Acımak, s. 143.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ali Osman Öztürk, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |