Öyle yaşamalısın ki ölünce mezarcı bile üzülsün. -Mark Twain |
|
||||||||||
|
Hani masallarda sihirli bir değnek olur ya; şimdi benimde o sihirli değneğe nasılda ihtiyacım var! Kaybettiklerimi kazanabilmek ve hiçbir şey olmamış gibi kaldığım yerden devam etmek için. Mümkün mü?.. Bu sorular karşısında koca bir hayır cevabı kaplıyor her yeri. Son yıllarda yazlarımı dolduran kuş sesleri, kışlarımı dolduran dalga sesleri dışında kimsem kalmadı. İnsanlara yaklaşmak bile ne kadar zor. Her sabah bakkala giderken birkaç komşuma formaliteden günaydın demek, ya da tesadüfen bahçede karşılaştığım birkaç kişiye merhaba demek… Birkaç cümle bile ne kadar zor. Ben insanları ittikçe insanlarda beni yok ettiler hayatlarından. Tek dostum, beni hiç bırakmayan köpeğim, Badi var hayatımda. Neredeyse bir altmışlık boyumun yarısına yaklaştı artık. Yavru bir kangaldı aldığımda. Siyah ağzı ve sarımtırak tüyleriyle kucağıma ilk aldığımda nasıl da zorlanmıştım. Sonra ellerimde büyüttüğüm bu yaramaz köpekçik şimdi tek sırdaşım, tek yol arkadaşım, hatta sığındığım limanım oldu. Bir zamanlar hiç sevmezdim köpekleri. Hele bir defasında eşim nasıl da yalvarmıştı, büyük bahçeli üç katlı evimize taşındığımızda. Bir türlü ikna edememişti beni. Hatta giriş kapısının önüne yaptığı küçük bir köpek evi bile fikrimi değiştirmemişti. Köpekler sevimsiz varlıklar gelirdi bana. Hiç bu kadar bir köpeğin sadık dostluğuna ihtiyacım olabileceği aklımdan geçmezdi. Aslında sadece köpekler değildi sevmediklerim, tüğlü yaratıklardı benim uzak durduğum. Küçücük bir kuşa bile yaklaşmaktan nefret ederdim. Sadece kuşların özgürce uçuşunu izlemek zevk verirdi bana. Evimizin denize bakan terasında akşamları oturur, denizin üzerinde sağa sola yalpalayarak uçan martıları izlerdim. Aylar sonra bu alışkanlığım vazgeçilmez akşam çayına dönüşmüştü. Akşam yemeğinin ardından çocuklar odalarına çekilir, ben ise eşim ile birlikte elimize aldığımız kupa bardaklarımızla gün batımını ve martıları izlerdik. Altı yaşındaki oğlum bile zamanla bundan zevk almaya başlamış, her defasında bizim yanımızda oturur olmuştu. O küçücük parmağıyla martıları gösterir onların uçuşuna gülerdi. Hele bir defasında “ anne benim niye kanatlarım yok” diyerek olduğu yerde kollarını kanat gibi aşağı yukarı sallamaya başlamıştı. Tabi bizde eşimle kahkahayı basmıştık. Bizim ufaklığın ilginç soruları hiç bitmez, bazen cevap bile veremeyeceğimiz tarzda sorular yöneltirdi. Şimdi minik bebeğimi nasıl arıyorum şu yapayalnız hayatımda. Hâlbuki o zamanlar sitem eder, çıldırma noktasına gelirdim. Üç çocuğun üçü de birbirinden farklıydı. En büyük oğlum, Eren on iki yaşındaydı. Yaşına göre oldukça uzun ve incecikti. Mavi deniz gözlerini babasından, siyah saçlarını benden almıştı. Ama huyu ne Ahmet’e ne de bana benziyordu. Anlaşılan Karadeniz’in hırçınlığından almıştı yapısını. Ne zaman dalgalanacağı, ne zaman durulacağı belli olmazdı. Hele bir defasında bizim ufaklık odasındaki eşyalarına dokundu diye nasılda yakıp yıkmıştı ortalığı. Her an patlamaya hazır bomba gibiydi. Öğretmenlerinin de en büyük şikâyeti bu davranışlarıydı. Kardeşlerine nasıl davranıyorsa arkadaşlarına da aynı hırçınlıkla yaklaşıyordu. Defalarca konuşmaya çalışmamıza rağmen bildiğini okurdu. Bende bir defasında psikiyatri doktoruna gidip oğlumun durumu hakkında uzun uzun konuşmuştum. Doktor sevgi hanım; bu yaşlarda erkek çocukların bu tarz sertlik gösterip öfkelerini yenemediklerini anlatmış ve bu açıklamalarla da içime su serpmişti. Bende doktor hanımın önerilerine kulak verip üzerine gitmemeye karar vermiştim. İkinci oğlum Ethem. Dokuz yaşında tombik bir çocuktu. Bebekliğinden beridir kilosuna engel olamıyorduk. Görünüş olarak neredeyse abisini geçmek üzereydi. Aslında benzerlik olarak tamtamına benim kopyam sayılırdı. Saçlarının dalgalı ve siyah oluşu, bal rengi çekik gözleri ve ince sivri burnuyla ayırt edilemez bir bütündük ikimizde. Sadece çenesindeki çukurluk babasından alınmıştı. Ethem’de abisinin tam tersi çok içe kapanık bir çocuktu. Çoğu zaman konuştuğunu göremezdik bile. Ama herkesle uyum içinde olması en azından sorunları ortadan kaldırıyor, başımızı ağrıtacak bir durum çıkmıyordu. Üçüncü oğlum yani bizim ufaklık olan Can enerji dolu bir çocuktu. Koca evin içinde bir oraya bir buraya koşuşturur, onu takip etmekten ben yorulurdum. Hele basamaklardan bir inişi vardı, her defasında yüreğim hoplar, heyecanla çıkışırdım. Akşama kadar “ Can, dur! Can, yapma!” demekten çenem ağrır ama sözümü dinletemezdim. Birde bu üç ufaklık yan yana oldu mu, evin içinde beynim dolar taşardı. Eren’in büyük oluşu ve diğerlerine uyum sağlamaması zaten uyumsuzluğu anında yaratırdı. Bir defa olsun güle oynaya geçindiklerini göremezdim. Ama buna rağmen birbirlerine o kadar bağlıydılar ki, ayrı kalmaya dayanamazlardı. Ahmet bir iş toplantısı için İstanbul’a giderken Eren’i de yanında götürmüştü. Ayrı kaldıkları üç gün içinde Eren oradan, bizimkiler buradan arayıp dururlardı. Üç gün içinde başımın etini yemişlerdi “ abim, ne zaman gelecek?” diye. Döndükleri sabah evde bir bayram havası vardı. Erkenden kalkıp kahvaltı hazırlamıştım, Ethem ve Can’da en büyük yardımcılarımdı. Bahçe kapısından gelen kornayla Ethem önde, Can ardında topukları neredeyse popolarına vurarak koşmuşlardı. Eren’de gelirken kardeşlerine hediye paketleri almış iner inmez bahçede ellerine tutuşturmuştu. Kahvaltı boyunca üçünün muhabbetinden Ahmet’le hal hatır bile soramamıştık. Ahmet çocuklarına ve bana çok düşkündü. Masum ve çok sakin bir yapıya sahipti. Onunla ilk tanışmamız çok ilginçti. Arkadaşlarla üniversitede okurken, arkadaşların ısrarına dayanamayıp onlarla birlikte Trabzonsporun maçına gitmiştik. Avni Aker stadının önünde sırada beklerken her ne olduysa önden bir gurup genç kavga etmeye başladı. Bende kalabalıktan ve kavgadan aşırı korkan hatta panik-atak boyutuna ulaşan bir korku içerisinde olan yapıya sahiptim. O sıra da Ahmet’te önümdeki sırada dikiliyor, öndeki kavgaya müdahale ediyordu. Kavganın bizim tarafa kadar geleceğini düşündüğüm için o anki panikle elimdeki su şişesini Ahmet’in kafaya indirdim. Tabi o sırada şişenin ağzı açıldı ve Ahmet’in üstüne su döküldü. Arkasına öyle bir hışımla döndü ki, sinir dolu bakışlarını bana devirerek “ ne yapıyorsun, sen!” diye öfkeyle bağırdı. Yanımdaki arkadaşlarımda gülmekten kopmuşlardı. Ben, aptal aptal Ahmet’in mavi gözlerinin derinliklerine dalmıştım ve ne diyeceğimi de bilemediğim için öylece kalakalmıştım. Öyle bakmışım ki o bakış onun kalbine işlemişti, her defasında bana “ şu bakışı bir daha atar mısın?” der, o suyu hatırlayınca da “Allah’tan yanında damacana bulundurmamışsın” diyerek dalga geçerdi. O anki panikliğimden kaynaklanan ani davranışım, ardından arkadaşlarımın kahkahası, onunda sinirini almış olmalı ki, belli belirsiz tebessümle önüne dönmüştü. Stada girip yerimize oturduğuz da bile kızlar hala gülüyorlardı. O maçı hiç unutmam Trabzonspor ve Bursaspor karşılaşmasıydı ve Hami’nin uzaktan şutu gole dönmüştü. Sevinçten yerimden fırladığımda hemen yanı başımda dikilen Ahmet’e çarpmıştım. Sessizce kulağıma eğilip “ su şişen yanında mı?” demişti. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Evet, oydu. Kapının önünde kafasına vurduğum, su döktüğüm çocuk yanında duruyordu. Koca stada benim yanımda durması tesadüf müydü, bilinçli miydi? Anlamamıştım. Anladığım tek şey vardı ilk bakışta ona vurulmuştum. Tabi, uzun süre sonra onun orada olmasının tesadüf olmadığını öğrenmiştim. Hatta benim yüzümden maçı bile izlemediğini, maç esnasında zamanını beni aramakla geçirdiğini anlatmıştı. Gol kırk beş artı bir de geldiğinden maça başlangıç yapılmamış maç devre arasına girmişti. İşte her şey o on beş dakikalık devre arsında başlamıştı. Bizim arkadaşlarda sinsice bakış atıp “ ne bereketli suymuş” diye bağırarak laf atıyorlardı. On beş dakika tanışmamıza yetipte artmıştı bile. Bu arada Trabzonlu olmadığımı, Ankaralı olduğumu ve üniversite için Trabzon da kaldığımı da anlatmıştım. Kendisi de İstanbul Üniversitesinden yeni mezun olmuş, aslen Trabzonlu olduğu için memleketine dönüp aile şirketinin başına geçip yönetici olmuştu. Maçın ikinci devresi başladığında içimde kelebekler uçuşuyor, kalbim pır pır ediyordu. Bizim gurup maçın akışına kendisini kaptırmış, tezahürat yaparken bende Ahmet’in varlığının getirdiği heyecanı yaşıyordum. Hayatımda ilk defa maça gitmiştim ve o maç bana hayatımın ilk ve tek aşkını kazandırmıştı. Ayrıca Trabzonspor fanatikliğini… İşte o tanışmadan sonra artık sürekli görüşür olmuştuk. Ve her iki haftada bir de maça gider olmuştuk. Onun kanındaki Trabzonspor aşkı her geçen gün bana da işlemiş maç sevdamız hiç bitmeyen bir serüvene dönüşmüştü. O yıl okulun son yılıydı ve sekiz aylık birlikteliğimizin ardından ailemin ilk başta tepki göstermesine rağmen yaz sonunda evlenip Trabzon’a tamamıyla yerleşmiştim. Daha üç aylık evli olmamıza rağmen ilk çocuğuma hamile kaldığımdan iş hayatına başlamam mümkün olmamıştı. Ne yazık ki, ekonomist unvanım sadece diplomamda yazılı kalmıştı. Çocukların bir bir dünyaya gelişiyle yoğun günler içinde iş hayatını hiç aklımdan bile geçirmiyordum. Onların varlığı hayatımın anlamıydı. Gezer, eğlenir, yazın denize, kışında bol bol maça giderdik. Çocuklarımın her biri ufacık yaşında Trabzonspor tutkunu olmuştu. Her iki hafta da bir arabalara doluşur stat da soluğu alırdık. Birde yenmişsek deymeyin keyfimize, eve gelene kadar çocuklar arkadan tezahürat yapar, bizde önden onlara eşlik ederdik. Çocuklar büyüyüp, ev küçük gelmeye başladığında oturduğumuz evden taşınma kararı almıştık. Ahmet’in uzun uğraşları sonunda denize yakın bahçeli, üç katlı bir ev bulup ona taşınmıştık. Yeni evimiz mükemmel olmasına rağmen çocukların bu eve alışması zamana bağlıydı. Birde kış ortalarında yeni eve taşınmamız, onların yarıyıl içinde okul değiştirmesine sebep olmuş, bu da en büyük sorunu ve kargaşayı yaratmıştı. Eren uzun süre gelmeyeceğim diye diretmiş, Ethem’ de abisinden aldığı örnekle aynı tepkiyi göstermişti. Bu tepkileri eve taşınmamız ve yeni okullarına geçmelerine rağmen devam etmişti. Zaten dertleri bitmezdi, birde bu sorunlar eklenince çıkmazlara girmiş Ahmet’le nasıl davranacağımızı bilemez olmuştuk. Her gün okuldan dönüşleri ayrı bir sorun oluyordu. Eren hırsla gelir, direkt odasına çekilirdi, Ethem’de abisinin ardından söylene söylene girerdi içeriye. “ Buradan nefret ediyorum!” Bu sözler bitmek bilmez sitemleriydi. Yine bir gün aynı şekilde eve girdiklerinde artık kendime hakim olamamıştım ve; “ neden alışmayı denemek yerine alışmamak için ısrar ediyorsunuz?.. Ayrıca diğer arkadaşlarınızdan çokta uzakta sayılmazsınız. Hafta sonları rahatlıkla görüşebilirsiniz…” diyerek çıkışmıştım. Bu kez ses tonun diğer günler gibi sakin değil, tam tersi hiddetle çıkmıştı. “ Siz neden bizi anlamıyorsunuz, anne!” dedi, Eren. Elindeki okul çantasını yere fırlatarak. “ Anlayacak bir durum yok. Herkes evinden, okulundan, hatta ömrünün yarısını geçirdiği şehirden bile ayrılabilir. İmkânlar bazı olanakları değiştirir. Sizde bizi anlamalısınız. Ayrıca buraya size daha iyi imkânlar sağlamak için taşındık...” “ Ama biz orada da rahattık ayrıca da çok mutluyduk. Burada kimsemiz yok.” Bu kez Ethem cevap vermişti. Oldukça masum bir yüz ifadesiyle, dokunsan ağlayacak gibi duruyordu karşımda. Eren bir süre sessizliğini devam ettirip, en sonunda “ sadece siz haklısınız!” deyip hırsla yerdeki çantasını alıp odasına doğru yöneldi. Ardından da Ethem tepkisizce odasına çekildi. Bende mutfağa geçip yemeklerini hazırlamaya koyuldum. Can ise benim ardımdan mutfağa gelip “ onlar, neden burayı sevmiyor?” diye soru yöneltti. “ Burayı seviyorlar, bebeğim. Sadece arkadaşlarından ayrıldıkları için üzülüyorlar.” Sözlerimi anlamışçasına başını sallayıp koşarak yanımdan uzaklaştı. Ardından “ yavaş ol, düşeceksin!” diyerek seslendim. Bu da Can’la aramızdaki anlaşma sözleriydi(!) Hepsine birer tost yapmak için ekmekleri çıkardım, tam tost makinesine yerleştireceğim anda üst kattan gelen gümbürtüyle irkildim. Telaşla tost makinesinin fişini çekerken “ Can, n’apıyorsun?” diyerekte Can’a seslendim. Ama salona geçtiğimde Can sessizce oynuyordu ve beni görünce ben bir şey yapmadım dercesine parmağıyla merdivenleri gösterdi. Eren’in odasına girdiğimde her yer darma duman olmuş, Erende yatağının üzerinde hıçkırıklara boğulmuştu. Benim içeri girdiğimin farkında bile değildi. Anlaşılan son zamanlarda yenemediği hırsını bu kez eşyalarından çıkarmıştı Bende tek kelime etmeden sessizce geri çıktım odasından. Biraz kendi haline kalması iyi olabilirdi. Koridorda dikilen Ethem’de ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. “ Hadi, oğlum. Aşağıya in, biraz Can’la ilgilen. Bende tostlarınızı yapayım” diyerek onu da Eren’den uzaklaştırdım. Son bir ay, evdeki çatışmalar beni de bitirmişti. Akşamın olmasını ve Ahmet’in gelmesini sabırsızlıkla bekliyordum. Bu çatışmalar ve çocukların isyanları ta ki Eren’in on birinci yaş gününe kadar devam etti. Ahmet’in büyük bir öz veriyle hazırladığı bu doğum günü partisi çocukların durulmalarını sağlamıştı. Yeni arkadaşları ve eski arkadaşlarının gelmesi çocuksu mutluluklarını gün yüzüne çıkarmıştı. Yeni evimizin bahçesi sayesinde neler yapılabileceğini görüp bu eve alışmanın başlangıcını yapmışlardı. Doğum gününü izleyen diğer hafta sonunda da maça giderek sezonun son maç heyecanını tatmıştık ve yavaş yavaş fırtınalı günleri atlatmayı başarmıştık bile… Okulların kapanması ve yaz ayının gelmesi de çocukları daha da mutlu etmişti. Akşama kadar bahçede top oynayışları, ara sıra didişmeleri, akşam saatlerinde babalarını görüp bahçe kapısına koşmaları an be an gözlerimin önünden hiç çıkmıyor. Çoğu zaman onlar bahçede oynarken bende terasa çıkar onları izlerdim. İşte o zaman terastan martıları ve denizi izleme alışkanlığım başlamıştı. İlk zamanlarda sürekli fotoğraf çeker özellikle gün batımını fotoğraf karelerine alırdım. O yaz boyunca yüzlerce farklı farklı fotoğraf çekip, en güzellerlini büyültüp evin her tarafına asmıştım. Bunların yanı sıra çocuklarında türlü türlü fotoğraflarını karelere alırdım. Özellikle Can poz vermekten çok hoşlanır, ne zaman elimde fotoğraf makinesini görse şekilden şekle girerdi. Bir gün Ahmet’le terasta sohbet ederken, “ resimlerin çok güzel, istersen bu işi geliştirebilirsin” demişti. Aslında fena bir fikir sayılmazdı. Bunun üzerine terastaki çatı katını kendime uyun düzenleyip çalışma odasına çevirmiştim. Resimleri özelliklerine göre sırayla diziyordum. Zamanla odam resim sergisine dönüşür hal almıştı. Odama giren herkes manzara resimlerine hayran kalırdı. Özelliklede bu odayı en çok Can severdi. Bitmek bilmez soru ve fikirleri de cabasıydı. Ahmet’in işlerinin yoğunluğundan yaz sonuna dek tatile çıkamamıştık. Bu nedenle de çocukların söylenmelerini engellemek için denize götürürdüm bol bol. Eren elindeki oltasıyla kayaların tepesine çıkıp balık tutmayı çok severdi, ara sıra oltasına takılan minik balıklar sayesinde sevinçten olduğu yerde tepinip dururdu. Bazen de balıklar misinenin ucundaki yemlerini yer kaçar bu durumda da öfkeden köpürürdü. Aslında şansı açık bir çocuktu, tuttuğu balıklar minicik görünse de bazen yarım kiloyu aşkın balık tutardı. Ethem’in de en büyük keyfi sudan hiç çıkmamaktı. Hatta son dakikaları bile değerlendirmekten geri kalmazdı. Koca göbeği, koca poposu bile balık gibi dalıp çıkmasına engel olmazdı. O kadar dikkatli olurdum ki, Eren’in kayadan aşağı kaymasından, Ethem’in herhangi bir boğulma atlatacağından yüreğim hoplardı. Bu arada beni yormayan sadece Can’dı. Kenarda taşlarla kendine oyun üretir, bazen de benim yardımımla suya girerdi. O yaz yüzmeye bile alıştı diyebilirim. Yinede bensiz girmesine asla izin vermiyordum. “ Bugün çok geç kaldık” diye söylendim. “ Babanızın gelme saati yaklaştı.” “ Babam, bir şey demez ki!” dedi Can yarım yamalak kelimeleriyle. “ Doğru söylüyor, anne. Hem babam balıklarımı görünce çok sevinecek” dedi Eren. Bu arada bir gözümde Ethem’in üzerindeydi. Aracın bagajını açarken “ hadi, Ethem. Çık artık!” diye seslendim ve Eren’e yönelerek, “ baban kızmaz biliyorum. Ama aç geliyor, yemek yapmadık. O zaman sen balıkları temizlersin, bende diğer yemekleri hazırlarım” dedim, aracın bagajını yerleştirirken. Sert bir tavırla da arkamı dönerek “ Ethem, hala su da mısın?” diyerek ona da seslenmeye devam ettim. Can yerinde hoplayarak “ bende masayı kurarım” dedi. Eren, “ tamam, anne. Biz yardım edeceğiz. Anlaştık mı?” “ Anlaştık. Hadi kardeşini sudan al gel.” Gerçekten de o akşam çocuklar görevlerini tam olarak yerine getirmişlerdi. Kısa bir süre içinde her şey hazırdı. Ahmet bile bu çalışkan aile karşısında dilini yutmuştu. Yemeğin ardından Ahmet, “ hafta sonu tatile çıkabiliriz” dedi. Bu söz üzerine bizim zıpırlar alkışlamaya, ıslık çalmaya ve yerinde hoplamaya başladı. Hele Can’ın müziksiz ortamda kollarını kaldırıp horon oynamaya çalışması tam bir komediydi. Zamanımız kısıtlı olduğu için Ankara’ya ailemin yanına gidemedik ve özürlerimizi telefonla bildirdik. Neyse ki annem ve babam bu tür şeylere alınmazlardı. Onları üzen tek şey torunlarını görememekti. Ama babam kış başında kendilerinin gelebileceklerini söyleyince annemde mutlu olmuştu. Tatil için her yaz olduğu gibi Antalya’ya gittik. Çocuklar buraya alışmışlardı ve de çok seviyorlardı. Özellikle çocuklar için yapılan gösteriler ve oyunlar onları çok mutlu ediyordu. En azından çocuk gösterilerinde Ahmet’le bende baş başa kalabiliyorduk. Tatil dönüşünde hemen okul alışverişine koyulduk. Okulların açılmasına çok kısa bir süre vardı. Bu süre öyle çabuk ve telaşeli geçti ki, bende nasıl geçtiğini anlamamıştım. Okulların açılmasından kısa bir süre sonra da annemle babam geldi. Bir aya yakın onlarla birlikte olmak çocukları da mutlu etmişti. En azından okul dönüşleri savaş halinde olmuyordu. Artık her şey yoluna girdi, çocuklar okullarına ve yeni arkadaşların alıştı derken bu yılda Ethem’in sorunları başladı. En büyük sorunu kilolarıydı ve bunu kafaya çok takıyordu, yapılan şakaları bile sorun haline getirmişti. Bir gün okul dönüşünde “ ben niye sizler gibi zayıf değilim” diye isyan etmişti. “ Herkes bana ‘tombik Ethem, diyor’… Abim yolda yürürken ‘ koca kıçını kaldırıp hızlı yürü’ diye bağırıyor.” Anlaşılan bu konuda oldukça dolup taşmıştı ve gözleri belli belirsiz buğulanmıştı. “ Çok yavaşsın bu nedenle diyorum. Şişko olduğun için dalga geçmiyorum. Beni sinirlendiriyorsun!..” diye sertçe tepki verdi, Eren. “Lütfen, çocuklar!... Eren, sende kardeşini üzecek kelimeler kullanma.” Ethem’in yanına yaklaşıp saçlarından okşadım. Eren “ ama anne! Ben bir şey demiyorum ki!” dedi. Ethem’in belli belirsiz gözyaşları yanaklarından süzülüyordu. “ Tamam, Eren” diye önce onu sakinleştirdim. Sonra da, “ Ooo, bebeğim! Böyle şeyleri dert etme. Herkesin yapısı farklıdır. Sen doğduğundan beridir bu yapıya sahipsin. İnan ki yaşın büyüdükçe her şey normale girecek.” Sözlerimle teselli vermeye çalıştım. Ethem olduğu yerde doğrulup hafiften burnunu çekti “ Sen zayıfsın. Babam da zayıf. Evde tek şişman benim.” “ Sende babaannene benziyorsun.” “ Neden tek ben benzedim sanki?” “ Sana gıcıklık olsun diye” dedi Eren. “ Eren, lütfen!” “ Tamam, anne. Özür dilerim. Ama saçmalıyor.” Bu koyu akşam Ahmet’le uzun uzun konuştuk. Ahmet diğer gün Eren’i karşısına alıp kardeşine karşı yapıcı olması gerektiği için uyarılarda bulundu. Sonra da Ethem’le onun anlayacağı dilden konuşma yaptı ve sonunda Ethem bu takıntısını yavaş yavaş yok etmeye başladı. Ben galiba çocukların sorunları karşısında biraz daha panik davranıyordum. Ahmet ise kısa süre içinde sorunları halledebiliyor, üzerinde durulaması gereken basit konular olduğunu söylüyordu. Çocuklar büyüdükçe sorunları da her geçen gün bir kat daha artıyordu aslında ve bunu her geçen gün daha iyi anlıyordum. En büyük zevkim fotoğraf çekmeye bile çoğu zaman fırsat bulamıyordum. Kar yağmaya başladığında her yer beyaz örtüye bürünmüş, ormanlar gelinlik giymiş peri kızı gibi bakıyordu yukarıdan aşağıya. Karşımdaki deniz ise köpüklü dalgalarıyla karşılık veriyordu süzülerek inen kar taneciklerine. Doğa müthişti ve izlenmeye değerdi. Ama bu müthiş manzarayı değerlendirme fırsatı bulmakta zorlanıyordum, tek boş zamanım çocukların okul saatleriydi ama bu kez de Can’ın derdi bitmezdi. Tam odama çekilir, fotoğraflarımla ilgilenmeye başlardım, Can aşağıdan “ Anne!” diye, çığırırdı resmen. Ya karnı acıkır, ya da dışarıda kartopu oynama aşkı tutardı. Neyseki hafta sonları vardı ve hepsini Ahmet’e devreder kendime zaman ayırırdım. Bazen sinemaya bazen de alışverişe giderlerdi. Döndüklerinde o kadar çok şey anlatırlardı ki, yaşadıkları her anı bende yaşamaya başlardım. Sadece maça gidecekleri zaman onlara katılırdım. Bir defa maça gitmeyelim desek ortalık yıkılırdı. Aslında çocukları alıştıran bizdik, bundan sonrada onların alışkanlıklarına gem vuramazdık. Bu nedenle onlara asla kızmıyor, onların maç izleme zevkine engel olmamak için planlarımızı maç günlerine göre yapıyorduk. O kış çocuklar yeni yeni arkadaş edinmişlerdi ve bu sayede geçmiş evle olan bağları da silinmeye başlamıştı. Onları mutlu ve cıvıl cıvıl görmek Ahmet’le en büyük sevincimizdi. Evlendiğimiz günden beridir yılların nasıl akıpta geçtiğini anlamamıştık bile. Her şey hayatımızda tozpembeydi ve her gün birbirimize daha da fazla kenetleniyorduk. Can’la, Ehem’in doğum günü nisan aynın ikinci haftasındaydı. İkisinin aynı hafta olması nedeniyle doğum günü kutlamalarını ortak yapardık. Ethem her ne kadar bundan memnun olmasa da ikna etmemiz zor olmazdı. Can altı, Ethem dokuz yaşına giriyordu. Onların büyüdüğünü görmek ve her yaşın getirdiği sorumluluğu üstlenmek zorluğun yanında ayrı bir zevkti. Doğum günü partisi her ikisinin de beğeneceği şekilde düzenlenmişti. Ahmet onlar için özel gösteri gurupları ayarlamıştı. Tüm arkadaşları da yanlarında olunca hiç birinin keyfine diyecek yoktu. Eren’in on ikinci yaş günü ise daha farlı şekilde düzenlenmişti. Eren büyümenin verdiği olgunluğu yaşamak istercesine sadece müzikli bir parti istemişti. Saatlerce dans edip horon teperek eğlenmişlerdi. Çocukların partisinde yaptığımız tek şey bir köşeye çekilip onları izlemek, kameraya alıp, fotoğraf karelerini doldurmaktı. Apayrı duygulardı aslında yaşadıklarımız, gurur duymak ve övünmekti… Vazgeçilmez birer parçamızdı. Evliliğimizin bize sunduğu en değerli mücevherlerdi aslında onlar… Okullar kapandığında annem ısrarla Ankara’ya gitmemizi istiyordu. Ahmet’te bu teklifi ret edip onları kırmak istemediğinden işlerini bir düzene sokup haziran ortalarında Ankara’ya gittik. İlk defa Ankara’ya gitmek istememiştim. Tarifini yapamadığım bir burukluk vardı içimde ama anlam veremiyor kendi kendime yaşadığım kuruntulardan biri olarak görüyordum ve bu içimdeki anlamsız duyguları Ahmet’e açıp onu da huzursuz etmek istemediğimden kendimde saklamayı daha uygun görmüştüm. Bütün tatil boyunca çocuklar için her şey yolundaydı, geri dönüş zamanı geldiğinde bile çok isteksizlerdi. Onların dönmek istememesi ve buna karşılık isyanları bitmiyordu. Ayrılırken de buruk bir ayrılık yaşamışlardı. Ben ise geldiğimiz günden itibaren bu burukluğu hiç atamamıştım aslında. Yolculuğa koyulduğumuz birkaç saat içinde çocuklardan çıt çıkmamıştı. Öğle saatleri gibi açılmaya başlamışlardı. İçimden onları bıraksa mıydık diye geçirip duruyordum ama onların varlığını yanımda hissetmediğim zamanda ben huzursuz oluyordum. Okulda geçirdikleri saatler içinde bile gözlerim yollarda kalırdı. Böyle kilometrelerce uzak olabilecek bir ayrılığa hiç katlanamazdım. O yolculuk, o lanet olası gün… Her şey buruk başlamıştı zaten. Belki de küçük meleklerimin içine doğmuştu. Can, benim minik meleğim, ağabeylerinin ortasında ellerini göğsüne kavuşturup “ hemen de geri dönüyoruz” diye mırıldanıyordu. Eren başını cama dayamış “ hep sizin karalarınız önemli” diye şikâyet ediyor, Ethem de abisini destekliyordu. Ahmet çocukların mırıldanmasına sinsi bir gülücük atmış, bana da göz kırpmıştı. Sonrada sesini yükseltip “ söz, sizi iki hafta sonra en sevdiğiniz yere tatile götüreceğim” demişti. İşte bu söz dingin ortamı coşkun ırmaklar gibi coşturmuştu. Tam her şey yoluna girmiş çocuklar sabahki burukluklarını atmışlardı ki işte o felaket yakamıza yapışmıştı. Samsun’un girişine yakın dönemeçli yolda apansızın karşımıza çıkan kamyon her şeyi silip süpürmüştü. Kulaklarımda kalan son çığlıklar; “ anneee!.. Anneee!” kelimeleri olmuştu. Hayatımın tek aşkı yanı başımda kanlar içinde direksiyona yapışmış vaziyette oturuyor, minik meleklerimin sesi çıkmıyor, sıkıştığım yerde arkamı dönüp bakamıyordum. Tamamıyla sıkışıp kalmıştım olduğum yerde, boşta kalan sol kolumla Ahmet’i dürtüyordum ama karşılıksızdı. Kafasından akan kan tüm yüzünü kaplamıştı. Çocuklarım için avazım çıktığınca bağırıyordum ama kimseden karşılık alamıyordum. Sonra sesimi daha da arttırdım ve daha daha derken gerisi hafızamda karanlık bir şekilde kaldı. Gözlerimi açtığımda bir hastane odasında yapayalnızdım. Ne çocuklarım vardı yanımda ne de Ahmet. Kimse bana yaşadıklarımın bir rüya olduğunu söylemiyordu. Kısa bir süre sonra uyanıp kaldığım yerden devam etmeyecektim. Hıçkırıklarım nefesimi kesmiş geride kalan nefesimle haykırıyordum. “ Çocuklarım!… Bebeklerim!.. Ahmet!..Neredesiniz?.. Beni duyan yok mu?..” Sonunda tanıdık yüzler çıktı karşıma. Kayınpederim, kayınvalidem, Ahmet’in amcaoğlu ve kendi annemle babam. Kötü şeyler oluyordu. Bu yüzler, bu ifadeler kötü bir şeyin habercisi olduğunu belli ediyordu. Kolumdaki seruma aldırış bile etmeden çırpınmaya başladım. Kalkmak için zorlansam da bacaklarımdaki alçılar buna engel oluyordu. “ Onlar, onlar nerede?.. Ahmet, Ahmet nerede?..” Kimse cevap vermemesine rağmen kayınvalidem ve annemin hıçkırıkları odayı dolduruyordu. İsmet ağabeyimde annemleri sakinleştirmeye çalışıyordu. Neler olduğunu öğrenmekten başka bir isteğim yoktu. Benim çırpınışlarım sonunda feryada dönüşmüştü. “ Nerede?.. Onlar nerede?.. Baba, anne cevap verin!…” Benim sesimi duyan hemşire telaşla odaya gelip bizimkilerin odadan çıkması için ricada bulundu. Ama hala kimse ne olduğunu söylemiyordu. Sanki herkesin dili tutulmuş ya da sağır olmuştu. Kayınpederim dışındakiler odadan ayrıldığından kısa bir süre sonra doktorda yanıma geldi. Doktor “ bazı şeyleri söylemek zordur, Derya Hanım. Bu nedenle duydukların sonrasında soğukkanlı olman gerekir.” “ Ne demek soğukkanlı?… Çocuklarım nerede? Onlara ne oldu?” Sesim artık çıkmayacak kadar kısılmış fısıltıya dönmüştü. “ Söyleyin!.. Ne olur!..” O söz, o fısıltı “ ne yazık ki, aileni kaybettik” her şeyi alıp götürmüştü benden. “ Hayııır!.. Olamaz!” Akılsız yattığım ayları hatırlamıyorum bile. Dipsiz bir kuyunun içindeydim. Karanlık, her şey karanlıktı artık. Neden ben yaşıyordum, neden bende onlarla birlikte gitmemiştim. O kadar çok neden diyeceğim soru vardı ki kafamın içinde. Aylarca hastanede kalmıştım. Bedenen düzelen sağlığım nedeniyle taburcu edildiğimde ailem tarafından Ankara’ya götürüldüm. Sadece dalgaların üzerinde sağa sola savrulan bir tekne gibiydim. Düşünemiyor, karar veremiyor ve konuşamıyordum. Tek yaptığım nefes alıp vermekti ve buda benim çocuklarımın yanına gitmemi engelliyordu. Ailem tepkisiz yaşantım nedeniyle bir psikiyatri doktoruna götürdü beni. Aldığım ilaçlarda sadece uyutuyordu beni. Uyumak ve ağlamak sadık dostlarım olmuştu. Karanlığa gömülmüştüm ve ara sıra çocuklarımın çığlıklarıyla çıkıyordum bu karanlıktan. Ama çıkmakta yaramıyordu, çünkü hiçbiri yoktu artık yanı başımda ve asla da olmayacaktı… Kocam tek aşkım yoktu, o da olmayacaktı… Ben niye vardım? Bu soru sessizliğe gömüldüğüm dipsiz kuyudaki bitmek bilmez sorularımdı. Bedenimin var olup ruhumun gittiği sekiz ay boyunca duymuyor, görmüyor, düşünmüyor ve konuşmuyordum. Doktorumun bile tek yapmak istediği ağzımdan bir kelime çıkmasını sağlamaktı ama ben onun karşısında dilsiz biriydim sadece. Tüm sorularını cevapsız bırakıyor, tek bir mimik hareketi dahi vermiyordum. Ne arkadaşlarım, ne de ailem konuşmamı sağlayabilmişlerdi. Ben bile kendi sesimi unutmuştum artık. Konuşmak istediğim anlarda bile dilim tutuluyor, kelimeler boğazımda düğümleniyordu. Kayınvalidem ve kayınpederimde sık aralıklarla Ankara’ya ziyaretime geliyorlar, hatta beni evime götürmek istiyorlardı. Ama ne ailem ne de doktorum bunun iyi geleceğini düşünmüyor, tam tersi daha da kötü duruma geleceğime inanıyorlardı. Kendi düşüncelerim içinde boğulduğum bir gün apansız bir şekilde karar vermiştim Trabzon’a dönmeye. Sekiz ay sonunda ağzımdan çıkan tek kelime olmuştu “ evime gideceğim” sözü. Annem sevinçten gözyaşları dökerken, “ tamam, yavrum. Hemen gideriz” demişti. İşte o günden sonra tekrar konuşma yeteneğimi kazanmıştım. Ama sadece konuşuyordum artık ben ben değildim. Ben bile kim olduğumu ne yaptığımı veya ne yapmak istediğimi bilmiyordum. Hala da kim olduğumu düşünmekten vazgeçmiş değilim gerçi. On yıl dile kolay. Geride kalan koca on yıl beni de alıp götürmüştü. Otuz beş yaşımın baharında yapayalnız kalmak her şeyimi alıp götürmüştü benden. Yaşamamın bir anlamı olmadığını kabul etsem de yaşamaktan başka çarem yoktu. Her günüm, her saniyem onları anmakla geçti. Evime ilk döndüğüm gün gözyaşlarım kuruyana dek ağlamıştım. Her şey bıraktığımız gibiydi. Her birinin eşyaları sanki onları beklercesine duruyordu gözlerimin önünde. Bir hafta kimseyi dinlemeyip evimde kaldım. Çektiğim fotoğrafları teker teker inceleyip her birini doya doya öperek kokladım. Bir zamanlar cıvıl cıvıl olan bu ev ölüm sessizliğine çoktan bürünmüştü bile. Bir hafta sonunda bu şehirde onlar olmadan kalamayacağıma karar verdim. Arkadaşlarımın ve akrabalarımın sözlerini dikkate bile almadan kayınpederimi ikna edip evi sattım ve şimdiki tek katlı küçük bahçeli evime yani çok uzaklara İstanbul’un Şile ilçesinin sahil köylerinden birine taşındım. Çevremdeki kimse beni anlamıyordu, tek amacım yalnız kalmaktı ve sonunda da bu amacıma ulaştım. İlk yıllarda arkadaşlarım sık sık yanıma gelir annem iki ayda bir uğrardı. Şimdi ise belki de yılda bir görüşebiliyoruz. Yani her şey geçmişimin derinliklerinde kaldı… Benim için hayat sadece nefes alıp vermekten ibaret. Uyuyorum, uyanıyorum gün içinde biraz Badi’yle ilgileniyorum. Yaz kış fark etmeden deniz kenarına inip Badi’yle yürüyüş yapıyoruz. Hele kış aylarında dalga sesleri içime ferahlık kattığı için defterimi alıp kıyıda bir kenara oturup yazı yazıyorum, ta ki, iliklerime kadar üşüyünceye dek. Yazdığım hikâyelerim o kadar çok birikti ki onları okumak bile çoğu zamanımı dolduruyor. Bir zamanlar en büyük tutkum olan fotoğraf çekme işine son birkaç aydır yine başladım. Önceden fotoğraf çekmeyi bırak, bakmaya bile tahammül edemiyordum...Yine son yıllara kadar geçmiş fotoğraflarımı kutularından çıkartmamıştım bile... Şimdi ise aile resimlerimi en baş köşelere yerleştirip tüm zamanımı onlara bakarak ve konuşarak geçiriyorum…Badi bile baş köşedeki mücevherlerime alıştı, onlara yaklaşıp sessizce izlemeye bayılıyor…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © İlknur, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |