Sanatçının işlevsel tanımı bilinci neşelendirmektir. -Max Eastman |
|
||||||||||
|
Genç bir yürek odasının penceresine vuran ay ışığına doğru yol almış. Yol daracık, gece soğuk. Yolda, karşısına dev bir ayna çıkmış. Aynaya bakmış; hiçbir şey görememiş. Çılgına dönmüş. “Yüzümü kaybettim! Yüzümü kaybettim!” diye çığlıklar atarak bütün gücüyle aynaya abanmış. Bin parçaya bölünmüş ayna, gökyüzünden bin tane yıldız kaymış. Genç yürek hıçkırıklar içinde koşmaya başlamış. Koşmuş, koşmuş, koşmuş... Sonunda ayakları dayanamayıp yere yığılmış. Uzanıp ayaklarını kaldırmaya çalışmış ama olmamış. Düştüğü yerde oturmak zorunda kalmış. Sus pus halde bir süre öylece donmuş. Ne bakmış, ne aramış, ne de bulmuş. Zaman nehrin akıntısına kapılıp gitmiş. Bu gidişin ardından, çok uzaklardan bir ses işitmiş. Kulak kabartmış; bir kanat sesiymiş. Ses devam edince “Ha gayret!” demiş; dizleri sızlamış, “Az daha!” demiş; bedeni titremiş. Yavaş yavaş ayağa kalkmış. Küçük ve dikkatli adımlarla sesin geldiği yöne doğru ilerlemeye başlamış. Karanlıktan yol alıp geceye varmış. Yol alırken burnuna çok tanıdık bir koku gelmiş. Evet, bu aydınlığın kokusuymuş. Sanki gece yerini güne bırakıyormuş. Hava yavaş yavaş aydınlanmaya, âdeta güneş doğmaya başlamış. Bakmış ki uzun bir yol, uzaklarda bir bahçe. Kulağının dibine düşen bir kanat sesi. Yol aldıkça yüzünün aydınlandığını, içine kanat seslerinin dolduğunu fark etmiş. Yaklaşmış, yaklaştıkça kendisine kavuşmuş. Yanaşmış, ötede koskocaman bir ayna bulmuş. Dikkat kesilmiş; aynada yeni doğmuş bir gün. Geriye bakmış karanlık, ileriye bakmış aydınlık. “Nasıl olur?” diye sormuş. “Aynada gündüz, arkamda gece.” Sorusu yanıtsız kalmış. Uzanmış, ayna dalgalanmış. Uzanmış, aynanın ötesine ulaşmış. Ötesinde bahçe, bahçenin girişinde bir kapı, kapının üzerinde “Gir içeri” yazısı. Yürümüş. Bahçeden içeri girmiş. Her yerini yasemin kokusu sarmış. Bir de bakmış ki, ileride yere oturmuş bir genç, elindeki ipliğe yasemin diziyormuş. Yaklaşmış, yüzü öyle aydınlıkmış ki bir anda gözleri kamaşmış. Kamaşan gözlerini oğuşturmuş. Oğuşturdukça gözleri yanmış, acımış. Acıyan gözlerini açtığında ise gördüklerine inanamamış. Kendini yatağında bulmuş. Şaşkınlıkla sağa sola bakınmış kimseyi görememiş. Yatağından doğrulup kalkmış. Üzerinde geceliği, ayakları yalın dışarıya çıkmış. Gökyüzünde ay, gökyüzünde samanyolu pırıl pırıl. Birkaç adımla evin bahçesine ulaşmış, çömelip yere oturmuş. Ellerini, avuçlarını toprakla doldurmuş, onu okşayıp usulca sormuş: - Renginle neden örtündü gözlerim? - Aşk ülkesinin kapısını araladın, ondandır. Ayağa kalkmış. Uzanıp yasemin koparmış ağacından, sonra sormuş: - Nasıl doldu rüyalarım kokunla? - Yeşerdi aşk kokumla, ondandır. Başını kaldırıp gökyüzüne bakmış. Gökyüzü ışıl ışıl. Gün ağarmaya başlamış; güneş kızıl. Ellerinde toprağın yumuşaklığı, içinde yasemin sarhoşluğu başlamış doğaya anlatmaya: Dün gece rüyamda çok güzel bir oğlan gördüm. Saçları kömür karası, uzun. Ceylan gözleri ışıklarla dolu. Uzanıp dokunasım geldi yüzüne. Dokunamadım, korktum yüzündeki tebessüm gider diye. Uzanıp tutasım geldi yasemin dizen ellerini. Tutamadım, korktum ellerindeki yasemin solar diye. Keşke o uzatsaydı yüzüme ellerini. Keşke boynuma taksaydı dizdiği yaseminleri. Uyandım. Uyanırken ellerini gördüm. Ellerinde yaseminler; arasında bir kuşun sesi... * Siyah saçlı, ceylan bakışlı genç, kızıl ellerini genç kızın yüreğine dokundurduğu geceden sonra an’lar an’ları takip etmiş, günler günleri kovalamış. Her şey tik tak, tik tak işlemeye devam etmiş ama zamana inat donakalan bir bakış kalmış. Kız olmuş derviş; dervişin gözü rüya... Rüya gözlerini verirken Ceylan bakışlıya, birini geri alamadan genci kaybetmiş. Genç, bir görünmüş, bir kaybolmuş. Kaybolurken gözlerden birini de gönlüne atmış. Derviş, bir gözünü kaybedeli çöl misali yollara düşedursun, biz gelelim Ceylan bakışlı gence. İşte yeni bir masal duruyor karşımızda; boylu poslu, şöyle endamlı… Anlatmak lâzım bu tatlı masalı. Küçücük yaşı, kocaman yüreğiyle aradığını bulamamış olan Ceylan bakışlı genç, Kız Kulesi’nin kenarına gidip oturur bir gün. Günlerden bir, gecelerden sıfır, hafif bir rüzgâr eser, ve bilinmezlerden can’ın sevdasını taşır yüreğine. Narcissus misali denizdeki yansımasına bakar ve gülümser. Başka bir yansıma belirir karşısında. Alımlı, kızıla bulanmış bir Rüya kız. Tatlı tebessümlü, ateş dilli, ateş saçlı bir kız. Ceylan bakışlı, derin bir iç çekişle gördüğü yansımaya dokunamayacağını haykırır. Genç kız gülümser suyun yansımasından, genç oğlan gülümser yansımanın dışından. Gel, der genç kız. Gel ve yıkan suyumda. Bak, sen aslı’nda bensin; ben de sen aslı’nda. Oğlan anlar anlamasına da tutup atamaz kendini koca denizin ortasına. Derin bir iç çekiş daha savurur gönülden kopan. Ve sorar: - Söyle bana hangisi gerçek, hangisi rüya? - Kabul et gerçekler rüya olsun, rüyalar gerçek. Bırak kendini kollarıma… Tatlı esen rüzgâr, rüyanın sesini de savurur Ceylan bakışlının kulaklarına. Duydukları öyle hoş, öyle cezbedici gelir ki dalar derin bir uykuya. Rüyasında onu görür. Saçları güneş kızılı, uzun. Elâ gözleri ışıl ışıl. Uzanıp dokunası gelir yüzüne, ellerine. Oysa dokunamaz, bu güzel rüyadan uyanacağından korkar. Genç kız, rüya gözlerinden birini çıkarıp ellerine verir. Şaşırır oğlan, nasıl bu kadar kolay verdi böyle değerli bir şeyi, diye. Avuçlarını açar. Kızıl ışık, gözlerini 90 derecelik bir floresan gibi kamaştırır. Gözlerini kapar ama kaçamak bir tebessüm, çalar gözün sihrini. Göz bir türlü genç kıza geri dönmez. Genç kız uzanır, sonra tereddütle geri çekilir. Oğlan da tam uzanacağı sırada bir kuş sesi duyulur. Keşke o uzatsaydı yüzüne ellerini. Uyanırken uzatır gibiydi. Ellerinde bir kuşun sesi … Şu upuzun denizin kıyısında, şu alabildiğine geniş gökyüzünün karşısında mahcup, heyecanlı, toy ve daha pek çok duygu yoğunluğuyla yoksunluğu yaşar Ceylan bakışlı. Tek farkı kuş sesi. Yanı başında güneş ve ay, parlayan tüyleri ve dost gözleriyle toprak toprak bakar genç oğlana. Genç oğlanın ellerinde göz, kuşun kanadında ses… Dilinde ses… Bir süre döner gencin etrafında, sonra uçup gider bilinmeze. Genç haykırır arkasından: - Söyle bana, bu ne? Yanıtı gizlenir kanat seslerine. Denizin şırıldayan melodisine bir de… Genç, kendini biraz Mevlevî, biraz da deli hisseder –ki Mevlevî’ye dönmüştür Ceylan bakışlı, nedeni aşk ve keder- Ve hem şaşkın hem gülen bir yüzle bakar elindeki göze. Hayatında ilk defa bir insanın gönül gözünü tutar. Biraz çekingen, biraz telâşlı, biraz meraklı bir gözle sadece bakar. Anlar ki, rüyasında gördüğü kızda kendini görmüştür. Anlar ki, denizdeki yansıma kendi yansımasıdır. Anlar ki, genç kızdan ayrılırken ondan bütün olarak kopmaya da dayanamaz, kendinden kopmak istemediği kadar. Kimsenin ona bakmasına dayanamaz, onun kimseye bakmasına dayanamadığı kadar. Kararını verir; rüya gerçeğe dönerken, başkasına bakmamalı bu göz. Bir cananda kalmalı yaşayabilmek için, bir de kendinde… Ceylan bakışlı Mevlevî, elinin arasındaki can’ı ne yapacağını bilmez halde düşsün yollara, biz gelelim Rüya gözlü dervişe. Derviş, gittikçe dervişleşir. Çileler yavaş yavaş çekilmeye başlar. Bir gözü kör, bir gözü aydınlıktır artık dervişin. Bir yanı eksik, bir yanı tam. Bir yanı gerçek, bir yanı yalan. Bazen aklına gelir eksikliği utanır, bazen aklına gelir tamlığı çoğalır. Her çoğaldığında bir Mevlevîlik sarar içini. Bir ilahî duyar gibi, uzaklardan duyulan bir kuş sesi, yüreciğini pır pır kanatlandırır. Semâ eden elleri, gönlüne, bir göğü, bir toprağı sardırır; dünyevî hayattan inzivaya çekilmesine vesile olur. Olur da; yine de bir tarafı eksik, tam olduğu kadar diğeri. Aklında o gözler. Tek gözünde o gönül. Aradığının aşk olduğunu bile bile, kendinde tam olanın aşk olduğunu göre göre. Tam bir eksik, eksik bir tam. Arar durur gönülden içeri… Anlar, kuş seslerinin neden duyulduğunu. Bilir, bu eksikliğin ancak özgür kalınca tamamlanacağını. Bilir bilmesine de, diğer tam, geri iter her defasında adımlarını. Adımlar, bir ileri, iki geri. İki ileri, üç geri… Gel gitler oladursun, bilir bir gün kuş sesini duyduğu yere varacağını. Orada oturup şerbetten tatlı içecekler içeceğini, baldan tatlı yiyecekler yiyeceğini. Bilir, aradığı gözünü ve gözü alanı bulacağını; sesini duyduğu kuşun yardımını… Ya da tuzağını… Derviş bunları göredursun, varalım Mevlevî’nin yanına. Yanından aralayalım bağrını, girelim gönlüne. N’eylersin, ağır gelmiş bu yürek. N’eylersin ağır gelmiş üçüncü göz. N’eylersin, iki gözü bir göze bedel. Üçüncü göz ikinci oluvermiş, n’eylersin. Mevlevî, eksik olduğu gönlü bulmuş, körlükten kurtulmuş, fazladan üçüncü bir göze kavuştuğu için de derin bir yükün altına girmiş. Ne yapacağını bilemeyip, dolaşıp durmuş bir süre öyle. Sırtındaki yükten bîhaber, gönlündeki bütünleşmeden bîhaber. Hem tam, hem fazla. Onu tamamlayandan ayrı düştüğü için eksik, onun yarısını alıp geldiği için fazla… Kendi yükü yetmezmiş gibi bir can’ın yükünü sırtlamak şu toy sırta. Toy atlar durur mu, bir tarafı sakin sessiz, deniz yanında; bir tarafı koşar durur dört nala. Koşar koşmasına da, bilmez ki varılan yol hiçlik, aranan yol bilinmezliktir. Tek işareti vardır bildiği bunlar dışında; tek kuşun kanat sesleri ile ötüşü suskunca. Bir gün yorulur Mevlevî bu dört naldan. Toy olduğu kadar olgun, olgun olduğu kadar yaşlı, yaşlı olduğu kadar genç yüreği ve ellerindeki serveti… Karar verir karıştırmaya… -Sırta mı alınmış yük, gönle mi?..- Ellerinin arasındaki ışıltıya bakıp son kez atar havaya, ardından bekler düşmesini gönül toprağına… Yük eğer sırttaysa atar gidersin, yük eğer gönüldeyse saklar gidersin, diye diye başlar bir şarkı fısıldamaya… Bilmez ki, havaya attığı aşktan bir tutam çalmıştır toprak gözlü kuş… Ve toprak gözlü kuş, o tutamı tuttuğu andan, benzemiştir altın gözlü kuşa… -Kuş, haberdir; habercidir. Ya vuslatı haber verir, ya ayrılığı. Ya aşkı, ya aşksızlığı… Kuş, özgürlüktür. Kanadına takar aşkı, Serper yere göğe, aşka hasret herkese. Kuş, mucizedir. Billûr sesiyle ulaşır gök kubbeye.- Altın gözlü kuş, geçtiği her yere savurmaya başlamış aşkı. Serpmiş umudu aşka hasret gönüllere. Ulaşmış yüreği aşkı bilen herkese. Ama bir dervişe başka gelmiş bu aşk, bir Mevlevî’ye. Düşmüş ikisi de kuşun peşine. Kuş uçar, gönül kovalar. Kilometrelerce mesafe aşılmış kuşun kanadıyla. Ve taşınmış vuslat anına… Kuş uçmuş, Mevlevî yorulmuş, oturmuş Kız Kulesi’nin karşısına. Kuş uçmuş derviş kovalamış, varmış Kız Kulesi’nin yanına. Bir yaz akşamı, bulmuş dervişle Mevlevî birbirini göz göze; gönül gönüle. Eller korkulu, taşmaya kıyamamış bedene. Aşk, dokununca kaçacak ürkek bir kuş. Gönlün acısına dayanamadığı, vuslatına ömrünü adadığı. Bir derviş bakmış Mevlevî’ye, bir Mevlevî dervişe. Bu rüya mı, yoksa ne? Dile gelse Kız Kulesi, neler dermiş kim bilir bu an içinde. Gözler dile gelmiş: - Bir kuş buldum allı pullu renklerde Bıraktım kondu bir dalın tepesine Dönüp baktı altın gözlerle Bir tüy bıraktı ellerime Uçup gitti sonra bilinmeze Dervişin gönlünden Mevlevî’nin gönlüne - bir kuş kondu dostum, ellerime güneş ve ay parlayan tüyleriyle kondu bir çiçeğin saçına dönüp baktı toprak gözlerle uçup gitti sonra bilinmeze söyle bana dost aşk mı? - Çözülen dil mi, gönül mü? Ben en iyi beni bilirim dost Sen en iyi seni Ben senim dersin ne zaman ki O zaman bilirim ben en iyi… Söylerim sana dost Aşk mı? Aynalar gönüllere tutulur: - Gözlerini göster bana dost Görmeliyim en derinde gizlenenleri Gülücükler savrulurken rüzgâr misali Dokunmalı dudaklarıma ellerin Ve ellerim dokunmalı dudaklarına divâne deli... Dışarıda yağmur yağıyor, benim yüreğimde damlalar Karşımda bir deli toy, kelimelerim yarım yarım taşar... Söze vur derim beni, söze vur kendini Gözlerin çocuk, yüreğin çocuk Nasıl taşır yüreğin bu sevdayı? Anlıyorsun yağmurun neden yağdığını? Mayıs sonu neden toprakları yıkadığını Sonbaharın bedenimden kayarken Sol yanıma imzasını bıraktığını? Konuş çocuk, susma öyle? Bırak dudakların mıhlansın Bana esas yüreğini söyle. - yüreğim ne desin yüreğim ürkektir benim cesaret ister kördür gözünün içine sokmadıkça göremez anlasa da söyleyemez - Bir korku telâşıdır kaçmak Benden bana kaç yürek Kördüğüm olsun her yerin Senden bana taş yürek... - ne taştır yüreğim ne de kaya bil ki yumuşaktır pamuktan daha dedim ya biraz ürkektir ama yumuşaktır inadına... - Başımı yaslasam dizlerine Yüreğimi dayasam yüreğine Bir uyku mahmurluğuyla Pamuktan daha yumuşak göğsüne Dalsam toplasam ne kadar sevda varsa Taşsam karışsam kanına... - gel, benim yüreğim seninkinden az yalnız değil, gel, az hasretli değil, gel, sevdaların hepsi sana ait, sen onları toplamadan onlar seni toplayacak gel... - Siyah saçına takılır savrulur Ceylan gözlerine kanar kavrulur Nice sevdalar var söze dokunur Nice sevdalar göze dem vurur... - her şeyin başladığı, ve her şeyin bittiği gözler, kendimi kaybettiğim, ve kendimi bulacağım yegâne yer... - Gözyaşım kandı yağmurun yağışına Bir biçâre takıldı bu satırlara Bir bıçak yardı, tek kelime etmedi Bu gözler bir baktı çöller yetmedi Arar durur sevdalıyı bu derviş Bilir mi karşısında değil mi ermiş Bir kanada kanıp uçar görünür Bir bakışında yürek dövünür - bulutlardan beyaz gökyüzünden mavi aldım denizlerden sonsuzluk gözlerinden umut aldım yıldızlardan ışık kuşlardan haber aldım ben bu masalla sana vardım - Masal var masal sade Masal var gezer avare Masal var aşkı dile Getirir de susar öyle... Söyle bana ey dost Bu taşanlar söz mü sade? Yoksa gizliden gizliye Bu gönülde var mı yare? - söyle o zaman bana ey dost... aşk mı? - Aşk, hiç ben aşkım der mi dost? Bir kuş buldum allı pullu renklerde Bıraktım kondu bir dalın tepesine Dönüp baktı altın gözlerle Bir tüy bıraktı ellerime Uçup gitti sonra bilinmeze Dervişin gönlünden Mevlevî’nin gönlüne. Bir kuş kondu dostumun ellerine Güneş ve ay parlayan tüyleriyle Bıraktı kondu bir çiçeğin saçına Dönüp baktı toprak gözlerle Uçup gitti sonra bilinmeze. Bulundu bilinmez, aşıldı yollar Karşımızda bir ben, bir de sen var Söyle bana dost Aşk mı? - en iyi sen bilirsin? dilim ancak bu kadar çözülüyor bunu bil... ama bağlanmasın asla sendeki dil - Bağlanan dil mi gönül mü? Ben en iyi beni bilirim dost Sen en iyi seni Ben senim dersin ne zaman ki O zaman bilirim ben en iyi... * “-Tık tık -Kim o? -Benim -Seni tanımıyorum, git ve bul kendini -Tık tık -Kim o? -Senim -Gir içeri...” Gözler kalbin aynasıdır; sözler kapı dışarı. Eller aşkın ağları; kördüğüm sarmış gönülleri. Görülen bir gerçek, bir rüyaymış. Her şey birbirine karışır olmuş. Gözler neye inanacağına şaşırmış. Aslında baştan başa yalanmış, baştanbaşa bulanmış. Çözülen dil mi gönül mü? Akan gerçek mi, rüya mı? Söyleyin dostlar Bu, aşk mı? Mevlevî uzatmış elini dervişin gönlüne. Derviş uzatmış elini Mevlevî’nin gönlüne. Birbirlerini bir süre dinlemişler. Sonra bakışmışlar… Aşk ağır ama engel tanımaz. Aşk hafif, hayatın kendisi engel. Dilim varmıyor sonunu yazmaya. Bazı masallar böyle yarım kalmalı. Varmıyor dilim dokundurmaya elleri, varmıyor ayırmaya… Rüya hangisi, hangisi gerçek? Bu masal bitmemişse var bir sebep. Kimi vuslata erdirir aşkı, söndürür sonra. Kimi hicrana bırakır, susturur sonra. Ne söndürmeye dilim varır dost, ne susturmaya. Bu, ya hep yaşamalı kuşun kanadında, ya dökülmeli sonsuza. * Masallar, bir gerçek bir rüyayla başlar hep. Gerçek ama aslında rüya… Ben de masalıma öyle başladım ve öyle bitirdim. Bir varmış, bir yokmuş. Bir yokmuş, her zaman olacakmış... Söyleyin Aşk mı?.. *
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Dervişe Güneyyeli Kutlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |