Doğallık sahip olunan değil, kazanılması gereken bir erdemdir.
-Cervantes |
|
||||||||||
|
Uyandıklarında, her ikisi de derenin kenarında, kocaman birer yaprağın içindeydiler. Başuçlarında ise kıyafeti yapraktan olan bir kadın duruyordu. - Ayağa kalkın ve beni takip edin. Doğanur ve Günesay denileni yaptılar. Ayağa kalktılar, gözlerini oğuşturarak kadını takip etmeye başladılar. Günesay, inanılmaz bir şaşkınlık içindeydi. Son hatırladığı Ayber’i gönderip bir ağaca yaslandığıydı. Uzanıp Doğanur’a sordu: - Köylü kızı bana ne oldu? Tek hatırladığım Ayber’in yanımdan ayrılışı ve benim bir ağaca uzanmam. - Ondan sonrasını anlatsam inanır mısın bilmem. - Sen anlat ben inanıp inanmayacağıma karar veririm. Güldüler... - Imm... Dev gibi bir boğa boynuzlarıyla seni sırtına attı, üstümden geçip bir hortumun içine girdi. Sonra hortumla birlikte ağaçları yara yara uzaklaştı. Ben de arkasından kırık ağaçları takip ederek Gün Dağı dediğimiz kocaman kayalığa ulaştım. O sırada boğa yine karşıma çıktı, ondan kaçarken boğa boynuzlarını dağa geçirdi ve dağ ikiye bölündü. Ortaya çıkan o yarığı takip ettim, sana ulaştım. Bir yangının içinde kalmıştın. Son olarak seni kurtarmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Sanırım dumanlardan bayılmışım. - Haklıymışsın, hayal gücümü biraz zorlayan bir macera anlattın. - Sana inanmayacağını söylemiştim. Yine güldüler. Gerçi şu an içinde bulundukları durum da pek normal sayılmazdı ama neyse. Kadını takip ederken Günesay çaktırmadan Doğanur’a baktı. Onun iri ve güzel gözlerindeki manayı çözmeye çalışıyordu. Doğanur buraya nasıl gelmişti? Niçin gelmişti? Bunlar birer muammaydı Günesay için. Ama kurcalamadı, sadece Doğanur’u yanında görmenin mutluluğunu yaşadı. Az sonra tapınağa benzer bir binanın önünde durdular. Bu bina taştan yapılmış eski gizemli tapınakları andırıyordu. Kadın durdu. Eliyle kapıyı gösterdi. - Kayalığın içindeki kapının aynısı, diye fısıldadı. Doğanur. Günesay: - Anlamadım. Ne dedin? - Bir şey yok. “Önce sen” diye işaret etti Doğanur’u. - Ama... - Siz değil. Önce kız... Doğanur, Günesay’ın elini tuttu. Ona gülümseyerek buna izin vermesini istedi. Günesay o zaman susup geriye çekildi. * Dar ve uzun bir koridordan geçiyorlardı. Kadın eline bir meşale alıp yolu aydınlatmıştı. Doğanur, bir an dejavu yaşadığını sandı, önündeki kadın olmasa bu yolun dağın arasındaki yolla aynı olduğuna emin olacaktı. Kalp atışlarının gittikçe hızlandığını hissediyordu. -Bu yol nereye gider? Sonunda nereye varılır? Unutulduğu anda mı çıkar ölüm ortaya?- Meşaleyle aydınlanmış upuzun bir ışık yolu... Sağı solu toprak renkli kaya... Ne sağa dönen bir yol vardı ne de sola. Dümdüz, ince, ışıklı ve buna rağmen boğucu bir yol. Kalbi yerinden çıkmak üzereydi, derken önündeki kadın aniden durdu. Doğanur neredeyse kadının üzerine çıkacaktı. - Yine aynı şey... - Ne dediniz? - Bir şey yok... Kadın çekildi, Doğanur gözlerine inanamadı. O koskocaman tahta kapı. İşlemeli, oylum oylum, demir bir kilit, paslı, görkemli, oymaları ve işlemesi ise sade. Kadın elindeki meşaleyi kapının sol yanındaki oyuğa koydu. Kapının önünde durdu ve kapıdaki oymaları okumaya başladı. Dilinden anlayamadığı dilde şarkılar dökülmeye başladı. Doğanur’un içini aşk ateşi kapladı. Gözlerinin önüne yanmakta olan Günesay geldi: “Yo, sen Doğanur olamazsın! Doğanur Dağlar Köyü’nde kaldı.” ... “Burası alevlerin imparatorluğu” ... “Buralar alevler imparatorluğu” ... “Sen Doğanur değilsin!” ... “Doğanur” ... “Doğa nur” ... “Doğ anur!!!!!!...........” Doğanur da yanıyordu. * Kadın, genç kızı silkti. Doğanur sarsılarak uyandı. Kendinden geçmişti. Gözlerini açtığında tahta kapının açık olduğunu gördü. Kadın, genç kıza kapıdan girmesi için eliyle işaret etti. Kız, gözlerini oğuşturarak içeriye girdi. Çok geniş ve mumlarla donatılmış bir odaydı. Duvarlar kızıl bakır renkte taşlardandı... Mumlar saman yığınları arasına konmuştu, erise her yer bir alevin içinde yok olacaktı. Derken yine aynı şey olmaya başladı, Günesay’ı gördüğü o anları yaşıyordu. Bakır kızılı odanın rengi birkaç saniye içinde saman rengine dönüştü. Renk değişimi sırasında saman yığınları oluşmaya başladı. Ardından beklediği duman... o çatır çatır ateş sesi... ve tavana kadar yükselen alevler... Korkuyla kendisini buraya getiren kadına dönüp baktığında onu odada bulamadı. Tekrar önüne döndüğünde ise odayı bomboş ve kızıl bakırı renginde buldu. Üstelik mumlarla aydınlanmış ve süslenmiş çok hoş bir odaydı. Uzaktaki açık pencerelerden odaya rüzgâr giriyordu. Pencereleri süsleyen kahveli perdeler uçuşuyordu... İçi ürperdi... Derken perdeler büyümeye, bütün odayı sarmaya başladı. Sarmaşık gibi odanın neredeyse yarısını kaplamıştı... Sonra aniden rüzgâr dinmeye, perdeler küçülmeye başladı. O da ne... Bir kadın... Uzun boylu, mavi saçlı, siyah gözlü bir kraliçe... Alnında bir pırlanta... Ayna gibi ışıldıyordu... Doğanur’a yanına yaklaşmasını işaret etti. Doğanur, biraz tedirgin, biraz da ürkek bir tavırla kadının yanına gitti. Kadın pencereyi gösterdi. Doğanur pencereden baktığında, dışarıda sıkılgan bir şekilde sağa sola giden Günesay’ı gördü... Bakışlarını pencereden odaya çevirdiğinde ise gördüklerine inanamadı. Yanan samanların arasında Günesay! Hemen koşup onu kurtarmaya yelteneceği sırada kadın genç kızı kolundan yakaladı. Doğanur ağlamaya başladı. O ağladıkça Günesay’ın bedenini saran yangın sönmeye başladı. Bir süre sonra gözyaşlarıyla birlikte yangın da sona erdi. - Bu nasıl olur! - Gözyaşların sayesinde... - Ama gözyaşlarım koca bir yangını nasıl söndürebilir? - Aşkla... - ... Doğanur tekrar pencereden dışarıya baktı... Sağa sola dolanan Günesay... Uzun, endamlı boyu, yemyeşil gözleriyle... Tıpkı bir prens... Odaya baktı... Mumlar ve elmaslı kadın... - Daha anlamadın mı? - Neyi? - Bunların bir rüya olduğunu - Nasıl? - Hayat bir rüya değil mi? - Gelip geçici bir yolculuktur hayat... - Evet gelip geçici... Geçtiğinde yaşanan her şeyin yalan olduğu bir yolculuk... - ... - Yani bir rüya... - Ne yapmaya çalışıyorsunuz? - Sana dünyanın gelip geçici olduğunu, içindeki aşkın bir insanın hayatını nasıl kurtardığını ve ona aşkını itiraf etmen gerektiğini anlatmaya çalışıyorum. - Yo, ona anlatamam. - Neden? - Çünkü o bana âşık değil. - Nereden biliyorsun? - Onun gözünde köylü kızı Doğanurum ben. - Peki daha fazlası varsa? - ... - Onun hayatını nasıl kurtardığını merak etmiyor musun? - İçimdeki aşk ve gözyaşlarımla dediniz... - Hayır, tam olarak değil. - Nasıl yani? - Bu yola çıkış nedenin neydi? - Günesay’ı bulup onu ölümden kurtarmak. - Peki neden öleceğini düşünüyordun? - Çünkü güney yolunu tutan tüm gençler ölüyorlardı. - Peki ne diyordu bu gençler? - Gün Dağı’ndan akan dereyi bulup köyü susuzluktan kurtaracaklarını. - Sence Günesay’ın içindeki susuzluk dindi mi? - Ben nereden bilebilirim! - Susadığına dair en ufak bir hareketi oldu mu? - Hayır... - Yani içinde şu an susuzluk yok. - Öyle diyebiliriz... - Sence neden? - Imm... Gözyaşlarımla bir bağlantısı olabilir mi? - Kesinlikle, diyerek güldü elmaslı kadın. Ardından kapı sesi duyuldu. Yol gösteren diğer kadın Günesay’ı odaya getirmişti. Doğanur’un yanakları al al oldu. Genç adama bakamadı bile. - Hoş geldin Günesay. - Hoş bulduk efendim de siz kimsiniz ve biz burada ne arıyoruz? - Çok acelecisin. Yine de susuzluktan ucuz kurtuldun. - Siz nereden biliyorsunuz? - Ben olayları ta başından beri biliyorum zaten. - Her şey çok karmaşık ve doğaüstü geliyor bana. Kafam çok karışık. - Gayet normal Günesay. - Ölen gençler nerede? Ben onları aramak için yola çıkarken buraya kadar nasıl geldim? - O gençler ölmedi aslında, yaptıklarının bedelini ödüyorlar. Buraya geliş sebebin ise diğer gençler gibi susuzluğundu ama Doğanur sayesinde ucuz atlattın. - Daha açık anlatabilir misiniz? - Doğanur ve Günesay, yanıma yaklaşın. Genç kız ve genç adam elmaslı kadının yanına yaklaştılar. Pencereden yine rüzgâr esmeye, perdeler büyüyerek uçuşmaya başladı; Doğanur’u, Günesay’ı ve elmaslı kadını sapasardı. Rüzgâr durup perdeler indiğinde kendilerini yine o uyandıkları derenin yanında buldular. Elmaslı kadın dereye dokundu, dere dümdüz ayna kesildi. Gençler uzanıp dereye baktılar... Bahçesinde Doğanur çiçekleri temizliyordu... Günesay ona seslenmeden geçip gitti. Doğanur bunu fark etti, Günesay ona seslenmediği için üzüldü. Saatler geçip de Günesay gelmeyince genç kız korkmaya başladı; sevdiği adam o dönülmez yolcluğua mı çıkmıştı? Derken bütün olaylar hızlı hızlı aynalanmış derenin üzerinden geçti. Doğanur’un yaşadıkları... Günesay’ın Ayber’e duyduğu bedensel tutku yüzünden içine düştüğü susuzluk... Ondan kaçıp bayılması... Doğanur’un boğayla karşılaşması... Dev boğanın Gün Dağı’na vuruşu... Dağın ikiye bölünmesi... Doğanur’un dağın dar yolunda yaptığı yolculuk... Önüne çıkan kaya ve sevdiği adamı kaybedeceğini düşündüğü anda o kayaya vurmasıyla duyduğu ses... Işıklı yol... Işıklı yoldan ulaştığı kapı ve kapının ardında kurtarılmayı bekleyen Günesay... - Doğanur... - Kim o? - Doğa nur - Beni kim çağırıyor? - Doğ anur!.. Bir gök gürültüsüyle Kraliçe Anur’un uyanışı... Doğanur, kraliçe Anur’un sayısız günler süren ve sürecek olan uykusundan kurtarması. Doğanur’un ateşler içinde kalan Günesay’ı sarması ve gözyaşlarıyla yangını söndürmesi... Bu yangının sönmesi sayesinde zamanı kum saatiyle dondurup gençlerin yüreğini aşksızlaştıran Say tanrısının durdurduğu kum saatinin akmaya başlaması ve Kraliçe Anur’un kum saatini ele geçirerek Say tanrısını yenilgiye uğratması... Doğanur ile Günesay’ın buraya gelişleri... Ve kaybolan gençlerin yüzleri... Dere yine akmaya başladı. Gençlerin yüzleri de derenin akıntısıyla geçip gitti. Derken bir patlama sesi duyuldu. Derenin akışı güçlendi... Gençlerin çığlıkları duyuluyordu... “Kurtulduk! Kurtulduk!” Gençler bir bir derenin içinden tek tek çıkmaya başladılar. Çok yorgun görünüyorlardı. Elmaslı kadını görür görmez gelip önünde diz çöktüler... “Affet bizi kraliçem... Affet!” diye yalvardılar. Elmaslı kadın: - Umarım dersinizi almışsınızdır. - Her şey aşk için kraliçem. Aşkın adına aldık dersimizi, yandık ve piştik yaşadıklarımızla... - O zaman gidebilirsiniz. Doğanur ve Günesay şaşırmışlardı. Her ikisi de elmaslı kadının önünde diz çöküp eğildiler. Kraliçe ellerini gençlerin omuzlarına değdirerek ayağa kalkmalarını istedi. Gençler saygıyla ayağa kalktılar. Günesay’ın içi aydınlanmıştı. Onu aşkla kurtaran genç kıza sımsıkı sarıldı. Kraliçe Anur Doğanur’u yalnına çağırdı, yanına giden genç kızı alnından öptü ve ona yürek bir elmas verdi. - Bu elmas senin içindeki aşkın nişanı olsun, diyerek genç kızın alnına koydu. Bir anda bir at kişnemesi duyuldu. Kraliçe gülümsedi: - Yolunuz açık olsun. Doğanur pencereden dışarıya baktığında güneş atının onu dışarıda beklediğini gördü. Gülümsedi. Günesay’la Doğanur el ele kapıdan çıktılar, güneş atına binip köyün yolunu tuttular. Yolda domates yemişi yediler, akan dereden kana kana su içtiler. Gün Dağı’nın deresinin kırık ağaçların arasından yol yapıp köye kadar indiğini görünce çok mutlu oldular. * Köye vardıklarında herkes onları sevinç içinde karşıladı. Köyün gençleri ölmemiş, üstelik hepsi de sağsalim köylerine dönmüşlerdi. * Gün Dağı’ndan gelen nehir aşkın nehri, Doğanur nehrin ışığı oldu. O nehirden su içenler bir daha asla sahte aşkın susuzluğuna kanmadılar.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Dervişe Güneyyeli Kutlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |