Şahin bakışlı, ahu gözlü, şirin davranışlı ve tatlı sözlü idi. -Fuzuli, Leyla ve Mecnun |
|
||||||||||
|
* Şehrin kuytu sokaklarındaki iki kalabalık insan, yalnızlıkları şerefine geldikleri Kuytubaşı Lokantası’nda buluştular. Birbirlerinden habersiz yalnızlıklarını şarap tadında kutlarken, hayatın rengini aradılar bardağın içinde. Kadın, kör bir düğüm gibi uzattı elini şaraba; adam, şarabın kokusunu çekti sînesine. Kadın dudaklarını dokundurdu, adam bir yudum aldı. Derken içkilerini yudumladıkları bu anda bakıştılar. Bakıştılar ve bakışları paramparça olmuş gibi şaşırdılar. - Beni parçalayan bu gözler de neyin nesi? - Beni kavuran bu sûret de ne? Adam yemeğini bitiren biri gibi geçmişini dudağına götürüp son kez sildi. Ve masanın üzerine bırakıp yeni bir ilke doğru ilerledi. Kadın, geleceğini serdi önüne. Hayatının en güzel yemeğini tatmak üzere önündeki ordövrü kenara itti. Adam, bir insanın kaderine yaklaşması gibi yaklaştı. Yaklaştıkça elleri, ayakları, yüreği tiril tiril titredi, adımları sarsıldı, yürüyemez hale geldi ve yere çöktü. Sanki “Eğil önümde” diyordu. Gözleri öyle asil, öyle büyüktü. Kadın, sustu. Elinde çatalı, çatalında en büyük tadı... Kokusu vurdu burnuna. Kendinden geçti. Adamın boynu bükük, kadın bayılmış. Kaçamak bir bakışta buluştular dakikalar sonra. Adam masasından kalktı, kadının yüreği pır pır. Adam, adım atmaya başladı; kadın, korkak bir kuş: - Kaçsam mı Allahım, gitsem mi? Duramam karşısında. Eririm, tükenirim. Şehr-i sûretinde yok olurum. Adam yaklaştı, kadın ayağa kalktı. Karşı karşıya gelmişlerdi. Bakışıyorlardı. Ne müziğin sesi, ne figürlerin canlılığı, ne de rüzgâr kaçırabildi o anı. An’ı kıpırdatan bir tek yürek çarpıntısı oldu. Gözleri arasında bir köprü oluştu. Gözler dile geldi, bedenler dansa: - Kalktım, kendi gözlerimden onun gözlerine yol aldım. Sırat köprüsü gibi bir yoldu. Gözünü kırpsa ateşe düşecektim; kırpmasa gönlündeki yangına. Ayaklarımın yandığını, kalp atışlarımın hızlandığını hissediyordum. Yaklaştıkça içim başka türlü oluyordu. Çölün sonunda denize ulaşmam gibi; günlerce aç kaldıktan sonra önüme en çok sevdiğim yemeğin konması gibi bir şey. Ama daldığımda boğulacakmışım, yediğimde zehirlenecekmişim gibi ürperdi içerim. Terlemeye başladım. Bir an geri dönmeyi düşündüm, ama artık çok geçti; mıknatıs gibi kendine çekiyordu beni gözbebeği. Karanlığın ardındaki ışığın merakı korkularımı unufak etti. Madem ki sonunda mutlaka yanmak vardı; neden bu aşkın yanışı olmasındı? Gitar çalmaya yeni başlayan bir öğrencinin, yazın sıcağında teller arasında dolaşırken terli parmakları nasıl yanıyorsa, ayaklarım da aynı garip yanıştaydı. Yaklaştım... Yan’aştım... Perdeler; rüzgârın savurduğu, eflatun, beyaz, toz pembe perdeler. Ardında koskocaman bir ışık. Gözlerde bir gün batımı... Kirpikler keskin uçlarıyla yıktı köprüyü, perdeler düştü. Gün batımı geceye teslim oldu... Perdeler düştü, ve artık görüyorum ışığın ardındakileri... - Gece çökse de, gönlün ışığı pusulamız olur. Artık uzun bir yolculuktayım; uzun ince yollar önümde, damarlar, damarlarda dolaşan kan... Her yer kıpkırmızı; tenimin en ücra hücresi bile... Evet, yeni çalışmaya başlamamış bu beden... Geçmişi var belli; akan kandan, mikroplardan ve yaralardan. Eskisi var belli, atışından, sesinden, gürültüsünden. Bir şelalenin altında nasıl kuru kalıyorsa insan; ve izleyebiliyorsa yağmur gibi akan şelaleyi, ben de kalbinde öyleyim şimdi. Gümbürtüsü, şırıl şırıl akıp karışması nehire. Kaç sandal kapılıp düşmüştür kilometrelerce yüksekten bu şelalenin sonuna; kaç yürek parçalanmıştır; kaçı dallara tutunup kurtulmuştur acaba? İlerleyemiyorum. Mağaradan içeriye girmeme gerek yok. Görmem gerekeni görüyor ve hissediyorum zaten. Yine de beşervari bir merak işte... Kanıyorum kendime... -Eğer, şelaleyi ziyarete gelip biraz yıkanıp giderseniz yara almazsınız, demlenip gidersiniz zamanında. Ama şelalenin altında gizlenen mağaraya dalarsanız; ya sonunda hazineye ulaşırsınız, ya kaybolup ölürsünüz, ya da hiçbir şey anlamadan savaştan çıkmışa dönüp can havliyle kaçarsınız. – - Kanıyorum... Evet... Damlalar tıp tıp akıp ateş parçalarına dönüşüyor. Kalbinin içindeyim; mağaranın en derininde. Nasıl döneceğim geri, bilmiyorum ki! Varmak kadar dönmek de önemli! Kanıyorum; kanıyla yıkanıyorum, boğuluyorum, nefessiz kalıyorum. Nefessiz bırakıyor beni bu derinlik. Hissettiklerime inanmak istiyorum. Sımsıkı sarılasım geliyor kalbine; yasak bölge gardiyanları, tuttukları gibi ağzına giden damarlardan birine atıyorlar beni. Hissediyorum. Ciğerden gelen bir deprem gürültüsü var! Koşuyorum; uzakta bir ışık huzmesi. Geriden gelen bir mikrop sürüsü.... Volkan gibi patlıyorum ağzından. Dudaklarına dokunup geçiyorum. Bu kez cesaretimi toplayıp ben dansa kaldırıyorum onu. Evet, en vurucu danslardan biri; Tango. Sadece birbirimizin gözlerine baktık. Ne müziğin sesi, ne figürlerin canlılığı, ne de rüzgâr kaçırabildi bu anı. An’ı kıpırdatan bir tek yürek çarpıntısı oldu. Gözlerimiz arasında bir köprü oluştu. Kalktı, gözlerinden gözlerime yol aldı. Sırat köprüsü gibi bir yoldu. Gözümü kırpsam ateşe düşecekti; kırpmasam gönlümdeki yangına. Ayaklarının yandığını, kalp atışlarının hızlandığını fark ettim. Gözlerime yaklaştıkça içi başka türlü oluyordu. Terlemeye başladı. Bir an bile geri dönmeyi düşünmedi; gözbebeğim onu mıknatıs gibi kendine çekiyordu. Karanlığın ardındaki ışığın merakı tereddütleri unufak etti bir an. Madem ki sonunda mutlaka yanmak vardı; neden bu aşkın yanışı olmasındı? Notaları öğrenen bir öğrencinin yıllar sonra piyanonun üstünde parmaklarını dans ettirmesi gibi bedeni de aynı duyguya sarınmıştı. Üstündeki tüm tülleri parçaladı; ve üstümdeki.... Artık gözlerimiz çırılçıplaktı. Birbirine düşmeye hazır bir çift yürek, gözlerden akıp karıştı birbirine. Artık ne söz vardı ne müzik... Aşk orada duruyor, iç gıdıklayıcı dokunuşlarla bizi okşuyordu. Gittikçe sarhoş oluyorduk. Ellerimiz ve bedenlerimiz bu kadar yakınken, dudaklarımız nasıl bu kadar uzak kalabiliyordu birbirine? Gözlerimiz birbirine dokundu. Dokunmanın ürperişi bile kayıp gitti bir yıldız sönüşüyle. Sadece yangın vardı. Evet, dudaklar ve tenler uzak düştü; çünkü sevişen gözler vardı iç içe. Kalabalığın arasındaki kaç göz fark etti bu sevişmeyi; ya da kaç göz anladı oyunun içindeki gerçeği? Ve biz ne kadarını kabul ettik bu sevişmenin? Dokundum, dokundu; sardı, sardım; yandık; küllerimiz birleşti; uçup gittik. Küller birleşince, bir kadın ve bir erkek doğdu yeniden. Gözlerinde aşk; gözlerinde yüzyılların hasreti, birbirinden ayrı düşmenin eksikliği, kavuşmanın ve tam olmanın huzuru; mutluluğu... O kadar mutluydular ki. Bir tango bu kadar mı güzel olabilirdi? Anlamadılar, ama kurcalamadılar da. Sadece tadını çıkardılar ilk ve son tangonun. * Aşkın bir yarısında kadın; bir yarısında erkek. Erkek, ağzına aldığı gülü kadının ağzına verdi. Kadını kendine hızla çekip oynayabileceği en güzel tangoyu oynadı. Alkışlar arasında kendine çektiği kadını yeniden uzaklara savurdu. Kadın, şuh bir bakışla baktı adama; adam aşk dolu gözlerle ona. Kadın, sırtını dönüp sahneden indi, adam dans etmeye devam etti, başka tenlerde, bambaşka figürlerle...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Dervişe Güneyyeli Kutlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |