Bazen evrende yalnız olduğumuzu düşünürüm, bazen de olmadığmızı. Her iki durumda da bu düşünce beni afallatır. -Arthur C. Clarke |
|
||||||||||
|
Bilgi çağı adıyla anılan zaman insanın da kelimenin gerçek anlamıyla “kavram”laştığı bir zaman. Artık hemen hepimiz bir sanal kimlikle temsil edildiğimiz anlarda “yaşıyoruz”. Online oyunlar bir zamanlar bunun için tutulan bir örnekti ama şimdi Second Life türü, kapsamlı bir yaşam alanı daha tutulan bir örnek. Tabii orda da reklam her kapıyı açan anahtar. Reklam mantığı da, bir süre sonra çevrenizde rumuzla temsil edilen tüm insanları, bir reklam aracı olarak görmenizi; birincisi onlara reklam göstererek onları bu reklamları izlemeye razı ettiğiniz ölçüde size para kazandırması, ikincisiyse kendinizi bir reklam nesnesi olarak pazarlamanız. Yani, “Ben bu reklamları izleyeceğim ve hayatımı bu reklamlardaki ürünlerden alarak yönlendireceğim,” diyerek oluşan bu tüm pazar ilişkisi, daha felsefi söylersek meta ilişkisinde bir meta alıcısı/meta taşıyıcısı/meta satıcısı ve en sonunda giderek bir meta olarak sürdürmeyi kabullenmiş oluyoruz. Dikkat edelim isteyerek ya da istemeyerek bu ilişki sürecine dahil oluyoruz. Bugün gezinirken, bir şeyin ayırımına vardım. Şehirde yürürken dikkat etmeden bile bakınca aynı reklam kültürünü çevremizde de görebiliriz. Her yerde reklam spotları, afişler, billboardlar, beynimize tüm reklam sözcüklerini, görüntülerini (image) taşıyor. Bir süre sonra yürürken bile bir reklam nesnesi olabiliyoruz. Bu sefer bizi pazarlayan, daha doğrusu bu reklam veren şirketlerden aldığı parayla onlara reklam yapma izni veren, hatta bunu özel bir şirkete de devreden belediyeler/yerel kamu yönetimleri oluyor. Yani yerel ve genel yönetim kendi vatandaşlarını “pazarlıyor”. Eh şimdi onlara soransız hiç de öyle değildir, “modern dünyanın nimetleridir”. Ben şimdi bunun çözüm yollarına falan eğilmeyeceğim. Sadece bunu kendi Pazar ekonomisi ve kapitalist mantıkla bile ne kadar çelişik olduğunu göstermek istiyorum. Teorim şu, belediye ya da o reklamları gösteren, buna izin veren her kim varsa o reklamlara bakan, bakmasa da ordan geçen tüm vatandaşlara bu reklamları gördükleri için para vermek zorundalar. Eğer ki birisi bu izinsiz reklam süreci hakkında mağduriyetini bildiren bir kamu davası açsa bunun ciddiye alınacağını, alınması gerektiğini düşünüyorum. Yani gidin para isteyin,” beni pazarlamanıza izin vermiyorum” deyin. Ama bu süreci yok etmiyor tabi. Yani pazarlama ilişkisini… Kamu, vatandaşlarını, şirketler, ürünlerini pazarlıyor. Bahsi gecen ve talep edilmesinin kapitalist mantıkla örtüştüğünü düşündüğüm izinsiz reklama maruz kalma mağduriyeti ise pazarlanana bir ürünün de (yani bizim) payını piyasadan istemesinden başka bir anlam taşımıyor. Beni pazarlıyorsunuz bari bana da para verin diyorsunuz. Neyse, bu pazarlama sürecinin içine tükürmek istiyorum izninizle.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2025 | © Mikail Boz, 2025
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |