Matematiğe, yalnızca yaratıcı bir sanat olduğu sürece ilgi duyarım. -Godfrey Hardy |
|
||||||||||
|
GÜVERTE SOHBETLERİ Ambarında aylarca yetecek erzak depo edilmiş olan gemi, kaptan Huan'ın emriyle hemen demir almış, sekteye uğrayan yolculuk daha görkemli bir gemiyle yeniden başlamıştı. Kaptan köprüsünün yanı başında, maun motiflerle işlenmiş güvertesi olan gemi, kim bilir hangi zenginden gasp edilmiş olmalıydı. Güvertede zemine sabitleştirilmiş, yuvarlak ceviz masa ve onu çevreleyen yumuşak oturaklı bütün bir kanepe vardı. Tamamen sedir kaplama duvarlarda gömme dolaplar ve çekmeceler bulunuyordu. Ayrıca, alt katta birçok döşeli kamara bulunup, bunlardan herkese bir tane düşmekteydi. Huan, el’an kaptan köprüsünde gemiyi sevk ve idare ile meşgulken, Akkartal, Mirza ve Tao-Li güvertede aşçı yamağı Taro'nun yaptığı çay servisini tadarak, sohbet ediyorlardı. Bir ara dolap ve çekmeceleri merak eden yamak Taro, ortaya bin bir türlü çerez ile bir kaç kutu keyif otu çıkarıyordu. Bunu gören Lama: -Vay anasını be, bu herifler damak tadını olduğu gibi, meğer keyfilerini de biliyorlarmış! Demekten kendini alamıyordu. Sonra sözlerine devamla; -Hayatımda böylesine tantanalı bir yolculuk yaptığımı hiç hatırlamıyorum. Bu Huan'ın da çok hoşuna gidecektir. Demiş ve kutuları işaret ederken keyifle gülmüştü. Dümeni deneyimli bir tayfaya bırakan Huan, sanki bunları duymuş gibi, güverte kapısında belirmişti. Onu gören içerdekiler gülerek, hep bir ağızdan: - İyi adam lafının üstüne gelirmiş! Kaptan gülerek kanepeye otururken: - Ya, demek benden bahis ediliyordu, bu ne şeref? Tao-Li neşeyle: -Şu kutulardakine bir göz at, senden niye bahsetmiş olduğumuzu hemen anlarsın. Denileni yapan kaptan, inanamaz bir yüzle; -Şans dediğin ancak bu kadar olurdu yani. Doğrusu, şu hınzır Kato ehlî-i keyif adammış. İyi ki kendisini Forsa başı yapmışız, ha! ha! ha! Tao-Li: - İyi, güzel de, bakalım bunu yakıp tüttürmek için bir alet de var mıdır buralarda? Otları bulan yamak, az sonra başka bir çekmeceden uzun saplı bir tür pipo çıkarıp, ortaya koyuyordu. Kaptan bunu görünce hepten keyiflenerek: - İşte tamam aradığımız şey. beyler, canı çeken buyurabilir artık! Bunu derken herkesin yüzüne bakmıştı. Bu davete ilk icabet Tao-Li'den gelerek: - Ben, tabii ki! Onun hemen yanında oturmakta olduğundan, bir açıklama yapmak gereği duyan Mirza: - Ben şahsen bu dâhil, dinimizce men edilen keyif verici şeyleri kullanmam. Derken Akkartal'a dönmüştü. O ise, kendisini izlemekte olan kaptan ve Lamaya bakarak: -Biz bunu belli an ve amaçlar için, ama belli ölçüde olmak kaydıyla, kullanmakta bir mahzur görmeyiz. Siz başlayın, belki sonra biz de iştiyak duyarız. Derken, kendisini bilhassa izlemekte olan kaptan ve Lama’ya bakıyordu. Kaptan: - Bu çok iyi. Şahsen şu anımızın kutlanmaya ziyadesiyle değeceği kanısındayım. Fakat Mirza Beğ, lütfen bağışla ama, bir dinin insana keyif ve hoşnutluk veren bu tür şeyleri yasaklama gayesi nedir, diye sormadan edemiyorum. Mirza: - Asıl gaye, insan sağlığıyla alakalı olsa gerek. Ama bunu her halde en iyi bilen insanı ve âlemi yaratan yüce Allah'tır. Bizim din kitabımız, Kuran’a-ı Kerim’de bu ot değilse de, şarap türü içecekler yasak sayılıp, bizler de buna neden, niçin diye, tartışmadan uyarız. Kaptan buna hayretle: - Buna sebep nedir, diye sorup, hiç düşünmeden, salt bir kitapta öyle yazıyor olması sizin için yeterli mi geliyor yani? Hayret! Mirza kısaca: - Evet. Bu sözleri herkes ilgiyle dinlemiş, ama önce Tao-Li görüş belirterek: - Doğrusu Mirza Beğ, lütfen kusura bakma, lakin bana kalırsa, tarafsız bir şahsın bakışıyla, siz Müslimler, eğer gerçekten dediğiniz gibi yapıyorsanız, aşırı düzeyde teslimiyetçi ve gözü bağlı inanmaktasınız bu kitapta yazılanlara. Oysa bence makul düstur; bir şeyin ifrat veya tefritinin zararlı olduğudur. Konuşmasını kesen Tao-Li, Mirza'nın tepkisini beklemişti. Fakat onun cevap vermeğe yeltenmediğini görünce devamla: -Sonra, bu kesin güveni neye dayanarak duyup, nasıl böyle kabulleniyorsunuz, bunu normal bir insanın akıl ve mantığıyla bağdaştırmak mümkün mü? Din kitabınızı gerçi hiç görüp, okumuş değilim, ama sanırım bu kitabın orijinal nüshası doğrudan gökten inmiş olup, lisanı bütün insanlarca, kendiliğinden anlaşılan ve daha önce yeryüzünde bulunan hiç bir dile benzemeyen bir yapı ve içerikte olsa gerek. Öyle mi sahi o da? Mirza gülümseyerek: - Hayır, o kitabın ihtiva ettiği kelamı Allah, Resulünün gönlüne hususi bir ilhamla intikal ettirmiş olup, lafzı onun ağzından dökülerek meydana çıkmıştır. Bu daha sonra hem hafızlarca aynen ezberlenmiş, hem de Arap lisan ve yazısıyla çoğaltılarak, deri sayfalı kitaplara geçirilip, son halini almıştır. Kaptan: - Tao-Li dostumuzun tarif ettiği gibi değil bu ama? Mirza: - Evet, öyle değildir. Tao-Li: -Fakat Mirza Beğ, az önce dediğiniz türde bir tavır ve düstur içinde olarak, içeriğine uyulacak olan bir kitabın nasıl ve nereden gelmesi gerektiğini açıkladık, oysa sizinki de yapı ve ortaya çıkış tarzıyla diğer kitaplardan farklı değilmiş. Hal böyle iken, hangi farklı sebepten ötürü ona böyle uyar ve iman edebilirsiniz? Hem ne malum menşein doğru, içinde geçenlerin hak ve hakikate uygun olduğu? En önemlisi de, bu soruları sormak dahi sizce abes sayılacağına göre, sorusuz da cevap olmayacağı malum, sizler nasıl olur da kişi olarak daha "Bizler akıl ve irade sahibiyiz" diyebilirsiniz, anlayamıyorum. Çünkü insan, bir ifade veya iddiayı önce sorgulayıp, akıl, mantık ve tabii duyularıyla, denenmiş malumatlarla kıyaslar, ancak ondan sonra vaki olduğuna inanır. Biz bunu böyle biliriz. Akıl sahibi birey olarak inanmağın hakiki düsturu bu değil midir? Mirza: - Fakat dostum, sizin tanımladığınız tür ve şekilde başka bir kitap gelmediğine ve asla da gelemeyeceğine göre, bu kitabı gerçek Allah kelamı olarak kabul edişimizi, inanmasanız dahi, anlamanız gerekmez mi? Diğer ilk mesele hakkında ise, yani içki içmenin haram sayılması hususu. Şarap denen içki İslam'ın Mekke devri esnasında da serbest imiş, ancak daha sonra, Medine devrinde bunun zararları kanıtlanınca yasaklanmıştır. Kime ve neye istinaden bu güven, sorunuza cevaben ise; bu kitabın insan diliyle ifadeleştirilmesinde vasıta olan kişinin, daha o Resul olmadan önce bile " El’emin " sıfatına layık görüldüğü için, diyeceğim. Tao-Li: - Sayın dostum, siz şayet, "Ben şahsen, hiç bir sebebe dayanmasa bile, bunları kullanmam" deseniz daha muteber gelirdi bana. Ama tutup bunu yüce Yaratan'a bağlayarak, "Çünkü O böyle istiyor" derseniz, o zaman ben de haklı olarak, buna, ne malum, derim. Çünkü bizim lisanımız da kuşkusuz ki, her lisan gibi, yüce Yaratan'ın bir başka veçhesi olup, yüce Yaratan bunda başka türlü ifade ediyor kendisini ve bizim kitabımızla sizinki çelişiyor, der ve tabii ki kendi kitabımızda yazılanlara göre amel ederim. Mirza: - Kuran’da, o dediğiniz manada bir ayet vardır ve bunda denir ki; " Sizin kitabınız size, bizim kitabımız bize ". Mirzanın bu sözleri karşısında artık ona bir şey demeyen Tao-Li, Akkartal'a dönerek: - Sayın Akkartal, bu konuşulanlara dair siz ne dersiniz? Akkartal: - Sizi dinledik ve Mirza yoldaşımızı; "Bu konuyu artık tartışmayalım" diye anlıyorum. Herkesin görüşüne, şahsi inanç ve kanaatlerine saygı göstermek bence nezaket ve uygarlık icabıdır. O nedenle, bunu tenkit etmek yerine, dilerseniz bu konuların bizim töresel inancımızdaki yerlerine değineyim. Ne dersiniz? - Tabii, lütfen! Akkartal bu genel arzuya icabetten: - Mirza dostumuz ile daha önce de konuşmuştuk. Sizlerle bu ilk olacak. Sözlerimin başında şunu belirtmek isterim ki; benim inanmak konusundaki düsturum, Tao- Li yoldaşımızın ifade ettikleriyle hayli benzeşmektedir. Dedikten sonra bir fincanda, taze servis edilmiş ıtırlı, leziz çaydan bir yudum daha alan Akkartal, geri yaslanarak sözlerine şöyle devam eder: - Biz, her şeyden önce, yüce yaratıcı Gök tanrı’yı içimizde ve dışımızda, var biliriz. Sizler, yüce Yaratıcıyı nasıl tanımlarsınız bilmem, lakin biz onu şöyle tanır ve kabul ederiz: O tek başına tam, biz tek iken yarım olup, ancak çift isek bir ve tam oluruz. En yüce Yaratıcı olarak o, öncesiz ve sonrasız, biz geçmişi ve geleceği olanız. O mutlak ve görecesiz var olan, biz ona göre var olanız. Onun öncesi bize meçhul, bizim öncemiz ise şöyle bilinir; Tanrı beldesinde, neredeyse bir hiç "kokusuz, renksiz, şekil ve ağırlıksız" iken; O'nun dilemesi ve yaratma sanatıyla bir top ışık olup, yeryüzüne inmiş, yerin tabiatla birleşerek değişip, endam-ı vücut sahibi birer yeryüzü kişisi olmuşuz. O'nu bilir, başkasını bilmeyiz biz. Sözlerine böylece ara veren Akkartal, dinleyenlerin görüş belirtmelerine mahal vermek için, bekleyen çayını yudumluyordu. İlk olarak Tao-Li : - Sayın Akkartal, sanırım bunlar, törenize has temel ilkeler ve nezdiniz deki yorumlarıydı? Akkartal: - Aynen öyledir dostum. Tao-Li sözlerine devamla; - Bizleri dahi kuşatan bu geniş boyutlu ifadelere hakikaten hayran kaldık. Bir insan, bir millet, İlahı karşısında kendisini ancak böyle tanır ve tanıtabilirdi. Bizler dahi kendimizi aynı ilâhî kaynaktan ve ona bağlı olarak kabul eder, onu ifade tarzımız az çok farklı olsa da, neticede aynı sonuca varırız. Diyordu. Umum hesabına konuştuğu halde, ona itiraz eden olmayışı, bu görüşün herkesçe paylaşıldığına işaret ediyordu. Nitekim söz alan Mirza: - Sayın Akkartal, bu ifadeler gerçekten güzel ve makul, ancak, sizin törenizde toplumsal bir nizam ve düzene dair izahat ve kaideler bulunmaz mı? Akkartal: - Var kuşkusuz. Lakin, bilhassa sormak istediğiniz bir konu varsa, bunu açıkça sorabilirsiniz. Mirza: - Evet, haram, helal, farz, vacip ve mekruh diye sayılan birçok davranış ölçütü var bizde, sizde yok mudur? Akkartal sayılan bu liste karşısında mütebessim: - Aziz dostum, biz kısaca kötü, çirkin ve zararlı olan şeylere dikkat eder, bunları yapmamağa özen gösterirken, iyi ve güzele dair ne varsa, bunları yaşamak, yaşatmak yanlısıyız. Bizde, hayatın yaşanmasında akıl sahibi her birey için genel düstur; insanın kendi kendisine ve başkalarına zarar veren bütün tutum ve davranışları ret edilir. Ayrıca ilke olarak; sana yapılmasını istemediğin bir şeyi, sen de başkalarına yapma, düsturu geçerlidir. Burada duraksayan Akkartal, demin başlayan konuya değinmek için de: İnsanı ser-hoş edip, keyif veren şeylere gelince; bunlar şahsi özgürlükler dâhilinde sayılıp, serbest olmalarına karşın, aklî dengeyi zaafa uğratacak denli aşırı kullanımları "Kötüye kullanmak" diye niteler, bunu yapanlara hoş bakmaz, hatta ret ederiz. Onlar bu minval üzere konuşurken, akşam karanlığı basıyordu. İçeri gelen dümenci, kaptanın daima uğradığı ada şehri Kanhantu'ya yaklaşıldığı haberini veriyordu. Denizler Ülkesi'ne sefer yapan gemilerin önemli bir uğrak yeri olan Kanhantu, geniş bir limana sahipti. Bunun üzerine kaptan yanındakilere: - Dostlarım, nihayet Kanhantu'ya varmak üzereyiz. Burayı yakından görmenizi salık veririm. Hem, eski forsaları indirir, salıveririz, ne dersiniz? - Gemici meyhanelerinin çok olduğu bu limanda genellikle hır gür olur. Ben istirahatı yeğliyorum. Diyen Tao-Li olmuş, ekseriyet olumlu yanıt verip, Akkartal ve diğerleri karaya çıkacaklardı. Tayfalar her zaman olduğu gibi, meyhanelere uğramak istiyorlardı. Burası hakikaten ilginç bir yerdi. Doğal yapısı, kuş bakışı ve sürrealist yorumla; sırt üstü yatan devasa bir insanı andıran Kanhantu'ya giriyorlardı. Ada adeta, bacaklarından biri ileri uzanmış, diğer diz bir tepe yaratacak şekilde yukarı kıvrık, ayağın olduğu yer kayalık ve kollar yanlara açık yatan devasa bir adamı andırıyordu. Liman, temsili bacakların arasında yer alıyordu. Sol dizin oluşturduğu tepenin üstünde deniz feneri vardı. Ahşap evler bu tepenin hemen yanları dibinde ve onların önünde, iskeleyi kasabaya bağlayan kumlu bir yol ile genişçe meydanlık bulunuyordu. İleri uzatılmış sağ bacağın ayakucunda ise başka bir fener kuruluydu. Sağ bacağı oluşturan kısmın iki yan boyunca uzanan kumsalı vardı. Bunun az gerisine, gemicilere hizmet veren bir sürü bina ve dükkânlar sıralanmıştı. KANHANTU CİNAYETİ Kanhantu bir Daimyo tarafından yönetiliyordu. Daimyolar Denizler Ülkesi krallığına bağlı Dere beylikler olarak, köklü hanedanlardı ve bunlar ülkeyi fiilen yöneten Şogun'a bağlıydılar. Şogun bu Dere beyiler tarafından seçilen ve krala bağlı olarak çalışan en yüksek dereceli amir idi. Limana, yeni batmakta olan güneşin hemen ardından giren gemi, sahilden görenlerin telaşlanmalarına sebep olmuş gibiydi. Nitekim az sonra rıhtımı silahlı samurailer doldurmuştu. Daimyo'nun maaşlı askerleri olan samurailer, iki tekneyle gemiye doğru hareket etmeğe hazır, bekliyorlardı. Bu arada güvertede bulunanlar da dışarı çıkmış, limanda ki bu olağan dışı hareketliliği hayretle izliyorlardı. Tao-Li gülerek: - Bu da nesi kaptan? Seninkiler bizi şenlikle karşılamak niyetindeler gibi görünüyorlar. Kaptan şaşırarak: - Doğrusu, bunların halini hiç beğenmedim. Başımız samurailerle derde girmese bari. Derken, kamarasına geçmek üzere olan Tao-Li'ye bakıyordu. Onun bu duruma bir yorum getirmesini umar gibiydi. Tao-Li kahkahayla gülerek: - Bunda anlaşılmayacak ne var, baksana şu orta direkte dalgalanan bayrağa dostum! Bu durumda bizi, burayı basmaya gelen korsanlar sanmalarında şaşılacak ne var? Bunun üzerine Kaptan gülerek: - Evet haklısın, onu indirmeyi nedense hiç akıl eden olmamış. Ama telaşa gerek yok artık, bunların çoğu bizi tanır, sanırım birazdan durumu izah ederiz. Derken, az sonra gemiden iki filika denize indirilip, korsan bayrağı direğe tırmanan bir tayfa tarafından sökülerek, aşağı atılıyordu. Filikalar, rıhtımı doldurmuş olan samurailere doğru hızla yol alırken, bütün bunları kenardan izleyen siviller merakla bekleşiyordu. Nitekim yapılan görüşme sonucu durum açıklanmış gibiydi. Her şeye rağmen, kendini Daimyo karşısında sağlama almak isteyen samurai reisi gemiye gitmiş ve gerçeği görmek istemişti. Zira bu ona inanılmaz geliyordu, Kato ve adamlarının küreğe bağlı olduklarını görerek, ikna olmuş, bu haberi Daimyo'ya bizzat iletecekti. Çok geçmeden olayı duyan kasaba halkı limana akın etmiş; denizcilerin korkulu rüyası korsanları yakalamakla kalmayıp, küreğe bağlayan kahramanları yakından görmek istiyor, bunun için sabırsızlanıyordu. Derken Daimyo, kaptan ve arkadaşlarını konağına davet ediyor, onları, bu kendi için ayrı bir önemi haiz olaydan ötürü, kutlamak istiyordu. Dışbükey, alçak bir masada oturmakta olan Daimyo, kalın kaşlı yuvarlak çehreli, seyrek dişli bir adamdı. Akkartal ve arkadaşları onun masasına soldan komşu başka bir masada yer almışlardı. Önce kaptan bu olayla ilgili sorulanları cevaplamış, sonra Daimyo: - Haşmetli Kralımız Tamuro bunu duyunca çok memnun olacaktır. Şogun Hideyoşi ve adamları, bunu kendileri yapamadıkları için, daha ziyade kıskanacaktır. Böylece şehrimiz bütün ülkede tanınacaktır. Bu nedenle sizlere ayrıca teşekkür etmek istiyorum. Diyordu. Sonra geyşaların hizmetinde, muhabbet ve eğlence faslına geçiliyordu. Geyşalar, hem yerel çalgılarıyla müzik yapıyor, hem de en zarif ve kıvrak danslarını bu olağanüstü konuklar için sunuyorlardı. Bu masalsı uzak doğu eğlentisinin tam ortasında bulunulurken, verilen bir haberle kaptan dışarı çıkıyordu. Haberi getiren tayfalardan biriydi. Dediğine göre; Takimo bir cinayete kurban gitmişti. Kaptan dönüp, bu haberi içeridekilere aktardığında, Daimyo failin bulunup, derhal yakalanması emrini vermiş, hafiye samurailer harekete geçmişti. Bu olay karşısında Akkartal herkesten farklı mülahazalar yaparak, daha öncesinde olanlarla bağlantı kurup, kendine şöyle soruyordu; "Öldürülen neden bir başkası değil de Takimo ve buna sebep nedir?" Bu arada kaptan tekrar dışarı çıkmış, olayı diğer tayfalardan sormak istiyordu. Akkartal için ayrıca dikkate değer bir husus da, Tamuro ismini Kral sıfatıyla birlikte ilk defa duymuş olmasıydı. Buna hayret etmiş, ama belli etmemişti. Tanıdığı Tamuro ile bu şahsın aynı kişi olup olmadığı henüz meçhul ve merak konusuydu. Bunun için Daimyo'ya, mümkünse, Kral Tamuro'nun bir tanımını rica etmişti. Bunu memnuniyetle yapan Daimyo, açıkça övünürken, ilk önce onun üstün bir kılıç ustası olduğundan dem vuruyordu. Akkartal bu anlatılanları belli belirsiz bir tebessümle izliyor ve merakı giderek artıyordu. Bundan başka bir soru da Yeşil Ejder Adası hakkında sormuş ve aldığı cevap onu büsbütün meraka sevk etmişti. Ancak Daimyo, Tamuro ile ilgili kötü bir durumdan kesinlikle söz etmiyordu. Aksine, kralın büyük adanın Kuzey-batınsında yer alan Başkent Edo'da bulunan sarayında olup, ailesiyle birlikte mutlu bir hayat sürdüğünden bahsediyordu. Bu arada, işin içinde kötü emeller peşinde olan bir büyücüden söz edildiğini de ilk kez duyuyordu. Böylece kafasındaki düşünceler yavaş yavaş daha makul bir şekil ve gerekçeye bağlanmağa başlayıp, bu konuda Kato'ya da bazı şeyler sormak istiyordu. Acaba onun bu Zungo denen adamla bir alakası var mıydı? Suikast sonucu ölen Takimo’ya aynı soruyu sormak ne yazık ki, artık mümkün değildi. Daimyo'nun anlayış göstermesiyle hemen konaktan ayrılan Akkartal, gemiye dönüp, Kato'yu çağırtarak, onunla görüşmüştü. Fakat ondan öğrendikleri Daimyo'nun dediklerinden farklı şeyler olmayıp, büyücüyle de hiç işi olmadığını söylüyordu. Farklı olan sadece Zungo'nun adası ve burada bulunan kalesine dair yüzeysel bilgilerdi. Bu sırada yanında bulunan kaptanın sorması üzerine, görmüş olduğu o tuhaf düşü ve yolculuğunun asıl gayesini özetle anlatmış, sonra da: - İşte böyle Kaptan, buralara kadar gelişim, sanırım şimdi daha iyi anlaşılmıştır. - Hımm, çok iyi anlıyorum. Bunu ben de çok merak etmeğe başladım. Keşke daha önce bahsetmiş olsaydın. Belki o ölmeden önce, bu konuda Takimo'dan daha fazla şey öğrenebilirdik. Şimdi Takimo'yu kimin ve niçin öldürdüğünü bulmalıyız. Belki o, her kim ise, bulunursa, bize daha açıklayıcı şeyler söyler. Bu arada ayrıca umalım ki, samurailer faili bulup, biz sorgulayamadan önce idam etmeseler onu. - Haklısın, onun için hemen harekete geçmeli. Fakat daha önce Takimo'yu gören varsa, bulup, onları sorgulamak gerek. - Evet var, onu meyhanede bir kadın ve bir adamla konuşurken gördüğünü söyleyen Yokuta'yı hemen çağırtayım. Derken, kaptan dışarı çıkıyordu. Yokuta tayfalardan biri olup, az sonra gelerek, sorulanları yanıtlamıştı. Dediğine göre; son olarak Takimo, kırmızı giysili, genç ve güzel bir kadın ve zayıf, uzun boylu, siyah pelerinli bir adamla barda konuşmuş. Sonra onlarla dışarı çıkmış. Biraz sonra tekrar içeri geldiğinde ise suratı asık ve asabilikle, ardı ardına saki (o yöre has alkollü içki) içip, gene dışarı çıkmış. Bir süre sonra ise onu, sırtından bıçaklanmış olarak, bir kayıkta yatar bulmuşlar. Bunları dinleyen kaptan ve Akkartal tekrar rıhtıma çıkıp, gelip geçenlerden eşkâlleri tanımlanan tipte kadın ve adamı sormuşlardı. Fakat bilen, tanıyan kimse yoktu. Daha sonra Mirza ve Lama gelmiş, aramayı dört ayrı koldan sürdürmeğe karar verip, sonra gene aynı noktada buluşmak üzere ayrılmışlardı. Başına gümüşi pamuktan bir atkı dolayıp, gök kubbeyi güneşten teslim almışlığın azametini yaşayan hâleli dolunay, etrafı kesif şuaya gark ederken, yerdeki her nesneyi gölge atar duruma getiriyordu. Bu sırada Akkartal, sağ tarafına kayalık tepeyi almış, onun eteğinden gerilere doğru gidiyordu. Bu yol onu, tepenin arkaya düşen yamacında bir kulübenin gölgede kalan önünde, duvar dibine bağdaş kurmuş, kopuza benzer, üç telli çalgısıyla içli ezgiler çalan yaşlı bir adamın yanına getiriyordu. Bir lahza durup, onu izlemiş, ihtiyar adamın bu ay ışığı konserine bir an ara vermesinden yararlanarak; - Ozan baba, çok içli çalıyorsun. Yoksa sen de buralarda gurbette misin? Derken, yaşlı ozan Akkartal'ın sesinde ki içtenliği tutarak, yumuşak ses tonuyla ona cevaben: - Öyle sayılır evladım, kimim kimsem yok buralarda, kendi halinde gezen bir seyyahım ben. - Ozan baba, acep sana bir şey sorsam cevaplar mıydın? Hem buna karşılık olarak sana bir de gümüş öderdim. - Onun sözü mü olur, soracağın her neyse bir sor, insaniyet namına, cevap verelim biliyorsak, ey evladım. Akkartal söz konusu sanıklara dair eşkâli verir vermez, irkilen yaşlı ozan: - Onları arıyorsun demek. Evet gördüm, şimdi sana, uzak dur onlardan, desem, dinleyeceğe pek benzemiyorsun! Derken, bunu söylemekte tereddüt ediyordu. Fakat Akkartal ısrarlıydı; - Demek onları tanıdın ozan baba, bana yerlerini söylersen daha çok memnun edersin! - Pekâlâ, sen bilirsin. Ama bana kalırsa bunlar tekin kişiler değil, dikkatli olmalısın. Her neyse, bu yol seni ileride bir koruluğa götürür, orayı geçince, denize uzanan falezlerin hemen üst gerisinde, üç katlı bir taş yapı görürsün. Ev mi, han mı belli değil, işte orada kalırlar. Diyordu. KRİŞNA Bunun üzerine Akkartal vaat ettiği gümüşü ihtiyar adama uzatıp, hemen tarif edilen yolu tutar. Biraz sonra anılan koruluktan geçen, nispeten karanlık yolda ilerledikçe, yaşları ve boyutları büyüyen çam ağaçları giderek seyrekleşiyordu. Etraf çok sessiz olup, çamlardan uçan iri kuşun kanat sesleri duyuluyordu. Yerler çok nemli, çizmeleri uzun otlara değdikçe ıslanırken, bu onun daha sessiz ilerlemesine yarıyordu. Derken, az sonra ağaçlar arasından, tarif edilen taş yapı görünmeye başlıyordu. Burada dikkatini, büyük çam ağaçlarının bina duvarlarına çok yakın olduğu çekiyordu. Gerekirse, bunlara tırmanarak oraya girilebileceğini düşünüyordu. Şansına, onun geldiği yöne açılan bir pencereden dışarı cılız bir ışık bile yansıyordu. Bu pencere binanın ikinci katında bulunmaktaydı. Bunun tam önünde iri ve kalın dallı bir sarıçam, çatıya kadar yükseliyordu. Nihayet gelip, yere değen koyu yapraklı dalların altında duruyordu. Binanın dış kapısı deniz tarafına yakın olan köşenin az berisinde ve el’an kapalı görünüyordu. Bir lahza durup, etrafı dinler ve sonra ağaç gövdesini inceleyip, tırmanışa geçer. Hızlı ve sessiz bir tırmanışla, az sonra, demin ışık yanmakta olan pencere hizasındaki dalın üzerine ulaşır. Fakat nedense ışık oradan kaybolmuş, lakin pencere hâlâ açıktır. Buradan içeri girmek işten bile değildir. Nitekim az sonra, uzunca bir adımla bunu denemek üzereyken, ışık tekrar belirince durur. Hemen karşıda açılan kapıdan içeri, elinde ışıkla biri girer. Az sonra bunun tarif edilen kadın olduğu anlaşılır. Bir ara durup, ellerine bulaşan çam sakızının, o kendine has rayihasını koklar. Bu arada odadaki kadın, elinde tuttuğu ışıkla önce bulunduğu yerde sağa sola bakınıp, sonra tekrar dışarı çıkar. Çok geçmeden bir üst pencereden yansıyan ışık, onun yukarı kata çıktığını gösterir. Hemen daha yukarı çıkaran dallara basıp, çamın doruğuna ulaşır. Başını ışık gelen yana çevirmeğe davranırken, tam o sırada şaşkın ve iri iri bakan bir çift göz ile yüz yüze gelir. Bu sevimli bir Baykuştur. Öylece kıpırtısız dururken, adeta "Sen de kimsin" dercesine onu izliyordu. Baykuş bu haliyle ona çok sevimli gelip, elini uzatarak, tersi ile yumuşak göğüs tüylerini okşar. Böyle bir karşılaşma ve temasa hiç alışık olmayan Baykuş bir anda yerinden silkinip, yumuşak tüylü büyük kanatlarını tam açmadan, önce kendini boşluğu bırakır ve dallar arasından sessizce sıyrılıp, ötedeki ağaçlara doğru yönelirken kanat çırpmağa başlar. Duvardaki, belli yerine konacağına, biteviye elde dolaştırılan ışık, kadının evde bir şeyler arandığını gösteriyordu. Nitekim o pencere de az sonra karanlıkta kalıp, bu kez başka bir bölüme geçiyordu. Akkartal, içeri açılan pencereden bir panter gibi çevik ve sessizce geçip, açık duran kapıdan tahta döşeme koridora atlar. Bu sırada ayak sesleri ve ışığın ona doğru gelmekte olduğunu fark edip, kapı ardına çekilir. Mahut kadın az sonra elinde çerağla oraya girer. Fakat sanki bir şeyler sezinlemiş gibi, bir an durur, sonra bir adım daha atıp, tekrar durur. O anda arkasından uzanan çelik ellerden biri çırağı tutan kolu kavrarken, diğeri ağzına kapanıp, sıkıca kendine çeker. Eli ve göğsü arasına sıkışan kadın bir an dehşetle irkilip, gerilerek çığlık atmak ister, lakin ağzından iniltiden başka ses çıkaramaz. Sonra onun başını kendine çevirip, fısıltıya yakın bir sesle: - Canının tatlıysa kıpırdama. Dediklerimi yaparsan sana kötülük yapmam. Der ve bu teminatını pekiştirmek için onun yüzünü kendine çevirip, korkuyla açılmış kara gözlerine bakarak onay bekler. Kadın, "tamam" anlamında göz kırpınca, elini ağzından çeker. Sonra caydırıcılığı pekiştirmek üzere kemerindeki kamayı eline alır; - Şimdi bana o uzun boylu, kara pelerinli herifin yerini göster, düş önüme, çabuk ol! - O, şimdi burada yok, ama birazdan gelir! Yirmi yaşını aşkın olan kadın heyecan ve korkudan olduğu yerde titrerken, üstündeki kırmızı ipek kimonoyu henüz değişmediği görülüyordu. Akkartal: - Sen söyle öyleyse, Takimo'yu neden öldürdünüz? - Bunda benim bir suçum yok, onu Şui öldürmüş. O sırada yanında değildim. - Şui dediğin kimdir? Tam bu sırada aşağı katlardan açılıp, sonra kapanan bir kapının sesi gelmişti. Kadın telaşlanarak: - İşte bu gelen o olmalı. Bir görüşmesi varmış, oradan dönüyor. Ben onun hizmetçisiyim. Takimo ve Şui aynı efendi hesabına çalışırlardı. Ama aralarında, neden bilmem, bir anlaşmazlık çıkmış. Gerisini ondan öğrenmeniz lazım. Ne olur bana kötülük yapmayın efendim, inanın ki benim hiç suçum yoktur! Bu sözlerden sonra susulup, binaya giren adamın ayak sesleri dinlenerek, yerinin keşfi sağlanacaktı. Kadının tahminine göre, Şui şu sırada alt katta bulunan özel odasına girmiş olmalıydı. Lakin orada ne yaptığını hiç bilmezmiş. Girmesi yasakmış çünkü. Kendi odası bu kattaymış. İkinci katın odalarında gelen misafirler ağırlanırmış. Şui'nun emrinde başka geyşa ve hizmetçiler de varmış. Derken, ışık söndürülüp kadın önde o arkada, taş merdivenlerden aşağıya, Şui'nun bulunması muhtemel sayılan özel mekâna doğru inmeye başlamışlardı. Az sonra taş kemerli bir kapının karanlık önünde durmuşlardı. Kadın kapıyı iterek açmış, birlikte içeri girmişlerdi. Burası buhurdanlıkla tütsülenmiş, lahuti kokan, alçak tavanlı, içerisi, bir kenarda yanmakta olan çırağın tam aydınlatamadığı loş bir mekândı. Şui ilerdeki altar'ın (mihrap ve sunak) önünde bir kürsüye yerleştirilmiş, boynunda sarılı yılanların, başından sarktığı, bir eli dizinde, bir eli yana açık oturan temsili bir kadın heykelinin karşısında diz kurmuş, huşu ile oturmakta ve belli ki kendince tapınmaktaydı. Açık duran kapıdan giren hava akımı onu, içeri izinsiz giren biri olduğuna dair uyarmış olmalıydı ki, bunu yadırgayarak başını çevirip, geriye bakmıştı. Bakmasıyla da irkilerek ayağa kalkması bir olmuştu. Ama geç kalmıştı. Çünkü içeri giren yabancı çoktan yanı başına gelmiş ve elindeki kama göğsünü hedef almıştı. Bunun üzerine boğuk bir sesle: - Sen kimsin, benden ne istiyorsun? Demişti. - Senden Takimo adlı kişiyi neden öldürdüğünü sormak isteyen biriyim. Söyle bakalım şimdi, onu neden öldürdün? - Yabancı, bunu öğrenmekteki maksadını açıklamadan, beni öldürsen dahi konuşmayacağımı bilmelisin! - Maksadım seni neden bu denli alakadar ediyor peki? - Daimyo'nun mu, yoksa Zungo'nun hesabına mı çalışıyorsun? Takimo'nun öcünü almak için gelmediğinden eminim. Çünkü onun burada, bunu yapacak hiç bir yakını yoktur. - Ben ne onun, ne ötekinin adına çalışırım, bilakis, tamamen kendi hesabıma buradayım ve Zungo denen adamı arıyorum. Ona benden ne istediğini soracağım, hepsi o kadar! - O zaman iş değişir. Ama bana önce kendini tanıtman gerek. - Adım Akkartal, Turan diyarından gelirim. - Sakın sen bir Krişna olmayasın? Yani, bir İlahın yeryüzündeki fiili temsilcisi. - Evet, Gök tanrı’nın ! Derken Akkartal çaktırmadan gülümsemişti. Çünkü bu tür bir rol ona hem çok yakın, hem de çok yabancıydı. Demek bu adamların kültür dünyasına has bir kavramdı bu. Nitekim ivedi konuya dikkat çekerek: - Tamam, şimdi sadede gelelim! -Adım Şui Magahara, karşılığını ödeyen herkesle çalışırım. Zungo'yu duymayan yok, bedelini fazlasıyla ödeyerek, bana iş verir, ben de bunu Takimo gibilere havale ederim. Son iş bir gemide sabotajla ilgiliydi. Ama o gelip, bundan caydığını söylüyordu. Oysa, bu işleri o önceleri de yapardı. Mamafih, bunu Zungo'nun duyması ölüm fermanımın çıkması demek olacağından, aramızda anlaşmazlık çıkıp, onu öldürmek zorunda kaldım. - Peki ama Kral Tamuro neden bir son vermiyor bu olanlara? - Sebep basit, çünkü Zungo'nun her yerde adamı var. Hatta Daimyo ve Şogun'un yanında bile. Bu diyarda, görünmeyen dünyayı Zungo, zahiri hayatı Tamuro idare eder. Lakin bu her an değişebilir. - Peki bu adam, yani Zungo, bunca kişiyi sadece para gücüyle mi etki altına alıyor, yoksa büyü, zorbalık ve başka silahlar da mı kullanır? - Akla gelen her metot ve silahı kullanır. - Peki, onu ve mekânı olan adayı tanır mısın, oraya gittin mi hiç? - Evet, bir kez, ama tekrar gitmek istemem. Akkartal yandaki heykele dikkat çekip: - Anlaşılan, tapınmakta kullandığın görsel öğe oluyor bu sanem? - Evet, şefkatli Şiva'dır o. - Gayesi sadece kötülük etmek olan bir albız (İblis) hesabına çalışmanı anlamıyorum. Senin hakkında bile tereddütsüz ölüm kararı verecek olan böyle bir zalime, nasıl olur alet, el-kol, hatta silah olursun? - Bulaşmışız buna bir kez. İstesek de kurtulamayız artık. - Peki, kurtulmak için savaşa ne dersin? - Nasıl? Ben mi? Bu soruları sorarken dili dolaşan adam, inanamayan gözlerle bakıyordu. Akkartal, temin ve teskin eden ses tonuyla: - Evet sen, ben ve daha başkaları. Birleşirsek bu belaya pekâlâ son verebiliriz. Hem zaten Krişnalar'ın görevi değil mi böyle şeyler? Şui'ya cesaret vermek isteyen Akkartal, adamın hala tereddüt içinde olduğunu görünce, onu iyice ikna etmek için: - Unutmaman gereken bir şey, Zungo'nun, bu başarısızlığından ötürü hakkında vereceği malum karardır! - Doğru, sanırım burada oturup, cellât beklemekten yeğdir savaşmak. Fakat biz ne yapabiliriz ona karşı ki? - Bir planımız olur elbet. Şimdi gidelim. Ne yapılacağını gemide belirleriz. - Tamam, gidelim. Şui kıyafet değişip, tanınmadan gemiye ulaşmışlardı. Hizmetçi Fukuda'nın orada kalması tehlikeli olacağından, onu yakınlarda oturan ailesinin yanına bırakmışlardı. Bu arada kaptan ve diğerleri gemiye dönmüşlerdi. Akkartal, yanında getirdiği adamı tanıştırınca hepsi şaşırmışlardı. Nitekim demir alıp, hareket edilmişti. Olanlar ve maksadını açıklayan Akkartal, onlardan tam onay almış, uygulanacak olan harekât planı yapılmıştı. ZUNGO'NUN HAZİNELERİ Gemi güney rotasında pupa yelken yol alırken, deniz gümüşi dalgalarla kıpırdanmaktaydı. Nihayet iki gün bir gece süren sakin yolculuktan sonra, sabah erken Yeşil Ejder adasının Kuzey açıklarına ulaşılıp, üzerinde yer alan dehşet kalesi açık seçik görünmeğe başlıyordu. Kuzeyden yaklaşan yelkenli, adayı batısından dolaşarak, güneye bakan mağara girişine yönelmişti. Kaptan, olası her durum için tayfaları örgütlemişti. Plana göre gemiden sadece Akkartal, Şui,Tao-Li, Mirza ve Kaptan ineceklerdi. Mağaranın hemen önünde demir atılmış, içeriye kayıklarla girilecekti. Giriş yeri büyük olmasına rağmen, bu ebatta bir gemi için gene de küçük kalıyordu. Suya indirilen iki kayık ve tayfaların küreklere asılması, yanan büyük çırağlar ile aydınlatılmış olan merdivenin başladığı kapalı limana iyice yaklaşılmıştı. Burada yan yana dizili duran beş çektiri vardı. O saatte hiç kimseyi beklemeyen nöbetçiler, yaklaşan ilk kayığı hemen fark etmeyip, aralarında konuş maktalardı. Kayıkta gelen Akkartal ve arkadaşları, taş ve ağaçla yapılmış basit iskelenin hemen ucunda kenara atlamışlardı. Kayıkta dört kürekçi tayfa kalmıştı. Diğer kayık geride mevzilenip, duruma göre davranmak için hazır bekleyecekti. Nitekim onları fark eden beş nöbetçi teyakkuza geçmiş, kargıya, kılıca davranarak, gelenlere karşı yürürken, içlerinden biri; - Hemen olduğunuz yerde kalın! Derken, kargılar doğrultulup, hep beraber ilerlemeğe başlamışlardı. Nihayet karşı karşıya gelinince, Şui kendinden emin bir eda ile: -Beni tanımadınız mı? Ben efendimiz Zungo'nun sadık adamlarından Şui! Bunlar da adamlarım. Çok mühim haberlerim var, başyaver Zebo ile hemen görüşmeliyiz! Bu tabii tutum ve makul gerekçe karşısında bir an ne yapacaklarını şaşıran nöbetçiler, Şui'yu ismen hatırlamalarına rağmen, içlerinden ikisinin refakat etmesi şartıyla, yukarı çıkmalarına izin veriyorlardı. Yüksek taş merdiveni tırmanmak başlı başına bir işti. Nihayet en altta yer alan kule sahanlığına yakın bir yere geldiklerinde Şui'nun işaret vermesiyle bir anda tepelenen nöbetçiler, silahları alınıp, birlikte getirilen iplerle sıkıca bağlanmışlardı. Şimdi onları gözden uzak ve sağlam bir yere kapatmak gerekiyordu. Lakin buna yol açmak için üst kattaki zindancıları da patırtısızca saf dışı etmeliydiler. Mirza bunları bekleyecek, ötekiler yukarı çıkıp, yolu açacaklardı. Az sonra zeminde bulunan kule sahanlığına ulaşılmıştı. Burada zindancılara ait özel bir bölüm vardı. Kapısında bekleyen iki nöbetçi, diğerlerinin uyumalarını temin ediyorlardı. Bunları ustaca avlayan Akkartal ve Lama, hepsini içerde yatanların yanına tıkmış, aldığı anahtarlarla Şui kapıyı üstlerine kilitlemişti. Buradaki mahzenlerin böyle sağlam kapılı olmaları işlerine çok yarıyordu. Nitekim aynı tarz orta kule muhafızlarına karşı da uygulanmış, nöbetçiler saf dışı edilerek, esasen yenilmez bir ordu gibi güçlü muhafızlar, kilitli kapılar ardına hapsedilmişlerdi. Şui, bu imkânsız gibi gördüğü şeylerin böyle kolay halledilmesi karşısında hayretler içinde kalıp, bazen bir düş görüyor sanıyordu. Sıra şimdi Zungo'nun saltanatgâhı son kuleye gelmişti. Burada bekleyen, cüssece azmani, zekâca cüzi nöbetçileri bertaraf etmek zor olmayıp, küçük bir düzenle onlar da bir biri ardından mahzeni boylamışlardı. Akabinde büyük kanatlı kapı açılmış, Akkartal ve Şui holün karşısında bulunan kapıdan, Lama ve Mirza sağa açılandan içeri dalmış, henüz yatağında bulunan yaver Zebo ve yardımcılarını da bulundukları yerlere hapsetmişlerdi. Mirza holde hazır beklerken, her ihtimale karşı Tao-Li en aşağıdaki kuleye, merdivenin sahanlık başına inmişti. Olurdu ya, belki iskele nöbetçileri ansızın yukarı çıkıp, ortalığın karışmasına yol açacak işlere kalkışabilirlerdi bilmeden. Akkartal ve Şui Zungo'ya ait tahtın bulunduğu salona girdiklerinde, burası boş, gizemli ve ürkünç bir atmosfere sahipti. Sanki, yüksek kürsünün önünde yanan iki şamdan, aydınlatmaktan başka bir işe daha yarıyor gibiydiler. Loş tavana doğru yükselen bronz kabartmanın gözlerinde ışıklar saçan bir çift yakut onu adeta canlandırıyor gibiydi. Zungo sanki tahtını koruması için yerine şeytanı cismen bırakmış gibiydi. Burayı ilk kez gören Şui, her şeye rağmen, kapıldığı dehşetengiz duyguların işgaline karşı mücadele vermekteydi. Yıllardır beyninde egemen olan Zungo dehşeti, onu böylesine tesir altına alıp, ürkek yapmıştı. Akkartal, kürsüye çıkaran basamakları tırmanırken, Şui yerinde durmuş, bir gözü arkasında bulunan açık kapıdaydı. Ne olur ne olmaz, bakışlarıyla adamın kanını dondurduğu söylenen Zungo'yla karşılaşabilirdi çünkü ansızın. Bundan çekinmek ne kelime, hayali dahi ödünü koparmaya yetecek gibiydi. Akkartal, Zungo'nun tahtını gözden geçiriyor, ona götüren bir işaret bulmayı ümit ediyordu burada. Tahtın arkasında kalan duvar yüzeyini inceliyor, öteye beriye eliyle temas ediyordu. Derken, ayakla basınca aşağı doğru hafifçe batan kare şeklinde bir mermer parçası, bağlı bulunduğu gizli mekanizmayı çözüp, önündeki duvara loş bir geçit açılıvermişti. Bu durumu, o sırada Şui'nun yanına gelmiş olan Mirza da görmüştü. Akkartal az sonra onlara "ben giriyorum" işareti verip, içeri girmeğe davranmıştı. Üç adımdan uzun olmayan bu dar geçit, önünü kesen bir koridorla sağa ve sola açılıyordu. Burası nispeten aydınlık olduğundan, koridorun her iki ucunda kapalı kapılar olduğu görülüyordu. Akkartal önce sağdakini deneyerek, kapıyı yavaşça aralayıp, yalın kılıç içeri dalmıştı. Lakin burada, sol duvara açılmış büyük kemerli ocakta yanan gür ateşten başka kimseye rastlamamıştı. Bunun üzerine çıkarak sola yönelmiş, bir tekmeyle sövesini yerinden uğratacaktı ki, kapının aralık olduğunu görmüştü. Kapıyı dahaca aralayan Akkartal içeri girmişti. Beş adım ilerisinde, sırtında yerlere kadar uzanan turuncu cübbesi, elinde güneş sembolü yakut küresi ve boynunda şeytan kabartmalı amuletiyle heyula gibi bir adam ayakta put gibi durmaktaydı. Bu ünlü Zungo'dan başkası değildi. Kıpırtısız duran Zungo, soğuk bakışlarını ona yöneltmiş, bütün gücü korkunç nazarlarında, olanca garabetiyle onu tesir altına almak istiyor olmalıydı. Fakat Akkartal, fütursuz dört seri adımla ona yaklaşıp, çektiği kılıç namlusu boynuna değerken, yavaşça sağ omzuna koymuştu. Seri bir hareketle öldürücü bir yara açabilirdi artık ona. Nitekim iki kaşı arasına bakarken, tok sesle gürleyerek: - Albız'ın (İblis) oğlu Zungo, sana selam yok! Beni tanıyabilecek misin bakalım!? Diye sorunca Zungo birden ürperip, yerinde sendeleyecek olmuştu. O ana kadar heykel gibi sessiz ve esrarlı duran Zungo, bu sesle irkilmiş, bozulan vakarıyla aciz bir ihtiyar olduğunu göstermişti. Nitekim cevap vermek için kekeleyerek sadece: - Se, sen yoksa o musun? Diyebilmişti. Akkartal buna soğukça gülerken, hayretini gizlemeden: - Yoksa beni tanıyor muydun sen gerçekten? - Evet, Turanlı savaşçı Akkartal değil misin? - Vay anasını, beni cidden tanıyordun demek. Derken, gördüğü o acayip düşü hatırlayarak: - Şimdi söyle bakalım, benden istediğin neydi? Zehirletmek, olmadı suda boğarak öldürtmek istedin! Hadi cevap ver!? Yoksa o sefil canını hemen kazırgana yollayacağım! Bu sözler üzerine nefesi kısılıp, kalbi daralan Zungo, titreyen sesiyle: - Seni esasen öldürtmek istemiyor, aksine, banim için çalışmanı istiyordum. Fakat bunu ret edeceğin, dahası işte böyle, bana engel olmak isteyeceğin ve bunun için peşime düştüğün anlaşılınca, o kararı vermek zorunda kalmıştım. Oysaki, benim yanımda yer almış olsan, seni abat eder, birlikte dünyanın bütün zenginliklerine sahip olurduk! Bu sözlere alayla gülen Akkartal: - Hangi kut ocağından geldiğimi bildiğin halde, saptırmaya kalkman ne ahmaklıktı, anlamışsındır. Ama pişmanlık için artık çok geç kaldın. - Ey asil savaşçı, canımı bağışlaman için benden istediğin şey nedir? Bana bir bedel söyle yeter! - Bunun bedeli olamaz, ama soracağım bütün sorulara doğru ve dürüst cevaplar alırsam, belki o zaman cezanı bir kez daha düşünürüm. Seçim hakkın yok zaten! Gözlerinin feri kaçıp, benzi cesede dönmüş olan Zungo, bu durumda cılız bir şans, bir ümit ışığı sezinlemiş olmalıydı ki, tekrar canlanarak: -Tamam. Buyur, bilmek istediğin neyse sor yiğit! - Bana sırlarını söyle, gücünü nereden alırsın, denildiği gibi şeytanla bir işin var mı? Ayrıca, gördüğüm o düşün aslı neydi? Nasıl olur böyle şeyler? Akkartal'ın bu tür naif soruları umudunu güçlendirerek; - Ha, evet. Ben Lucifer hazretlerine, yani acunu yaratan kudret sahibinin bir vasıta olarak kullandığı, iyilik kutbunun zıddı ve kötülük kutbunun padişahı, bütün meleklerin hocası ve en kudretlisi olan, nam-ı diğer, senin albız dediğin Şeytana tapınır, ona hizmet ederim. Diye, lafı bir tafrayla başlamıştı. Akkartal gene sofiyane bir tavırla; - Ya, demek öyle. Peki ama, onunla nasıl anlaşır, nasıl görüşürsünüz? Diye sorunca. Zungo işi zora koşarcasına; - Bilmem bu ne işine yarar, eğer örnek almayacaksan? - Onu bırak da sen sorulana cevap ver! - Her neyse, madem ısrar ediyorsun arz edeyim. Onun aslı ateştendir, yan tarafta hiç sönmeden yanan bir ateş var. Onun bir tecelli vasıtasıdır. Onu vesile ederek, adını zikreder, zuhur için yakarırsam gelir, konuşur benimle. - Hımm, peki ya o düş, konuşan yılan? - Yüce Lucifer'in işidir böyle şeyler. Evrende olan biten her şeyden haberi olur onun. Çünkü emrinde sayısız hizmet edeni vardır. Bunlar en başta cinlerdir. Cin; cisimsiz olup, akıl ve irade sahibi varlıktır. İnsan ve sair mahlûkata tesir edip, kispetine girebilir her şeyin. Bu bakımdan cinler, faydalı ve yetenek sahibi elemanlardır. Lakin, Lucifer'in bu dünyadaki baş temsilcisi bizzat benim. Bu nedenle, emrimde cinler ve pek çok kişi bulunur. Akkartal, alaysı bir şekilde sözünü keserek; - Bunlara unutmadan "idi" demelisin artık Zungo, tamam mı? Diye uyarmıştı. Oysa Zungo çok başka maksatla konuşuyor, bu amansız rakibi tesir altına almak istiyordu. Ümidi gene kırılan Zungo: - Evet, ne yazık ki artık öyle görünüyor. Derken, yine de için için, kendisini,bu inatçı savaşçının keyfine gerçekten terk etmiş gibi görünen efendisine güceniyordu. Kestiği onca ahkâm işe yaramıyordu artık nedense. Hani, sadık dostları cinler neredeydi sahi? Kimseler yetişmiyordu imdadına zavallı Zungo'nun. Bu asırlık devran, bu despotik hâkimiyet bir hüsranla sona mı erecekti yoksa? Oysa daha ne hayalleri vardı Zungo'nun. Ah ne acı, ne acıydı bütün bunlar. Akkartal bir an için, haline yansın diye, zaman tanımak istemişti ona. Fakat, vakit nakitti bu devirde, onun için de: - E, hadi be Zungo Efendi, seni dinliyoruz, ama bırak şimdi atıp tutmayı, maziyle öykünme ve nostaljiler yapmayı da, biraz icraat göster icraat! Derken onun tepkisini bekliyor, lakin ses gelmeyince devamla: - Durup dururken başına iş açtın, oysa nene lazımdı senin, benim gibi bir delinin düşüne girmek, kafasını karıştırmak?! Böyle hatalar yakışır mıydı hiç senin gibi bir feraset ehline. Cık, cık, cık! Zungo'yu ahlar vahlar tutmuş, hiç de bırakacak gibi değildi. O başlangıçta sergilediği vakar ve azametinden artık eser kalmamış, dokunsalar ağlayacaktı şimdi garip. Onun bu hal-i pürmelâline çelik gibi katı yürekli Akkartal bile acımağa başlayacaktı neredeyse. Akkartal'ın mimiklerine bakıp, onun zihnini biraz okuyan Zungo: - Ne diyorsun yiğidim? Nasıl, anlattıklarım hoşuna gitti mi? Beni bağışlayacak mısın artık? Akkartal buna kulak asmayarak; - Ha sahi, demin ne demiştin, hadi şu asırlık ateşin başına geçelim de, çağır bakalım efendin gelecek mi? Ben her duyduğuma kolay inanmam, ama mademki sen iddia ettin, haydi ispat et, göster bakalım karşılığını. Zungo feryada benzer bir itirazla: - Aman efendim, sakın benden bunu isteme de, ne istersen iste! Yapamayacağım tek şey budur işte; yani bir başkasının yanında efendim Lucifer'i halvete davet etmek. Çünkü, bu kesin olarak yasaklanmıştır bana. Yasağı dinlemez, ısrar edersem çok kızar ve beni şiddetle cezalandırır. Bunu benden isteme lütfen, ne olur! Fakat ne çare ki muhatabı ısrarlıydı: - Ama bunu çok merak ediyorum. Elimde değil, buna karşı koymak Zungo efendi. Aksi halde seni şu kılıçla doğrayacağım zaten. Hem kim bilir, belki efendin Lucifer hazretleri yaptığın onca hizmetten ötürü seni bu defalık mazur görüp, bir defalık hatırına arz- ı endam eyler, biz de görürdük kendisini. Bundan kaçınamayacağı Zungo'nun kırçıl kafasına yatmış, ilk ve son kez olmak üzere, bir çağrı daha yapmayı kabul etmişti. Hemen akabinde karşı tarafa, yıllardır yanmakta olan kadim ateşin bulunduğu bölüme geçmişlerdi. Burası gerçekten onun tapınak ve büyü hanesi idi. Burada ilk anda insanı hayrete düşüren tek şey, alevle yanmasına karşın içinde odun, kömür ya da yağ bulunmayan bir ateşin var olmasıydı. Ocağın taş zemininde bulunan üç delikten, ta yerin altından çıkıp geliyordu sanki alevler. Zungo kesif alevler yükselen ateşin hemen yanı başına durmuştu. Akkartal üç adım gerisindeydi. Tam bu sırada içeriye ötekiler de girmiş, gelip, Akkartal'ın yanına dizilmişlerdi. Ateş başına diz çökmüş olan Zungo, sessiz mırıltılarla bir takım sözler terennüm ediyor, kendince dualar, temennalar okuyordu. Alnında ter damlaları bocuk boncuk olmuştu. Bu hal kısa bir süre daha böylece sürdükten sonra, yanında bulunan bir vazoya elini daldırıp, oradan aldığı avuç dolusu tozu alevlere serpiştirmişti. Bunun üzerine önce büyüyen ateş, akabinde etrafı kesif bir duman sarıp, bir anda görünmez olmuştu Zungo. Bunu takiben tüyler ürperten, canhıraş bir feryat duyulmuş, Zungo ansızın gayb âlemine karışıvermişti. Biraz sonra her şey tekrar eski haline dönmüş, ateş eski durumunda ve sanki hiç bir şey olmamış gibi yanmaya devam ediyordu. Oradakiler bütün bunları dehşetle izlemiş, tabiatüstü güçlerin olağan dışı bir tezahürüne şahit olmuşlardı. Hemen orayı terk ederek, artık maziye karışmış olan Zungo'nun karargâhına dönmüşlerdi. Burası lebalep insanla dolmuştu. Tao-Li tutsaklara olacakları aktarıp, zindan kapılarını açarak, yukarı gelmelerini söylemişti. Onların gizli geçitten çıkması, az önce sessizce bekleşen esaret mahkûmlarının inanılmaz sevinç çığlıklarına yol açmış, pejmürde kılık ve kıyafetlerinin aksine, yüzlerinde yepyeni bir hayatın coşku ve ümidi yansımaya başlamıştı. Tao-Li onlara hitaben yüksek sesle: - Bundan sonra artık hepiniz özgür olacaksınız! Dedikten sonra, başta Akkartal olmak üzere, kurtarıcılarını takdim etmiş, akabinde, bekleyen gemilere binmelerini söylemişti. Esirler adına söz alan birisi, önce halaskarlarına şükranlarını arz etmiş, sonra Zungo ve zindancıların kendilerine teslim edilmeleri ricasını arz etmişti. Fakat, Akkartal bu talebi şu sözlerle savmıştı: - Sizleri anlıyorum, haklı olarak, size verdikleri onca eza ve cefanın hesabını sormak istiyorsunuz onlardan. Fakat bütün bunların baş sorumlusu olan iblisin oğlu Zungo idi ve o layık olduğu cezayı, en acı şekilde görüp, tapındığı ve adına tüm bu kötülükleri işlediği efendisinin ateşi tarafından canlı canlı yutuldu. Bunu ben ve dostlarım biraz önce gözlerimizle görüp, acı feryadını kulağımızla işittik. Dedikten sonra sözlerini şöyle bağlıyordu: Bundan ötürü, sizlere yakışan, bütün bunları geçmişte kalan bir kâbus sayıp, yeni başlayacak olan özgür ve mutlu bir yaşam için, peşin ödenmiş bir diyet gibi kabul etmenizdir. Bu arada yukarı gelen tayfalardan bir grup, tapınağın bir kenarında bulunan sandıklar dolusu altın ve mücevherattan oluşan Zungo hazinesini aşağı indirerek, kayıklarla gemiye taşıyorlardı. Canları kendilerine bağışlanan muhafız ve zindancılar, korsanların yerini alıp, küreklere bağlanarak, cezalarını bu şekilde çekmelerine karar veriliyordu. Kapalı limanda bulunan çektiriler tutsaklarca paylaşılıp, her gemiye, tutsaklara eşit paylaştırılmak üzere, birer sandık dolusu altın bırakılıyordu. Bu bölüştürme işini Mirza ve Kaptan yaparken, Akkartal ve Tao-Li onları daha önce gittikleri gemide beklemekteler idi. Çok geçmeden öteki gemiler de mağara girişinden birer birer çıkıp, kahramanlarımızın bulunduğu kalyonun yanına dizilmişlerdi. Kaptan ve Mirza da geldikten sonra, ötekilere küpeşteden el sallayarak, veda edilip, Kanhantu rotasında, kuzeye doğru harekete geçilmişti. Bu sırada kendilerine merhaba, diyen güneşi coşkulu özgürlük şarkıları söyleyerek karşılayan eski tutsaklar, kimi yelkende, kimi dümende görev alıyor, önden giden kalyonu takip ederken, meşum Yeşil Ejder Adası gerilerde kalıyordu. Akkartal ve arkadaşları kalyon güvertesinde gene eski yerlerini almış, neşe içinde konuşuyorlardı. Bir ara Kaptan Akkartal'a hitaben: - Sayın Akkartal, dediğiniz gibi, Zungo hazinesini oluşturan on sandıktan beşini tutsaklara dağıttık. Gerisi buradadır. Bunları ne yapacağız? Diye açıklamıştı. Akkartal memnun olarak: - Bunları da balıklara mı dağıtsak? Diye şakayla güldükten sonra, sözlerine devamla; Birini hükümdar Tamuro'ya göndermek uygun olsa gerek. Çünkü ne de olsa burası Denizler Ülkesine ait bir yer. Geri kalanın birazını, hayatımızı kurtaran şu gemiye karşılık Kato ve adamlarına, kalanı ise aramızda pay ederiz, olmaz mı? Demişti. Bu öneriye itiraz eden olmayıp, herkes uygun görmüştü. Onları bu minval üzere bırakarak, bu sırada hareketli saatler yaşayan Kanhantu'ya bir göz atarak, orada olup bitenlerden habersiz kalmayalım: Bu ülkenin en büyük ve görkemli gemisi olan krallık kadırgası bütün haşmetiyle limana girmiş, demir atmaktaydı. Rengârenk giysileri içinde, coşkuyla el sallayan halk limanı çevrelemiş, şaşaalı bir karşılama yapılmaktaydı. Burada olanlardan her nasılsa haber almış olan Kral Tamuro, maiyetiyle gelmiş, küpeşteden halkı selamlıyordu. Daimyo'yu taşıyan bir kayık, hızla kadırgaya yaklaşıyordu. Nitekim kalyon bordasına çıkan Daimyo, adamlarıyla birlikte yere kadar eğilerek kralı selamlıyordu. Nitekim olan biteni görüşmek isteyen kral güverteye geçerken işaret ediyor, Daimyo onu izliyordu. Tamuro, özel koltuğuna bağdaş kurarken, katana'sını, (Büyük kılıç) kırmızı-siyah kimono kemerinden çıkarıp, önüne koyuyordu. Sonra el pençe divan duran Daimyo'ya hitaben gür sesiyle: - Bana iletilenler doğru mu, o Turanlı savaşçının adı gerçekten Akkartal mıydı? - Tamamen doğrudur haşmetli Kralımız! Fakat ne yazık, maiyetlerinde bulunan adamlardan biri faili meçhul bir cinayete kurban gidip, biz henüz araştırmayla meşgul iken, onlar limandan ayrılmışlar. Haklarında bilinen, sadece güneye doğru yelken açtıklarıdır. Derken, etrafa salınan araştırma gemilerinden gelen bir haber, kayıp kalyonun birazdan liman açıklarına görüneceğini bildiriyordu. Bu haber kral Tamuro'yu meraklandırmış, kalyonun limana davet edilmesini buyurmuştu. Karşılayıcılar henüz limandan hareket bile etmemişlerdi ki, kalyonun limana yönelmiş olduğu haberi gelmişti. Bunun üzerine yerinden kalkan Tamuro dışarı çıkar ve kalyonun gelmekte olduğu sancak tarafına geçer. Bu sırada yanında eşi kraliçe Tekimi, kız kardeşi Prenses Miyaki ve en seçkin samuraileri Mushaşi ile Kojiro da bulunmaktadırlar. Kral Tamuro, daha önce tebdil-i kıyafet ile yaptığı o mahut yolculuktan dönünce, orada olan biteni maiyetine aktarmış olduğundan, Turanlı savaşçıyı merak etmekteydiler. Derken, limana girmiş olan kalyonda durum şu minval üzereydi; Akkartal ve arkadaşları küpeşteye yaslanmış, batan güneşin son ışınlarıyla taranan limanda oluşan olağan dışı manzarayı izlerken, kadırganın da demirli olduğu iskeleye doğru ağır ağır yaklaşmaktaydılar. Gemiler nihayet yan yana gelmiş, artık her iki gemi bordasında bulunanlar birbirlerini görebiliyorlardı. Kadırga küpeştesinden kalyondaki Akkartal'ı tanıyan Tamuro, el kaldırıp, onu selamlarken, adamları kalyona hemen bir köprü atıyordu. Nitekim maiyetiyle beraber kalyona geçen Tamuro, orada kendilerini karşılamak için bekleyen Akkartal ve arkadaşlarıyla buluşuyordu. Tamuro bu defa ananevî giysileri içinde, mütebessim: - Selam, Turanlı dostum Akkartal! Ülkeme hoş gelip, sefalar getirmişsiniz! Derken, öne eğilerek selam verir, Akkartal mukabele ederek: - Hoş bulduk dostum Tamuro San! Der ve akabinde yaklaşarak, kucaklaşırlar. Bu samimi karşılaşmadan sonra misafirler önce kalyon güvertesine geçmiş, daha sonra kralın davetiyle kadırgaya geçmişlerdi. Bu arada, arkadan izlemekte olan diğer gemiler de sırayla limana girip, akabinde duyulan bu müthiş haberle Kanhantu top yekûn bir bayram yerine dönüşüyordu. Gemilerden inen eski korsan ve tutsaklar, liman mağazalarına koşup, yeni giysiler alarak, meyhaneleri doldurmuş, başlarına biriken meraklılara başlarından geçenleri hararetle anlatıyor, ama bitiremiyorlardı. Mirza, Kaptan, Tao-Li gemide kalırken, Akkartal, Tamuro ve maiyetiyle, kralın özel dairesine geçiyorlardı. Nitekim yalnız kaldıklarında olan biteni onlara aktarıyor, bu akıllara durgunluk veren olaylar zinciri karşısında hepsi hayrete boğulup, onu soru yağmuruna tutuyorlardı. Özenle hazırlanıp, yere kurulmuş yuvarlak bir sofra etrafında karşılıklı oturulmuş, ortalarında güzel ve zarif bayanlar, prenses Miyaki ve kraliçe Tekimi yer alıyorlardı. İki mahir geyşa hizmetlerine bakmaktaydılar. En büyük ilgiyi, Akkartal'ın buralara gelmesine sebep olan mahut düş çekiyordu. Bunu anlattıktan sonra, Tamuro: - Çok ilginç, gerçekten harikulade bir şey. Dostum, sayende hem o melanet herif Zungo'dan kurtulmuş, hem de yeniden görüşmüş olduk. Çok çok sağ ol! - Sizleri böyle esenlik içinde görmek benim için ayrı bir sevinç vesilesi oldu. Çünkü o düşten sonra akıbetinizi merak etmekteydim... Bu şekilde başlamış olan muhabbet ortamı, zengin donanımlı sofradan yenilip, içilerek sürmekteydi. Prenses Miyaki, adını duyalı beri onu çok merak ettiğini açıkça ifade etmekte bir beis görmüyordu. Bunları söylerken, hafif makyajlı güzel yüzünde yer yer mahcup güller açıyor, söyleyemediği hislerinin açığa çıkmasından korkuyordu. Prenses, ağa beyi Tamuro'dan iki yaş daha küçüktü. Tamuro ve kraliçe Tekimi yeni evlenmişlerdi. O nedenle, içilen saki (bir tür rakı) kadehleriyle sermest olup, sözlerin birini bitirmeden diğerine atlıyorlardı. Bakışları, yekdiğerini nasıl bir tutkuyla sevdiklerini ifşa ediyordu. Akkartal, Miyaki'nin kendisine yönelen buğulu bakışlarından kaçınıyor, ona ancak o bakmazken bakıyordu. Söz dönüp dolaşarak, evlilik konusuna geliyordu. Tamuro: - Akkartal San, biz evleneli bir ay oldu ve inan ki çok mutluyuz. Senin böyle bir niyetin olmadı mı? Öyle ise gerçi hiç şaşmazdım buna ya. Akkartal mütebessim: - Dostum Tamuro evlenebilir, eşiyle mutlu olduğu için kendisini içtenlikle kutlar, saadetlerinin ebedi olmasını dilerim. Biz de bu şans ne gezer. Zira daha başlangıçta ters yönü seçmiş, kılıç ve bilim yoluna düşmüşüz. Bunun uzun ve meşakkatli bir yol olması bahtımıza. Kim bilir, belki bir gün sıra bize de gelir. Hem böyle müzmin bir yolcuya hangi aklı başında hatun gönül düşürürdü ki. Haklı olarak hiç kimse. Tamuro gülerek buna itiraz eder: - Buna herkes inansa da ben inanmam dostum. Çünkü gözümle şahit olduğum şeyler var. Hatırlasana. Hani o yarışları başlatan flamayı kağana veren güzel kız yok muydu? Seni yarışlar boyunca bir an bile gözünden ayırmadığına eminim. Bunları duyan Miyaki gözlerini Akkartal'a dikmiş, yüzünde oluşacak her manayı okumak, sözü edilen kızın onun nezdinde ki yerini ölçmek istiyordu. Güzel Tangülü'nü Akkartal'a yeniden anımsatan bu sözler, onu bir an mahzunlaştırır, ve: - Onlar gelip geçici hislerdir dostum, zaman dediğimiz törpü üzerinden geçince, silip götürür her şeyi. Biz bunlara gelip geçici olarak bakmayı bilmiyorsak bile, öğrenmeliyiz artık. Bu sözlere itiraz kraliçe Tekimi'den geliyordu: - Bu düşüncelerinize katılmıyorum Akkartal San! Tamuro da ilk zamanlar tıpkı sizin gibi düşünüyordu, fakat benim kararlı tutumum onu ikna etti sonunda ve yolun daha güzelini tercih etti. Buna karşılık Akkartal: -Bu onun bakımından uygun ve de gerekliydi sanırım. Çünkü anlaşılan, hem toplum içindeki hiyerarşik konumu, hem de sizin gibi ısrar ve cazibe sahibi bir hanıma rastlamış olması bunu kaçınılmaz kılmış. Benim böyle bir durumum yok ve muhtemelen hiç olmayacak. Fakat gene de çok iddialı konuşmuş olmayalım. Çünkü zaman kalpleri ve kararları değiştirebilir pekâlâ. Sohbet ortamı bu minval üzere bir süre daha sürüp, gecenin ilerleyen saatlerinde sofradan kalkılarak, yatma vakti geliyordu. Tamuro, Akkartal'ı kesinlikle misafir etmek istiyordu. Nitekim onu kıramayıp, geceyi kadırgada ayrılan lüks kamarada geçiriyordu. Sabah erken kalkan Akkartal, hemen kalyona geçip, merakla bekleyen arkadaşlarını güvertede, kahvaltı ederlerken buluyordu. Onu nihayet karşılarında görünce hepsi seviniyordu. Bu arada çok merak ettikleri bir konu olan, Akkartal-Tamuro ile tanışıklığının öncesini soruyorlardı. Buna dair açıklamayı kısaca yapan Akkartal, onlarla kahvaltı edip, dışarı çıkarak, krala verilmesi kararlaştırılan sandığın yerine ulaştırılmasına nezaret ediyordu. Tamuro ve adamlarının bundan hiç haberleri olmayıp, çok şaşırıyorlardı. O akşam hep birlikte Daimyo'nun davetine katılıyorlardı. Ancak bu defa salonda müzik ve raks olmayıp, daha ziyade seçkin erkek konuklar bir araya geliyordu. Bu arada, bu gibi ortamlarda revaç bulan görüş ve karşı telakkilerin ele alındığı konular üzerinde konuşulmaktaydı. Kral Tamuro bir ara sözü, hiç aklından gitmemiş olan o konuya, Akkartal'a karşı kaybetmiş olduğu mahut sözel karşılaşmaya getirip ve mevzuu kısaca, konuklar için özetledikten sonra: - İşte dostum Akkartal San'ın bana yaptığı o azizliği tabiatıyla hiç unutmadım! Diyordu. Bunun üzerine o da kendine has gülüşüyle: - Ha, şu mesele! Diye söze başlıyor, sonra da tevazu ile şöyle devam ediyordu: Aziz dostum Tamuro San'ın, tabii ki söze ne ile başlayıp, nasıl devam edeceğini önceden bilmek mümkün değildi. Karşılaşılan bir şeyin niceliğini bilmemek doğaldır ki, güvene yer ve mahal bırakmayıp, hatta bir eksiklik yaratır. Bu da temin gerektirir. Muhatabı zor durumda bırakmak istenirse, onun üzerinde duracağı ilk tuzağı harekete geçirmek yerinde olur. Bu da her halde, kelamda etkin tuzak olan "emniyet ve temin" ile alakalı bir söz olacaktı. "Kendinden emin olan, herkesten emin olur" kuralı gereğine bağlı olarak, bunu kim kime temin eder duruma gelirse, tabii ki etik olarak, karşılaşmada o üstün konuma gelecekti. "Ben senden eminim" demek, seni en azından kendim gibi bilirim, demek olacağından ve hiç kimse de bu tarzda konuşmayacağı için, zira böyle konuşan artık kendi kedine konuşuyor gibi olacaktır, bu da bunu söyleyenin son sözü olacaktır. İşte biz de âcizane, sözün gidişini sanırım bu mecraya sürmüştük. Diyen Akkartal, konuyu az daha açıklamak için sözüne devamla: Ama burada karşı tarafın her bakımdan üstün bir idrak yetisi ve hızlı çözüm gücü olması şartı da vardır. İşte bu, Tamuro San da ziyadesiyle mevcut olduğunun kanıtıydı ki, durum o an için aleyhine de olsa, kavrayıp, münazara bitişine vaktinde onay verebilmişti. Bu açıklamadan memnun ve mesrur olduğu görülen Kral Tamuro, içtenlikle tebessüm ederek: - Doğrusu, aziz dostumun bu güzel izahı beni kendisine karşı bir kat daha temin edip, o denli onurlandırmıştır. Böylece içimdeki bir ukde bütünüyle silinip, yerini mutlak bir hayranlığa terk etmiştir. Bunun için kendisini huzurunuzda bir kez daha tebrik etmek istiyorum! Demişti. Buna karşılık olarak Akkartal: - Aziz dostum sağ olsun, çok tevazu gösteriyor, bu görüşlerine ben de aynıyla mukabele ile kalpten teşekkür ediyorum. Diyordu. Daha sonra Tamuro sözü kılıçlara getirerek, bu meyanda Akkartal'a: - Akkartal San izin verirse kılıç namlusuna bakmak isterdim? Diyordu. Bunu gayet tabii bir arzu olarak kabul eden Akkartal, bir çırpıda kılıcı Alpagut'u kınından çıkarıp, ona uzatıyordu. Kılıcı kabzasından tutan Tamuro, onu yüzüne yaklaştırıp, pırıltılı asil çelikten namluyu inceliyor, az sonra yüzünde beliren hayret ifadesiyle: - Doğrusu, bu gerçek bir sanat eseri ve mükemmel bir kılıç. Eminim bizde bile daha üstünü bulunmaz. Ayrıca, bu kılıç yapı tarzı olarak da bizimkilere benziyor, bence bizim ön atalarımızın da aynı yerlerden gelmiş olduğuna bir işarettir bu. Diyordu. Buna memnun olan Akkartal, kılıca dair geçmişi ve kendisine veriliş nedenini anlatıyordu. Bu tarihi karizma sahibi kılıcı artık adıyla da tanıyan Tamuro, böylece onun üzerinde hiç bir çentiğe rastlamayışının nedenini daha iyi anlamış oluyordu. Oysaki, bunu mahut yarışma nedeniyle beklemekteydi. Zira kim bilir kaç defa kılıçları çatışmıştı ve en azından kendi kılıcındakine benzer küçük gezleşmeler onda da meydana gelmeliydi. İşte salt bunun için Alpagut'u yakından görmek istiyordu. Bu açıklamalarından sonra kılıç yolunun diğer savaşçıları Akkartal'a bir kat daha gıpta yüklü bakışlarla bakıyor, ondan savaşçılara has kelam ve edebi düstura dair tahliller yapmasını rica ediyorlardı. Kral Tamuro'nun en seçkin samurailerinden biri olan Mushaşi: - Sayın Akkartal, sizden, kılıç ustası olmaktan daha üstün, savaşçılara has kelam konusunda feyizlenmek isterdik, ancak ne yazık ki, kaptan ve diğer dostlarınızın dediğine göre, buradan tez ayrılmak niyetinde imişsiniz. - Evet, bir kaç saat sonra demir almak istiyoruz. Fakat gene de feyiz alma konusunda esefinize sebep göremiyorum, çünkü yanı başınızda Tamuro San gibi bir üstat bulunmaktadır. Mamafih, bu sözlerinizle bana kıvanç verdiniz. Teşekkür ederim. Bu sohbet, Tamuro ve Akkartal'ın kadırgadan çağrılmalarıyla burada noktalanıyordu. Çağrı, kraliçe Tekimi'den geliyordu. Nitekim onları, Prenses Miyaki ile dün akşam ki mekânda karşılıyorlardı. Kraliçe, henüz ayaküstü konuşurken Tamuro'ya: - Sayın dostumuz ve arkadaşları, eğer duyduklarımız doğruysa birazdan demir alacaklarmış, bu çok erken değil mi? Derken, göz ucuyla Prenses Miyaki’ye bakıyordu. Nedense o, bu gün biraz mahzun görünüyordu. Cevap vermek için Akkartal: - Evet Kraliçem. Bu niyetteyiz. Zira bendenizin yolculuk gayesi böylece sonuçlanıp, şahsen tanışmak şerefine nail olmuş bulunuyorum hepinizle. Şimdi ise, destur olursa yolcu yolunda gerektir, diyoruz. Bu sırada Tamuro özel kamarasına bir şey almak için geçmiş olduğundan, salonda bir hizmetçi ve üçünden başka kimse yoktu. Hizmetçi kapıya yakın bir yerde meşgul iken, onlar sol yana açılan büyük lombozun önünde bir masada oturmuşlardı. Bir ara çıngırak sesi gelmiş ve hizmetçi dışarı çıkmıştı. Az sonra tekrar içeri gelen hizmetçi eşi Tamuro'nun Kraliçeyi çağırmakta olduğunu söylüyordu. Böylece bir an yalnız kalan Akkartal ve Miyaki, önce konuşmaksızın öylece otururlarken, Akkartal lombozdan dışarı bakıyordu. - Sizi bir kaç gün daha kalmak için ikna edecek kimse yok mu, diye düşünüyor, ama ne yazık ki bulamıyorum! Bu sözler Miyaki'nin ağzından umutsuzca dökülürken, kendisi o an yere bakmaktaydı. Akkartal: - Sevgi ve saygı değer Prenses buna o denli önem atfediyorlarsa, sadece emrederler, bu yeter. Ancak, sonunda ayrılık yine de kaçınılmaz ise, ki ne yazık, öyle görünüyor, o zaman bir gün ile on günün ne farkı olur? - Sizin için bu gerçekten böyle mi? - Sanırım evet, gidilen bir yerde gereğinden fazla kalmak, bir mecburiyet yoksa, daha iyi değildir. Çünkü aksi halde bir takım alışmalar olur ve bu da ayrılık acısını çok daha şiddetli kılar. Bunun için Prensesim, yolcu yolunda gerektir kanısındayım. Tabii ki aksini emretmiyor iseniz? - Ben değil, lakin gönlüm hep burada kalmanızı emretmek isterdi, desem her halde çok şaşırırdınız, değil mi? Akkartal bu soru karşısında esasen pek şaşırmış sayılmazdı, ama o çok şaşırmış gibi yaparak: -Sevgili Prenses, gönülden söz ederken, bunu bendenizle ilişkilendirmekle bana şeref ve saadetlerin şahikasını lütfediyor. Lakin muannit bir "kılıç yolu yolcusu" bunu zor anlar. O nedenle, af ve azat edilmeği dilerdim. - Peki, her şeye rağmen peki, ama şunu olsun bilmek isterdim; acep, kılıç yolu yolcuları bir gittikleri yerden bir daha hiç mi geçmezler, yoksa orasını tümüyle unutur da mı giderler? Esasen mantığına kalsa açıkça "Evet prensesim, onlara kalsa böylesine tehlikeli ve tutsak eden yerlerden bir daha geçmezlerdi" diyecekti. Ama o, küçük de olsa bir ümit ışığı vermeden edemez, bu kendisine uzun süren bir ıstırap verecek olsa bile, böyle nazenin bir güle karşı asla katı yürekli, peşin hükümlü olamazdı. Nitekim: - Prensesim, tam aksine, çünkü onlar bir gittikleri yere, istisnasız olarak, en azından bir kere daha ve gene en azından bir önceki kadar kalmak üzere mutlaka gitmek isterler, tabii buna yollar da vefa ederlerse. Bu sözler prensesin mahzun yüzünü biraz olsun renklendirip, aydınlatmıştı ki, Tamuro ve karısı tekrar içeri girmişlerdi. Tamuro, Akkartal için hatıra armağanı olarak, kemerde taşınmak üzere Katana'nın biraz daha küçüğü olan bir kılıç getirmişti. Bu da çok değerli ve anısı olan bir kılıçtı. Bunu memnuniyetle alan Akkartal, dostlarıyla vedalaşıp, kalyona geçmek üzere dışarı çıkarken, onlar da küpeşteye kadar refakat ediyorlardı. Akkartal'ın kalyona geçmesiyle hemen demir alınıp, yelkenler fora edilmişti. Bu sırada kadırgada kraliçe ve Tamuro aynı yerlerinde dururlarken, prenses içeri, kendi kamarasına gitmiş, kalyonu gören lombozun önünde, puslu gözlerle, perde aralığından dışarıya bakmaktaydı. Yelkenleri kabaran gemi ağır ağır hareket ederken, Akkartal kıç küpeştesine yaslanmış, deniz yüzeyinde parlayıp sönen yakamozları seyre dalıyordu. RIHTIM CİNAYETİ VE MAHKEME Derken hareket edip, giderek hızlanan gemi açık denize ulaşmış, Akkartal da istirahat etmek üzere özel kamarasına çekiliyordu. Burada hazırlanmış yatağa sırt üstü uzanıp, şimdiye kadar olup bitenler ve yaşadıklarının muhasebesini yapıyor, sonra geleceğe ilişkin düşünürken uykuya geçiyordu. Nitekim tan ağarmasıyla, yakından duyulan martı, albatros sesleri onu tatlı düşlerinden uyandırıyor, kalkarak kılıç idmanı için dışarı, burun bordasına çıkıyordu. Güneş ufukta belirinceye kadar orada sıkı bir çalışma yapan Akkartal, Pupa yelken hareket halinde olan gemide dengeyi korumak için normalden daha fazla gayret gerektirdiğini fark ediyordu. Onu gören tayfalar bir kenara çekilip, idman bitinceye kadar seyretmişlerdi. Nitekim güverteye yöneldiğinde, aynı şeyi kıç bordasında yapmış olan Tao- Li'ye rastlıyor, selamlaşarak birlikte güverteye geçiyorlardı. Bu arada yamak Taro önce, hoş kokulu bir tomurcuk çayı servis edip, az sonra da kahvaltılık getiriyordu. Çok geçmeden Kaptan ve Mirza da güverte kapısından dostlarını içtenlikle selamlayarak, girip, masadaki yerlerini alıyorlardı. Bir yandan çaylarını yudumlarken diğer yandan kaptan: - Öyle görünüyor ki aziz dostumuz Akkartal iyi bir gece geçirmiş, formunun da zirvesindedir. Diyordu. Akkartal bu samimi sözlere karşı tevazu ile: - Eh, Tanrıya şükür. Dedikten sonra; Sizler de çok zinde görünüyorsunuz! Derken karşılık veriyordu. Akkartal'ın bu tutumu diğerlerini de şevke getirmiş, ortam biraz daha canlanarak, karşılıklı soru ve latifeleşmeler başlamıştı. Kaptan: - Akkartal dostumuz lütfen kusura bakmasın ama meraktan sabahı zor ettik. Akkartal gülerek: - Hayrola dostum, buna sebep neymiş anlayamadım. - Merak sebebi bir değil ki, bilmem sormaya hangisinden başlasak? - En acili hangisiyse sormaya ondan başlayabilirsiniz. Ayrıca, sanırım bunun için ziyadesiyle vaktimiz olacağını hatırlatmağa gerek yok. Tao-Li tasdik ederek: - Haklısın, en azından iki gün Şantung'a var, ondan sonrası da haftalar sürer. Kaptan dayanamayarak sorar: - Kral Tamuro ile tanışmanız ve bunun hikâyesini daha önce hiç anlatmadınız, oysa onca yolculuk esnasında buna fırsat çoktu. Doğrusu biz olsak bundan bahsetmeden kesinlikle edemezdik, hem de nasıl övünerek. Akkartal gülerek: - Amma yaptın be dostum, ben onu bizim gibi bir savaşçı olarak tanıyordum, kral tanıdığım var, diye bir düşe güvenerek mi övünecektim yani? Kaptan alenen hayret ederek: - Aziz dostum gücenme lütfen, ama sen gerçekten çok âlem bir adamsın. Bir düşe verdiğin önem yüzünden kalkıp, aylar süren uzun yollara düşerken, aynı düşe bir sohbet ortamında bile, sırf gerçek sanılır diye, hiç değinmiyorsun. Bu nasıl iş? Kaptanın bu sorusuna cevap Tao-Li'den geliyordu, çünkü Akkartal sükûtu tercih ediyordu: - Yahu Kaptan, bu tür zevzeklikleri ancak senin benim gibilerin yapacağını hiç düşünmez misin be kuzum. Tao-Li'nin bu yarı ciddi çıkışına ses çıkarmayan Kaptan'a Akkartal arka çıkarak: - Dostum, işin doğrusu sanırım, ondan bahsetmenin hiç aklıma gelmeyişi olsa gerek. Derken, kahramanlarımız yolculuğu böylece tek düze olmaktan çıkarıp, olabildiğince renklendiriyorlardı. Nihayet denize ilk çıkış limanı olan Şantung'a tekrar varmak üzereydiler. Neredeyse gene akşam oluyordu. Yolda alınan ortak karara göre; burada bir gün kalıp, sonra hep birlikte tekrar güneye, ama bu defa daha ziyade kıyı şeridi izlenerek, yelken açılacaktı. Akkartal, epeydir özlediği atı ve bıraktığı diğer emanetlerini almak için hana uğrayacak, sonra yol arkadaşlarıyla müsait bir noktaya kadar birlikte seyahat ederek, orada uygun bir yerde veda edilip, herkes kendi yurduna dönmek üzere ayrılacaklardı. Nitekim atını bıraktığı çift kanatlı han kapısından girdiğinde, Karaşimşek gene aynı yerde ve iştahsızca önündeki ot yığınından yemekteydi. Fakat aldığı ani bir kokuyla başını kaldırıp, geri dönünce sahibini nihayet fark etmiş, akabinde kulaklarını kırpıp, kişneyerek ona doğru atılırken, az kalsın yuların bağlı bulunduğu direği kökünden sökecekti. Buna kalmadan Akkartal yanına koşup, onu sakinleştirmişti. Dışarıdaki bu gürültüyü işiten hancının güzel kızı Şu da hemen kapıya çıkarak, atının yanında onu teskin etmek için şefkatle sağrısını okşamakta olan Akkartal'ı görmüştü. Hemen oraya gelen Şu, heyecandan bir an ne yapacağını şaşırmış, bir şey konuşamadan onun arkasında öylece beklemekteydi. Bir an dönünce onu fark eden Akkartal: - O! Şu Hanım, demek sen de buradaydın, nasılsın? Diyerek hatır sormuştu. Şu, “Hoş geldin” derken, bu sırada ona o kadar yaklaşmıştı ki, atılıp boynuna sarılmamak için kendini zor tutmuştu. Çift örgülü uzun siyah saçları, kara yay kaşları, kuyruklu uzun kirpikleri, gamzeli yanakları ve kalın kiraz dudaklarına ek olarak, orantılı vücut ölçüleriyle Şu, son derece mütecazip ve onu etkilemeyi başaran nadir kadınlardandı. Aklından geçeni uygulamak için ortam uygun değildi. Nitekim onu içeri, hala boş ve intizamlı duran odasına davet edip, dışarıda yapamadıklarının ziyadesini yapmıştı. Yanında getirdiği değerli bir kaç mücevheri kendisine armağan ederek, oradan ananevî giysileri ve atıyla sabah erken ayrılan Akkartal, limana vardığında erzak yükleyen tayfalar onu bir an için tanımakta güçlük çekmişlerdi. Karaşimşek gemiye bindirilirken biraz huysuzlaşmış, ama ambarda kendisi için hazırlanan bölmeye itiraz etmemişti. Şantung'tan yola çıkalı haftalar olmuş, Şanghay limanına uğramayıp, açıktan geçerek, bütün Çin Denizi kıyılarını dolaşıp, nihayet bir öğlen vakti Hint Denizi'ne ulaşmışlardı. Hava son derece sıcak ve basıktı. Deniz açıkça buharlaşıp, sular göğe yükseliyordu. Açık denizde buğular içinde kalan güneşi görmek artık mümkün olamıyordu. Bir an görünse bile ufacık bir ışık topuna benziyordu. Oysa karadan görünen güneş çok daha farklıydı; kızıldan turuncuya geçen renklere bürünürken, ateşten kocaman bir siniyi andırıyor, hararet ortalığı yakıp kavuruyordu. Gemidekiler tatlı su dolu fıçıları bitirmiş olduklarından, acil su ihtiyacı baş göstermişti. Bunun için ilk fırsatta yanaşılacak bir koy, bir liman aranıyordu. Nitekim saatler sonra, üzerini yeşil yapraklı ağaç ve bitkilerin neredeyse tamamen örttüğü küçük bir koy kasabasını gözlerine kestirmişlerdi. Gemi artık olabildiğince kıyıdan seyrediyor, buradan serinleme cenneti gibi görünen koya bir an önce demir atmak istiyorlardı. Biraz daha yaklaşıldığında, koyda derme çatma bir iskele ve bunun önünde irili ufaklı bir kaç balıkçı kayığı seçilir olmuştu. Buraya uzaktan bakıldığında, bir an orada hiç kimse yaşamıyor sanılabilirdi. Çünkü yoğun sıcak hayatı durdurmuş gibiydi. Oysa iskeleye iyice yaklaşıldığında yosunlu direklere tünemiş, bacakları ılık suda bir sürü çocuğun orada oynaştığı görülürdü. Yaklaşan devasa yelkenliyi gören çocuklar, heyecan ve meraktan çığlık çığlığa iskeleye tırmanmış, selam durur gibi yukarı kalkan elleri, güneşin göz kamaştıran ışınlarını kesme çabasındaydılar. Tenleri güneşte kapkara kesilmiş olan bu çocuklar, bir an bile kaçırmaksızın gemi bordasını izliyorlardı. Nihayet demir atılıp, gemiyi iskeleye bağlayacak palamarlar kıyıdaki çakılı duran iri kazıklara takılmış, herkes bir an önce rıhtıma atlamak istiyordu. Aşağı kattaki kürek çeken korsanların bağırtı ve küfürleri yukarı kadar geliyordu. Çünkü bu sıcakta orası bütün suçlarına karşı gelen cezaların misliyle ödetildiği gerçek bir dünya cehennemini andırıyordu. O nedenle ilk dolup gelen su fıçıları onlara veriliyordu. Harareti yükselen beyinler sadece forsalarınkiler değildi. Tayfalar da onlardan aşağı kalmıyorlardı. Buna çare bulmak için çoğu biraz ilerideki asmalar altında kaybolmuş gibi duran denizci meyhanelerine koşmuşlardı. Gemi bordasında sadece kaptan ve iki de tayfa kalmıştı. Buradaki evler, küçük bir vadi durumundaki iki yamaçta ve adeta biri diğerinin üstüne kurulmuş gibi sık duruyorlardı. Burasına kent mi, kasaba mı denirdi, bilen yoktu. Rıhtımın gerisinde bir de meydanlık vardı. Kumlu, çakıllı meydanlık iskeleden başlayıp, az ötedeki meyhanelerin önünde bitiyordu. Bir kaç denizci uğrağı meyhane, bir o kadar aşhane ve zerzevat dükkânı bu meydanlığı çevreliyordu. Tayfaların çoğu buralara takılmış, serinlemeğe çalışıyorlardı. Bunlardan birinin açık havada oturmaya müsait, üzeri top yekûn sarmal asmalarla kaplı kameriyeli olanı vardı ki, burada köşede kurulu tahta masadaki çilingir sofrasını dört tayfa çevirmiş, hem içiyor hem bir konu üzerinde tartışıyorlardı. Lakin bu tartışmanın harareti giderek artma eğiliminde görünüyordu. Tayfalardan alnında L şeklinde bir yara izi olan Wang adını taşıyordu. Önündeki şarap dolu kupayı diktikten sonra ağzını elinin tersiyle silmiş, ardından geğirerek, dumanlı kafayla etrafa bir bakış atmış, sonra başını öne eğmişti. Onun sağında, gözleri kan çanağına dönmüş, iri pazılı, kalın enseli Yasuaki vardı. O da kupasını bir dikişte indirmiş, konuşmadan yanındaki gaga burunlu Hakido'ya bakıyordu. Öteki ise kısa boylu, ince bıyıklı, cılız Cheng idi. Bunlar ise başlarını öne eğmiş, kendi kupalarına bak maktalardı. Derken Wang yanındaki testiden kupasını tekrar doldurup, bunu yarıya kadar içtikten sonra, birden: - Hayt! Nerede kaldı şu bizim beyzadeler be!? Yetti artık bu yolculuktan çektiğimiz! Cheng buna itirazla: - Wang, gücenme ama, onlardan bahsederken yerinde olsam biraz daha dikkatli konuşurdum! Diye uyarmıştı. Wang sinirlenerek: - O da niyeymiş anlayamadım. Aramızda muhbir mi vardı yoksa?! Cheng alttan alarak: - Yok ama, unutma ki yerin kulağı vardır! Derken diğer masalara doğru bakmıştı. Wang yine asice: - Onu bunu bilmem arkadaş, ben kaptandan başka kimseye saygı göstermeğe mecbur değilim! - Yani sen kaptanı ötekilerden daha üstün mü tutuyorsun? - Evet, bizden biri Huan! Sonra söylediğine pişman olmuş gibi: - Ama yazık ki onda da iş yokmuş! Dedikten sonra diğerlerine bakarak susmuştu. Nitekim Yasuaki: - Eğer onda iş olsaydı, burada, bu berbat koşullarda değil, kim bilir dünyanın hangi güzel köşelerinde keyif çatıyor olurduk, değil mi ya ama? O da Hakido'ya bakarak susmuştu. Hakido neşelenerek: - İşte bu görüşe tamamen katılıyorum. Sen böyle düşünmez miydin sanki Cheng? Cheng bunların aynı fikirle daha önce de meşgul olduklarını anlamış, fakat bunun nasıl bir karara konu olabileceğini henüz çıkaramamıştı. Bunu öğrenmek için: - Yani kaptan istemiş olsa, ötekileri toz, duman mı ederdiniz? - Tabii, ya ne sandındı? Diyen Yasuaki idi. Cheng alaysı bir gülüşle başını sallayarak: - Hiç zannetmem! Kaptan Huan kesinlikle böyle bir şey düşünmezdi. Tanıdığım kadarıyla o akıllı, mert ve dürüst bir adamdır! - Hem de ne akıllı, ha ha ha haaaa! Diyerek, ardından asabice gülen Wang idi. Bu tavır cılız Chang'i enikonu kızdırarak; - Bu tavrını gören de, onları tokatlayıp, her gün ayrı bir sıygaya çektiğini sanırdı. Komik olma Wang! Derken, seyrek dişlerini göstererek gülüyordu. Onun bu hali, Hakido ve Yasuaki'yi kahkahalar atarak güldürmeğe yetmişti. O denli bir gülüştü ki bu, bir türlü susamayıp, avurtları saniyeler boyunca gerili kalmıştı. İlk anda çok komik buldukları bu durumdan ötürü gülerken kızaran avurtları, giderek sararır ve nitekim Wang'a baktıkları anda bu birden buz gibi soğuk bir gülüşe dönüşür. Bütün bunları her an büyüyen bir kinle izleyen Wang, eğer aklına ilk geleni yapmazsa, bu tahkirden sanki asla kurtulamazmış gibi geliyordu. Nitekim, elini beline atmasıyla çektiği uzun hançeri, şaşkın Cheng'in kalbine saplaması bir olmuştu. Bu histerik dar beyi canhıraş feryat izlemiş, devrilen kupaların yerine, cansız bedeni kapaklanmıştı zavallının. Şaşkınlık içinde baka kalan Yasuaki ve Hakido, hemen bıçaklarına el atıp: - Ne yaptın bre aptal herif?! Diye çıkışmışlardı. Az sonra dikkatleri çeken bu feci olay, çevrede telaşlı bir kalabalığa yol açmıştı. Dehşet ve tehditle karışık bakışlara hedef olan Wang, elinde kanlı bıçağı, öylece durakalmıştı. Benzi solup, pişman olması ne işe yarardı. Anlayış gösterip, destek çıkar mıydı toplum sanki buna? Elleri kabzada bekleyen Yasuaki ve Hakido hemfikir dostları, hempaları değiller miydi yoksa? Olayı işiten kaptan, kalabalığı yarıp, olay mahallini gördüğünde çok kızarak: -Bunu hangi sersem, neden yaptı!? Diye çıkışırken, Yasuaki ve Hakido suçlayan bakışlarıyla Wang'ı işaret etmişlerdi. Nefsine ram olarak, müteharrik olup, bu arada bir insana kıymanın utancıyla başını eğen Wang. Birden baş kaldırarak: - Bu sizlerin yüzünden, evet kaptan, bunda hepinizin katkısı var! Derken öfkeliydi. Bu sözleri anlamsız bulan kaptan kızarak: - Sen ne diyorsun bre sersem, kimin ne alakası olabilir senin yaptığın bu hayvanlıkla, açık konuş?! Diye bağırmıştı. Wang daha ılımlı bir eda takınarak: - Evet, bu sizin ve şu ikisinin ve öteki beylerin yüzünden oldu. Kaptanın eli kılıç kabzasındaydı. Aklını yitirmiş olmalıydı bu adam. Bu kuşkusu olmasa, çekip uçuracaktı boynunu oracıkta. Bu sırada kalabalık peren peren kaçılırken, elleri kılıçlarında Akkartal ve Mirza oraya gelmişlerdi. Akkartal; - Dur kaptan, ne oldu? Derken. - Kim yaptı bunu? Diye soran Mirza idi. Bunun üzerine kaptan: - İşte şu ahmak. Üstelik, yaptığı suça bizi de ortak etmeğe kalkıyor sıkılmadan! Ekseriyet bunu bakışlarıyla teyit ediyordu. Duruma o an el koyan Akkartal, maktulü göstererek: - Onu alıp, gemiye gelin. Bunu orada mahkeme ederiz. Az sonra herkes bordada toplanıp, güvertede bir "Yargı Heyeti" kurularak, sanık ve tanıklar ayrı ayrı kamaralara kapatılmışlardı. Dürüstlüğün kurbanı olarak, derin yarasından hala kan sızan cansız Cheng, bir tahtaya sırt üstü uzatılmıştı. Sanki bunu bekliyormuş gibi, rüzgâr çıkmış, ortalık hızla serinlemekteydi. Bunu, yelkenlerin gerilmesi, palamarların çözülmesi ve demir alınması izlemiş, batı rotasını tutan gemi, yeniden hareket etmişti. Bu muhakeme için Akkartal "Yargıcı", Mirza "Savunmacı", Tao-Li "Sorgucu", Kaptan "İnfaz amiri" görevlerini üstlenirlerken, Wang sanık, Yasuaki ve Hakido olayın tanıkları idiler. Yargıcının emriyle, ilk etap sorgulama için, olayın tanıklarını tek tek, Tao-Li, sanığı Mirza alarak, birer kamaraya çekilmişlerdi. Yargıca ilk raporu sunan Mirzayı, Tao-Li izlemişti. Sanık ve tanıklar ayrı kamaralarda, yargı için yargıcı karşısına çağrılmayı beklerken, Yargı Heyeti olayı görüşüyor, nihaî kararı belirlemeğe çalışıyordu. Sorgucu Tao-Li'nin adaletince, yargı nihaî kararı : "Bir insan hayatına mal olan bu olayda, kısas uygulanarak, rakibe öz savunma şansı verilmeyip, haksız, cana kıyıldığı için, idam cezasına hükmedilmeliydi..." Savunmacı Mirza’ya göre ise: İçinde kasıt bulunmayan bu olayda, katkısı olan birçok etken, amil ve saikler vardı. Bu olayın meydana gelmesinde doğrudan veya dolaylı olarak etken olan saikler ise şunlardı: Birincisi, halen gemide bulunan ve en büyük tahrik sebebi olan sandıklar dolusu altın ve mücevherattı. Bu denli yüksek miktarda para, hemen her insanı yoldan çıkarabilirdi. Kaldı ki, savunduğu kişi, ikincil neden olarak ayrıca her türlü tahrike müsait bir durumda ve sarhoştu. Oysa insanî, makul yasaya göre; yasak olan ve suç sayılan eyleminden ötürü bireyin sorumlu tutulabilmesi, onun aklî denge ve şuurunun yerinde olmasına bağlıydı. O nedenle, sanığa bu durumda "Kısas" uygulanamazdı. Nihaî Yargının oluşmasında Yargıcı sıfatıyla Akkartal, kaptan Huan'dan görüş almıştı. Ona göre; kısas uygulanmalıydı, çünkü fail yaptığı bu menfur eyleminden kaynaklanan suçunu itiraf ile pişman olup, utanç ve pişmanlıkla yazgısının takdirini yargı kurulunun adaletine bırakacağına, o bihakkın, kendi suçuna başkalarını da ortak etmeğe yelteniyor. Bir kişi, haksız ve yersiz olarak, insan hayatına son verirse, "Yüce Yaratan’ın yaşama hak ve özgürlüğü yasasını" çiğnerse, bunun karşı yaptırımı olan kısası da göze almış demektir. Sanıkta en azından, cezayı hafifletici bir erdem olan "Hatayı kabul ve sonucuna katlanma rızası" dahi bulunmamaktadır. Belirlenen yargı kararı ve bunun tatbikini temin için tayfalar adına iki kişinin görüşüne daha başvurulmuş, onlar da kısas lehinde konuşmuşlardı. Bütün bunlar bir kez de huzura getirilen sanığın yüzüne karşı tekrarlanıp, infaz, ayaklara ağırlık bağlanarak denize atılmak şeklinde tatbik edilmişti. Olaya sebebiyet vermekten ayrıca yargılanan tanıklar, hazineden haklarına düşecek olan payın tümünü kaybetme cezasına çarptırılmışlardı. Günler sonra, Hint Yarımadası'nı en güneyinden dönerlerken, karşılarına küçük bir yelkenli çıkmış, bordasında kalyona rampa etmek için el kol işareti yapanlar vardı. Az daha yaklaştıklarında, geminin yelkenlerinde yırtıklar, halatlarında kopuk ve kesikler olup, zar zor yol aldıkları görülüyordu. Üzerinde onbeş kişi ancak bulunan bu hırpani gemi bir ticaret gemisi olmalıydı. Kaptan'ın emriyle, tayfalar teyakkuz durumuna geçmiş, sonra rampa için izin verilmişti. Artık karşılıklı konuşmak mümkündü. Küpeşte önünde duran kaptan, karşı taraftan seslenenlere doğru eğilerek: - Ne oldu, bu ne hal, fırtınaya mı tutuldunuz yoksa?! Diye sorduğunda, başında turuncu renkte, intizamla sarılmış bir turban bulunan Hintli cevaben: - Ey sahip, maalesef saldırıya maruz kaldık. Bize kast edenlerle aramızda çıkan vuruşma sonucu işte bu hale geldik. Bize, varsa biraz yelken bezi ve halat verebilirseniz çok memnun olurduk? Demişti. Bu talep karşılanıp, geldikleri yer hakkında malumat alındıktan sonra tekrar hareket edilmişti. Öğrendiklerine göre, Hintlilere saldıran Arap asıllı, Emevi askerleriymiş. Hintlilerden haraç istenmiş, buna itiraz edilince saldırmışlar. Çıkan çatışmada beş adamları ölmüş. Müslüman ve tabi olmayı ret edenlerle bu tür sürtüşmeler zaten öteden beri süregelmekteymiş aralarında. Bu konu güvertede görüşülür de, bir Müslüman olan Mirza’ya söz düşmez miydi? Nitekim o da bildiği kadarıyla bu mücadelelere dair sebep ve saikleri anlatmıştı. Mirzanın aktardığına göre: Üzerinde halen yaşadıkları Yarımada da irili ufaklı derebeyi aşiretleri halinde yaşayan Arap kavmi, beşinci asrın sonlarına doğru aralarında zuhur eden Peygamber Hz. Muhammed'in savaşa varan ciddi mücadeleleri sonucu İslam esasları kabul edilip, önceki din ve yaşam tarzlarını kısmen terk etmiş olan kabileler, türlü ayırıcı, yerel farklılıklarını da bertaraf edip, birleşerek, yeni idare ve devlet kurmuşlardı. Bu mücadeleler önceleri kendi aralarında vuku bulurken, şimdi bu değişmiş, üstlenilen İslamiyet misyonu, bunu ister istemez hudutları dışına taşırmış, oralarda dikkat ve türlü tepkiler çekilmişti. Dış tepkilere karşı koymakta başarılı olmanın tabii sonucu olarak Araplar, büyüyen nüfuzlarıyla dünyada tanınır olmuşlardı. Mirzanın bu açıklamalarına ek olarak, görüş sahibi olanlardan Tao-Li, bu meyanda söz alarak: - Mirza dostumuza teşekkür ederken, kanaatlerimi açıklamak isterim. Demiş, kabul görmesi üzerine devamla: - Mirza Beğ'in anlattıkları doğru. Zira bir ülkede, bir cemiyette oluşan düzen ve intizamın, bir takım olumlu sonuçları olacağı tabiidir. Bunların başında kuşkusuz ki, adli hukuk ve ahlakî davranış kural ve kuramları gelecekti. Bunlar olunca, ortaya toplumsal varlık, dinamik bir güç, erk odağı olan Devlet çıkacak ve bu ister istemez yakın-uzak çevreye etki edip, doğal ki, bilhassa dışarıdan tepki görecekti. Bu devlet, daha doğrusu, yeni oluşumun, elbette ki bir takım iddia ve diğerlerine göre farklılıkları, ilgi ve dikkat çeken yenilikleri de olacaktı. “Tabii Güç Oluşumu’nun temel şartı” da zaten bu değil miydi? İlk teşekkülünden belli bir süreye kadar bu güç, diğer yörelerde daha önce kurulmuş, ama artık eskimiş, revaçtan düşüp, köhnemiş düzenler, yani devletler aleyhine gelişecek ve bir gün onun da miadı dolup, diğerleriyle aynı mukadderatı paylaşarak yıkılıp, yerini yeni oluşumlara terk edecektir. Bu olguyu ben şahsen kısaca böyle yorumluyorum. Diyordu. KANLI BORDA SAVAŞI Akkartal'ın düşünce ve konuya dair çözümlemeleri hemen hemen aynıydı. Bu başarının kendi ulusuna da müyesser olması baş temennisiydi. Bu minval üzere devam eden deniz yolculuğu, nihayet günler sonra Muhankodaro limanına ulaşılmasıyla yeni bir safhaya erişiyordu. Limana çok az bir mesafe kalmıştı. Burada demir atılıp, hazine paylaşıldıktan sonra, herkes kendi yoluna gitmek üzere veda edilecekti. Liman olağanüstü hareketliydi. Rıhtımda kaynaşan insanlar, demirli gemilere kaçar gibi doluşuyor, erzak yüklüyor ve bunlar hemen denize açılıyorlardı. Gemiden rıhtıma geçen kaptan ve Mirza, kısa bir soruşturma yaparak gelmişlerdi. Bu limanda hemen her ırk ve soydan insana rastlamak mümkün olduğu için, dünyanın her yeriyle ilgili doğru yanlış haberler almak mümkündü Dediklerine göre; buralarda ortalık çok karışıktı. Hatta yakınlarda savaş dahi bekleniyordu. Akkartal için, Ötüken'den bile haberler vardı; Dediklerine göre Kağan Moyen Çor Çine akına çıkmış imiş. Kuzeyli Karluklar ile, Basra'yı halen elinde tutan Emeviler Çin ordularına karşı Talas’ta ittifak ettikleri için aralarındaki ilişkiler uzun zamandan düzgün bir seyir izliyor, halktan kimileri Müslümanlığa dahi geçiyordu. Karluklar bir Oğuz boyuydu. Ulu kağanlıktan kısmen bağımsız olan bu boy, doğal sınırlarına yakın olması nedeniyle, güney ve güneydoğudan gelen Arap-Çin baskısına karşı durmak ve gerekirse her an savaşmak zorundaydı. Gemi güvertesinde bunlar konuşulup, sıra Zungo hazinesinin paylaşımına gelmişti. Buna ilişkin Kaptan: - Arkadaşlar, hazineden şahsen pay istemiyorum. İstediğim bu geminin batan gemime karşılık olarak bana bırakılmasıdır. Tam bu sırada, panik ve dehşetle içeri dalan bir tayfa: -Kaptan, kaptan başımız dertte! Üç gemi tarafından sarılmış durumdayız! Diye bağırmış, bunun üzerine herkes yalın kılıç dışarı fırlamıştı. Gerçekten, içi silahlı askerle dolu üç çektiri ablukaya almıştı kalyonu. Çok tehlikeli biçimde yaklaşan çektiriler ok menziline girilince gizlendikleri yerden çıkan gerili yaylar, bordayı ani ve amansız bir ok yağmuruna tutmuşlardı. Bu sırada bordaya çıkmış olanlar gafil avlanmış, kalanlarsa küpeşte ve sair bir yere siperlenerek hedef olmaktan son anda kurtulmuşlardı. Ok yağmurunu izleyen rampalaşmadan sonra atılan kancalar küpeşteye takılıp, kolay zafere alışık saldırganlar üçer beşer kalyona atlıyorlardı. Onları nasıl bir akıbetin beklediğinden habersiz zafer naraları atarak saldırıya geçiyorlardı. Artık ok yağmuru durmuş, Akkartal siperlendiği yerden kalkarak yalın kılıç ileri fırlamıştı. Bu sırada okla vurulmuş, yerde feryat ve iniltiler içinde yatan tayfaları, sırt ve göğüslerinden ok yemiş Mirza ve kaptanı görmüş, öfkenin ölüm makinesi kesilmişti. Kalyona atlayanların yeterince çoğalması dışarıdan ok gelme ihtimalini en aza indirgiyordu. Saldırganlar, yanlardan rampa etmiş olan iki gemiden atlayanlardı. Arkada duran gemi henüz teyakkuz halinde ve her halleri ile bunlardan farklı görünen askerlerle doluydu. Az sonra elinde kargısı her vuruşta can alan Lama’yı ve bundan kaçanların, kolay hedef sanarak, ona hücuma geçmeleriyle keyiflenmişti. Elinde Alpagut atağa geçen Akkartal, gelenlere daha ilk anda, bilmeden yaptıkları bu hatayı pahalı ödetip, yağmurdan kaçarken doluya tutulmak neymiş, öğretiyordu. Ona uzanan her şeyi anında biçen Alpagut'la kısa zaman zarfına sığdırdığı sayısız hamleyle saldıranların ardını getiren Akkartal, Tao-Li'ye yardıma koşmuştu. Çünkü ondan kaçabilenler tekrar geriye, Lama'ya dönmüşlerdi. Rampalayan gemilerden bordaya atlayanlar hala çıkıyordu, lakin bunlar suya düşen kar taneleri gibi çok sürmeden eriyorlardı. Derken gemi bordası kızıl kana boyanmış, ortalık mezbahaya dönmüştü. Etrafa kopmuş kol, bacak ve kafalar saçılmış, yaralılardan feryatlar geliyordu. Bütün bunları ilk anda göremeyen arka gemidekiler, biraz yakına geldiklerinde kısmen kendilerine benzeyen giyitleriyle, savaş ilahı gibi kılıç üşüren bir yiğit olduğunu fark edip, kendi dillerinde "O bizden! O bizden!" diye bağrışırken, bu sırada sağ gemide Akkartal'ı hedefleyen bir okçu, yayını geriyordu. Onu son anda fark eden Akkartal bir anda yer değiştirince oktan kurtulmuştu. İkinci ok da ıskalamıştı. Çünkü atılan ok, etrafına kılıçla çizdiği dairelerle geçilmez bir yörünge oluşturan Akkartal tarafından daha havadayken biçilmişti. Bunu gören başka bir okçu aynı şeyi denemeğe kalkmış, ama bununla kalmıştı. Çünkü daha okunu salmadan, bütün bunları arka gemiden izleyen usta bir tirendazın okuyla şakağından vurulmuştu. Bunu diğer arkadaşlarının okları izleyince yanlardan rampa eden gemilerde ayakta kimse kalmamıştı. Bunu gören Akkartal hemen yaralı arkadaşlarının yanına koşmuş, ne çare ki bir okla yaralı olduğu halde henüz hayatta olarak sadece Tao-Li'yi bulabilmişti. Az sonra arka gemiden gelen dört çeri ve onların komutanı olduğu anlaşılan uzun boylu, çengel bıyıklı, başı tolgalı bir savaşçı: - Selam, yiğidim. Uğraşın kutlu ola. Adını ve bu Çin gemisinde bulunma sebebini bağışlar mısın? Diye sormuştu. Üzüntü içinde çömeldiği yerden yavaş yavaş doğrulan Akkartal: - Koca Tuğrul Dergâhı’ndan Akkartal. Ya siz? Akkartal daha sorusunu sormadan muhatabının şaşkın ve hayretli nazarlarını üzerinde hissetmişti. Nitekim: - Yiğit, sakın sen şu ünlü Akkartal olmayasın?! - Adım Akkartal, ama ünlüsünden haberim yoktu. Bu cevap komutanın bir adım daha atarak onu hararetle kucaklamasına yetmiş, sonra da sitayişle: - Bu başkası olamazdı zaten. Yiğidim kusurumuza kalma, bilseydik zamanında müdahale eder, arkadaşlarınızı bu Emevîler'e oklatmazdık. Ama yazık ki olan oldu bir kere. Sadece bir arkadaşınız sağ, o da maalesef yaralı. - Evet, maalesef. Tibetli dostum Tao-Li'nin sağ kalması bir teselli oldu. Yarasını sarmak için hemen bir şeyler yapabilirseniz çok memnun olurum. Derken, onu kendi gemisine aldıran komutan Kutalmış, hemen bir otacı çağrılması emrini vermişti. Bu arada Akkartal merak ettiği şeyi sorarak: - Fakat sizin işiniz ne onlarla, ortak mı çalışırsınız yoksa sahiden? - Evet. Böyle bir karar almıştı Yapgu. Akkartal: - Peki ama, bu olay onlarla olan ortaklığı etkilemeyecek mi şimdi? Diye sorduğunda, Kutalmış umursamaz bir tavırla: - Bunu, tabii ki size karşı yapılan yanlışlığa mahsuben hal yoluna koyacağız. Ulu Hakan Moyen Çor'un özel nişanını taşıyan, Turan İllerinin namlı bahadırı Akkartal'a karşı işlenen bir kabahatin cezasız kalmayacağını herkes kabul edecek. Değil mi? Diyen Komutan yanındakilere bakmış ve onlar da bunu tereddütsüz tasdik etmişlerdi. Bu izah yolu Akkartal ve Tao-Li'yi her şeye rağmen gülümsetmişti. Bundan sonra onları kendi gemisine davet eden Kutalmış, Tao-Li'nin uyarısıyla atını ve ziynet eşyası dolu sandıkları da oraya naklettirmişti. Akşama kadar temizlenerek, üstündeki cesetler defnedilen gemi, Kutalmış tarafından bir komutana teslim edilmişti. Tao-Li, almış olduğu ok yarasından ötürü mustarip olduğundan, gelen otacı yarasını tımar edip, sarmıştı. Ok sol kürek kemiğinin hemen altından girip, onu bir anda nefessiz bırakmıştı. Gene de şansı vardı ki, isabet eden ok, geriden çengelsiz olup, çıkarılması zor olmamıştı. Fakat bu düz Arap oklarının zehirli olma ihtimalleri de yok değildi. Buna karşı, yarayı saran otacı, panzehir etkili ot özleri kullandığını söylemişti. En kısa zamanda yola koyulmakta serbest olan Akkartal ve Tao-Li, buradan kara yoluyla geri dönüş için yanlarına beş katırla bir at ve bunların yönetimi ve kılavuzluk için üç atlı tutmuşlardı. Haftalardır süren deniz yolculuğundan sonra, nihayet at sırtına yeniden kavuşan Akkartal, karadan yolculuğun hazları, ıtırlı kır çiçeklerini, ağaçları ve kuş seslerini ne çok özlemişti. Orta yaşlarda, iri yarı ve Peştu kökenli olduğunu söyleyen Temar adlı kılavuz, atını bir ara hızlandırarak Akkartal'a yaklaşıp : -Efendi, şu ilerdeki yol ayrımından sağa sapalım derim. Akkartal tereddütle: - Fakat orası dağ yolu değil mi? - Evet ama Efendi, böylece yolumuzu en azından yarım gün kısaltmış olacağız! - İyi ama dağ başlarında bin bir türlü tehlike kol gezer, sakın bir çapulcu sürüsüne rast gelmeyelim sonra? - Yo, yo Efendi, tam aksine. Çünkü bildiğim kadarıyla, Pahtu soyundan gelen bir şaki (haydut) güruhu belki şimdi şu vadide pusu kurmuştur. Düzlük diye aldanıp, buradan geçecekleri beklemektedirler ola ki. Bizim yola göre orada tehlike çok daha fazladır, inanın bana! - Dediğin gibi olsun Peştuni, seni takip edeceğiz! - Hay hay Efendi, bundan kazançlı çıkacaksınız! Onlar böyle konuşa dursun, el’an uzaklardaki bir tepede durmuş olan iki kişi, meraklı gözlerle onları izlemekteydi. Küçük kafilenin düz yoldan saptığını fark edince, hemen tepenin arkasında bıraktıkları atlara koşmuş, aşağıda bir mağarada bulunan diğer arkadaşlarına haber vermişlerdi. Biraz sonra yirmi kadar çapulcu, fark ettirmeden kervanın önünü kesecek şekilde sürmüşlerdi atlarını. Bizimkiler onlardan habersiz, gök yüzünde daireler çizen kartalları da umursamadan, giderek yokuşlaşan keçi yolunda yavaş yavaş ilerliyorlardı. Burası bodur ağaç ve geven kümelerinin yüzeyini kapattığı bir yamaç idi. Çok ilerilerde eflatun renkli sıra dağlar yükseliyordu. Dağların etekleri ormanlık ve engebeliydi. Bir hayli yol almışlardı ki, burada yokuş bitip, iniş başlamak üzereyken önlerine seyrek bir çam koruluğu çıkmıştı. Çamların öte tarafından şamatayla kalkan bir karga sürüsü havada dolaşıyor, bir alçalıp bir yükseliyorlardı. Yaşamı boyunca hep bu yollarda kılavuzluk ederek geçimini sağlayan Peştu Temar, bundan kuşkulanarak, hemen kervanı durdurup, etrafı biraz kolaçan etmek istiyordu. Çünkü kargaların bu tavrı, bir tehlikeye işaret sayılırdı. Buna sebep vahşi bir hayvan olabileceği gibi, bir haydut sürüsü de olabilirdi. Nitekim kervan durmuş, bütün gözler etrafı taramaktaydı. Temar atını ağaçların arasından kargaların bulunduğu yöne doğru sürerken, diğerleri oldukları yerde onu bekliyorlardı. Biraz sonra geri dönen kılavuz, durumu şöyle açıklıyordu: - Kuşkulanmakta haklıymışız Efendi. Ne yazık ki pusuda bekleyen bir sürü uğru (Hırsız) gördüm. İsterseniz hemen geri dönelim. Akkartal başını sağa sola sallayarak: - İyi, beklesinler bakalım. Bizi takip mi ettiler dersin Peştuni? - İhtimal ki öyledir, geri dönüyoruz, değil mi Efendi? - Hayır, hayır. Bunca yokuş yolu geri dönmek için çıkmadık. -Aman Efendi, bu adamların ne gaddar caniler olduklarını ben çok işittim, sakın ola ellerine düşmeyelim? - Korkma Peştuni, haydi şimdi düş önüme ve onların yerini göster, gerisini de bana bırak. Tamam mı? - Peki, Efendi. Siz nasıl isterseniz öyle olsun. Bu sözlerden sonra Akkartal heybesinde devamlı taşıdığı manda gönünden çift katlı cenk yeleğini çıkartıp, sırtına giymişti. Sonra oklarını ve yayını gözden geçirip, atını kılavuzun biraz önce gittiği seyrek çamlığa doğru sürmüş, takip eden Kılavuz da arkasından yetişmişti. Akkartal'ın nasıl bir savaşçı olduğunu bilen Tao-Li, şimdiden haydutlara acımağa başlamıştı. Fakat yanındakiler bunu henüz bilmediklerinden, biraz endişeliydiler. Koruya girdiklerinde kılavuz önde Akkartal arkadaydı. Biraz sonra durup atlardan inmiş, onları yaban yoncaları arasında serbest bırakmışlardı. Az sonra öyle bir noktaya ulaşmışlardı ki, burası haydutların bulunduğu kesimi yukarıdan gören kayalar ve yüksek palamutlarla kaplıydı. Haydutlar yolun iki yanını tutacak şekilde ikiye ayrılmış, pelit kümelerinin arkasına siperlenmişlerdi. Akkartal ve kılavuz yarım ok menzili mesafede bir süre durmuş, onları izlemişlerdi. Bu arada haramilerden beşinde ok ve yay, diğerlerinde ise sadece kılıç ve kargı bulunduğunu görmüşlerdi. Kervanın gelmesini sabırsızlıkla bekleyen uğrular, kimsenin gelip geçmemesi üzerine sıkılıp, bazısı saklandığı yerden dışarı çıkmışlardı. Çevreyi araştıran kılavuz, şakilere ait atların gizlendikleri yeri de keşfedip, bunu Akkartal'a haber vermişti. Atları dahaca geride, etrafı ağaçlarla çevrili bir çukurlukta gizlemişlerdi. Bulunduğu yerden haydutların çoğunu görebilen Akkartal, ilk etapta bunların okçularını saf dışı bırakmak istiyordu. Omzundaki sadaktan kullanacağı beş oku çıkarıp, önüne koymuştu. Sonra bir biri ardından uçan oklar, her defasında hedeflerini vurup, akabinde ormanda bir feryadı yankılatmıştı. Daha ne olduğunu anlayamadan saf dışı kalan okçuların bu hali diğerlerini o denli şaşkına uğratmıştı ki, onları önce şakadan bağırıyor sanmışlardı. Fakat bedenlerine saplanmış olan tüylü okları görünce, birer yaban kazı gibi gafil avlanacakları korkusuyla panikleyip, sağa sola kaçışmağa başlıyorlardı. Çünkü düşman okçunun yerini dahi henüz keşfedemiyorlardı. Nitekim Akkartal, elde Alpagut bayır aşağı kayarak yanlarına inip, aralarına bir tozkoparan gibi dalıyordu. Bunu metal sesleri ve yükselen canhıraş feryatlar izlemiş, çok geçmeden haydutların üçte ikisi ağır yaralarla yerlere serilirken, diğerleri kartal görmüş çil yavruları gibi etrafa dağılmıştı. Bilahare toparlanan haydutlar atlarına bindikleri gibi, arkalarına bakmadan topuklamışlardı. Aldıkları yaralarla yerde inleyerek, acıyla kıvrananların yanına gelen Akkartal: - Hadi, şimdi hemen def olun ve sakın bir daha buralarda görünmeyin! Diye haykırmıştı. Ona karşılık veren bir yaralı: - Tamam cengâver, kerem eyle kıyma bize. Bu ders olur, bundan sonra asla yol kesmez, can yakmayız! Böylece onlara yedi tövbeyi bir anda verdiren Akkartal, hayatlarını bağışlamıştı. Sonra çaldığı bir ıslıkla önce kılavuz aşağı inmiş, ardından atlar çıkagelmişti. Akkartal orada beklerken, kılavuz kervana haber etmiş, az sonra da onlar gelmişti. Halen yerde perişan yatan haydutları görünce şaşkınlıklarının yerini alaylı gülmeler alıp, aynı tempoyla yola devam etmişlerdi. Ünlü Pamir Dağı eteklerine ulaştıklarında artık akşam olmak üzereydi. Burada mola verip, geceyi hemen kurulan kıl çadırlarda geçireceklerdi. Sonbahara girilmiş olmasına rağmen burası hala yeşil çimenle bezeli geniş bir yaylaktı. Ötelerde yerleşik göçebe çadırları öbekler halinde görünürken, otlağa yayılmış sürülerin zil, çıngırak sesleri ve uzaklardan yankılanan çoban kavalları duyulmaktaydı. Kılavuz ve katırcılar bu toprakların insanı olduklarından, yöreye has her şeyi biliyorlardı. Çadırları kurduktan sonra etrafı araştırıp, çok geçmeden bir çanta dolusu mantarla dönmüşlerdi. Bu mantarlar sadece tuzlanarak yenebileceği gibi, ateşte kızartılarak da yenebilir türdendi. Fakat onlar yamaçlardaki kuru meşe dallarını yığın yapıp, bir ateş yakmışlardı. Biraz sonra yükselen dumanlar, bütün havaliye burada konakladıklarını belli etmişti ki, iki genç atlı çok geçmeden ilk ziyaretçileri oluyordu. Kılavuz ve katırcılarla aynı kökenden gelen bu gençler onları önceden tanıyorlardı. O nedenle karşılamaları hayli sıcak olmuş, aralarında geçen kısa konuşmadan sonra tekrar at binen gençler, yaylağın aşağı kesimine, orada otlayan bir koyun sürüsüne doğru sürmüşlerdi. Çok geçmeden kesilerek temizlenmiş, sonra da kendi postlarına sarılmış iki semiz toklu ile geri geliyorlardı. Bunlardan birini hemen orada kebap ederken, diğerini daha sonrası için ayırmışlardı. Devresi günün ikindi çağı eriştiğinde, zirvesi karlı Pamir Dağlarını tırmanmış, bir sarp geçitten öte yüze doğru iniyorlardı. Hava serin ve çok berraktı. Açık mavi semalarda kartallar süzülürken, sarp yamaçlarda yaban keçileri, karacalar dolaşıyordu. Bu sırada Akkartal ve Tao-Li kafilenin arkasından yan yana, konuşarak geliyorlardı. Fakat Tao-Li birden atının yelesine doğru düşüp, orada tutunamayarak yere yuvarlanmıştı. Bunu gören Akkartal hemen kervanı durdurmuş, kendisi atından atlayarak, hemen onun yanına koşmuştu. Yerde soluk benizle yatan Tao-Li'yi omuzlarından tutup, başını dizine yasladıktan sonra, müşfik bir sesle: - Ne oldu dostum, şimdi nasılsın? O konuşmasa da çehresi kendiliğinden belli ediyordu halini. Gözlerinin feri bir anda kaçmış, rengi solmuş, kolları yana sarkmış, çenesini kıpırdatmakta dahi zorlanır olmuştu artık Tao-Li. Nitekim güçlükle konuşarak: - Aziz dostum, benden geçti artık, bir daha ki hayatta görüşmek üzere, esen kal, Gök tanrı seni korusun! Derken, buğulu gözleri yumulmuştu. Akkartal üzüntüyle: - Tao-Li! Aziz dostum, uyan, kendine gel! Diye seslendikten sonra onu hafifçe sarsıp, kulağını yüzüne yaklaştırmıştı. Ama ne çare ki bu onun son nefesi olmuş, artık nefes almıyordu. Bu duruma üzülen Akkartal , onun başını yavaşça kara toprağa yatırıyordu. Sonra doğrulup, başucunda müteessir bakışlarla kendisini izleyen adamlara hitaben: -Hemen bir mezar kazın… Demiş, en uygun yeri kendisi seçmişti. Burası az geride, yolun kenarında kalan yüksek bir tepeydi. Onu kollarında oraya kadar taşımış, ruhuna haz verecek şekilde, giysileriyle beraber defnedip, sonra da alçak sesle: “ Saygı değer, aziz Yoldaşım Tao-Li, şu an beni işiten ulvî ruhun şad olsun. Keşke bana daha önce, payını ulaştırıp, teslim edeceğim bir yer ve orada bir kişi adı verebilseydin” demişti… Bundan sonraki günlerde kayda değer bir hadise olmayıp, sakin süren yolculuk, Narya nehri boyları izlenerek devam etmişti. Bilâhare Işık gölün güneyinden geçilerek, haftalar sonra bir öğlen vakti başı bulutlara değen Tengri Dağı eteklerine ulaşmışlardı. Nihayet, bazalt ve granit bloklardan oluşan güçlü duvarları ve görkemli sütunlar üzerine oturtulmuş gök mavisi ana kubbe ve diğer tonozları, gözetleme kulelerinde parlayan alemleri ile kadim dergâh gözükmeğe başlamış, Akkartal'ı çok farklı bir heyecan sarmıştı. Yukarılara doğru kıvrım kıvrım tırmanan dar yol, dergâha gelenlerin susuzluk gidermeleri için biraz daha aşağıda taşla bulunan bir pınarın önünden geçiyordu. Bu pınarın başında yeni yetişmekte olan iki genç oturmuş, kurnalardan şırıltıyla akan suya bakarken, aralarında konuş maktalardı. Az sonra yukarıdan yanlarına iki çocuk daha gelmiş, biri eğilerek, kurnalardan avucuna doldurduğu suyu içtikten sonra, ikinci kez doldurduğu suyu oturmakta olan arkadaşlarının üzerine serpiyordu. Bu muziplik karşısında göreceği tepkiyi tahmin etmiş olduğundan, hemen oradan aşağı doğru koşuyordu. Oturdukları yerden yarım öfkeli edayla kalkan su serpilen çocuklar, kaçanın peşine takılarak, koşmağa başlıyorlardı. Çeşmenin bulunduğu yer nispeten düzlük olduğundan, biraz koşan çocuklar, yolun inişe döndüğü yere gelmişlerdi. Buraya daha önce varan öndeki, hala koşarken, onlar durup: - Şuraya bakın, bu tarafa gelenleri gördünüz mü? Dedikten sonra, önde koşana seslenerek; - Dur hele Çopur! Bu yana yukarı gelen atlılara baksana hele! Haydin dergâha haber edelim! Bunun üzerine geri dönüp, hep birlikte koşar adım dergâha giderler. Onları kapı önünde rastlayan Öğretmen Çuçi: - Bu ne telaş çağanlar, ne oldu? Diye sorunca, cevap Çopur’dan gelerek: - Efendim, bağışlayın, ama aşağılardan bu yana gelen bir takım atlı gördük! Diye yanıtlıyordu. Öğretmen Çuçi gülerek: -Anlaşılan, gelenler daha epey aşağıdalar ve kim olduklarını çıkaramadınız, öyle mi? Çocuklar, evet anlamında başlarını sallamışlardı. -Peki, şimdi gidip çeşmenin başında bekleyin. Vardıkları zaman haber iletirsiniz! Öğretmen Çuçi, dış kapıdan içeri girerken, çocuklar geri dönüyorlardı. Öğretmen Çuçi durumu Kılıç Piri Gökbörü'ye haber vermiş, o da bunu Ulutolga'ya iletmişti. Ulutolga her nedense buna memnun olarak; - Öyle mi? Buna sevindim. Bana kalırsa bu bizim Deli kartal olmalı. Çünkü dün düşümde onu, gelmiş, diye, görmüştüm. Derken haber, bütün Dergâha yayılıp, herkes avluya inmeğe davranmıştı. Pınarın yanında bekleşen çocuklar az sonra koşar adım geri dönerken, sevinç çığlıkları atıyorlardı: - Heeey! Müjde, müjdeler olsuun, Akkartal geliyooor! Bunun üzerine Çuçi hemen onları yanına çağırıp: - Doğru mu bu çocuklar? Gelen Akkartal Ağabeyiniz midir? Sakın yanılmış olmayasınız? Çocuklar hep bir ağızdan: - Hiç olur mu hocam, onu ve atı Karaşimşek’i hemen tanıdık, ama yanlarında başka atlı ve katırlar da var. - İyi öyleyse, birazdan görürüz nasılsa! Derken çoğu dergâh erkânı aşağıya inmiş, heyecanla beklerken, coşkuyla koşan çocuklar, yarı yolda karşılıyordu onları. Çok sürmeden, hep beraber dergâh avlusuna ulaştıklarında, her şey anlaşılmış, gelenlere hoş geldin yarışına girişilmişti. Akabinde yükler indirilip, özenle getirilen pahalı sandıklar, dergâh piri Ulutolga'nın makamında geniş bir yaygıya dökülüyordu. Açılan sandıklardan ortaya çıkan zengin hazine, bakanların gözlerini kamaştıracak denli görkemliydi. Nitekim Ulutolga Akkartal'a; - Ey Oğul, bunca altın ve ziyneti nereden buldun, nasıl ettin? - Bunu daha sonra anlatsak olmaz mı, çok uzun bir hikâye bu çünkü hocam? Ulutolga: - Hay hay! Amma ve lakin, bunca zenginlikle neyler, ne iş yaparız biz oğul? Derken yanındaki hocalara bakıyordu. Onlar susarken Akkartal: - Bunlarla ne iş yapılacağını sizden iyi kim bilir Hocam. Ama dilerseniz bir kısmını kağana iletir, lakin büyük kısmını saklar, dergâhımızın giderleri ve budunun kıtlık çağında kullanırız, olmaz mı? Bu görüş makul gelip, herkesten takdir alırken, sıra merak edilen sorulara geliyor, lakin Akkartal, şimdilik kaydıyla, çok kısa özetliyordu olanları. Bir hafta süre ile dergâhta konuk edilen kılavuz ve katırcılar, emeklerinin karşılığını almış, memnun geri dönerek, orada görüp, yaşadıklarını anlata anlata bitiremiyorlardı. Hoca Kam Ulutolga ve Akkartal bir gün yalnız oturmuş, oradan buradan konuşulurken, her nedense Noyan Arıkbuğa'nın kızı Tangülü adını zikrediyordu. Sonra da, onunla evlenmeği düşünecek olursa, Ötüken'e bizzat gidip, onun için babasından isteyebileceğini söylerken, bu meyanda olarak da: - Ey oğul, kuşkusuz hangi yol üzere olduğunu biliriz. O nedenle evlenip bir ocağa bağlı kalmak henüz zor gelir sana. Lakin bundan zarar gelmez, ayrıca, budun karşısında görevdir bu her yiğide. Üreyip, çoğalmak, ve bu toprakları elde tutmak üzere Budun’a ordu gerek. Derken, o an kesin cevap vermese de, hocasının tavrı karşısında kayıtsız kalmayan Akkartal, biraz dolaşmak için Ötüken'e yeniden gitmeyi düşünüyordu... 2.Bölüm YENİ BİR DİNE ÇAĞRI Emevî Araplarından, Kağan Moyen Çor'a gelen bir çağrı, tahlili ve usulünce cevaplandırılması temennisiyle, Koca Tuğrul Dergâhı’na havale edilmişti. Konuyu görüşen Dergâh Erkânı, alınan kararı Kağanla danışmak üzere Akkartal'ı görevlendirmek istiyordu. Hemen harekete geçen bir atlı, o an yoldaki Akkartal'a geri dönmesi haberini iletecekti. Ötüken güzergâhında bulunan hanlardan sorarak gelen atlı, onu bir gün sonra Karaşar yakınlarında Kızılhan'da bulabilmişti. Bunun üzerine hemen geri dönen Akkartal, dergâha varınca, Kam Ulutolga'nın özel odasına gitmişti. Kam, beyaz postu üzerinde bağdaş kurmuş, başı önde, gözleri elindeki iri taneli tespihte, yalnız ve tefekkür içindeydi. Salınarak gökten düşen bir yaprak zarafetiyle sevgili hocasının yanına diz Kuran’a Akkartal: - Buyurun Hocam, beni görmek istemişsiniz. Başını kaldıran Ulutolga, şefkatli bir tebessümle: -Ne çabuk geldin böyle. Sağ olasın oğul. Hele geç şöyle otur, istirahat et biraz, daha sonra konuşuruz. Derken, onu hemen karşısında bulunan başka bir post üzerine davet ediyordu. İçeride, daima olduğu gibi, yine mistik, lahuti bir hava vardı. Nitekim; -Evet oğul. Kağan Moyen Çor'un bize havale ettiği bir mesele şu; Günbatısından esmekte olan ve adına İslam mı, sam mı denen bir çöl esintisi varmış ki, eğer ulu Tengri'nin göz değmedik mavi buzlarına kadar ulaşırsa, onları eritip, yok etme istidadı bile taşırmış. Mamafih bu durum karşısında, değil mi ki bizler bu Ulus'un gök kubbesini yücelerde tutan ana sütunları, boranları, har ve buhar geçirmez karayelleriymişiz la, onun için buna karşılık, temeli özlü söze dayanan cevabı vermek de bize düşermiş... Böylece söze başlayan Ulutolga, Kağandan gelen yazıyı ve bunda geçen sair detayları Akkartal'a açıklamıştı. Nitekim Akkartal: - Desturunuzla Hocam, Kağan böyle düşünmekte haksız olmasa gerek. Lakin o kendine düşen sorumlulukları yerine getirirse, biz dergâha düşen, her ne ve ilgilisi her kim ise, gerekeni yapmaktan aciz kalmayız. Bundan müsterih olunuz. Diye, hocasını temin ettikten sonra, sözlerine devamla: - Söz konusu dinsel öğreti hakkında önce de konuşmuştuk. Bu çağrı gerçi makul görünüyor, lakin her şeyi ile incelenmek gerekir. Gelecekte bunun ne hal alıp, nelere mal olacağını şimdiden kestirmek için konuyu daha yakından görüp, tahlil etmek gerekir, kanısındayım. Ulutolga: - Haklısın oğul. Her şeyi kendi kaynağında görüp, sorgulamak gerekir. Bu durumda sana yeniden yol görünüyor demektir. Önce kağanla görüş. Sonra selamımla, münzevi, aziz dostum Bilge Ata’yı bulursun. Bu hususlarda onun bilgi ve görgüsünden yararlanman isabetli olur. Böylece hocasından ayrılan Akkartal, her zaman kaldığı ve halen boş tutulan odasında istirahata çekilmişti. Bu arada dergâhın diğer pirleri ile danışmış, bir kaç gün sonra, tekrar yola koyulmuştu. Bu sırada ordusunun başında olan Kağan Çin yolunda sefere gidiyordu. Kuzeybatıdan doludizgin gelen Akkartal, onu beşinci günün öğlen vakti Karahoço'nun güneyinde, Lop Gölü yakınlarında doru atının sırtında buluyordu. Nitekim danışma için göl kıyısında orduya mola verilip, bir korunun eteğinde kurulan otağda toplanılmıştı. Toplantıya Kağan, ölen ilk eşinden olan oğlu Bögü Şad ve Tümen başılar katılıyordu. Mahut konuyu açmak için Akkartal: - Desturunuzla ulu Kağan, hocam Kam Ulutolga adına, bizimle danışmak istediğiniz hususlarda görüşmek üzere geldim. Derken, Kağan, altın ve gümüş işlemeli demir tolgasını başından çıkarmış, evirip çevirdikten sonra yanına koymuştu. Sonra tebessüm ederek: - Akkartal, Kam Ulutolga bu görevi sana vermekle gene isabet etmiş. Her neyse, biz sadede gelerek önce konuya dair sorulması gerekenleri bir soralım. Konuya girişinden, Kağanın bu meseleye verdiği önemin ikincil derecede olduğu gözleniyordu. Onun için mühim konu elbette içinde bulunduğu Çin seferiydi. Çünkü hazine giderek azalırken, bağlı beyler birlikten ayrılma noktasına gelmiş, hatta kimi kopmalar baş göstermişti. Türlü din ve manevi akımlar bütün Budun’a tesir edip, fertler yeni arayışlar içine girmişti. Millî duygular zayıflamış, güven ve mutluluk başka budunlara ait kişiler ve onların değer yargılarında aranır olmuştu. Nitekim kağan, Arap elçisinden aktarılanları tekrar ettikten sonra, ortaya: -Böylesi bir çağrıya karşılık vermek gerekirse, sizce bu ne olmalıdır? Bu soru karşısında herkes fikrini söylerken, Akkartal konuşanları izliyordu. Bu meyanda komutan Kül Bilge soğukkanlılıkla; - Bence bu adamlar; sanki bizim ulusal töremiz ve kişisel dimağımızda tek olan yüce bir Yaratıcıya hiç yer yokmuş gibi farz edip, bizleri gözü, izanı kör, kara cahiller gibi sayarak, hayatımıza yön vermek için kendi kurallarına tabi olmamızı istiyorlar. Derken, uzun saçlı, çatık kaşlı Tung Baka Tarkan parıldayan tolgalı başını otağ direğine yaslamış, hayret karışık bir eda ile; - Tanrım, bunlarla da mı karşılaşacaktık? Demekle yetiniyordu. Tümen başı Kutluk Bilge ise, eli şakağında biraz düşündükten sonra: - Kül Bilge doğru söyledi. Bence bu adamlar bazı zafiyetlerimizi sezinledikleri için karşımızda böyle pervasız konuşabiliyor, bize düstur öğretmeğe kalkıyorlar. Derken, Kağan Akkartal'a bakmıştı: -Ulu Kağan bizden yana mutmain olabilir. Zira köklü ulusumuza layık olan en şedit cevap çoktan hazırdır. Lakin, Tümen başı Kutluk Noyan'ın da isabetle belirttiği gibi, bu konuya dair asıl cevap Ulu Kağan ve beylerin uhdesinde olandır. Bu sefer sonucu elde edilecek büyük bir başarı her şeye yeni bir anlam kazandırabilir. Hocam Ulutolga buna dair bir müjdeyi şimdiden vermemi söylemişti. Kağan meseleyi iyice kavradığını belli ederek: - Bize düşeni elbette yapacağız, bunda kuşkuya yer yok. Düşündüklerimizi gerçekleştirmek mümkün ve müyesser olursa, bu mesele kendiliğinden çözülebilir. Oturum böylece sona eriyor, mola kaldırılıp, yeniden harekete geçiliyordu. Elbette ki bu görev öncelikle, Ulus'un siyasî, askerî ve ekonomik gücünü temsil edenlere düşerdi. Son zamanlarda kopuk yaşayan boyları, tıpkı Tanhu Mete ve Bilge Kağan ile Kültigin zamanlarında yaptıkları gibi, tek bayrak, tek buyruk altında toplamak ve devlet gücünü olabildiğince arttırmak gerekliydi. Aksi halde dışarıdan gelecek değişim önerilerine toprak talebi, işgal ve zulüm eklenirdi. Çin ordusu yaptığı birçok savaşta yenilince, içerde karışıklar çıkmış, bu durum karşısında çerisiz kalan İmparator, Kağan Moyen Çor'dan yardım talebinde bulunuyor. Kağan onun için bu sefere çıkıyordu. Böylece, iç muhalefet Kırgız beyleri, onu pasif ve milli onurdan taviz veriyor, diye suçlayamazlardı. Dahası dağılma tehlikesi bertaraf olabilirdi. Derken, ordu tekrar yola koyulurken, Akkartal bu görüşme sonucunu iletmek üzere dergâha dönüyordu. KAM KÜL ERKİN ile SÖYLEŞİ Bu sırada, kadim Başkent Ötüken'in Doğu Kapısında büyük bir panayır kurulmuş, iri sayvan ve çadırlarda, kıtanın dört yanından gelen kervanlardan yıkılan envai türde meta, ipek, baharat, darı, pirinç, silah, süs eşyası ve saire kurulan tezgâhlarda satışa sunulurken, satıcı ve müşteriler arasında hararetli pazarlıklar yapılmaktaydı. Heyecanlı gösterilerin yapıldığı Batı Kapısı'nda kurulu sayvanlarda, usta cambazlar, hokkabazlar ve gölge oyuncularına müşteri toplayan çığırtkanların sesli çağrıları susmak nedir bilmiyordu. Dağ mavisi iri bir çadırda kalender bıçkınlar toplanmış, kımız, şarap ve yemek sunulan masalarda yiyip, içerken, türlü sohbet konuları açılmaktaydı. Geniş masalardan birinin çevresi kalabalık, oturanlardan, tıknaz, kara pos bıyıklı genç bir adam hararetle konuşurken, diğerleri pürdikkat onu dinlemekteydi. Konuşan, kendisini "Akkartal'ın Yoldaşı Okyaran" olarak tanıtırken, güya onunla geçen serüvenlerini anlatıyordu. Bu arada cuşa gelip, kucağında hazır duran kılıcına da el atmaktaydı. Kendini teşhir etmekte usta görünen bu genç adam, bakalım neler diyordu: - Güney Hindistan'daydık, diye başlayan Okyaran, devamla; Racanın adamları elli kişi ve takriben yetmiş adım mesafedeydiler. Raca Kundera'nın oğluna vermek için zorla getirdikleri şahane Hint dilberi bu sırada titreyerek ona sarılmış, "Akkartal, ne olur durma, haydi hemen kaçalım buradan" diye yalvarıyordu. Adamlar yalın kılıç, vurun, tutun naralarıyla üzerlerine gelirken, o, kızın uzun dalgalı kuzguni saçlarını koluna dolamış, kendine çekerken ise; "Gel bakalım güzelim, fırsat bu fırsattır, az sonra bakarsın uçmağa muçmağa varırım, sonra gözüm açık gitmesin" diyordu. Her neyse, bu sırada ben, yandaki taş kulenin burcunda, beş adam boyu yukarıdan olanları izlerken, gelenler on adım kalıncaya kadar yaklaşmış, ama o halen çiçekten bal alan arı misali, kızın kıvrımlı dudaklarından ayrılamamıştı. Sırf bu yüzden neredeyse postu deldirecek diye korkuyordum. Şükür son anda kızı alıp, duvarın arkasına bırakmış, pusata davranarak çala kılıç heriflere bir dalmıştı ki, bu ne benzer Bozbörü'nün kırdaki çakal sürüsüne dalmasına. Vay anam, vay babam, orada olsa da görebilseydiniz keşke bu olanları." Bu sırada yandaki masaya yeni gelenler vardı. Kıvrak tavırlı, cüsseli iki genç bahadırla, beyaz börklü, kır saçlı, aksakallı, uzun boylu vakur bir adam gelip, boş duran masaya ve oturaklara bakarken, Gençlerden kara bıyıkları seyrek olan, ihtiramla : - Hocam buyurun, dilerseniz şöyle oturalım, etrafta başka boş masa da yok zaten! Diyordu. Kara cüppeli Hoca keskin bakışlarla etrafı tarayıp, sakin bir eda ile yerine otururken, uzun yamçılarını toparlayan genç bahadırlar masada yer alıyordu. Muhtemel, gelenlerle birlikte içeri giren esrarengiz bir vakar, burada hâkim olan keyfiyeti etkilemiş, yüksek sesler giderek kısılırken, etrafa bir ciddiyet ve sükûn yayılıyordu. Çevredekiler ilgiyle, gelenlere bakmak için o yana dönerken, kendisine karşı azalan ilgiyi gören Okyaran buna içerleyip, önce o yüzle bakmıştı gelenlere. Fakat o da neydi? Tanrının işine bak, Kam Kül Erkin bu! Derken hayretten ağzı açık kalırken, o yana bakanlara çıkışarak, öne; - Onlar kim, bildiniz mi? Diye soruyor, sonra cevabı kendi veriyordu; Hiç sanmam bileceğinizi. Bakıp dinleyin öyleyse. Ben onu da, Akkartal'ın hocası Ulutolga’yı da tanırım. O gördüğünüz aksakallı ünlü gezgin Kam Kül Erkin, ötekiler de onun şakirtleridir! Diyerek, yeni bir atakla dağılan dikkatleri kendine yöneltmeği başaran Okyaran, bu arada fısıltıya indirgediği ses tonuyla: - Durun hele ağalar, belki Kül Erkin cenapları o ebleh yüzlerinize nazar etme külfetine katlanmayı lütfeder ve sayemde tanımış olursunuz onu sizler de. Ama sakın ola sorulmadan konuşmayınız huzurunda ha! Bu tembihten sonra yerinden kalkan Okyaran, onların masaya gitmiş ve öğrencilerden yakın bulduğuna doğru eğilip, kulağına bir şeyler fısıldamıştı. O, bunu Kam Kül Erkin'e aktarınca nihayet izin çıkıp, Okyaran'ın bir işareti hepsini oraya toplamıştı. Edeple gelip, iri masada yer alanlar Kam Kül Erkini umulanın aksine, mütevazı ve müşfik bulmuşlardı. - Çağanlar, sizlerle tanıştığıma sevindim! Derken, hepsinin adlarını soruyordu. Nitekim onların adına konuşan Okyaran: -Muhterem Hocam, size rastladığımıza çok sevindik. Heyecanımızı lütfen mazur görünüz... Böylece başlayan tanışıma, iki tarafı da memnun ederken, yudumlanan kaliteli kımızlarla yeni sohbet konuları açılıp, hemen her konuya ve hatta el’an ülke genelini alakadar eden siyasî ve kültürel mevzulara bile değinilerek, onlar soruyor, Kam Kül Erkin açıklıyordu... Kam’ın dediğine göre: Günümüzde insanlar zaman ve mekân şartlarına göre değişmekteydiler. Bunun tabii sonucu olarak da, esasen tartışılmaz olan kadim Töre bile artık tartışılır, içeriği başkalarıyla kıyaslanır hale geliyordu. Bunlardan en etkini, son zamanlarda üzerinde çokça durulan Mani Dini idi. (Budizm, Hıristiyanlık, Brahmanlık ve Zerdüştlük Dinlerinin karışımı olan bir Din). Buna yol açan sebep, kadim törenin yetersizliğinden ötürü müydü, yoksa harici nedenlere maruz kaldığı için mi böyleydi, henüz belli değildi. Maiyeti ile dolaşan Kam, işte bunun cevabını aramaktaydı. Çünkü bundan etkilenen bazı kişilerin et yerine artık ot türü şeylerle beslendikleri, hayvan dahi olsa, bir canlıyı yemek için avlamak, öldürmek istemedikleri, bunu yapanları ise kınadıkları ve sonuç olarak da halkı etkileyerek, Mani Dini'ne geçmeğe çağırdıkları duyuluyordu. Fakat diğer yandan, önlem alınmazsa, varlığını beden-kol gücü ve gerekirse savaşla korumak, hayatiyetini sürdürmek durumunda olan, nüfusu az bir ulus için bu yanlış bir davranış olacaktı. Çünkü savaş sadece fizik gücüne dayanan bir olay değil, aynı zamanda ruhsal bir vaka idi. Zira, az da olsa kan görmeğe alışkın olmayan bir muharip, savaş anında adam vuramaz, kelle alamazdı kolay kolay. Sayıca nüfusu fazla olan uluslar için bu, örneğin Çin ve Hint için pekâlâ gerekli ve yararlı olabilirdi. Çünkü aynı zamanda bu, o toplumun iç huzurunun sağlanmasına yarayıp, fazla enerjiden kaynaklanan bir takım kötü davranışların önlenmesinde yararlı olabilirdi. Kam konuları doğrudan halka açarak, onları uyarmak ve aynı zamanda olası tepkileri şimdiden sınamak istiyordu. Nitekim bu meyanda ortaya: -Sizler ne dersiniz buna peki? Diye soruyor, oradakilerden çoğunluk; "Biz Töreden yanayız, ondan asla şaşmaz, şaşanlara da çok şaşarız" cevabını alıyordu. Bir ara Okyaran el edasıyla söz isteyerek: - Sayın Hocam, Töreyi terk eden kişinin artık Türk sayılamayacağı doğru değil midir? Diye soruyor ve bu soru Kam Kül Erkin'e çok uygun bir fırsat veriyordu. Çünkü bunlar, bilhassa açıklanması gereken konulardı. Nitekim masayı çevrelemiş olan kitleyi sağdan sola tekrar süzerek: - Evet, çünkü bize bu umumi adı veren Töredir. Onu terk eden, güçlü, kudretli, yiğit anlamına gelen " Türk " sıfatını her halde kaybetmiş olacaktır. - Töremizle o Din, Manilik miydi neydi, arasında sadece bu et yeme farkı mı var, yoksa başka farklar var mıydı Hocam? Diye soran Kam Kül Erkinin öğrencilerinden Salur idi. Onların bu ve benzeri konulara ilişkin karşılıkları bilmelerine rağmen, bunu sormalarının asıl nedeni, bunların Kam tarafından halka açıklanmasına yol açmak içindi. Nitekim Kam buna cevaben: - Bunların dininde, bizden bazılarına bile cazip gelen husus, ölümün mutlak son olmadığına ve insan ruhunun yaratılıştan gelen mekân (beden) değiştirme kabiliyetinin olduğuna dair inançlarıdır. Ancak, değişeceği var sayılan mekânın niceliği konusunda bir tercih imkânı bulunmayıp, buna bel bağlamaksa, çöl susuzluğunda iken, gökten düşeceğine inanılan tek bir damlanın kendi ağzına düşeceğini sananın durumuna benzer. Çünkü bu dinsel öğretide insan iken ölenin, gene bir insan bedeninde, yani insan olarak yeniden hayat bulacağına dair hiç bir güvence yoktur. Bilakis, ruhun tecelli edeceği bedenin şekli bir böcek olabileceği gibi, bir bitki, ya da başka bir şey de olabilirmiş. -Ola ki, onların asıl gayesi; yeniden doğup ölmelerle insanca yaşamayı öğrenip, ruhen arınarak, (Çekilen büyük cezalarla), kusursuz bir kişi haline gelmek ve bu surette Nirvanaya (Ebedi mutluluk) erişmektir. Bu nedenle, öldükten sonra yeniden doğmayı (Reenkarnasyon), riskleri göze alınan zaruri bir geçiş süreci, diye, kabul ediyor olmalılar. Buna karşın, bizim bu konulara bakış ve hareket saiklerimiz farklı olup, itikadımız daha güvenceli ve işlevseldir. Çünkü biz, bir defalık ömür içinde kutsal töremizden gelen terbiye ve ozlaşmağ sayesinde mükemmele yakın bir şuur ve insanî davranış tarzına erişerek, vakti geldiğinde Tanrı katına yükselmeği hedefler, yersiz hatalardan şimdiden kaçınmayı yeğleriz. Ancak, tamamen hatasız olmak gibi bir iddia ve saplantıdan daima uzak dururuz, çünkü bize göre hatasız kişi olamaz, varsa bile bu bize göre yok demektir. Çünkü kusursuzluk yalnızca en yüce varlık olan Tanrıya ait bir hususiyet olup, insan, gerçek hayatı ancak, sonunda pişmanlık duya bileceği türlü hata ve yanlışlardan sonra öğrenebilir. Yine Okyaran: - Hocam, bizim töremizde nirvana yok mudur? - Hiç olmaz olur mu? Var. Lakin bu onların ki gibi değildir. Bakınız, onlar her yeniden doğuştan bir medet umarken, çünkü ne olarak doğacakları bile henüz meçhul, itikadımızla biz, ümidi daha baştan maya ve hamurumuza katılmış olarak bilir, bunu peşin bilmenin farkıyla, bu dünyada töresi kendine has, daima hür kişilerden oluşan bir “Budun” olarak yaşarız. Millet olarak diğer Uluslar ve mahlûkattan farkımızı, idare görevini ifa ederken, bunu kutsal bir görev sayar, adaletten ayrılmadığımızda görürüz. Bunu terk etmek istemeyiz, çünkü aksi hal hem bize, hem âleme zarar verir. İşte asıl nirvana bize göre bunda ve buradadır. Ölümden ve yaşamdan korkmadan mücadele etmenin sağlam ve genel geçer nedenleri Töre ve harsımızda mevcuttur. Bunu böyle bilmeyip, harici din veya törelere gerektiğinden fazla itibar edenlerin, onlara tabi ve onlar tarafından yönetilir duruma duçar olmaları kaçınılmazdır. Son olarak Okyaran: - Sevgi ve hoşgörü hocam, bizim töre ne diyordu bu konularda? - "Sevgi ve hoşgörü" töremizin biri diğerinden ayrılmaz en köklü ve asil temelleridir oğul. Kişi ya da bir toplumda ilk önce ruhen ve bedenen güçlü ve kudretli olması şartı aranır. Ölçü belli; ne kadar güçlü isek, o denli çok hoşgörü sahibi olabiliriz. Aksi mümkün olamaz. Kendimize her bakımdan güvenimiz tam ve bu haklı ise, o zaman bize karşı işlenen bir kusuru, cezalandırabilecek durumda oluruz. Böyle isek, yapılan kusur ve haksızlıkları istediğimiz kadar hoş görebiliriz. Hoşgörü sahibi olmak bize göre işte budur. Aksi halde, zayıf ve güçsüz iken, uğranan haksızlık karşısında ses çıkarmamak hoşgörü değil, boyun eğmektir. O nedenle biz, hoş gördüğümüzü aynı zamanda severiz de, çünkü yüce Tanrı insanlığı yaratırken bunu böyle kılmış ve hayata temel kural yapmıştır. Sevginin de buna bağlı olduğu bellidir. Her şeye rağmen sevebilen belki sevilebilir. Lakin, güçlü olan aynı zamanda muhterem ve muteber sayılacağı için, sevilmeğe muhtaç olmaz. Çünkü o tercih sahibidir ve ancak buna layık olanı ve istediğini sever, herkesi değil. İşte bunun için, Törenize ve dolayısıyla asıl ve asaletinize sahip olun. Aksi halde her şeyi ve herkesi, mecburen sevmek zorunda kalırsınız ki, bu ne sevmek ne de yaşama olur. Çünkü insanda sevgi zorla değil, ancak ve sadece kendiliğinden, güzellikle oluşur. Sevgisiz bir hayat ise yaşamak değildir. Bu kez de Ögeday: - Bu konu çok güzeldi, Okyaran sorduğu için sağ olsun, ama ben, izninizle gene o dinle ilgili ve başka fark yok mu, diye soracağım, Hocam. Dişlerinin ucu görülecek kadar ilk defa gülen Kam: - Evet, başka farklar da var elbet, oğul. Zira onlar, kendilerine ritüel tapınma için, aynı niyet ve mânâda olarak olsa bile, resim, heykel gibi bazı eşyayı araç ederler iken, bunlar bizde yapılmaz. Tapınmak için görsel bir nesneyi vasıta olarak kullanmayız, çünkü yüce Yaratan’ı onun yarattığı her şeyde ve her yerde zaten görürüz. Ayrıca onlar, insanın "Karma"dan (Olgun ve kâmil insan haline gelinceye kadar bir kaç kez yaşayıp, ölerek yeniden dünyaya gelme varsayımı) sonra bizzat o seviyeye erişebileceğine inanır ve buna "Nirvana" derler. - Hocam, Töremiz gerçi asla yitip, bozulmaz ya, diyelim ki bir an için bozulmuş oldu, bunun sonucu ne olurdu? Okyaran, sanki bir gün Türk Töresi, namlı Bilge Kağan'ın güven dolu sözlerine rağmen, "Ey Türk milleti, üstte mavi gök kubbe yıkılıp, altta yağız yer delinmedikçe, senin İlini, Töreni kim bozabilir?" yıkılıp, yerle yeksan olacakmış, kuşkusuyla soruyordu. Buna cevap veren Kamın yüzünde belli belirsiz bir istihza gezindi. Sonra da: - O zaman, bu duruma daha önce düşmüş olanlar gibi, ulusal benliğimizi yitirir , Tanrı korusun, her yerde hakir görülen, asaletsiz bir güruh gibi ortada kalırız. Çünkü insan için "milli benlik" ister ulus olarak, isterse birey olarak, ikamesi mümkün olmayan manevi bir cevherdir. Bunu insan veya bir ulus ancak, zorla veya cehalete düşme sonucu kaybedebilir. Bu hale duçar olmak istemeyen bir budun, ilk önce mazide bulunan gerçek derinliğini bilmeğe muhtaçtır. - Hocam, sözlerinizin sonunda "Bir Budun" demiştiniz ya, bu genellemeyi de açıklar mıydınız, neden buna gerek duydunuz ki? Diye soran Ögeday idi. Kam bunu şöyle açıklıyordu: - Ey oğul, yaratış düsturu icabından olarak, başlangıçta Tanrı, asal ya da asil türler var etmiştir insandan. Yani yaratılışta her tür, her Ulus asil idi. Ama zaman içinde kimileri bunu, bilinen nedenlerle hepten kaybedip, asli değerlerini, din ve töresini unutup, kendilerini kaybetmişlerdir. Biz, ulusların başlangıçta tekil olmayıp, çoğul olduğu kanısındayız. Aksi hal, Gök tanrı’ya has bir özellik olurdu. Bundan ötürüydü oğul. Salur: - Hocam, günümüzde o iptidai var oluştan gelen ve asaletlerini kaybetmemiş olan başka uluslar da yok mudur? - Vardır her halde oğul. Lakin, belki artık bu, yekûn bir ulus şeklinde değildir. Diğer uluslarda da bunlar, aileler ve en azından kişiler olarak bulunurken, potansiyel avantajlarından ötürü, içinde bulundukları toplumun ileri gelen Bilge ve sanat adamları olarak, göze çarparlar. Böylece sözlerini tamamlayan Kam Kül Erkin ve maiyeti, oradakilerle vedalaşıp, atlarını teslim ettikleri handa binitlenip, gene meçhul menzillere doğru yola çıkmışlardı. Kam oradan ayrılmış, ama konuştukları, adeta sonsuz bir hacimle yayılan hoş kokulu bir esans gibi, atmosfer içinde masadan masaya, sayvandan sayvana, yöreden yöreye geçerek, her yana, her iklime yayılıp gitmekteydi. Bozyayla yolunda, ılık güz yellerinin estiği Akpınar'ın başında mola veren, Kam Kül Erkin ve talebeleri, uzun zaman ılgar edip, ikindiye kadar yol aldıklarından, artık yorulup, susayan hayvanları su içirip, biraz dinlendirmek istiyorlardı. Geldikleri yolun devamı, onları biraz ilerideki yamaçtan düz ovaya indiriyordu. Bu pınar, tam sırttaki kuşburnu ve kızamık kümeleri, söğüt, iğde ve dut ağaçlarının arasında bulunan bir çukurdan çıkıp, önünde göllenen berrak su, iksir gibi, susamış atlara güç katıyordu. Kam Kül Erkin'in hayvanlara karşı yaklaşımında söz konusu at olunca, çok şey değişiyordu. Çünkü ona göre at, insan kadar önemli ve değerli bir varlıktı. Onlar insanın can yoldaşı, koşan ayakları ve bedenin uzvi bir uzantısı gibi vazgeçilmezdi. Bu bakış tarzı, itinayla kolanlarını çözüp, terden ıslanmış olan koşumları indirerek, atlarını su başına çeken talebelerince aynıyla benimsenmişti. Biraz sonra Kam ve maiyeti yeniden at binip, yeşilin bütün tonlarıyla hâkim olduğu ovaya doğru inmeğe başlamışlardı. Bu sırada uzakta, mavi Lop gölünün yer aldığı geniş ova, bir atlının kuşları kıskandıran görkemli ılgarıyla şenleniyordu. Bu Akkartal ve onun atı Karaşimşek'ten başkası değildi. Kam ve yanındakiler onu henüz fark etmemişlerdi. Ovaya sağ yandan aşağı inmekte olan üç atlıyı önce fark eden Akkartal, tam karşılarına düşen bir noktada dizgin kasıp, durmuştu. Kül Erkin'i daha uzaktan seçmişti çünkü. Bu sırada Ögeday da onu fark ederek, arkadaşı Salur'a hitaben: - Şuraya bak hele! Bunlar Akkartal ve namlı küheylanı Karaşimşek değiller mi Salur? - Evet, gerçekten onlar! Salur ve Ögeday Akkartal'ı, son büyük Gökbörü oyunu esnasında tanımış, onun en çetin rakibi olmuşlardı. Hatta bir ara az kalsın oğlağı ondan kapacak olan çopendoz da bu Ögeday'dan başkası değildi. Nitekim elli adım mesafeye geldiklerinde taraflar net olarak bir birlerini tanıyıp, el kaldırarak selamlaşmış, az sonra yan yana gelerek, at üstünde kısa bir hal hatır etmişlerdi. Kam Kül Erkin dostu Ulutolga ile görüşmek istiyor olduğundan, aynı menzile doğru birlikte at sürmüşlerdi. Yollarda verilen molalarda ülke gündeminde yer tutan konulara değinip, karşılıklı görüş alışverişinde bulunmuşlardı. Günler sonra, nihayet dergâha ulaştıklarında akşamın geç vakitleriydi. Gelenler olduğuna dair ilk işareti havlayan köpekler vermiş, kule gözcüleri yer nöbetçilerine gelenlerin karşılamasını seslenmişlerdi. Bunun üzerine yetişkin öğrencilerden beş kişi gelenleri karşılayıp, hemen içeri almışlardı. Sonra dergâhın geniş hemhal odasına geçilmiş, yemeğin ardından Ulutolga dâhil olmak üzere, Dergâh İleri gelenleri ile toplanılmıştı. Kül Erkin'i tekrar görmek Ulutolga’yı ayrıca memnun etmişti. Çünkü onunla çocukluk günlerinde tanışmış, bu dergâhta birlikte yetişmişlerdi. Ama sonra o gezginliği yeğlemiş, Ulutolga, hocaları Çor Bilge Alp'ın vefatından sonra, yönetimi üstlenmişti. Görüşemeyeli beri hayli zaman geçmişti. Karşılıklı hal hatır sorulduktan sonra söz dönüp, dolaşarak, ülkenin sosyo-politik meselelerine gelmişti. Ulutolga Arap diyarından gelen mahut çağrıya, Kül Erkin, Çin ve Tibet kaynaklı Manihaizm akımlarına değinmişlerdi. Kül Erkin ve maiyeti bir hafta misafir kaldıktan sonra seyrana devamla, güneydoğuya gideceklerdi. Çünkü her şeye rağmen, ülke ahvali beklenmedik oluşumlara gebe görünüyordu. Ayrıca bu olan bitenden diğer kamları haberdar edip, Ulutolga'nın dergâh hazinesinden, diğer dergâh ve kamlar için yaptığı yardımları da yerlerine ulaştıracak, danışmalarda bulunacaklardı. ÖTÜKEN YOLUNDA Yaklaşık on gün sonra tekrar yola çıkan Akkartal, Karaşar, Turfan, Urumçi, Urungu ve nihayet Altaylardan geçerek, üç hafta süren serüven dolu bir yolculuktan sonra Ötüken'e varacaktı. Karaşar'ı biraz geçtikten sonra, konakladığı Oğan Han'ında ısmarladığı çoban kebabını yerken, çok kalaba olmayan han aşhanesinde, bir masada yüksek sesle konuşan bir adamın sözleri çekmişti dikkatini. Yanında oturanlara hitaben konuşan kalın bıyıklı, nobran görünümlü, iri düz burunlu adam: - Durumlar vahim arkadaş, eğer zamanında önlenmezse ülkede ve bilhassa da Günbatısı'nda işler çok karışacağa benzer. Diyordu. Kırçıl sakallı, iri burunlu, koyu parlak gözlü olan muhatabı ise: - Ooo hooh! Gelenlerin dediklerine bakılırsa, oralarda işler çoktan karışmış bile dostum. Çünkü oymakların kimi Budistliğe, kimi İseviliğe, kimi Museviliğe ve kimi de son zamanlarda adını sıkça duyuran, İsevilikle Museviliğin karışımı dedikleri, Muhammedîliğe itibar etmekte imişler. - Ya, fakat buna sebep neymiş peki? Diye soran başka birine, kırçıl sakallı bunu şöyle açıklıyordu: - Sebep belli değil mi. Çinli, fırsat buldukça Kuzey-batıya yüklenip, Turanî boyları türlü siyasetlerle yekdiğerinden ayırıp, tek ve zayıf kalanları sıkıştırıp, hâkimiyet altına çekmek istemiyor mu? Töre’ye ters düşüp, bir birinin hak ve hukukuna tecavüzden çekinmeyen, yersiz gayz ve garez güden Hakanlar, İlteber ve beylerin araları bu şekilde açılmıyor mu? Hal böyle olunca, işte böyle yalnız kalıp, zayıf düşülüyor. Tabiatıyla, bunları fırsat bilen başka güçler, türlü bahaneler ileri sürüp, yerli yersiz taleplerde bulunabiliyorlar. İşte bütün bunlara, bir de Araplar eklendi. Ama onların yaklaşım tarzı Çinlilerden farklı. Zira onlar selam gönderip, önce kısaca; "Biz sizi Allah rızası ve onun Elçisi Muhammed Bin Abdullah adına hak dini İslam'a çağırıyor, yeni baştan şekillenmenizi sağlamak istiyoruz" derken, sonra buna " Asıl ve geçmişinize dair hemen her şeyi unutup, bize uyarak, İslam'a teslim olacaksınız. Şayet bu davete uyulur ise hayatlarınız bağışlanacağı gibi, sizi din kardeşi sayıp, haksız muamele etmeyecek, rızaları olmadan (nikâhsız olarak) kadın ve kızlarınızla beraber de olmayacağız" diye ekliyorlar. Bunun benzeri muhtevalı tebliğler, Arap atlılarının ulaşabildiği bir çok ülkeye yollanıp, ret cevabı verenler üzerine ordular gönderiliyor. Diyordu. Akkartal bunlara hiç müdahale etmeden, sadece dinlemekle yetinmiş ve sonra yola devamla, ancak haftalar sonra Ötüken'e varabilmişti. Payitaht sarayının altından geçen yolda ağır ağır ilerleyen Akkartal, yolda Arıkbuğa Noyan'ın Yaveri Temir Ağa’ya rastlamış, onunla kısaca görüşerek, az önce ayrılmışlardı. Yaver, Noyan'ın attan düşerek bacağını kırmış olduğunu, orduya katılmayıp, güney korusu eteğindeki konağında istirahat ettiğini söylüyordu. güney korusu, şehrin güney-batı yakasında yer alan, ordu mensubu üst düzey asker ve devlet adamlarının oturduğu, nispeten bakımlı bir semt idi. Akkartal, kendisini hemen tanıyan yavere hem kızıyor, hem de minnet duyuyordu. Kızıyordu, çünkü ondan Tangülü'nün oturduğu yeri öğrenmiş, isterse onu görebilirdi. Minneti ise, orayı başkasına sormaktan kurtulmasından ileri geliyordu. Önceleri onu arada bir hayal meyal hatırlarken, şimdi onun nerede kaldığını da biliyor bu ise merakını kamçılayıp, onu muhakkak görmek istiyordu. Oysa onun bu tür kaygıları olmayıp, yolda izde bulunurken bütün dikkatini çevreye verebilmesi için huzurlu olması gerekirdi. Hem şimdi onu görmeğe kalkacak olsa bu da ayrı bir meseleydi. Kararsızlık içinde, nasıl edeceğini düşünürken, birden aklına yaverin söyledikleri ve bu meyanda babası Arıkbuğa'nın kırılan bacağı geliyordu. Bu ise ziyaret için doğal bir gerekçe olabilirdi. Bu sırada Yaver Temir Ağa, atının terkisine yüklediği bir takım erzakla, Arıkbuğa'nın malikânesine doğru ilerliyordu. Umulmadık bir anda oluşan bu imkân içini heyecanla doldururken, ani bir kararla atını çevirip, onun arkasından sürmüştü. Az sonra yetişerek; - Temir Ağa, hele dur beraber gidelim. Buraya kadar gelmişken, Noyan Arıkbuğa'ya uğrayıp, geçmiş olsun demeden ayrılmak olmaz. Diyordu. Akkartal'ın hatır sayıp, efendisini görmeğe gelmek isteyişi uzun burunlu, seyrek dişli, çipil gözlü, Yaveri çok memnun edip, ona gülümseyerek: - Tabii, çok iyi olur bu yiğidim. Moral verir Noyan’ımıza bu ziyaretin, buyur gidelim. Diyordu. Yol çok uzun değildi, lakin o gene de, konağa varıncaya kadar bilmek istediği mühim şeyleri Temir Ağa’dan öğrenebiliyordu. Uygun bir sorma bahanesiyle konuyu açınca, Yaver kısaca şöyle diyordu; bu güne kadar Tangülü ile izdivaca niyetli, her bakımdan varlık ve mevki sahibi kişiler çıktı, lakin o bu talepleri, sebep bile belirtmeden, hep reddediyor. Gölgeler nihayet batı yönünde uzanırken, onlar mamur caddelerden geçerek, büyük bir meyve bahçesinin içinde kurulu, kısmen ahşaptan yapılmış, geniş ve muntazam konağa varmışlardı. Etrafı çit ve bodur ağaçlarla çevrili konağın yüksek bahçe kapısı önünde pusatlı iki çeri nöbet tutmaktaydılar. Geldiklerini görünce hemen kanatlı kapıyı açıp ve içeri yol vermişlerdi. Karşıdaki konağa götüren yol kenarı süs bitkileri ve çiçeklerle donatılmıştı. Konağa iyice yaklaştıklarında Arıkbuğa'yı ahşap verandada, iki direk arasına gerili bir hamakta yatar bulmuşlardı. Sol bacağı ayak bileğinden dizine kadar kıskaca alınmıştı. Onları fark edip, yattığı yerden doğrulmuş ve hemen yanında duran koltuk değneğine yaslanarak ayağa kalkmıştı. Sapı kakmalı, uzun hançeri belinden sarkıyordu. Arıkbuğa, kına kırmızısı gür bıyıkları, kalın kaşları altındaki yeşil tonlu gözleri ve muntazam çehresiyle namına layık, güçlü bir komutandı. Yaşı ortayı geçkin olsa da, sakalı, bıyığı kırlaşmamış, saçı uzun ve rengi koyu kahverengiydi. Nitekim gür sesiyle onlara hitaben: - Temir ağa, o yanındaki yiğit sakın şu bizim ünlü Çopendoz Akkartal olmasın? - Evet Noyanım, ta kendisi. Ahvalinizi duyunca görmeden edemedi. - Hoş geldi, sefalar getirdi. Zaten canım da sıkılıp duruyordu. Arıkbuğa konuşurken, Akkartal henüz atından inmemişti. Sonra inerek onu yavere teslim edip, kendisi diz kırıp, baş eğerek Noyan'ı selamlayıp,sonra da: - Geçmiş olsun Noyanım! Umarım tez günde nekahet bulur, eğerinize sıhhatle oturursunuz gene! Diye temenni ediyordu. Arıkbuğa hoşnutlukla: - Çok sağ olasın Yiğidim. Ben de öyle umarım. Buyur, ister içeri geçelim, istersen şöyle oturup, bir çamçak kımız içeriz, ne dersin? - Siz bilirsiniz Noyanım, lakin hava müsait, burada oturabiliriz bence. Derken, arkasında bir pencere bulunan üzeri yumuşak minderle döşeli bir ahşap peykeye yan yana oturmuşlardı. Yaverin, misafir hatırlatmasından biraz sonra, elinde bakır tepsi üzerinde kırmızı toprak testiyle, üç gümüş bardak olduğu halde, güzeller güzeli Tangülü çıkagelmişti. Akkartal'ı karşısında göreceğini hiç beklemiyor olmalıydı ki, onu görünce bir an durmuş, adeta gözlerine inanamamıştı. Helecandan titremeğe başladığı fark ediliyordu. Az kalsın elinden düşecek olan tepsiyi, zamanında davranıp, babasıyla Akkartal arasında kalan boş yere bırakmış, önce babasına, sonra Akkartal'a dönerek: - Demek tanışıyordunuz, bize hoş geldiniz Akkartal Beğ! Demişti. Akkartal tebessüm ederek: - Hoş bulduk Tangülü Hanım. Elbette tanışıyorduk Noyanımızla. Bunun üzerine salınarak tekrar içeri giren Tangülü, gözden kaybolunca, önce sinesinde güçlükle bastırmış olduğu büyük heyecanı 'huuuh!' diye boşaltıp, sonra önünde oturulan odaya geçiyordu. Penceredeki mor Çin ipeğinden perdenin önünde bulunan makata oturmuş, burada başlı duran gergefini işlemeye koyulmuştu. Az sonra yanına üç yaş küçük olan erkek kardeşi Sungur gelerek, alçak sesle: - Bakıyorum da, Abla Hanım çok telaşlı görünüyor. Yoksa gelen konuklardan ötürü mü? Diye soruyordu. Tangülü yalan söyler gibi gülümseyerek: - Kim bilir, belki de? Sungur ön yargısından emin: - Yok canım sende, hiç sanmam. Seni ondan, yani Akkartal’dan başka birinin böyle heyecanlandıracağına inanmam! Tangülü bundan memnun, rahat bir ifadeyle: - İyi ya işte, dışarıdaki misafir de ondan başkası değil zaten. Bu açıklama Sungur’u adeta şoke etmiş, helecandan sesi kısılarak: - Do, doğru mu söylüyorsun Abla? - Tabii, gerçek diyorum. Sungur gene de inanmayarak: - Bu, bu olamaz, beni takazaya alıyor olmalısın? Tangülü elini iki dudağı arasına götürerek, ona önce sessiz olmasını işaret ederken, fısıltıyla: - İnanmıyorsan git gözünle gör, bak babamla oturan kimmiş? Hem, yakından görmüş müydün sen onu? - Yoo, hiç görmedim, ama o kadar çok tarif ettin ki, onu bir alay içinde görsem tanırdım her hal. Dur bakayım, eğer yalansa bozuşuruz bak! Derken dışarı çıkan Sungur, yanlarına gelince. Onları tanış eden Arıkbuğa, oğlu Sungur’a: - Bu konuğumuz ünlü Akkartal, oğlum! Sungur içinden "Vay anasını, ablam doğru söylemiş, meğer bu gerçekten o imiş" diye geçirdikten sonra Akkartal'a: - Hoş geldiniz Ağa Beğ, adım Sungur, sizi yakından görüp tanıdığıma çok sevindim, hep merak ederdim çünkü. Akkartal gülerek - Ben de öyle Sungur! Az sonra tekrar içeri, ablasının yanına gelen Sungur, ona kısaca: - Abla hanım, gerçekten haklıymışsın! Der ve manidar bir şekilde yüzüne bakar. Sonra orada bulunan, nispeten alçak bir masayı kucaklayıp, dışarı götürür. Tekrar dönüp, iki iskemle daha alarak, birine kendisi oturur. Biraz sonra, büyük giriş kapısından iki hanım içeri girerler. Bunlardan biri, Akkartal'ın saray koridorunda gördüğü Tangülü’nün halası Aytolun iken, diğerini henüz tanımıyordu. O sırada komşu ziyaretinden dönüyorlardı. Aytolun hatun, beş basamakla çıkılan verandaya iki adım kala fark etmişti Akkartal'ı ve heyecanla Çiçek hatuna yaklaşarak: - Yenge bak kim gelmiş? Hayret, Akkartal bu, Tangülü nerede acep? Diye fısıldamıştı. Onları gören Arıkbuğa Akkartal'a: - Bunlar da bizim ev sahibi Çiçek Hatun ile kız kardeşim Aytolun dur. Diyordu. Bu konuşmaları işiten Tangülü hemen dışarı çıkarken, siyah desenli bindallısı üzerine, kırmızı motifli bir yelek giymiş, bukleli kumral saçları beline kadar sarkıyordu. Başındaki el işi gümüş tacın süsleri arasından bir tutam perçem, sağ kaşının üzerinde yana sarkık, bir an eşikte görünüp, geri çekiliyordu. Tangülü bu haliyle bir başka güzeldi. Kadınlar Akkartal'a kısaca hoş geldin diyerek, doğruca eve giriyorlardı. Bu sırada konağın arka tarafında bulunan tavlada işini bitiren Temir Ağa, gerekli talimatı seyis ve uşaklara vererek yanlarına geliyordu. Arıkbuğa'nın şu an yaylakta yüz altmış kadar cins atı ve bunlara ek olarak da, beş yüz koyun ve yüz sığırı bulunuyordu. Bütün bunların yönetimiyle yaver Temir Ağa ilgilenmekteydi. İşlerini çok iyi yürüten Temir Ağa, Noyan nezdinde önemliydi. O nedenle, Arıkbuğa onu yanlarına davet edip, oğlu Sungur'a onun için de kımız doldurmasını söylüyordu. Neredeyse öğlen vakti geldiğinden, kadınlar içerde yemek hazırlarken, bu arada Tangülü'den olan biteni sor maktalardı. Biraz önce yenen leziz yemekten sonra Arıkbuğa sözü sefer konusuna getirmiş ve buna katılamayışına nasıl üzüldüğünü anlatıyordu. Boş bulunduğu bir anda atının hendekten atlamasıyla dengesini yitirmiş, yere düşerken de ayak bileğinin kaval kemiği bir taşa çarparak kırılmıştı. Ama artık neredeyse kaynamış olan kemiğin kıskaçtan çıkarılma vakti erişmiş sayılırdı. Bu arada Akkartal da orduya nerede yetiştiğini ve Kağan Moyen Çor'la geçen görüşmesine anlatıyordu. Arıkbuğa söze girerek: - Ya, demek öyle. Hatta bazı Boylar onlarla güç birliği dahi yapmaktalar, öyle mi? Diye hayret ediyordu. Akkartal: - Evet, sanırım her boy kendisine dış müttefikler bulmaya başlamış. Şayet Kağan'ın bu seferi muvaffak olursa, ki bu muhtemel görünüyor, Budun için belki o zaman bir derlenip, toparlanma fırsatı doğabilir. - Peki, ya ulu Kamlar ne demekteler bu konuda? Çünkü malum, halkın meselelere bakışı, genel olarak onların bakışına benzer. - Bu, haliyle umumi bir kaygıya yol açmış durumdadır. Bu meyanda bendenize bir görev verilmiş olup, dergâhın açıklaması gereken sorulara tez elden cevap bulmak için yoldayım. Gerekirse bunun için çok uzak diyarlara kadar gitmem de söz konusu. - Anlıyorum yiğidim. İşin hiç kolay gibi görünmüyor, hatta bu belki bir orduyu yönetmekten bile zordur. Ama biz senin başaracağına kaniiyiz. Derken, ayağa kalkan Akkartal, yola çıkmak için izin istiyordu. Fakat Sungur, rica ederek, birlikte bir at gezintisi yapmak istiyordu. Onu kıramayan Akkartal, az sonra getirilen atına binerek, hemen arkada yer alan orman yoluna sürmüşlerdi. Onlar gözden henüz kaybolmuşlardı ki, beyaz kısrağına binen Tangülü de arkalarından gidiyordu. Ayrılırken babasına seslenerek; - Onlara bir sürpriz yapacağım ! Diyordu. Sungur ve Akkartal orman içinden geçen düz yolda rahvan yürüyüşle yol alırken, arkadan dörtnala gelen atlıdan henüz habersizlerdi. Sungur babasına çok benziyor ve muhtemelen genç Arıkbuğa'nın tam bir kopyasıydı. At binişteki yatkınlığı, onun iyi bir Çopendoz olacağına işaret ediyordu. Bol virajlı, serin orman yolunda süratli giden bir binici, şayet dikkat etmezse atından aşağı yuvarlanmakla kalmaz, ağır yararlanabilirdi. Çünkü yer yer karşılarına, her iki yanda yükselen çam ağaçlarından yola sarkan kalın dallar çıkıyordu. Biraz ileride bir su çağıltısı duymağa başlamışlardı. Derken buldukları yolun sol tarafı birden yamaçla haline gelip, ağaç dalları arasından, karşı kayalıktan düşen küçük bir şelale görünmeğe başlamıştı. Burada yol da çatallaşıyordu. Onlar sola giden yolu izleyerek, şelalenin başına geleceklerdi. Lakin o sırada sık ormandan sağ yola inen bir ceylan görmüşlerdi. Sungur hemen davranarak, terkisinde takılı duran yay ve sadağından bir ok çekip, atını o tarafa doğru topuklarken, bu arada dönerek sadece; - Ben şimdi geliyorum Ağa Beğ! Diye sesleniyordu. Akkartal Sunkur'un bu av tutkusunu tebessümle karşılayarak, arkasından: - Haydi rast gele! Diyordu. Mahmuzlanan at ok gibi ileri fırlarken, nal sesleriyle ürken ceylan zıplayarak, son hızla yol buyu koşmağa başlıyordu. Çok sürmeden her ikisi de gözden kaybolmuşlardı. Akkartal sola sapacak şekilde hareket etmişti ki, arkadan gelen bir atlının nal sesleri iyice yakına gelip, az sonra ağaçlar arasından beyaz kısrağıyla güzel Tangülü düş gibi çıkıvermişti ortaya. Durmaksızın sol yola sürerken ise: - Atına güvenen varsa arkamdan gelsin, yarışalım! Diyerek meydan okumayı da ihmal etmiyordu. Yanlarından yel gibi geçen beyaz kısrak ve güzel Tangülü, Akkartal kadar Karaşimşeği de heyecanlandırmış, hemen ardından gemi azıya almışçasına kopmuştu. Bu yol, arkadan dolanarak, şelalenin yanı başına ulaştığından, hayli uzundu. O nedenle, Karaşimşek önden gidenleri çayın düzlükte iri kayaların arasından geçtiği çimenlik kısmında ancak yakalayabiliyordu. Akan su az ileride hızla aşağılara dökülürken uğultular çıkarıyordu. Nihayet arkadan yetişen Akkartal, atının üzerinde iken kızı kavrıyor ve az sonra yere, çimenlerin üzerine bırakıyordu. Nitekim kendisi de aşağı atlıyordu. Ama Tangülü yerinde duracağına, biraz önce kaçan ceylan gibi sekip, etraftaki seyrek ağaçlar ve çalılar arasında kayboluyordu. Akkartal önce duraksamış, belki geri gelir diye bekliyordu, ama nafile. Sonra çaresiz onu aramaya çıkmış, kuş seslerinin su sesine karıştığı çalılar arasında iz sürmeğe başlamıştı. Bu arada Karaşimşek ve beyaz kısrak kişneyerek yan yana gelmiş, çimenler üzerinde koklaşıyorlardı. Hava güneşlik ve esasen sıcaktı. Fakat ormanın serinletici etkisi bu sıcağı hoş bir ılımanlığa çeviriyordu. İlk denemede başarısız olan Akkartal, geri dönüp, atların bulunduğu çimenliğe gelmişti. Bu arada dikkatini, kısrağın eğerinin karın altına kaymış olduğu çekmişti. Bu durum, her halde binicisini üzerinden çekerken husule gelmiş olmalıydı. Hemen atın yanına giderek, kolanı çözüp, eyeri bir kenara koymuştu. Tam bu sırada suyun aşağıya düştüğü yerden, bir kadın çığlığı yankılanarak yükseliyordu. Akkartal hemen kara şimşeğin yanına koşup, terkide takılı yay ve sadağı kaparak, sesin geldiği tarafa atılıyordu. Çığlıklar ve imdat çağrısı halen devam ediyordu. Az sonra kayaların üstüne ulaşıp, aşağı bakınca, şelalenin göllendiği yerde, kara bir panterin kükreyerek suyun ortasında duran Tangülü'ne tehlikeli bir şekilde yaklaştığını görmüştü. Yerinden uğramış gibi açılan gözlerini kara panterin beyaz iri dişlerine odaklamış, çığlıklar atan Tangülü, yukarıdan yankılanarak gelen Akkartal'ın tiz sesini duyamıyordu. Akkartal tekrar ederek: - Tangülü! Korkma buradayım! Derken, demir temrenli bir oku, tam karşısına düşen panterin iki gözünün arasına nişanlayarak yayını geriyordu. Tangülü ile panterin arası yarım kulaç var, yoktu. Sırtını kamburlaştıran panter, avına atılmak üzere gerilmişti. Son anda salınan ok isabet ediyor, acıyla ayaklanan panter, bu kez ikinci oku sağ böğründen yerken kıvranarak yana, kenarına yıkılıyordu. Akkartal hemen yana atlayarak, orada bulunan müsait bir yamaçtan aşağıya kayıyordu. Bu sırada göğsüne kadar suya dalmış olan Tangülü, kıyıya çıkmağa çabalıyordu. Akkartal oraya indiğinde, o da iç çamaşırları sırılsıklam, dışarı çıkmış, dehşetten titrerken, ona güçlükle tutunabiliyordu. Akkartal onun güzel başını şefkatle göğsüne yaslayarak: - Geçti, tamam geçti artık. Korkma güzelim, haydi toparlan yukarı çıkalım! Sonra onu kollarına alıp, sağ yandaki iniş yolundan yukarı doğru yürümeğe başlıyordu. Fakat az sonra kendini toparlayan Tangülü ileriyi göstererek: - Şu çalının ardında başlığım ve sair giysilerim kaldı, lütfen dur onları alalım! Akkartal, onu yere indirip, tarif edilen çalıların arkasına gitmiş ve orada bulunan bindallı, taç, yaşmak ve yeleğini alarak geri gelmişti. Sonra el ele tutuşarak yukarı, iri bir çam ağacının altına kadar tırmanmışlardı. Orada yaban otları ve çiçekler arasına yan yana, bir süre hiç konuşmadan, ara sıra bakışarak oturmuş, yerde solmaya yüz tutan yaban orkidelerini, kuzukulaklarını, menekşeleri ve eğrelti otları arasında koşuşturan karıncaları seyretmişlerdi. Böylece artık iyice sakinleşen Tangülü, nihayet konuşma inisiyatifini ele alarak: - Aman Tanrım, bir an nasıl korktum bir bilsen? Sen olmasan şimdi o pantere yem olmuş olacaktım. Çok teşekkür ederim! Akkartal gülerek: - Teşekküre gerek mi var Tangülü? Ben olmasam, sen de burada olmazdın, en azından bu gün. Öyle değil mi? Şu halde ne mutlu ki, görevimi yapabildim. Güzel dişlerini açığa çıkaracak şekilde gülen Tangülü: - Haklısın sanırım, ama gene de sağ ol ! - Peki, sen de gör! Akkartal, bir an yerdeki otları karıştırırken, düşünüyordu. Sonra aklına gelen bir fikri dile dökmek için; - Görüyorsun, hiç beklenmedik şekilde ve bir anda neler oluyor hayatta, değil mi? Bu sorunun tam mahiyetini anlamayan Tangülü, bunu belli ederek, güzel gözlerini ona dikmiş, daha açık bir ifade için bekliyordu. Nitekim Akkartal; - Anlamadın, çünkü düşüncelerimin başlangıcını bilmiyorsun. - Evet ama, anlatırsan çok sevinirdim? Akkartal, o an aklına gelen, önceki bir kararından ötürü gene gülümsüyordu. Çünkü içinden, az kalsın tuzağa düşüyordum, diyordu. Fakat karşısındaki menekşe gözler her halinin hesabını soruyor, ne düşündüğünü anında bilmek, lâfzen duymakta ısrarlıydılar. Bu nedenle, artık konuştuğu her kelimeye dikkat etmesi gerektiğini yeniden kaydediyordu. Demin aklına gelen mahut karar; kadınlarla ve bilhassa Tangülü ile mümkün olduğu kadar az konuşmak ya da hiç konuşmamaktı çünkü. Yarenlik fazla uzarsa, gene zor duruma düşeceğinden çekiniyordu. Bunu şimdi ona açıklasa mı açıklamasa mı, diye düşünürken, karşısındaki buğulu gözler sanki; konuş, ne olur konuş, diye yalvarıyordu. Nihayet Akkartal: - Geçen seferi, yani ilk tanışmamız ve konuştuklarımızı, hatırladın mı? İşte o anı hatırladığım için güldüm. Diye açıklıyordu. Fakat, bu açıklama nazenin muhatabını teskin etmek şöyle dursun, onu daha bir gücendirmiş gibiydi. - Tabii hatırladım, hem de bütün detayı ile, fakat bunda gülünecek ne vardı, onu anlayamadım. Derken, Tangülü her geçen saniye deruni bir kırgınlığa gömülüyor, bunun emareleri yüzünde belirirken, gözlerindeki mutluluk pırıltısı sönüp, güzel dudakları çarpılıyor, pembe yanakları soluyordu. Onu bu halde görmeğe dayanamayan Akkartal, hemen atılarak; - Yoo, yanlış yorumlama hemen güzelim, çünkü bu gülüşün sebebi ne alay etmekten ötürü, ne de seninle ilgiliydi. Aksine, tamamen ve sadece kendimle alakalı olan bir husustan ötürü güldüm, inan. Diye düzeltmek istemişti. Fakat Tangülü hala kırgın : - Aman sen de, insanı meraktan öldürürsün yani, söylemezsen var söyleme! Diye üsteleyince : - Tamam, tamam söyleyeceğim; doğrusu, bunun sebebi, buraya, yani size ve seni görmeye gelip gelmeyeceğimle ilgiliydi. Yani, kararsızdım bunun için. Ama ne var ki, gene son kararı hislerimin güdüsü verdi. Oysa mantığıma göre, yani önceki kararıma uyacak olsam bunu yapmayacak, gene sonraya erteleyecektim. Fakat şu merak duygusu yok mu, buna engel olamadım ve sonunda geldim işte. Nasıl, umarım rahatlamışsındır artık? Tangülü, ilk tavizi koparmış olmasına rağmen, bundan ötürü duyduğu keyfi dışa asla vurmuyor, bunu içine hapsedip, duyduklarından tatmin olamamış gibi bakıyordu. Bundan kastı elbette onu mümkün olduğu kadar çok konuşturabilmekti. Nitekim sunî bir esefle yine soruyordu: - Şimdi buna pişman mı oldun yani? Akkartal gülerek: -Ah sen yok musun sen, sakın sorularınla beni ne duruma düşürmek istediğini bilmiyorum sanma! Tangülü bu defa kendini tutamayarak, Akkartal'ın tahminini doğrularcasına: -Hah hah hah haaa! Diye şuh bir kahkaha atıyordu. Sonra da bilmiyormuş gibilerden gelerek: - Ne hale getirmek istiyor muşum seni, anlayamadım. İstersen şimdi biraz da ben konuşayım, sen dinle, olmaz mı? - İyi, konuş, konuş ama ağzından çıkana da lütfen dikkat et, tamam mı? Tangülü muzipçe gülerek: -Tamam, tamam! Dedikten sonra sözlerine devamla: Her şeye rağmen, beni görmeğe gelmene çok sevindiğimi bilmelisin. Çünkü ben de seni görmek istiyordum, hem sandığından çok daha fazla. Hatta yerini bilmiş olsam, daha önce ben gelirdim, bundan emin ol. Akkartal birden atılarak: - Aman ha, sakın öyle bir şey yapayım deme. Zamanı gelince, işte böyle gene gelirim. Sana bir şey daha söylememi ister misin? - Tabii ki, bu sorulur mu hiç, lütfen, haydi söyle! - O gece ki konuşmamızı hatırlarsın, seni tekrar görmek isteyişim ve buna cesaret edişimin sebebini biliyor musun? - Bilmem, ne idi? - Ayrılırken söylediğin son sözlerin ve tutumundu buna sebep. Aksi tavır içinde olup, yani metin olup, feragat ve tevekkül edemeyen biri olsaydın, buna bir daha cesaret edemezdim kolay kolay. O gün bana sanki, çok elastik, hatta sonsuzmuş hissi veren, uzun ve sağlam bir bağla bağlanmışız gibi bir his vermiştin. Lütfen bağışla. Fakat, bunun senin için o an ne anlama gelip, nasıl bir külfet oluşturduğunu takdir ve tahminden korkarım ki şu an bile acizimdir. - Bunun benim açımdan bakışla ne anlama geldiğini elbette biliyorum. Açıklamak istemediğim bir sebebi var hem bunun. Kim bilir, belki ileride bir gün bu da olur, tabii eğer unutmaz ve bunu bana tekrar sormak lütfunda bulunursan. Akkartal ne soracağını düşüne dursun. Tangülü'nün aklından geçebilecekler malumdu. Çünkü kendisine meyil ve hayranlığını açıkladığı kişiden, açık bir teminat, ümit veren bir söz bile alamadan ayrılmak zorunda kalan her genç kıza ağır gelebilecek bir durumdu bu. Nitekim Akkartal samimi bir çehreyle: - Dilerim. Bunu unutmamayı gerçekten dilerim. Diyordu. Fakat o an Tangülü'nü gayr-i ihtiyari bir hüzün dalgası sarıyordu. Bunun nedeni muhtemelen, gene aklından geçen bazı düşüncelerdi. Sonra tekrar konuşmağa başlayarak: - Biliyorum, bu gün, belki biraz sonra kalkıp, gene gideceksin. Tanrı bilir, hangi uzak diyarlara. Onun için diyorum ki; ayrılıp, gitmeden önce, eğer başkaca bir şey söylemek istersen, kulağım sende! Akkartal onun esasen haklı olduğunu bildiği için, bu tarz konuşmasından ister istemez etkilenmişti. Nitekim cevaben: - Tangülü, eğer aramızdaki o bağı katılaştırmak ve bir an hepten kopacak duruma gelmesinden korkmamış olsam, sana daha neler neler söylemek isterdim, bir bilsen. Çok, çok hassas bir konu bu, biliyorsun. Umarım şu an aklıma gelmeyen, ama daha sonra şuur altımda bir hicran, bir ukde olabilecek, sana iletmek isteyeceğim başkaca bir şey yoktur. - Sahi yok mudur? Bir düşün bakalım. Eğer gerçekten yoksa? Bunları telaffuz eden, Tangülü'nün sesinde beliren bir melankolik yankı, muhatabının gönül sarayını bu ana değin koruyan surları yıkıp, bütün zırhlarını delmiş, koyduğu bütün kuralları lağvederek, içinde önlenmez bir özleşme yaratarak; - Peki, peki var! Dinle bak ne diyeceğim şimdi sana? Demesine yol açıp, sonra da onun, insanı büyüleyen güzel yüzüne bakarak, vurguyla, tane tane söylemeğe başlamıştı: Uyusaydım bir saati, düşümde seni görerek. Bir buse kondururdum gül yanağına, içim titreyerek. Ellerim dokunurdu şirin ellerine, kalbini hisleyerek. Gözlerim dalardı sevda denizlerine gözlerinde, boğulmayı özleyerek. Yeterdi bana, seni düşümde görmek... Bu dizeler, bir katı savaşçı yüreğinin de özleşip, bunu böyle ortaya koyabileceğini göstermiş, Tangülü'nü onun umulmayan bir yönüyle tanıştırmıştı. Bunları terennüm eden tutkulu ses tonu, maşukun rikkatli gönlünü okşayıp, onu sermest ederek, muhayyel düş âlemlerinde dolaştırmağa yetiyordu. Bu şiir serenadından dakikalar sonra, realiteye geri dönen Tangülü, sanki gerçek bir düşten uyanmışçasına, buğulu güzel gözlerini kırpıştırırken, adeta fısıltıyla: - Bu harikulade idi. Çok, çok teşekkür ederim. Diyordu. Akkartal bir yandan onun böyle memnun oluşuna sevinirken, lakin diğer yandan, sözünü ettiği o bağın elastikiyetini artık yitirip, lokmaları her an kalınlaşan bir demir zincire dönüşmeğe başlamasına da esef ediyordu. Bu sırada aklından geçenleri okumuş olan Tangülü'nün hazin bakışlarına dayanamayan Akkartal, onu omuzlarından kendine çekerek, pürüzsüz alnına yumuşak bir teselli busesi kondurmadan edemiyordu. Sonra kuru giysilerini işaret ederek: - İstersen giyin de, atların yanına dönelim artık. Hem neredeyse Sungur da çıkagelir. Derken, yerinden doğrularak çimenliğe doğru yavaş adımlarla yürümeye başlıyordu. Bu arada halen nemli giysileri üzerine kuru olanları da giymekte olan Tangülü: - Sahi Sungur nereye gitmişti ki? Diye sesleniyordu. Akkartal yarım dönüşle ona cevaben: - Hani bana rastladığın yol ayrımı yok mu, işte orada gördüğü bir ceylanın ardından gitmişti. Sanırım daha sonra burada buluşacaktık. Böylece atların keyifle yayılmakta oldukları çimenliğe gelmişlerdi. Az sonra gerçekten,Sungur da çıkagelmiş, ardından gittiği ceylan terkisinde asılı duruyordu. Akkartal'ın yanında ablasını da görünce, bir an şaşırmış, sonra gevrek gevrek gülerek: Diyordu. - Abla hanım, dayanamayıp ardımızdan geleceğini tahmin etmedim sanma. Sonra avını gururla göstererek; - Siz ne yaptınız? Her halde böyle aylak aylak gezelemediniz buralarda? Ona cevaben Tangülü; -Şelalenin oraya git, bak görürsün ne yaptığımızı! Diye öneriyordu. Bunun üzerine, henüz attan inmemiş olan Sungur atını oraya sürmüştü. Az sonra geri geldiğinde hayretini açığa vurarak: - Vay canına, yoksa o kara panteri siz mi hakladınız? - Akkartal Beğ vurdu onu, hayatımı kurtarmak için. Düşünebiliyor musun, zamanında yetişmese, şimdi Ablan, o vahşi panterin midesinde olacaktı. - Yok be! Vay anasını! Akkartal Ağa Beğ, çok teşekkür ederim, sana ebedi minnet borçluyuz. -Yok canım, daha da neler! O kadar abartma koçum, biz sadece gerekeni yaptık, o kadar! - Bunu Noyan babam duyunca çok memnun olacaktır. Haydin, binin de hemen dönelim, olmaz mı? Daha sonra ben onu alır, postunu yüzüp, içini doldurur, senin hatıran olarak kuruturum. Derken, kara panteri kast ediyordu. Nitekim atlarına binip, üçü birlikte geri dönmüşlerdi. Akkartal attan inmeden yola koyulmak istiyordu. Ama Noyan Arıkbuğa ısrar etmiş, bunu yarına erteletmeyi başarmıştı. Akkartal o geceyi Arıkbuğa'nın malikânesinde geçireceğini hiç düşünmemişti oysa. Lakin, gerek Tangülü'nün bakışları, gerekse Sungur ve babasının ısrarları sonuç vermiş, güzel döşenmiş bir odada günün yorgunluğunu atmak için, peykede serili yumuşak bir yün yatağa uzanıyordu. Nitekim saatler gece yarısını geçip, o da herkes gibi çoktan derin uykulara dalmıştı. Fakat gözünü henüz uyku tutmamış biri vardı yatağında. Bu, duyduğu o dizelerin ve yaşadıklarının etkisinden henüz kurtulamamış olan Tangülü'den başkası değildi. Bir ara, yatağında doğrulup, ayağa kalkmış, bir uyurgezer gibi koridora yönelmişti. Onu uyurken görmek, yanı başında oturup, onu izlemek arzusuna karşı koyamamıştı. Nitekim, geniş holde bir kedi sessizliği ile yürüyüp, Sunkur’un odasının önüne gelmişti. Onun tam karşısında bulunan odanın kapısını yavaşça aralarken, kalbi helecanlı, yerinden uğrayacak gibi çarpıyordu. Nitekim, bir gölge gibi yavaş ve tereddütsüz süzülüvermişti kapıdan. Bir an durup, heyecanı yatışır gibi olmuştu. Sonra yumuşak adımlarla onun başucuna yürümüştü. Pencereden içeri sızan şua huzmesinin kaynağı gökteki dolunaydı. Ne şanstı ki, perde aralığından giren ışık onun yastıktaki yüzünü aydınlatıyordu. O an başlayan heyecanla, kalbi delice vuruyor, göğüs kafesi sanki patlayacakmış gibi inip kalkıyor, nefeslerine hâkim olamıyordu. Nitekim daha ayakta duramayarak, yatağın boş kenarına oturarak, onu izlemeye koyuluyordu. Güçlü kolları başının altında çapraz uyurken, adaleli geniş göğsü muntazam aralarla inip kalkıyor, rahat ve uzun aralı nefesler alıyordu. Öylece durup, özlemli bakışlarla onu uzun uzun seyretmiş, ayrılma vakti için karar veremiyordu bir türlü. Vakit çok ilerleyip, nihayet ayrılma kararı alabilmişti. Lakin daha önce, neye mal olursa olsun, ondan bir veda öpücüğü alacaktı. Nitekim, kalbi helecanla feveran ederek, üzerine eğilip, ateşin dudakları temas etmişti. Bu tutkulu aşka sadece, ezeli yörüngesinden bakmakta olan ay dede şahitlik ediyordu. Nitekim tekrar kendi yatağına uzandığında horozlar ötüyor, sabah oluyordu.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hüsrev Özel, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |