Gene gel gel gel. / Ne olursan ol. / ... / Umutsuzluk kapısı değil bu kapı. / Nasılsan öyle gel. -Mevlânâ |
|
||||||||||
|
Saatlerdir düşünüyordu, içiyordu ve ağlıyordu. Değiştirmek yerine, kendini acıtmayı seçmişti ve en iyi becerdiği şeylerden birisiydi bu... Canını en çok yakanı bulmak ve yaranın kabuklarını tekrar tekrar soymak, sadece neye ulaşacağını görmek için ve payına düşenin hepsini bir an önce yaşayıp kurtulmak için belki de. Unutmak aklının ucundan bile geçmezdi, dayanmak, beklemek, geçmesini umut etmek tamamen yabancı hislerdi. Çünkü zaten tek istediği bu acıyı yaşayabilmekti. Acı da heyecan veriyordu, acının da keskin bir tadı vardı ve en çok acı ona yaşadığını hatırlatıyordu. Sonunda bir yolunu bulmuştu, kabukları kopartmak yetmiyordu. Yaraya bir şeyler sokmalı, iyice kanatmalı ve içindeki pisliği boşaltmalıydı sonuna kadar. Dışarıda lapa lapa kar yağıyordu. "Düzce'nin tek sevdiğim tarafı bu herhalde" diye düşündü ve babasının mirası, kahverengi kürklü paltosunu kapıp dışarı fırladı. Yapacağı şey için yeterince içmemişti, bir şişe daha kırmızı şarap yeterli olabilirdi belki. Bulunan her boşluğa kondurulan ve kendi haline bırakılan, terkedilmiş ve ışıkları patlatılmış beton yığını amfilerden biriside hemen evinin yukarısında, kendisi gibi bir yığıntının gelmesini beklemeye başlamıştı çoktan. Onu daha fazla bekletmeden üzerindeki karları temizledi ve bir koltuğa gömülür gibi bıraktı kendisini. İçtiği onca içkiye rağmen üşüyordu ve bu hoşuna gitmişti. Şişenin nasıl bittiğini, ne zaman ve nasıl kırıldığını, bir çomak parçasıyla toprağı çizer gibi ellerini nasıl parçaladığını hatırlamıyordu. Artık üşümüyordu ve her yerine bulaşan kanlar olmasa, ellerinin yarıklarla dolu olduğunu da hissetmiyordu. Yola çıkma vakti gelmişti, yaklaşık yarım saatlik yolu vardı ve yürümenin ne kadar zor olduğunu görünce düşünmeye başladı; "Keşke bu kadar içmeseydim... Hem ellerimi de kesmemiş olurdum..." Bütün yolu, bembeyaz karların üzerine, incecik kırmızı çizgiler çizerek yürüdü. Bir sağa bir sola sallanarak, ama kendisini acıtmaya devam ederek, sayıklayarak, hırslanarak, öfkelenerek ve suratına çarpan kar tanelerine meydan okuyarak yürüdü. Bütün hatalarını, bütün kötü anıları silerek, bütün inatlarından, öfkelerinden, isteklerinden vazgeçerek, onurundan, erkekliğinden ve hatta hayatından vazgeçerek yürüdü. Yürüdükçe küçüldü, küçüldükçe rahatladı, mutlu oldu. Önündeki bütün engelleri kaldırdı, bütün duvarları yıktı, herkesi ve her şeyi unuttu, geride bıraktı. Belki de en başından beri olması gereken buydu veya hayatının hatasını yapıyordu belki de, önemsemiyordu. Onun da bir kez olsun düşünmeden hareket etme hakkı olmalıydı, bir kez olsun o da başına bela açabilirdi, kendisine zarar verebilirdi, birinin canını yakabilirdi ve bir kez olsun gerçekten içinden geleni yapabilirdi. Merdivenlerden çıkarken birden bire kırık şarap şişesinin hala cebinde durduğunu fark etti, "bilinçaltı dedikleri şey bu olsa gerek" diye düşündü. Hiçbir şey planlamıyordu, en sevdiği dansı yapacaktı. Koreografi yoktu ve müzik yoktu, sessizce mırıldanacaktı, gerisini doğaya bırakacaktı... Zile bastı. Kapı açıldı, gözyaşlarıyla parlayan iki koca göz karşısındaydı. Kanlı ellerini çıkardı sessizce ceplerinden, yanaklarından süzülen yaşları kana buladı yavaş yavaş, sonra saçlarını, sonra dudaklarını ve boynunu... Üzerindekileri kana buladı ve çıplak kalan vücudunu... Gözlerinden içeri süzüldü ve ruhunu kana buladı. Seviştikçe daha çok kanıyordu ve kanadıkça öfkeden başı dönüyordu. Çığlıklar kulaklarında defalarca yankılanıyor, görüntüler kendi başlarına hareket ediyordu. Acının daha fazlasını düşünemiyordu artık, paltosuna uzandı, elini cebine soktu ve kırık şişeyi çıkardı. Parlayan gözlere son bir kez baktı, ne bir şaşkınlık, ne de bir korku vardı, en ufak bir merak bile göremiyordu. O anda ne yapması gerektiğini anladı, önceden planlamaması iyi olmuştu. Kırık şişeyi kendisine çevirdi ve yavaşça boğazından içeri soktu. Görmek istediğini görebilmek için karşısındaki gözlere bakıyordu hala ve işe yaramıştı, acıyı görmüştü, pişmanlığı, korkuyu, şaşkınlığı ve hatta aşkı görmüştü, hem de hiç görmediği kadar net ve parlak. Ölüme yaklaştıkça, aşk ılık bir şarap gibi gırtlağından içeri akıyordu ve içini ısıtıyordu. "Bu kadar güzel olacağını bilseydim, yaşamaya vakit harcamazdım" diye düşündü. Hayatı boyunca aradığı aşkı, ancak hayatından vazgeçtiğinde bulabilmişti.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Fırat Can Tokuri, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |