Özgürlük sevdası insanın başkalarına duyduğu sevgidir; güç sevdası insanın kendine duyduğu sevgidir. -Hazlitt |
|
||||||||||
|
Kızım geliyor yanıma. Ilık nefesi kulağımın yanına sokuluyor. Anneciğim, diyor ‘’bir ahbabın seni ziyarete gelmiş.’’ Kapı eşiğinde silik bir görüntü beliriyor. Gözlerim, detayları ayırabilecek sıhhatli merceklerinden mahrum olsa da artık, onu hemen tanıyıveriyorum. Hâlbuki unuttuğumu sanmıştım. Nice yıllardır terk etmişlerdi beni umutları tükenip; ben de silmiştim hafızamdan Kara Üçlüyü. Son demlerinde birlikteliğimizin, onlara böyle demiştim: ‘’Sizler, Kara Üçlüsünüz. Rahat bırakın beni!’’ İşte şimdi biri karşımda dikiliyor. Diğer ikisi? Bir pişmanlıktır musallat oluyor yüreğime. Şimdi, hiç zamanı değil. Huzur içinde ölmeyi kim istemez? Yaklaşıyor yanıma. Vefalı bir dost gibi, elimi, avuçlarının arasına alıp öpüyor. Şu anda, haftalardır hatta aylardır cüzi bir kısmıyla yetindiğim bilincim, berrak bir su gibi temiz; her detayı ayırabiliyorum, gayet iyi düşünebiliyorum. Hiç yaşlanmamış; tabii, cinler yaşlanmaz. Eskiden de bembeyaz ve uzun saçları vardı – genç yüz çizgileriyle uyuşmayan. Bu beyazlığın bir de buz mavisi gözlerinin etkisiyle olacak yüzü, nurlu gibi parlardı. Dudaklarına sakınımlı bir gülümseme yapışmış, onu biraz aptal – doğrusu safça gösterirdi. Boyu uzun, bedeni incecikti. Giysisini değiştirdiğiniyse hiç görmedim – yaz ya da kış. Yine beyazlara bürünmüş, karşımda. Şimdi de, yıllar sonra tıpatıp aynı. Aslında üç cin de renkleri dışında tıpatıp aynıydı. Takvim cini kızıl, ayna ciniyse griydi. Saçlarından tutun parmak uçlarına dek. Bu aynılığa rağmen, yine de insanda birbirinden başka varlıklar oldukları duygusu uyanırdı. Ne ilk gördüğümde onları ne de sonraki dört yıl içinde, üçüz gibi benzediklerini hiç düşünmedim. Tuhaf, şimdi düşünüyorum – tasvir etmeye kalkıştığımda. Hiç değişmemişlerdir, değil mi? En çok saat cinini severdim ya, şimdi diğer ikisini de göresim var. İzlerken ben onu sessiz kalıyoruz. Yastıkta uzanan dağınık, terli saçlarımı okşuyor, toparlar gibi yapıp işin aslı oynuyor. Bakışları bir türlü gözlerimi tutturamıyor da yüzümün etrafında, saçlarımda, yastığın sıcaklığında, alnımdaki terde, boynumun kırışıklıklarında geziniyor. Gencecik bıraktığı kadını bu hâlde görmenin ona üzüntü verdiğini düşünüyorum. Derken hüzünlü bir iç çekişle aniden kalkıyor yerinden, cama doğru seğirtiyor, karanlık odayı aydınlatıyor. Perdelerle birlikte bir toz bulutu da yer değiştiriyor, camdan süzülen hüzmelerin içini dolduruyor. Ben istemiştim daha öncesinde kızımdan burayı karartmasını. İçerisi karanlık olursa ölüm fikrine daha kolay alışırım, yaşamı terk etmenin hüznünü dindiririm - hiç olmadı zamana yayarım, sanmıştım. İşe yaradı mı hiç bilmiyorum ama gün ışığı ve temiz hava iyi geldi şimdi. Bu pencereleri açması da kapaması da zordur, bilmeyen epey uğraşır. Ama o çevik bir hareketle açtı. Bu eski evi iyi tanıyor. Her köşesini bilir. Burada az buz zaman geçirmedik ne de olsa. Pek bir şey değiştirmedim evde. Çalışma masasının sandalyesine oturuyor. Bu masanın başında tüneyip de ettiğimiz tatlı sohbetleri hatırlar gibi, dudakları bu sefer yayılarak gülümsüyor. Tanıdık bir tavırla, elini atıp kalemliğe bir kalem alıyor. Bu kalem, onun hediyesi. Sanki evi özlemiş gibi uzun uzun izliyor her köşesini. Oymalı, ahşap komedine bakıyor en çok, bir de zamanına göre oldukça lüks olan işlemeli kartonpiyere. Şimdi, birlikte yaşadıklarımızı ne kadar da özlediğimi anlıyorum. Bir şey demek istiyorum ama ne demeli şimdi – ben kovmuştum onu ve diğer ikisini vakti zamanında. Soran gözlerime bakıyor nihayetinde ve başlıyor konuşmaya: ’Neredeyse hiçbir şey değiştirmemişsin burada. Tuhaf… Senin yaşamın yadsınamaz, köklü değişikliklere tanık oldu hâlbuki. Hiç mi etkilenmedin yani?’’ ‘’Ben, burada yaşamadım. Ama babadan kalma bu evi satmadım da. Son birkaç yıldır buradayım. Sanırım ölmek için en uygun yer. Ya sen? Sana… Ne sorsam? Ne denir ki bunca yıl sonra, eski cinine? ‘’Yorma kendini. Ben anlatacağım zaten. Dinle. Ah! Yavrucağızım. Seni ne kanar sevdiğimi bilirsin değil mi? Senin için çok uğraştık, çok, biliyorsun. Sen yetenekli bir genç kadındın. Sana anlatabilmek için, zamanın olanca hızıyla, yaşananlar senin hayatının kesitleri değilmişçesine ne olduğunu anlamadan, akıp gittiğini… Ben… Çok uğraştım.’’ Aklıma diğer iki cin geliyor yine. Merakımı yenemeyerek, sözünü kesiyorum: ‘’Diğer ikisi nerede? Önceden birlikte…’’ ‘’Diğerlerinin gelmesinin anlamı yoktu. Çünkü yavrucağızım, kalan ömrün ancak benimle sınırlı. Artık sadece saatler var önünde yaşanacak.’’ Tabi ya, takvim cini gelip de ne yapsın. Artık bırak ayları, bir günü bile deviremeyecekken ben. Ya da ayna cini… Nicedir tüm ilişiğimi kesmiştim zaten aynalarla. Saat cini geldi işte yanıma. Peki… Niye geldi? Yüzüme vurmak için mi geçip giden yaşamdaki yenilgimi? Yapamadıklarımı, cesaret edemediklerimi, umursamadıklarımı, tembelliğimi… ‘’Biz ne kadar haklıydık, demek için mi buradasın, ha? İnce bir sızı var yüreğimde. Bir şeyleri ıskaladığımı biliyorum - hatta çok şeyleri. Ama kim gönlünün elverdiğince yaşamış ki? Şimdi, tam da şimdi, bunu yüzüme vurmak için çokça zalim olmak gerekmez mi?’’ ‘’ Aslında bu rutin bir uygulama. Birlikte bir yıldan fazla vakit geçirdiğimiz herkesi, son yirmi dört saatinde ziyaret ederiz.’’ ‘’Siz mi? Rutin? Yani herkes…’’ ‘’Evet tabii. Her bir insan kendine münhasır sanır ama aslında öyle değil. Herkesin senin gibi, bir saat cini, bir takvim cini, bir de ayna cini vardır. Biz, insanlar izin verdiği ölçüde yanlarında kalır, onları yüreklendirir, hatırlatmalar yaparız. Aslına bakarsan bazıları bizi baştan reddeder. Rüya falan gördüklerini sanırlar çoğunlukla. Ya da algıları öyle dardır da en başından sızamayız bilinçlerine. Onlarla hiç vakit kaybetmeyiz. Zaten son saatlerinde ziyarete gidecek olsak da, yine rüya gördüklerini ya da zihinlerinin iyice bulandığını düşünecekleri malum. Kimine ilk başta cazip geliriz fakat çabuk soğudukları olur bizden. Bu yüzden bir zaman sınırı koymakta bulduk çareyi: bir yıl. Adamın zihninde hatırı sayılır bir yer işgal etmemişsem, onların da son saatlerindeki bu ziyareti reddettiklerini, başka şeylere yorduklarını gözlemledim. Tabii bu süre objektif ancak tek ölçüt değil. Yani, ola ki üç ay geçirmişizdir birlikte ama etkileşim derin olmuştur; paylaşılanın yoğunluğu zamanı alt etmiştir. Bu gibi durumlar enderdir ama hiç olmaz diyemem. O zaman da giderim yanlarına. Beni kadrolu bir memur gibi düşün. Hani birden fazla saat cini vardır. Aslında tüm cinler, çokçadır. Zaten o kadar adama yetişemeyeceğim gerçeğini de hoş karşılarsın sanırım. Gerçi kadroda daralmalar oluyor. Umut vaat eden insanların sayısı azaldı. Çağın getirisi –götürüsü demeli aslında -, herkes kaptırmış kendini savrulup duruyor. Zamanın göbeğinde ama onu unutarak yaşamayı becerebilecekleri bir düzende koşuşturuyorlar. Küçük zaman dilimlerine öyle kafayı takmışlar ve sürekli bir şeylere yetişmeye çalışıyorlar ama geçen on yılları hiç mi hiç hesaplayamıyorlar. Bu geçen yıllar boyunca ne yaşamak istediklerini düşünmeyi bırak, tek işlevlerinin soluk alıp vermek olan küçük çarklılar olduklarını bile anlamaktan acizler. Şanslı tarafları: Senden daha mutlu ölecekler. Çünkü bizler, üç cin, onlara ulaşmayı beceremedik. Zamanın yitip gidişini fark edebilme becerisini gösterenlerse çok cesaretsizler. O kadar azınlıktalar ve engellerle karşılaşıyorlar ki… Öylesine mutsuzlar. İçine çekildikleri girdaptan kurtulabilmek için cebelleşip duruyorlar. Kızmak da pek mümkün değil hani. İşte onlara… Umut vaat edenlere yardıma devam ediyoruz. Cesaretlendirmeye onları… Zamanı, kendi zamanlarını, gönüllerince tasarruf edebilmeleri için.’’ ‘’Ama o zaman kandırdınız beni. Senin için buradayız, demiştiniz. Hatırlıyorum. Ben de kendimi pek özel hissetmiştim. ‘’Seçilmiş’’ olduğumu dahi düşünmüştüm. Ama işte herkes… Kandırdınız beni!’’ ‘’Ölmeden çürümeye başladı bile beynin, yavrucağızım. Tabii o hissi veririz. Sen ‘seçilmiş’ olduğunu sandığın hâlde bak, ne oldu. Bir ‘seçilmiş’ gibi davranabildin mi? Bir de herkese layık görülen bir kıyağın, sana da geçildiğini düşündeydin? E hiç ciddiye almazdın. Beni, saat cinini kastetmiyorum, kendini… Kendini ciddiye almazdın ama ne yazık ki almadın da. Aslında senden çok umutluydum. Hayal sandığı bir şeyle dört yıl yaşamayı becerebilmek herkesin harcı değildir. Senin gibi dirayetlisi az çıkar. Çabaladın. Ama niye vazgeçtin? Çok mu zordu? Peki, bizi unuttuktan sonra yaşadıkların, onlar zor değil miydi, ha? Böyle bir ayırım yapmam kurallara uymuyor doğrusu ama seni bir başka seviyorum. Hatırlıyorsun değil mi sohbetlerimizi: Geçen zamanı hatırlatıp da sana cesur olman, boyun eğmemen gerektiği, mecbur olduğunu sandığın şeylerin aslında hiç mi hiç var olmadığı, kendi mecburiyetlerini arayıp bulman, onları yaşaman gerektiği konusundaki… Ah! Bunlar ve bir sürüsü… Neden işe yaramadı ha? Reddettin bizi. Bize ‘’def olun’’ denirse ve bu çok sık tekrarlanırsa, kalamayız. Kurallara aykırı. Senin için direndim. Kaç dilekçe verdim, bilsen. Biraz daha zaman istedim. En çok ben uğraştım. Ayna cini çabuk vazgeçti senden. Aynaya bakıp da gözlerinin kenarındaki çizgileri, krem gibi bir şeyle kapatmaya çalıştığın gün, vazgeçti. Haklıydı. Niye biliyor musun? Senin yapman gereken onları kapatmaya çalışmak değil ama fezyalmaktı. Bir de üstüne şu yazarın –Borges miydi adı?- aynalarla ilgili satırlarını pek beğenince sen. Çoğaltıp dağıtırmış, tiksinçmiş! Farkında değildin ama adamcağızın amacının dışında sevmiştin sen o satırları - bıktığın için belki bizden. Gönül koydu sana tabii. Takvim cinine gelince, o da haklıydı vazgeçmekte. Çünkü sen, takvim içinden, kimileyin kafana göre seçtiğin, kimileyin artık kimlere ait olduğunun önemi olmayan birtakım kafaların seçtiği bazı günleri tutup baş tacı yaptın. Diğerlerini, neredeyse yok sayarak, sadece bazı basit hesaplamalar için kullandın. Çoğu günün geçişini hiçe saydın. Bazı günlerin gelişineyse, ellerini şap şap çarpıp alkış tuttun aptalca bir sevinçle. Kendimle ilgili çok fazla konuşmama gerek yok sanırım. Onca sohbetten, onca tartışmadan, onca kavgadan, senin için onca ayak diretmeden, onca yüreklendirmeden sonra beni unutabildin. Şimdi buraya gelmesem hiç hatırlamayacaktın belki. Dört yıla rağmen… ‘’Evet… Hatırlamazdım belki… Ama bu yaptığın… Gözüm açık, pişmanlıklar içinde mi gitmemi istiyorsun? Bu çok zalimce!’’ ‘’Şimdi, gözlerini kapatacağım ellerimle. Ve evet, son nefesini verirken pişman olman gerekiyor yavrucağızım. Çünkü sen, tersini hak edecek bir şey yapmadın.’’
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Nergiz Şimşek, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |