Umutlar, tersine çevrilmiş anılardır. -Anonim |
|
||||||||||
|
Ö N S Ö Z "Ben bir fotoğraf albümüyüm. Kafamın içinde, hiç değişmeyen, kimisi silik, kimisi derin izleri olan canlı yüzler taşıyorum. Binlerce…” * “Merhaba!” “Merhaba!” On üç yaşındaki çocuğu selamlıyorum: Yol kenarındaki kalın gövdeli ağaca dayamış sırtını, kitap okuyor; yoldan geçenlerden biri gelsin, “aferin çocuk!” desin…Ki, değersiz bir çocuk olmadığını anlasın. On üç yaşındaki çocuğun Sümerbanklı iskarpinlerine bakıyorum, altları üçüncü kez pençeli, belli. İskarpinlerinden çıkarak diz kapaklarına kadar uzanmış siyah fitilli çorapların lastikleri baldırlarını sıkmış, annesinin eski elbiselerden bozup diktiği pantolonunun paçalarından sokup elini onları arada bir çekiştirip yerlerini değiştiriyor, ama yararsız. Saçları üç numara, uzatıp taraması için onları, izin verilmiyor; oysa arkadaşları uzattıkları saçlarını her gün limon suyuyla ıslatıp şekilden şekle sokuyorlar ona nispet yapar gibi… “Ah be çocuk, hiç aklından geçer miydi, elli sekiz yaşına geldiğinde kendinle merhabalaşacağın?” * Arkadaşlarımın sırtlarında sinerek sınıfın en güzel kızına bakıyorum. Hayatımda ilk kez aşık oluyorum; kolay değil tabii… Ama kız beni umursamıyor ki… Olsun! Umursamazsa umursamasın! Unuturum onu… Başka kızlara bakmaya başlarım. Hepsine aşık olurum. Yüzlerce defa. Aşk, zaten olunduğu zaman vardır; yaşandığı zaman yok olur. * Bir başka kıza bakıyorum. Pek de güzel değil aslında, ama gözlerimi alamıyorum ondan. Gözleri deli, mavi… Çocukluğumun en mutlu fotoğrafı o… Benden bir yaş kadar küçük olmasına karşın öylesine olgunlaşmış bir genç kız havası var ki, karşısında kendimi ondan birkaç yaş küçük hissediyorum. Hayatımda ilk kez bir sevgilim oluyor, ona aşık oluyorum. “Sana aşık oldum,” diyorum ona; o da, “ben de sana,” diyor.“Ben de sana!” * Çocukluk resimlerim buruk bir tad bırakıyorlar bakışlarıma; çocukluğum iyi geçmemiş mi ne? Albümler yaşlanınca bakılmak için mi hazırlanır? Çocukluğuma dair her fotoğrafta hüzün var; ama bu yaşlı kafa her fotoğrafa sırıtarak bakıyor nedense… Balık kafalı yaşlı adam unutmuş yaşanan hüzünleri, şimdi onları küçümsüyor. Utanmalısın! Çocukluğuma dair bir tek fotoğraf yok, sevinç, mutluluk haykıran. Hep acılı şeyler mi yaşadım ki… “Allah, Allah!" Allah, Allah!... * BİZİM KÖYÜN AYILARI Romanların yaşadığı Kore Mahallesi ilin en şenlikli yeriydi. Ahalinin ekserisi çalgıcı takımındandı; geri kalanların içindeyse hırsızı, uğursuzu, dolandırıcısı, yol bağcısı, kalpazanı, tırnakçısı, dızdızcısı, papelcisi, üçkâğıtçısı, kaldırımcısı, kapkaççısı, yankesicisi, kerhanecisi, telekızcısı, konsomatristi, meyhanecisi, soyguncusu, kerizcisi, beyazcısı, silahcısı, pazarcısı, aklınıza her ne gelirse işte ocusu, ne ararsan vardı. Öyle kara, kuru Romanlardan göremezdiniz orada. Hemen hemen hepsi sarı saçlı, mavi gözlü; sanırdınız ki, Kuzey Avrupa’dan göç etmiş Finli. Ömür abla ise onların içinde en mavi gözlüsü, en sarı saçlısı… Aynı taşlık üstünde iki ayrı evde oturuyorduk. Ev dediysem, bir sofa ile bir oda. Sofanın bir köşesinde bir kara mozaik setle çeşmeden ve üç dört raflı bir sergenden ibaret mutfak. Helâ, avluda ve müşterek… Babam, hafta içlerinde görevli olduğu köy okulunda kalıyordu ve hafta sonu tatillerinde eve geliyordu. Bu sıkıntıya katlanmasının yegâne sebebi, ortaokulda okuyan ablamın okuyabilmesi içindi. Trenle gidip gelmekteydi ve bu ev tam da istasyonun yanı başındaydı. Babamın maaş durumu, daha iyi bir yerde, daha büyükçe bir ev tutmaya el vermiyordu. O yıllar, yokluk yıllarımızdı. Kahvaltı sofralarında bir zeytini iki sokum ekmeğe katık ettiğimiz yıllardı. Vita Yağ diye bir bitkisel margarin yağı vardı, kehribar gibi, sarı; ondaki lezzeti şimdiki hiçbir margarin yağda bulamazdınız. Ekmeğe sürüp üstüne de toz kırmızı biberi serptik mi, iki diş sarımsakla beraber yemeğe doyamazdık. Aslında memleketin genel hali berbattı. Memurların, işçilerin maaşları ödenememekteydi ve maaş yerine kısaca “Bono” denilen Hazine Bonoları veriliyordu, kiranızı ödeyeceğiniz maaş veremiyoruz, ama bir sürü kâğıt parçası veriyoruz işte, çorbasını yapıp için deniliyordu memurlara. Memurlar sağda solda türemiş “bono” simsarlarına götürüp paraya çevirtiyorlardı genelde, böylece maaşlarının üçte ikisi onların, üçte biri simsarların cebine giriyordu. Hal böyle olunca sürekli borçlanan babam, gırtlağına kadar batmış haldeydi. Biz beş kişilik bir aileydik; ben, benden üç yaş küçük erkek kardeşim Ersin, benden beş yaş büyük ablam Esin, annem, babam. Kardeşim Ersin, henüz bir bebekti. Üç yaşındaydı, ama henüz emeklemeye bile başlamamıştı. Doğduğundan beri yaşamadığı hastalık kalmamıştı. Mübalağasız söylüyorum, on iki ayın en az ikisini hastane köşelerinde geçiriyordu. Benden çok farklı, değişik bir çocuktu o… Ömür ablalar ise dört kişilik bir aileydiler. Her yanı sacla kapalı döküntü bir minibüsle pazarlarda kap kacak satan Kenan amcayla karısı Meliha’nın öz çocukları benden birkaç yaş büyük bir oğlandı. Ömür abla, Kenan amcanın önceki karısından kalmaydı. Kenan amca işinden yorgun ve sinirli geldiği her akşam hıncını Ömür abladan çıkartırdı. İyi adamdı, severdim onu, özellikle de Ömür ablayı dövdüğünde… Annem, kadın başına varıyordu Kenan amcanın üstüne, kızı alıyordu elinden, bizde yatırıyordu. Ablam, sofuda yatıp kalkıyordu ve yatağına biz kardeşleri dahil hiçbir misafiri kabul etmiyordu. Erkek kardeşimle benim için yere serilen döşekte, annem kardeşimi kendi yanına alıyordu ve biz Ömür ablayla beraber yatıyorduk. O, on beş, on altı yaşlarında, ben de altı yaşındaydım. Gece olup da, annem o meşhur horlamasıyla uykusuna daldığı vakit, biz de mecburen sohbeti ya da oynamayı bırakıyor, yatıyorduk. Yatar yatmaz, Ömür abla dolanıyordu boynuma, bacaklarının arasına da bedenimi sokuşturuyordu, öyle uyuyordu. Hele hele uyumadan az önce bir iki de öpücük kondurdu mu yanaklarıma, ben de onunla birlikte kuşlar gibi huzurla uyuyup kalıyordum. Evlerine dönüp de, birkaç gün dayak yemezse, özlüyordum onu. Allah’a, Kenan amcanın ona dayak atması ve annemin de onu kurtararak bize getirmesi için dua etmeye başlıyordum. Tam hatırlayamıyorum, sanırım, annemle babam, ablamı okuduğu ortaokuldaki bir problemini çözmeğe götürmüşlerdi. Giderken de Ersin ile benim başımıza göz kulak olsun diye Ömür ablayı bırakmışlardı. Hastalıklı Ersin, içerdeki karyolada, her tarafı sıkı sıkıya örtülmüş, derin bir uyku çekiyordu. Biz de onun yanında gürültü yapmamak için sofuda oturuyorduk. Ömür abla elimize geçirdiğimiz bir deftere çeşitli insan portreleri çizip aynını benim de çizmemi isteyerek oyalıyordu beni. Bir ara, bir tane çıplak kadın figürü çizince utandım. Utandığımı görünce üstüme gelmeğe başladı. “Bak sen, bak sen! Çıplak karı görünce pek de utanıvermiş benim yakışıklım!... Şimdiye kadar hiç çıplak karı görmedin mi sen, len?” “Çı-ıh!” “Ananı da mı?” “O, karı değil ki, anne… Memelerini gördüm annemin.” “Ya! Babanla iş tutarlarken mi?” “Ersin emiyordu ya, o zaman.” “Allah canını almasın! O kadarcık mı?” Cevap vermek yerine, sessizce gülümsedim. “Benimkileri görmek ister misin? Açayım mı?” Herhangi bir cevap vermeme fırsat bırakmadan sıyırıp çıkarttı gömleğini, sutyenleriyle kalakaldı. “Hadi, şöyle yakına gel de, bak!” Gitmek istemedim. Sutyenlerini de açıp çıkarttı, bir kenara bıraktı. Üstüme atıldı, beni yakalayarak gıdıklamaya başladı. “Neden gelmiyon, len, eşek sıpası? Ben napayım şimdi seni? Gıdıklıyım mı, he!” Kıkır kıkır gülmeye başlamıştım. O mıncıkladıkça ben gülme krizine yakalanarak gülüyordum. Bir ara, onun tüm ağırlığını üstümde hissettim. Benim çocukça kıkırdamalarım arasında o, isterik çırpınışlarla bana sürtünerek kendini tatmin etme gayretine düşmüştü. Sanırım zevkinin doruğuna ulaştığı an, ansızın dudaklarımı kendi dudaklarının arasına alarak, onları eme eme öptü. Sonra da rahatlayıverdi ve gene o sevecen Ömür ablayı geri getirdi. “Hoşuna gitti mi, kör olasıca?” O öpüşmenin ağzıma bıraktığı hoş tadı hissederek, “He…” dedim. Sutyenlerini memelerinin üstüne geçirirken, “Ömür abla bana memelerini gösterdi deme ama kimseye, olur mu?!”diye tembih etti. “Çıh, demem.” “Öpüştüğümüzü de!” “Demem.” “Tamam madem, hadi resim çizmeye devam edelim.” Defterle kalemi elime tutuşturdu. “Hadi bakam, sen de çiz bi çıpıldak avrat!” * Kenan amca, Ömür ablayı, bir pazarcı arkadaşının oğluna vereceğini açıkladığı gün, çektiğim ıstırabı anlatamam… Damadı düğün günü gördüğümde ıstırabım daha da arttı. İnceden bir güzelin evlendirildiği oğlan, onun iki bedenine bedel bir ayıydı. İkisi beraber ayıyla yavrusu gibi görünüyorlardı. Çok acımıştım kızcağıza. Kızcağızın zifaf gecesinde ayının altından sağ salim kalkıp kalkamayacağını çok merak ediyordum. Ertesi gün gelin gittiği evden ziyarete geldiğinde onu enkazın altından ezilmeden kurtulmuş halde gördüğüm için pek sevindim. O da rahatlamış halde, güller açıyordu. “Nassı gidiyo evlilik Ömür abla?” diyerek sırnaştığımda bana bir sırıtışı vardı ki, evliliğin nasıl gittiği kolayca anlaşılabiliniyordu. “Ağzın kulaklarında olduğuna göre tadından yenilmiyor herhal,” diyerek biraz daha sırnaşmaya kalkışınca; “Ne diyon len sen, gel bakayım buraya!” diyerek başladı beni kovalamaya. Ben kıkırdayarak, o sırıtarak avluda koştururken avlu kapısından ayı girdi. Suratı bir karış. Karısına, “ne yapıyorsunuz ulan böyle milletin ortasında!” diye bağırdı. Ömür abla, “Hi-iç!” dedi. “Şakalaşıyorduk.” Ayı, kızcağızın üzerine varıp bir tokat çaktı. “Dün gece canım yanıyor diye benimle cilveleşmeye yanaşmadın da, geldin, bu oğlanla mı cilveleşiyorsun, orospu?” Donup kaldım. Ömür abla ağlayarak evin içine kaçtı. Ayı bana doğru hareketlenince bir tokat da benim yiyeceğimi anladım, oradan içeri, Ömür ablanın yanına sıvışmaya çalıştım. O hızla bir tekmesi değdi kıçıma. Arkamdan, “Akranın kızlarla oynaşsana lan, deyyus!” diye bağırıyordu. “Bir da karımın etrafında görürsem seni, gebertirim!” “İyi be! Karını yimeycez heralde!” Ayılar yavrularını çocuklardan da kıskanırlarmış. * Kenan amca oğluyla beraber sabahın köründe işine gittiği için evde yoktu. Ömür abla yediği tokattan sonra üvey annesine sığınmak istemişti, ama güvendiği dağa karlar yağıyordu. Ayı aşağıdan, “len Ömür! Yürü len eve!” diye bağırınca kadın, kızı korkutarak evden yollamak istedi. “Allah belasını veresice! Yürü git kocanla!” Daha dün evlendiği oğlandan yediği tokat, Ömür ablanın çok ağrına gitmiş, “gitmeyeceğim işte!” diyerek direnmekteydi. Üvey anne, “baban her gün ağzına sıçıyordu da gıkın çıkmıyordu; kocanın bir tokatı mı ağrına gitti, şırfıntı?” diye azarladıkça, Ömür abla, inadını arttırıyordu. “O babam! Bu ne? Elin adamı! Gitmeyecem işte!” “Allah belanı versin! O da kocan! Nikahlın! Kocaların vurduğu yerde gül biter!” En sonunda onu yollamaktan umudunu kesen üvey anne odanın penceresini açıp, “Sen yürü git oğlum!” diye damadına dil dökmeye başladı. “Siniri geçince ben yollarım onu sana.” Ayı kibrinden de taviz vermek istemeyerek, “istemezse hiç gelmesin!” diye söylenerek avludan çıktı, gitti. Ben, Ömür ablanın onunla gitmediğini görerek mutluluktan gülücükler saçmaya başlamıştım. Eve koşturdum. Anneme heyecanla, “gördün mü anne? Damat, Ömür ablayı tokatladı. Gördün mü? Beni de tutaydı dövecekti ya, ben kaçtım. Gördün değil mi?” diye bağırmaya başladım. Annem, “şışt!” diye çıkışarak parmağını dudaklarına tuttu. “Yavaş!” Doğru ya, bağırmanın alemi yoktu. Annem, “yürü gidip bir bakalım şu kıza,” diye kolumdan çekiştirerek beni kapıdan dışarı götürdü. “Daha birinci günü neymiş dertleri, bi anlayalım…” Ömür ablayı bir köşede büzülmüş, içini çeke çeke ağlarken, üvey annesini de tepesinde dırdır ederken bulduk. Kadın, “baban gelip de seni burada görünce, hoş geldin kızım, diyerekten bağrına mı basacak sanırsın? Gör bak, kırılmadık bir kemiğin kalacak mı!” diye söylenmekteydi. Kenan amca, onu kesinlikle döverdi. Annem de aralarına girer, elinden alır, bize getirirdi. Benim döşeğimde beraber yatardık gene; kuşlar gibi… Annem, söylenerek odadaki karyolanın bir kenarına oturup, iyice bir yerleşti. “Otur hele şöyle, varma kızın üstüne o kadar da! Anladın mı, ne derdi var kızın, neden gitmek istememekte? İlahi komşu, azıcık suyunda git hele…” Kadın, annemin iknasıyla bağırıp çağırmaktan caydı. “Ne derdi olacak, bi tokat atmış diye tafra ediyor işte…” diye söylenerek annemin yanı başına oturdu. Annem, Ömür ablaya döndü. “Gitmeyip de ne yapacaksın a kızım? Var mı bir planın, yapacağın?” Ömür ablanın bir planı yoktu elbette, öylesine “Boşanacağım o ayıdan!” diye söylendi. Üvey anne onu ciddiye alarak yeniden söylenmek istedi. “Boşanacakmış! Sanki babası izin verir de…” Annem hemen susturdu onu. “Sus bi dakka be komşu!” Yeniden kıza döndü. “Kızım, bu çocuk oyuncağı değil ki, dün evlendiğin adam ilen bugün boşanabilesin… Hem babanın, hem oğlan tarafının namusudur, şerefidir artık bu iş; sen böyle istiyorsun diye, boşan mademki, demez kimse sana… Herkes namusu, şerefi için yaşıyor. Madem evlendin, çaresi yok sürdüreceksin bu evliliği, yoksa namus meselesi olur, bilesin!” “Olursa olsun…” “A be kızım iyi dersin de, sen canından olursun, o elini kana bular. Bunca can yakmağa ne gerek?” Ömür abla, kan dökülmesi ihtimalinden sonra korktu, çark etti. Annemin uzattıkça uzattığı nasihatlerini sabırla dinledikten sonra, evine dönmeyi kabul etti. Ben de arkasından fırladım. Hiç değilse bu gece kalsaydı da, yarın gitseydi, diye düşünüyordum. Onunla birlikte, kuşlar gibi uyuyamayacak olmanın hayal kırıklığı ile, o an annemden nefret ettim. Peşinden yetişerek, “O ayıya mı dönüyorsun gene, Ömür abla?” diye sordum. Bakıp gülümsedi, kaşlarını kaldırarak, “ı-ıh!” dedi. Ömür ablanın annemi dinler gibi yaparken kafasında bambaşka planlar kurduğunu hiç kimse anlayamamışdı. Meğer, evine gitmek üzere ayaklandığında, evine dönmek gibi bir niyeti hiç yokmuş… “Seninle ben de geleyim. Beni de götür,” dedim. “Nereye gideceğimi bilmiyorum ki ben. Gideyim, önce bir ev bulup yerleşeyim, adresim belli olsun, sana mektup yazarım.” “Yazar mısın?” “Yazarım tabii… Hadi, sen buradan dön git ki, kimse kaçtığımı anlamasın. Sen idare et durumu.” Evet, orada ayrıldık. Sarılıp yanaklarımdan öptü, “kendine çok iyi bak, emi,” diye tembih ederek. Dudaklarımı dudaklarına yönelttim, tam önlerinde, birbirlerine hafifçe temas etmekteyken duraladım. Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum ki! O uzanıp küçük bir öpücük kondurdu benimkilere, “söz, buluştuğumuz zaman doya doya öpüşeceğiz senlen, hadi şimdi git” diyerek meçhule doğru hızla uzaklaşıp gitti. İstanbul’a gitmiş, deniliyordu yaygın olarak. Almanya’ya gittiği bile söyleniyordu. Bense gittiği yerde ev tutmasını ve bana mektup yazmasını bekliyordum. O mektubun hiçbir zaman yazılmayacağını bir türlü idrak edemiyordum. Aylarca hiçbir haberi çıkmadı. Onun akıbetini ilk başlarda merak edenler de merak etmez oldular . Bir tek ayı, o da nikahından düşürüp yeni bir karı alabilme derdiyle bırakmamıştı peşini. İki de bir gelip, kaynatasına ya da kaynanasına, “kızınızdan bir haber yok mu hala?” diye sorup gidiyordu. Bazen de oğlanın anası geliyor, üvey anne ve annemle saatlerce oturup, olayı irdeliyorlardı. Böyle buluştukları bir gün, annem nereden duymuşsa, duymuş, “Kuyucu Hoca” namıyla meşhur bir hocanın adresini öğrenmişti. Kızın akıbetini ona gidip sormayı önerdi. Üvey anne de, kaynana da balıklama atladılar bu önerinin üstüne. Hocadan günler önce randevu alındı. Bir orman köyünde ki hoca evine akşam üzeri gidilecekti. Giderken yanlarına beni de aldılar. Ne de olsa başlarına bir erkek gerek ya… Koruluğun aralıksız selvileri akşamı geceye bürümüştü. Her dal bir yılan, her kütük bir ayı kesilmişti. Her ne kadar erkek olsam da netice de bir çocuktum, korkma hakkım vardı. Ben de korkudan annemin eteklerinden dışarı çıkamıyordum. Hocanın evine ulaştığımızda, beni o an fark etmemiş olan hoca, “istediğim çocuğu da getirdiniz mi?” diye sordu. Annem, “Getirdik hocam, işte,” diyerek beni hocanın önüne doğru itti. Meğer başlarına bir erkek gerektiği için değil, hoca istediği için getirmişler beni. İyi de, beni niye istemişti bu hoca? Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail yerine beni kurban etmeye kalkışmasın şimdi bunlar? Korkmağa başladığımda, hoca, bir iki lakırdı, dua, filandan sonra bizi alıp, evin avlusundaki bir kuyunun başına götürdü. Kuyu dibindeki suyun şavkında, terk-i diyar edip, kendisinden bir haber alınamayan Ömür ablamın siluetini görürlerse sağ, salim olduğuna karar verilecek; yok, her hangi bir siluet görülmez ise de, ölmüş olduğuna karar verilecekmiş. Hoca efendi, şayet sağ olarak görür iseniz, evde bu sebile tas içine baktıracağım ve de yerini ondan öğreneceğiz, diyerek açıklamalarını tamamladı. Annem, kuyunun başına sokulmamamı tembih ederek, beni az geride bıraktı. Kendileri gidip kafalarını kuyunun içine doğru uzattılar. Beni diktikleri yerden, avlu duvarlarının hemen dışındaki koruluktan yılanların, ayıların harekete geçerek üzerime üzerime gelmeğe başladıklarını görerek korkuya kapıldım. O korkuyla kuyu başına koşturup iki kadının arasına sığındım. Gözlerim kuyuda değil, ayılar ve yılanlarda. Hayal gücüm bana doğru gelmekte olan yılan ve ayıların önünü kesen Ömür ablanın, elindeki sopayla onları kovaladığını gösteriyordu. Kadınlar, kafalarını doğrultarak Ömür ablayı göremediklerini söylediler. Onlardan ayrıcalıklı olduğumu haykırırcasına, “ben gördüm Ömür ablamı,” dedim. Sözünü dinlemeyip kuyu başına geldiğim için annem haşlamak üzereyken, Hoca efendi, “o görmüştür,” dedi. “Kalp penceresi açık ya sebilin, görmüştür elbet.” Günün birinde, babama, "baba, artistler nasıl yaşar?" diye sormuştum. Abartarak, ballandıra ballandıra anlatmıştı. İş, hoca efendinin tasına bakıp da, penceresi açık kalbimin gördüğü şeyleri anlatmaya gelince, hoca efendiyle üç kadına öyle şeyler anlattım ki, babam duysaydı, ’ben bile bu kadar abartmamıştım be oğlum.’ derdi bana. "Ömür ablayı görüyorum. İşte orada. Şimdi gadillaka bincek, subay elbiseli bi herif kapıyı açıp tutmakta. Gadillakın kapısına kadar bi halı döşeli yola ki, iki yanında iki sıra hizmetçiler el pençe divan durmakta... Üff. Gökten para yağmakta tepesine tepesine..." Benim bu görgü şahitliğim üzerine Ömür ablanın sağ salim olduğuna ve zengin bir herifle yaşadığına karar verildi. Enteresan olansa, yıllar sonra, Ömür Güneş adında bir assolistin asistanları ve aralarında benim de olduğum binlerce hayranı arasından yoluna döşenmiş kırmızı halının üstünde yürüyerek son model lüks bir arabaya binerken, her tarafında apoletler sarkan gazino kapıcısı arabanın kapısını açık tutup onun binmesine refakat ediyordu. Etrafta, buradan, metresi olduğu petrol trilyarderinin yalısına gittiği fısıldanıyordu. * İlkokula başladığım yıl, Çingenelerle komşu olmaktan ısrarla kurtulmak isteyen annemin baskıları sonucu babamın Meydan mahallesinde bulup kiraladığı yeni bir eve taşınmıştık. Oturduğumuz evin halk arasında ‘Yatırlı Ev’ diye yaygın bir ünü vardı. Bahçeli, bahçesinde birer elma ve vişne ağacı olan, iki katlı, oldukça eski ve metruk bir evdi. Babam kiralayıp da oraya biz taşınıncaya kadar uzun süredir hiç kimse orada oturmaya cesaret edememişti. Yatırlı olması nedeniyle taliplisi olmadığından kirası da çok düşüktü. Babamın ve babamın telkiniyle de annemin öyle şeylerden korkusu yoktu. Benim ve kardeşlerimin korkup korkmadığımızı ise hiç kimse sormamıştı! İlk taşındığımız günlerde, korkudan bahçeye bile çıkamamıştım. Annemin dizi dibinden ayrılmayan, evin uslu çocuğu oluvermiştim ve bu yeni kişiliğimden dolayı ebeveynim pek memnundular. Annemin dizi dibinde çıka gire bahçe korkusunu yendikten sonra o eski haylaz çocuk geri geliverince, bu defa da kısa süreli iyi çocuk rolü oynamış bir sahtekâr olduğuma karar verilmişti. Tam da o günlerde dört yaşına girmiş olan Ersin, şimdiye kadar olmadığı kadar hasta olmuştu ve annem de, babam da önce hastanede refakatçi olarak, sonra da evdeki nekahat döneminde kardeşimin üstüne titrer olmuşlardı. Ben, evin sahtekar çocuğu olarak varlığımı belli edecek bir şeyler yapmaya kalkıştığımda zılgıtı yiyordum. “Dolaşma ayak altında! Geç bir kenara otur!” “Ama karnım acıktı!” “Sür bir dilim yağ, zıkkımlan! Görmüyor musun kardeşini, hastalıktan ölüyor, Şimdi onunla ilgileniyorum.” Bunları söyleyen kadın, yani annem, ablamın dolaşık saçlarını açmak için önüne oturtup saatlerce onun saçıyla uğraşmaya, Ersin’in yüksek seyreden ateşine binaen nemli bezlerin biri kurumadan diğeriyle değiştirmeye, hatta bahçedeki yatırımızın abdest suyuyla ilgilenmeye vakit buluyordu, ama benim için hiçbir şeye, hiçbir zaman vakti olmuyordu. Annem, beş vakit namazında bir kadındı ve namaz saatlerinde kendisi abdest almadan önce ibrikle su bırakırdı bir yerlere; yatırın o suyu kullanarak abdest aldığına inanırdı. (Yıllar sonra ibrik içinde bıraktığı o suların kullanılıp kullanılmadığını sorduğumda, annem, dolu bıraktığı ibrikleri her defasında boş olarak geri aldığını söylemişti) Esin ablam benden beş yaş büyüktü. O, on iki yaşlarındayken, beni, annemin de zorlamasıyla, Kütahya’da bayram nedeniyle kurulan bir lunaparka götürmüştü. Bir çadırdaki illüzyonist gösterisine sokmuştu beni. Sahnedeki sihirbaz, şapkadan tavşan çıkartırken ben korkudan zırlamaya başlamıştım. Kızcağız gösteriyi sonuna kadar seyredemeden çıkmak zorunda kalmıştı. Eve döndüklerinde, ”senin yüzünden...” diyerek anneme şikâyetlere ve sitemlere başlamıştı. Korkudan evin içine girmeden, bahçede oyalanıyordum. O arada çişim gelince de, annemin ibrikle su bıraktığı o köşeye çükümü çıkartıp işemeye başlamıştım ki, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki askerlerin giydiklerinin aynısı olan bir şapkası ve askeri kıyafeti olan bir asker gelmişti yanıma ve “buraya işeme, git, helâya işe!” diyerek kıçıma hafif bir şaplak vurmuştu. “Avludaki asker amca işiyorum diye beni dövdü,” diye zırlayarak annemin yanına kaçmıştım. Annem, beni teselli etmek yerine, beni döven “yatır amca” için dualar okumaya başlamıştı. Ablam, henüz yok edemediği Luna Park öfkesiyle, “o asker seni inşallah çarpar da, ağzın burnun bir yana kayar, böyle olursun inşallah,” diyerek suratına takındığı garip mimikleri gösteriyordu. Üst üste iki kez yaşadığım korku travmaları umurunda değildi. O da, aslında haklı olarak on iki yaşlarında bir çocuğun mahrum edildiği eğlencenin kızgınlığını yaşıyordu şu an; benim yaşadığım sarsıntıları filan anlamasını beklemek, ona haksızlık olurdu. Tam da hafta sonuydu, babam eve dönmüştü. Adamcağız daha ayakkabılarını çıkartırken, “babacığım, bahçedeki asker amca bugün bana tokat attı,” diyerek şikayete başlamıştım ki, ayakkabılarını çıkartmaktan vaz geçerek kolumu kaptığı gibi adeta sürükleyerek bahçeye çıkarttı beni. “Hani, göster bakayım, nerede o asker?” Bahçedeki kömürlükten helaya kadar ne kadar yer varsa, hepsini o şekilde dolaştırdı. Arada bir de bağırmayı ihmal etmiyordu. “Hey! Bu palavracı velede tokat atan asker, neredesin? Çık ortaya!” Hızla dolaştığımız bahçeden, aynı hızla eve döndük. Evin kapısından girer girmez beni bir savuruşla odanın ortasına attı. “Nedir ulan senden çektiğimiz! Dürüst bir çocuk olamadın gittin yahu!” Şaşkınlıktan ne bir şey söyleyebiliyordum, ne de ağlayabiliyordum. Babam ise, ayakkabılarını çıkartıp doğruca Ersin’in yanına gitmişti. “Hani de benim oğlum, bu gün nasılmış, bir göreyim onu… O, Maşallah, maşallah, turp gibi olmuş bu yahu!” Düştüğüm yerden Ersin’in ona mutlulukla sırıttığını görebiliyordum. Evin avlusundaki elma ağacı verimsizdi. Her yıl bir dolu çiçek açar, çiçeklerin meyveye dönüşme dönemleri yaklaştığında ise bütün çiçekler bir dökülür, geriye tek tük ham elma kalırdı. Onları da kuşlar gagalayıp dökerlerdi. En sonunda babam, ağacı budamaya karar verdi. Hemen o gece yatır amca annemin rüyasına girmiş, “söyle o kocana, elma ağacımı kesmesin!” diye tembih etmiş. Annem, sabah ezanında uyanır uyanmaz, babama, “kesme o ağacı; yatır rüyama girip, kesmesin, diye tembih etti,” dedi. “Ağacı kesecek değilim hanım, dallarını keseceğim,” diyerek kesme kararından dönmek istemeyen babamı, zar zor ikna etti. Babam, ağacı budama fikrinden vaz geçti. Elma ağacı, ilk baharda gene öbek öbek çiçek açtı. Biz, gene elma vermeyecek nasıl olsa diye beklerken, o kadar çok meyve yaptı ki, ham elmaların ağırlığından ağacın dalları yerlere sarktı. Babam, bu defa da, ikisi, üçü bir arada olan elmaların bu kadar sıkışık olurlarsa tam olgunlaşmayacaklarını ve kızarmayacaklarını, seyreltilmesi gerektiğini söylemeye başladı. Annem hemen o gece, yatırı gene rüyasında görmüş, elmaları seyreltmek için hazırlanan babama, “yatır, söyle kocana, elmaları seyrelteceğim diye sakın yolmasın, dedi, ” diyerek mani olmaya çalıştı. Babam bu defa söz dinlemeyerek kararını uyguladı. Bu yatır amcanın bu şekilde annemin rüyasına girmesinden çok kısa bir süre sonra birkaç elma tırtıklamak için bahçedeki yaşlı elma ağacının üzerine çıkınca, çıkmamla düşmem bir oldu ve sağ kolum kırıldı. Annem babama köpürmeye başladı: “Gördün mü, söz dinlememenin ceremesini çocuk çekecek senin yüzünden!” Babamın ise kabahati üstüne almaya hiç niyeti yoktu. “Bu haylaz veledin bu ilk yaramazlığı mı hatun? Ne işi varmış ağacın tepesinde? Yatır mı çıkartmış kolundan tutup?” Kolunu kıran haylaz çocuk, umduğu bir şefkati gene görememişti ve sürekli tenkit ve azarla karşılanmıştı. Tam da okula başladığım, okuma yazma öğrendiğim dönemdi. Sağ elimi kullanamam üzerine, okula gitmekten kaytardığım o günlerde, ablam Esin sağa sola yatık eğri büğrü çizgiler çizdirerek sol elimle yazmayı öğretirken, Luna Parkta ki illüzyonist gösterisinden onu mahrum edişimin öcünü alıyordu. Abla mıncıklamaları sonrasında epeyi zorlandıktan sonra sol elimle yazı yazmayı becermiştim ya, yazı yazmaya da epeyi bir kinlenmiştim. Her şeye karşı kinliydim; babama, ablama, Ersin’e ve hatta anneme… Hepsinden nefret ediyordum. Kolumu saran alçının üstüne, “nefret ediyorum,” diye yazdım, nefret ettiklerimin hepsini kastederek. Ya beynimdeki yatkınlıktan dolayı, ya da edinilen alışkanlığı terk edememem nedeniyle solak kalmıştım. Ablam ortaokulu bitirmiş, "Ebe Okulu”nu kazanmıştı. Şimdiye kadar onun okulu için oturmak zorunda kalmıştık şehirde. Ömür boyu solak olmama sebep olan kaza annem tarafından ısrarla ‘yatır amca’ya mal edilince ─oysa babama göre ise, onun bir suçu yoktu─ , ablamı götürüp yeni yatılı okuluna yerleştirir yerleştirmez babamın görev yaptığı İncikköyü ilkokulunun lojmanına taşınmaya karar verilmişti. * İncik köyünden Sabuncupınar nahiyesine gidilen yol, dar, taşlık bir patikaydı. Her tarafta çam ağaçları, yok, meşe ağaçları... Tam hatırlamıyorum, ama köylülerin geçim kaynağı meşe kömürü üretimi olduğuna göre meşe ağaçları olmalıydı. Neyse! İlkokul öğrencisiydim. Babam bu patika yoldan ormanı aşarak Sabuncupınar kasabasına maaşını almaya giderken, -buraya taşınmadan önce Sabuncupınar istasyonundan köye kadar bu yolu her hafta yürüyormuş adamcağız- annemin de, “yanında al götür şu veledi, buralarda zapt edemiyorum,” türünden baskıları sonucu, zapt etmek amaçlı olarak elimi tutar, beni de sürürdü yanında. Orman arazisi içinde, derin bir yarın öbür tarafında yer alan kayalıklarda irili ufaklı sekiz on tane ayı olurdu. Oradaki mağaralar inleriydi. İlginç olan, insanlara hiçbir zararları dokunmazdı. Bu Sabuncupınar yolculuklarımızda, “ayılara bakalım” diye tuttururdum. Ya enseme bir tokat yer, ısrarımdan vaz geçerdim, ya da –o da arada bir- gönlü olur, yarın beri yanına, uzaktan bakmaya giderdik. Ayılar kayaların üzerinde güneşlenirlerdi. En irileri olan boz ayı, gerçi hepsi siyahlı kahverengili, boz ayılardı, ama o en irileriydi, iki ayağı üzerinde dikilir, bize seslenirdi! Bize selam veriyor sanırdım. (Kendilerine yaklaşmamamız ve yavrularına zarar vermememiz için bizi tehdit ettiğini anlamam uzun yıllar sonra mümkün oldu.) Köylüler sık sık anlatırlardı. Anlatılanlar bir efsaneymiş gibi gelirdi bana: Köydeki en güzel kadını kaçırmış bu ayılardan birisi. Aylarca ininde hapis tutmuş. Kadının kaçmaması için inin ağzına dev bir kaya parçası dayar, avlanmaya öyle çıkarmış. Ormandaki en güzel meyveleri toplar getirir, kadına ikram edermiş. Kadın, kendisine âşık olan ayının aşkına karşılık veriyormuş gibi yaparak kaçabilmiş en sonunda. Bu efsaneyi, her duyuşumda tüylerim ürperir, ayılar tarafından kaçırılma korkusunu hissederdim. Bunun, ayı bulunan her yere ait insan - ayı ilişkileriyle ilgili, sanki her kadın aynı macerayı yaşamışçasına anlatılan çok yaygın bir hikaye olduğunu, yıllar sonra, anlamıştım. Bu ormandaki kayalık ayılarından başka bir de, bizim köyün ayıları vardı. Onlar ellerinde silahlarla sık sık sürek avına çıkarlardı. Bu ayıların bir gün, domuz avına çıktıklarında bulup getirdikleri kurt yavrularının başlarını dere kenarında taşla ezişlerine şahit olmuştum. Nasıl olduysa, bir tanesini kapmış, kaçırmış, odamın kapısını kilitleyerek yavruyu onlara teslim etmemek için direnmiştim. Oda arkadaşım Ersin de pek sevmişti yavru kurdu. Biliyordum ki, ben ne kadar direnirsem direneyim, allem edip gullem edip onu geri alırlardı, ama ona Ersin sahip çıkarsa, babam ne yaparlarsa yapsınlar onu geri vermezdi. “Ersin bak, ne güzel değil mi?” “Çok güzel. Benim olsun mu?” “Tabii, her güzel şey gibi… Eğer, onu senden almak isterlerse, verirsen, öldürecekler onu.” “Vermem!” İşte bu kafiydi. Vermezdi. Tahmin ettiğim gibi, onu Ersin’in elinden almayı beceremeyen ayılar, bir ara punduna getirip almak umuduyla biraz bakmasına izin vermişlerdi. Babam, işin içinde Ersin’in olduğunu görünce, yeniden hastalanacağını düşünerek, yavruyu elimizden almaya yeltenmedi bile, ama o arada bana da fırçasını çekmeden edemedi. “Sahtekar deyyus, sana mı kaldı köylülerin elinden kurt kurtarmak! Üstelik, utanmadan Ersin’i de ortak etmişsin kabahatına!” Nasıl bir kabahatse! O yavruyla bazen ben, bazen Ersin, aynı yatakta yatıyorduk. Ersin, onun bakımında pek işe yaramıyordu, sadece sevmeyi biliyordu. Çay kaşığıyla ağzına akıttığım sütle besliyordum onu. Pamukla siliyordum kahverengi kadifeler gibi parlak tüylerini. Gösterdiğim bu sevgi nedeniyle, babam, tehlikeli oluncaya kadar büyütmemize izin vermişti. Kahverengi gözleri ışıl ışıl bakardı, bizi sevdiğini belli etmek için. Sonra bir gün, bahçedeki kümesten eksilmeye başlayan piliçlerin vebali ona yıkılarak, babam ikna ettiği için kendi kendine bakacak hale geldiğine karar vermiştik. Ormana götürmüştük onu ve “bizim köyün ayılarına yaklaşma,” diye sıkı sıkıya tembih ederek serbest bırakmıştım. Sözümü dinleyip onlara hiç sokulmamıştı. * İlkokul beşinci sınıfa gideceğim yıl, babamın tayini Eskişehir’de Ziya Gökalp ilkokuluna müdür vekili olarak çıktı. İncikköy’den Eskişehir’e taşınacaktık, benim için yeniden dünyaya gelmek gibi bir şeydi bu. Eskişehir Sütlüce semtinde ki bir ara cadde üstünde, dört katlı bir kâgir binada ev tuttuk. Köydeki evden eşyaları bir traktör römorkuna doldurduk, yola çıktık. Yolculuk boyunca ben, römorkun arkasında oturdum, gözüm eşyalarda, içlerinden düşen olursa traktör sürücüsüne seslenip durdurmak için. Eşyalar da elle tutulur bir şey olsalar bari… Kütahya'da ve köyde geçirdiğimiz yıllar sadece yokluk çektiğimiz yıllardı. Eskişehir'e geldikten sonra ise o "bono" uygulamalarına son verilmiş, babamın maaşı kuruşu kuruşuna, tam vaktinde ödenir olmuştu. Bu bizi epeyi rahatlatmıştı. Bu rahatlıkla tutabilmiştik yeni evimizi. Evimiz balkonlu. Doğduğumdan itibaren oturduğumuz evlerin hepsi bahçeliydi, bu bahçeli değil, balkonlu. Balkonlu bir evde oturmaktan daha havalı ne olabilirdi ki; bizde asortiklere katılacaktık. Sanki bambaşka bir dünya… Taşındığımız dar cadde üzerinde, daha birçok dört katlı, balkonlu bina vardı. Binaların önünde, kaldırımlarda sıra sıra akasya ağaçları ve elektrik direkleri... Gündüz, kuytulukların içine girmiş, koyulaşmış, yol boyu gölgeli. Binaların zemin katlarında küçük dükkânlar, dükkânların üzerinde de üçer kat ev… Binanın merdivenleri dar ve dikti. O daracık merdivenlerden babam bir tarafından, annem bir tarafından tutarak eşyalarımızı taşıyorlar. Ben de gücüme uygun ufak tefek, kırık dökük şeyleri… Evin önünde koca bir salon vardı, tabii ki, salonun dışında da balkon… Arka tarafta da bir yatak odası ile dar, uzun bir mutfak ile mutfağın dışında küçük bir balkon daha. Küçük balkon arka tarafta bir camiin minaresine bakıyordu. Annem buna çok sevinmişti, “Oh, ezan beş vakitte evimizin içinde okunuyormuş gibi olacak,” diyerek sevincini belli ediyordu. Banyo bu iki tarafın arasında kalıyordu ve penceresi bir aydınlatmaya bakıyordu. Evin içinde dört dönerek hela aradım, yok; ev birden bire gözümdeki bütün değerini yitiriverdi. Bu nasıl bir asortilikti böyle? Kütahya’daki o metruk yatırlı evde bile koca bir hela vardı. Evin sağını, solunu silerek eşyalarımızı yerleştiren anneme, “böyle ev mi olurmuş yav; helâsı bile yok!” diye söylendim. Kadıncağız söylediğimi ciddiye alarak banyoya gitti, alafranga helânın kapağını kaldırarak içine baktı. “Var ya işte! Gel, bak!” diye seslendi. Varmış! Görmek için banyoya girdim. Gösterdiği şey, helâymış. “Böyle helâ mı olurmuş yav!” “Öyle,” dedi. “Bu asortik hela, bunda çömelmiyorsun, oturuyorsun, öyle yapıyorsun büyük abdestini!” Hakikaten de asortiklere karışıyorduk galiba… Bizim üst katımızda, ermeni asıllı bir madam olan ev sahibemiz oturuyormuş. Madamın evinde, etli bir yemek pişiriliyordu. Kokusundan anladım. Kızartılan soğanların etin içine katılmasıyla meydana gelen yahni kokusunu mutlaka algılarım, çünkü en sevdiğim yemektir. Ve en özlediğim yemek. Sık sık pişiremiyorduk, çünkü evimize sık sık et girmiyordu. Annem Kütahya’da iken tanıdığı bir sakatatçı dükkanından sık sık kelle eti alırdı. Hiç kimse hor görmeye kalkışmasın, yahni kelle eti ile, diğer etlerden çok daha lezzetli oluyor da ondan… Annem mutfağı yerleştirmişti. Yerleştirmekte zorluk çekmesini gerektirecek bir mutfak eşyamız da yoktu zaten. Teli yırtık bir teldolap, çatma bacaklı portatif bir masa ile tabureleri ve kap kacak… Gazocağını yakan annem üstüne bir tencere dolusu su koyarak kaynatmaya koyulmuştu. “Ne yemeği yapacaksın, anne?” diye sorduğumda, Beni, “Bu günlük bir çorba yapacağım,” diye yanıtladı. Bu taşınma telaşesinden sonra çeşit çeşit yemek yapamazdı herhalde. “İyi,” diyerek onayladım yapılan yemeği. Yukarıdan algıladığım koku, nefsime dokunduğundan, “yarın da yahni yapar mısın?” diye sordum. “Canım çekti.” “Baban, önümüzdeki haftaya maaşını alacak. Yahniyi o zaman yaparız…” “İyi madem,” diyerek onu da onayladım. Kapı çalındığında, annem, “hayırdır inşallah!” diyerek açmaya gitti. Madam, koca bir sahana doldurduğu yahniyle içeri girdi. “Komsicim, yeni tasındiniz. Telaştan fırsatiniz olmamis olabilir. Lütfen kabul buyurunuz!” diyerek getirdiği ikramı anneme teslim etti. Yaşlı bir kadındı ve acaip bir şiveyle konuşuyordu. Konuşması çok kibardı, sanırdınız ki İstanbul sosyetesinden. “Ayiriyeten, hoş geldiniz demek için yerlestiğinizde oturmaya geleceğim efendim. Şimdi yerlesme yorgunluğunuzda mesgul etmeyeyim sizi,” dedikten sonra da çıkıp gitti. Annemin masa üstüne bıraktığı bol sulu, salçalı yahniye baktım. Annem misafiri geçirdikten sonra, kedinin ciğere baktığı gibi yahniye baktığımı görünce, “Allah’tan başka bir şey dileseymişsin, olacakmış bak,” diye laf attı. Akşam sofrası kurulunca tabureme sabırsızlıkla oturarak koparttığım koca bir yudum ekmeği yahninin suyuna bandım. Annem hemen müdahale ederek, “önce çorba,” diye çıkıştı. Babam da ona müdahale ederek, “bırak çocuğu!” diye çıkıştı. “Canı hangisinden çekiyorsa, onu yesin.” Bandığım ekmeği ağzıma götürdüğümde, yemekte değişik bir koku algıladım. Ekmeği ağzıma sokamadım. “Bu domuz etiyle pişirilmiştir,” diyerek masanın üstüne bıraktım. Babam, “bizim memlekette domuz eti bulunmaz,” diyerek gülümsedi. Annem de lafa karışarak, onun lafını tamamladı. “Domuz etini gâvurlar yer.” “İyi ya,” dedim, “yukarıdaki kadın da gâvur değil mi?” Annem, “gâvur da olsa, buralarda domuz eti bulamaz,” dedi. Babam, “o kadıncağız, gavur filan değil, nereden çıkardınız bunu!” diyerek annemle beni tatlı sert azarladı. “Türkiye’de yaşayan azınlık tebadan bir vatandaşımız. Gavur diye Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayan gayrimüslimlere denilir.” Ben, “olsun, bunu pişirmiş işte bulup da,” diyerek ısrarımı sürdürdüm. “Yahni yemeyeceğim ben, çorba yiyeceğim,” diyerek ortadaki tencereden çorbayı kaşıklamaya başladım. * Bir kez daha çalındı kapı; annem bir kez daha gidip açtı. Bu defa da gelen bayan hemen alt katımızda oturuyormuş. Elinde tepeleme şambaba tatlısı dolu bir tabakla mutfağa gelen kadın, babamla bana, “afiyet olsun!” dedikten sonra kendini tanıttı. “Efendim, bendeniz Safinaz; alt katınızda oturuyorum. İşten yeni geldiğimden, bunları anca getirebildim.” Çipil çipil gözleriyle çirkin bir kadındı. Elindeki tatlı dolu tabağı masamıza bıraktı. Annem, “zahmet etmeseydiniz keşke,” dedi. “Zahmeti mi olurmuş efendim? Yeni taşındılar, iyi kötü bir şeyler hazırlayıp yemişlerdir, ağızlarının tadını da ben ikram edeyim, dedim…” Annem bir tek çorba pişirmişti, onu da ortadaki tencerenin içinden kaşıklıyorduk. Bu durum annemin sıkılmasına yol açıyordu. “Çorba tabaklarını henüz çıkartamadım da, böyle tencereden...” Komşu kadın onun lafını ağzına tıkadı. “Çorbanın tadı böyle çıkar ayol! Eskiden çorba tabağı mı vardı?” Konuşmasını sürdürerek, “ımh!... Un çorbası! Bir de severim ki,” deyip kendisini zorla sofraya davet ettirdi. Annem, mesajı aldıktan sonra, “eh, buyurun, birlikte yiyelim madem!” diyerek onu sofraya davet etti. Masanın başında oturan babamın iki yanında annemle ben oturuyorduk; kadın teklifi ikiletmeden, masayı dolanıp gelerek benim yanıma oturdu. Annem bir kaşık getirip önüne bıraktığında eline aldığı kaşığı ardı ardına üç kere çorbaya daldırıp, çorbaları ‘höpürdeterek’ ağzına akıttı. Kaşığı elinden bırakırken, “çok nefis olmuş komşu,” dedi. Koparttığı kocamanca bir ekmek parçasıyla dudaklarına bulaştığını düşündüğü çorba ıslaklıklarını kuruladıktan sonra, o ekmeği ağzına sokuşturup çiğnemeye başladı. “Allah bin bereket versin!” Annemden önce davranarak, “Bu kadarcık mıydı? Yiyin Allah aşkına!” diyerek laf attım. O da tiz bir kahkaha attı. “Allah anana babana bağışlasın yavrum, pek de yakışıklısın!” dedi bana. Annem, yaptığım ukalalığa bozulduğunu gizlemeden, “çocuk doğru söylüyor, yiyin Allah aşkına!” diye ısrar etti. “Daha yahni de var; sağolsun üst kat komşumuz getirdi onu da.” Kadın, “Madam mı? Onun keçi etiyle yahnisi pek güzel olur. Yerim komşu. Siz devam edin,” diyerek yemeği sürdürdü. Kadının, yüzsüz biri olduğunu düşündüm. En azından yahninin domuz etinden yapılmamış olduğunu onun sayesinde öğrenmiş oldum. Keçi etindenmiş! O da ekşi ekşi kokar ya… Yesem mi acaba? Tatlılara gözünü diken babamın, “tatlılar çok güzel görünüyor,” diyerek laf atması üzerine; Safinaz abla onlarla olan ilişkisini anlattı. “Kendim yapıyorum imalatını. Her gün bir tepsi yapıp, götürüyorum çarşıya pazara, satıyorum. Benim de ekmek param bu…” Bu itirafı hepimizi şaşırttı. Şambaba satarak rızkını çıkartan bir kadın ilginç göründü gözümüze. Sofra başındaki muhabbet uzadıkça o anlatıyor, biz dinliyorduk. Bize, bu işe nasıl başladığından başlayarak oturduğu evi bu işten kazandığı parayla nasıl aldığına varıncaya kadar, hayat hikâyesini merakla dinletti. Ona karşı hissettiğim soğukluğun yerini, aileden birine duyulan yakınlık alıverdi. * Taşındıktan sonra sanırım vasatın altında bir öğrenci haline gelmiştim. Köyden gelen alt yapım yetersizdi. Tembeldim. Gayret etmek de pek umurumda değildi. Okuldan gelir gelmez önlüğümü çıkartıyor, kitaplarla birlikte rastgele bir kenara bırakarak evden dışarıya koşturuyordum. Mahalledeki tatar çocuklarının okulumuzun önündeki arsada yaptıkları futbol maçlarına beni iştirak ettirmemeleri en önemli sorunumdu. Bu yüzden onlarla savaşa başlamıştım. Enteresan olan şey ise, dayak yiye yiye dayak atmayı da onlardan öğrenmiştim. Ben teker teker yakaladıkça onları dövüyordum, onlar da toplaşıp beni dövüyorlardı. Öyle ki, beni dövebilmek için yaşları benden bir hayli fazla abilerini de devreye sokmaya başlamışlardı. Onların abisi varsa, benim de teyzemin oğlu Yılmaz var, diyerek o dönemde kabadayı takılan onsekiz-ondokuz yaşlarındaki teyze oğluna durumumu anlatarak yardımını istemiştim. Teyze oğlu ise, yardım etmek bahanesiyle dolaştığımızda, ıssız bir yerde bana tecavüz etmeye kalkışmıştı. Evet! Ne yazık ki, birinci dereceden akrabam olan bu sapık herif bana tecavüz etmeye kalkışmıştı… Kaçarak kurtulmuştum onun elinden. Kaçarak, onun bende yarattığı sarsıntıdan ise hiçbir zaman kurtulamayacaktım. Kaçarak geldiğim yer oturduğumuz apartmandı, ama girdiğim ev kendimizinki olmadı. Merdivenlerden koşarak evimize doğru çıkarken, alt katımızda oturan Safiye ablanın kapısı açılıp, dışarı çıktı. “Ne bu telaşın yakışıklı? Gel… Gel hele, gir içeriye!” diyerek beni evinden içeri soktu. Hala, tir tir titriyordum. Olanları niçin, nasıl anlattığımı bilemiyorum, ama anlattığım için pişman olmayacaktım; çünkü, bundan sonraki dönemlerde her şeyimi, ama her şeyimi, tereddütsüz anlatabileceğim sırdaşımı böyle edinmiştim. “Sen, onüç yaşında olduğun için kaçıp kurtulabildin…” Ona, yaşımı sorduğu zaman kendimi büyük gösterme güdüyle on iki yaşımda olduğumu gizleyip onüç yaşımdayım, demiştim; ─ne fark ediyorsa─ “ya altı yedi yaşındayken bu tip sapıkların sıkıştırdığı, cinsel kimliği oturmamış çocuklar ne yapsın? Piyasada ki homoseksüellerin çoğu bu sapıkların eseri değil mi?” Çok doğruydu dedikleri. “Meğer ne iyi kadınmışsın sen be Safinaz abla!” “Doğru söyle!” “Vallahi!” Safinaz abla sabah karanlığından akşam karanlığına kadar evinde olmuyordu. Annemle de kafaları barışmıştı, genelde akşamları annemle oturmaya geliyordu. Bu sohbetlerde yukarı kattaki Madam da oluyordu bazen; üç komşu adeta kırk yıllık ahbap gibiydiler. Dokuz yaşına girmiş bulunan Ersin, her zaman olduğu gibi sadece dersleriyle meşguldü. Oysa ben, annem, defalarca yanlarında durmamamı, odaya gidip derslerime çalışmamı ikaz etmesine karşın, yanlarından ayrılmıyor, onlara laf yetiştirmeye çalışıyordum. Bazen de çatma bacaklı bir sehpanın üstündeki işlemeli bakır tepsisinde “şambaba” tatlılarını satarken Köprübaşı’nda, ya da Adalar’da rastlaşıyorduk. “Şam işi, şamdan işi, bunu yapan iki kişi, biri erkek, biri dişi…” diye seslendirdiği tekerlemelerle satış yapıyordu. Yanına giderek, “Safinaz abla, şambaba kaç para?” diye sorarak laf atıyordum. O da bana, hoşuma gittiğini bildiği için mutlaka, “sen parlak çocuk, istemez para!” diyerek karşılık veriyordu. Sonra da gerçekten de parasız olarak bir şambaba tatlısını, hindistan cevizi tozuna bulayarak elime tutuşturuyordu. * Madam kolay kolay evde bulunmazdı. Sıska ve yaşlı vücudunda fıkır fıkır bir enerji hakimdi. Yerinde duramazdı katiyen, illa bir şeylerle meşgul olacak. Süsüne pek düşkündü. Bir elinde ayna, bir elinde pamuk, sürekli gül suyuyla yüzünü siliyordu. Aynı yerleri defalarca sil babam sil! Sıkılmazdı da… Sonra fondoternle, pudrayla, allıkla, kaş kalemiyle, rimeliyle, rujuyla, adeta badana yapar gibi, bir güzel boyanırdı. Makyajsız yetmiş yaşını yansıtan o surat hemen elli yaşına dönerdi. Ağdayla bacak kılarının alındığını ilk kez ondan görmüştüm. Evet, annem de ateşin üstünde şekerli suyu dakikalarca kaynatıp, macun kıvamına getirerek ağda üretirdi, ama onunla odalarına girer, kapıyı da rahatsız etmememiz için içerden bir güzel kilitlerdi. Madam öyle değil, o benim yanımda macunu bacakları üstüne sıvaya sıvaya kıllarını yolmaktan çekinmemişti. O macunu bacak derisinin üstünden hızla çektikçe de adeta benim canım acımıştı. Madam, haftada bir evine temizlikçi kadın alarak bir uçtan öbür uca her yanı silip süpürttürüyor, kirlilerini yıkattırıyor, ütületiyordu. Kendisi bu tür işlere katiyen elini sürmüyordu. Bunun tam tersine de mutfağında her işi kendi zevkince kendisi yapıyordu. Annemden benim yahni yemeğini çok sevdiğimi duyduktan sonra, ortak sevgimiz olan bu yemeği sık sık pişiren Madam, her pişirişinde beni yahni yemeye çağırıyordu. Onun yahnisinden katiyen gocunmuyordum artık; hatta, ─ laf aramızda ─ onun dediği gibi, “en lezzetli yahni keçi etiyle pişirilendi.” Bir gün çocukça bir merakla, “Madam, bu kadar çok et alacak parayı nereden buluyorsun?” diye sormuştum. Soruma cevap vermesine fırsat bırakmadan, hemen ikinci sorumu da sormuştum. “Evinde hiç durmuyorsun. Hemen her gün çıkıp gidiyorsun. Yoksa bir işte mi çalışıyorsun?” Onca zahmete girip, uzun uzun cümleler kurarak sorduğum soruma kısacık bir cevap vermekle yetindi. “Tanrı veriyor.” “Bize niçin vermiyor da, sana veriyor? Bizi başımız kel mi?” Gülerek karşıladı bu sorumu. Sonra, “sizin Tanrı başka, bizim Tanrı başka… Sizin Tanrı, Allah… Sizin Allah babanız cimri, bizim Tanrı cömert…” Kafam öyle bir karışmıştı ki, şapşal şapsal baka kalmıştım. O, halime gülmeyi az daha sürdürdükten sonra, “şaka, şaka…” diyerek gerçeğini anlattı. Bunun babası, İstanbul’da cam tüccarıymış. Hem perakende, hem toptancı… Adam öldükten sonra dükkan abisi ile buna kalmış. Abisi aynı işi sürdürdüğünden bunun payına mahsuben belirli bir kira ödüyormuş ve o kira madamın geçimini rahatlıkla sağlıyormuş… “Sen anladın?” diye sorduğunda, “Anladım,” dedim. Biraz, bir şeyler anlamıştım. * Ara cadde iki yanındaki yüksek binalardan ve yıllanmış ağaçlardan ötürü sürekli gölge içinde kalıyordu ve güneşin güçlü olduğu günlerde bile serin bir koridoru andırıyordu. Bu kasvetli görüntüsü insanın içini karartıyordu. Oturduğumuz binanın zemin katında iki dükkân vardı. Bunlardan daha küçük olan çay ocağıydı. Babam, arada sırada buraya uğrayarak çay içiyordu. Sanırım oradakilerle sohbet etmek de hoşuna gidiyordu. Daha çok da bitişik dükkânda esnaflık yapan emekli imam ile… Emekli imam, dükkânında cenaze levazımatından tutun da Kuran’ı Kerim’e kadar pek çok şey satıyordu. Tüm semtin bu tür ihtiyaçlarını karşılayan bir dükkândı onun ki… Emekli imamın dükkânında, on dokuz, yirmi yaşlarındaki İmam Hatip Lisesi mezunu oğlu duruyordu. Yakışıklıca bir delikanlıydı. Benimle küçümsemeden, hatta fikirlerime önem vererek konuşması hoşuma gidiyordu; bu nedenle dükkânlarında geçirdiğim zamanlar da fazlalaşıyordu. Babası gibi imam olan oğlana, neden imamlık yapmadığını sorduğumda, bana, “tayinimi yaparlar cehennemin dibinde ki bir köy camiine şimdi… Yapılacak iş mi alla sen,” demişti. Amaç para kazanmak ise, para matbaası gibi çalışan dükkânları yeterdi de, artardı bile. Babam, evimizin zemin katındaki çay ocağında oturdukça emekli imam ile sohbet ederdi. Tam bir Cumhuriyet karşıtlığını savunan, padişahların lafını ettikçe, adlarının önüne “Cennetmekan”, sonuna da “efendimiz” koyan emekli imam, Mustafa Kemal Atatürk’ün adı geçmesi gerektiğinde de, onu “Kör” diye adlandırıyordu. Ve, “onun bir gözü takmadır, cam gözdür,” diyerek, taktığı lakabı haklı çıkartmaya çalışıyordu. Mustafa Kemal’in resimlerine sık sık bakarak gözlerinden birinin takma olup olmadığını anlamaya çalışıyordum. Gözünün birinin bakışı gerçekten başka, sanki şaşıymış gibi görünüyordu bana… Görüntüyü, yoksa tek gözü gerçekten cam mı, diye sorguluyordum. “Olsun,” diyerek kabulleniyordum tek gözünün kör oluşunu, “daha iyi ya, tek gözüyle bunca işi barmış ya…” Susmasını bilmeyen adam, bir de, “Selanikli bir Yahudi dönmesidir kendisi,” diye lafını sürdürüyordu. Mustafa Kemal’i küçültmek isteyenler uydurdukları “Kör”, “cam göz”, “Yahudi dönmesi” yalanlarına dört elle sarılmaktaydılar. Bu uydurmalar Mustafa Kemal düşmanlarınca çok kullanılıyordu. Bir gün dayanamamış, “ne olmuş öyleyse?” diye çıkışmıştım ona. Babam, bu ukalalığıma kızmış, “büyüklerine karşı saygılı ol baki’im!” diye ikaz etmişti beni. Sinirimi yenememiş, kızgın ve kırgın, ağlamaya başlamıştım. Sonra, “siz ikiniz de Atatürk’ün boku bile olamazsınız!” diye haykırarak oradan kaçmıştım. Camide vaaz verir gibi babama nutuklar çeken, siyasi ve tarihi misyondan yoksun bu adamla hiçbir tartışmaya girişmeden, öylece dinleyen babamdan nefret ediyordum. Günlerce bu nefretle yaşadım ve yanına hiç sokulmadım. Yemek saatlerinde masada bulunmak mecburiyetim vardı, yemek masasına oturmamak dayak vesilesiydi. Ben de yasak savarcasına, bir karış suratla oturduğum masadan mümkün olduğu kadar çabuk kalkıyordum. Onlardan birinde, tam kalkacakken, “otur da biraz konuşalım!” diyerek kalkmamı engelleyen babam, “ulan kerata, Atatürk’ü, Atatürkçü düşünceyi senden mi öğreneceğim ben?” diye söze girdi. “Niye katlanıyorsun o adamın zırvalıklarına baba?” diye sorduğumda bana Sokrates adında bir yunanlı felsefeciden söz etmeye başladı. Bu Sokrates’e Tanrısı, “benim için en bilgili adam sensin,” dediğinde, aslında bir şey bilmediğine inanan Sokrates çok şaşırmış. Ama zamanla, bilge sandığı insanların çok şey bildiklerini sanarak yanıldıklarını, onların aslında bir şey bilmediğini, ama bir şey bilmediklerini de bilmediklerini görmüş. Tanrı’sı ise, Sokrates’in onlardan üstün yanının, bir şey bilmediğinin farkında olduğunu görerek diğerlerinden daha bilgili durumda olduğunu düşünüyormuş… “Bir şey bilmediğini bilmeyen bilgelerle, öğretebileceğin bir şey yoksa tartışmamalısın! ” diyerek konuşmasını bağladı. Babam Sokrates’leri bile bilen kültürlü bir adamdı. Ona saygı duymam için daha başka bir sebebe ihtiyacım var mıydı? Babam, adam gibi adamdı. Niçin böyle düşündüm, bilmiyorum. Babam olduğu için mi? Bu etken bir faktör olsa da sorunun cevabı değil. Belki çok temiz, çok iyi giyimli olduğu için… Babam, her sabah pırıl pırıl tıraşını olur, öyle çıkardı evden; bir kere bile kirli sakalla dolaştığını görmedim onun. Renkli gömlek giyerken de görmedim hiç, daha beyazını bulamayacağınız kadar beyaz, bembeyaz gömlekleri vardı. Kravatının düğümü gömleğin yakaları arasına milimi milimine oturur, yerinden oynamazdı. Pantolonu da tığ gibi ütülü olurdu. Ayakkabıları da öyle, hep boyalı, pırıl pırıl olurdu. Saçlarının önü açık, arkası kısacık tıraşlı… Saçlarının önü açık, arkası kısacık tıraşlı, temiz kumaştan bir fötr şapka ile kapatırdı onları sokağa çıkarken… Dişleri tıpkı gömleklerinin renginde, bembeyaz… Bir memur maaşıyla ev kirası ödüyor, evini geçindiriyor, üç evlat okutuyor ve bu denli iyi giyinebiliyordu; ama, bunun nedeni çeşit çeşit giysilere sahip olduğu değil, sahip olduğu bir iki çeşidi tertemiz tutabilmesiydi. Sık sık tekrar ettiği bir nasihati beynime kazınmıştı: “Eski yamalı giyinmekten değil, yırtık, kirli giyinmekten utanılmalı!” O da zaten eski gömleklerinin sırf yakalarını değiştirerek, elbisesinin, paltosunun kumaşını ters yüz ettirerek, ayakkabılarının tabanlarını tamir ettirerek aynı şeyleri yıllarca kullanarak idare ederdi. Sınıfımızda, öğretmenimiz, “Cumhuriyet” konusunu işlemekteydi. Damdan düşer gibi, beni ayağa kaldırarak, “Anlat bakalım! Cumhuriyet nedir?” diye sormuştu. Cumhuriyetimizin kısıtlı imkânlarıyla ayakta durma çabalarına karşın pırıltılı bir görünümü olduğu bir dönemdi o yıllar, tıpkı babam gibi... O, Cumhuriyet dediğinde aklıma babam geldi. Bana göre Cumhuriyet babam demekti. Cumhuriyet ete kemiğe bürünerek babam olmuştu. Öğretmenime verdiğim cevap aynen şöyle oldu: “Ben Cumhuriyeti çok seviyorum!” Cumhuriyeti çok seviyordum, çünkü, babamı çok, çok, çok seviyorum… Sınıftakilerden gülüşme sesleri yükselince, öğretmen onarı azarladı: “Susun!” Sonra bana dönüp, “Tamam, otur oğlum! Cumhuriyet de seni çok seviyor,” dedi. Bunun üzerine sınıftakiler bir kere daha kikirdeştiler. Babamın en sevdiğim huyu, teneffüslerde elinde bir tahta cetvelle dolaşıp, yaramazlık yapan çocuklara, “aç bakayım avucunu!” deyip, cetvelle vurmasıydı. Cetvel korkusuyla hiç kimse bana sataşamıyordu. Benim sataştıklarım da aşağıdan alıyorlardı. Babamın cetvelinin tadına bir gün benim de bakacağım hiç aklımdan geçmezdi. İki tane tatar çocuğu, aralarında bir lastik topu zıplatarak oynatırlarken müdahale edip topu ellerinden aldım; tabii ki, itiraz bile edemediler. Topu başladım yerde zıplatıp saymaya; bir, iki, iki buçuk… Buçuk dedikçe topun üstünden bacağımı geçirip sektirmeye öyle devam ediyordum; üç, dört, dört buçuk… Ben oyunumu sürdürüp sayarken bir kişi de habire omzuma şaplak vurup duruyordu. Kim bilir kimdi? Oyunumu sürdürebilmek için de dönüp bakamıyordum. Bir yandan sayıyordum; beş, altı, altı buçuk, yedi buçuk… Öte yandan da bağırıyordum. “Yapma! Sekiz, dokuz, dokuz buçuk, on buçuk… Yapmasana be!” Ben yerde topu zıplatıp, bacaklarımın bir birini, bir ötekini topun üstünden geçirip maharetimi sergilerken, şaplaklar da şiddetini arttırmaktaydı. “On bir, on iki, on iki buçuk, on üç buçuk… Yapmasana ulan hayvan oğlu hayvan!” O kızgınlıkla öyle bir döndüm ki, şaplakların sahibine, şamarı indirmek üzereydim. Karşımda elinde cetveliyle babamı bulmayayım mı? Hadi, evde yediğim zılgıtlar neyse de, okulun avlusunda, hem de can düşmanlarım olan tatar çocuklarının gözü önünde, avucumu açtırması beni kahretti. Baktı cetveli her sallayışında elimi kaçırıyorum, iri yarı iki tatar çocuğuna kolumu zapt ettirerek, hem de cetvelin keskin yeriyle, etime kan oturuncaya kadar defalarca vurdu. Yediğim dayağa mı yanayım, bütün karizmamın bir anda yok olmasına mı? Yok, yok… Babamı o kadar da sevmiyordum. Cetvel cezasından sonra epey bir zaman sokulmadım babama, yüz vermedim. O da pek umursamadı bu tavrımı. Kalın bir karton tuval üstüne sulu boya/guaş boya ile manzara resmi yapacaktım. Önce tahayyül ettiğim manzarayı karakalemle çizmeye çalışmıştım, ama çizdiklerimde perspektif diye bir şey yoktu. Babam bocaladığımı gördüğünde, “getir de bir bakayım,” dedi. Götürsem mi, götürsem mi? Götürmeyeceğim işte! “Getir şunu, evladım!” diyerek ısrar etti. Ben de götürmemekte inat ediyordum. Birden sesini yükseltmeye başladı: “Kalkıp cetveli aldırma elime, getir!” Korkup götürdüm. Baktı, çizdiklerimi beğenmedi, hepsini sildirdi. Başladı öğretmeye: “Uzaklarda olan şeyler yakındakilerden daha küçük görünürler. Şu dağlar uzakta, o halde küçük çizilmeliler. Onların önündeki ada, onlardan daha büyük görünür. Şu en öndeki kayalıklar da çok yakın oldukları için çok büyük çizilmeliler. Anladın mı?” Anlamıştım. “Çiz bakayım!” Çizdim, gene beğenmedi, “bu dağları daha dar ve upuzun çiz.” Silerek çizdim yeniden, bu defa beğendi. “Onların önündeki adayı dağlardan daha büyük çizeceksin. Şöyle…” diyerek tarif ettiği adayı çiziverdi. “Tamam, şimdi de bize en yakın olan kayalıkları çok büyük çizeceksin. Tamam mı?” Resim kağıdının üstlerine kadar yükselmiş kayalıklar çizdik. “Gördün mü bak, resim sanki canlı gibi oldu. Haydi, şimdi de boyayalım resmi…” Boyadığım resim adeta canlanıverdi gözlerimin önünde; çok hoşuma gitti. Babam da, ummadığı kadar güzel bir resim olduğunu söyledi. “Öğretmenine gösterdikten sonra getir, çerçeveletip evimizin duvarına asalım,” dedi. Gerçekten de asar mı, yoksa benimle barışabilmek için yağcılık mı yapıyor, karar veremiyordum. Resmi okula götürdüğümde, öğretmen önce resmi benim yaptığıma inanmadı. Tebeşirle, tahtaya benzeri bir manzara resmi yapmamı istedi. Usta çizerler gibi, birkaç dakika içinde çiziverdim istediğini: En uzaktakiler en küçük, en yakındakiler en büyük… Öğretmen çizdiğimi görerek inandı benim yaptığıma. “Otur! Pekiyi…” Fakat, resmimi iade etmedi. Bir hafta, on gün bekledim, belki iade edecektir diye, ama etmedi. Gittim yanına istedim resmimi, “babam çerçeveleterek duvarımıza asacak,” diyerek. Öğretmenim, “o resmi, Milli Eğitim Bakanlığının açtığı, ilkokullar arası resim yarışmasına yolladık,” diyerek beni yanından uzaklaştırdı. Şaşkınlığım had safhadaydı. O şaşkın halimle küslüğümü unutarak babamın odasına koşturdum. “Resmim İlkokullar arası resim yarışmasına yollanmış babacığım,” diyerek yanına gittiğimde, “Biliyorum,” dedi babam. Öyle ya, okulun müdürü o, bilecek elbette. “Bana söylemediniz ama,” diyerek sitem ettim. Bana gülümseyerek, “Küstük ya, onun için söyleyemedim,” dedi. Fazla da üstelemek istemedim. Babam, öptü beni, odadakilere, “benim oğlum ressam olacak,” dedi. Barışı böylece ilan etmiş olduk. Ressamlığın bir iş olup olmadığını bilmiyordum. Nasıl olunduğunu da… Babama sordum bunu. Babamın verdiği cevap umduğum gibi olmadı. “Güzel resimler yaparak.” İlk fırsatta Safinaz ablayla buluştum, ona sordum. Babamdan alamadığım cevabı o verdi bana, “Liseyi bitirdiğin zaman üniversiteye gidip, Güzel Sanatlar Akademisinde ya da Resim Öğretmenliğinde okuyarak…” Kesin kararımı verdim: “Ben ressam olacağım…” * Aşk denilen o şey yok mu; ah, o aşk! Ona dair birçok şey beynimde cirit atmaya başlamıştı. Sınıfımdaki kızlar da bir güzeldi ki! Lemi, arka tarafımızda, caminin bitişiğindeki bahçeli evde oturan, sanırım lisanslı bir boksör irisinin kardeşiydi. Abi kardeş her gün bahçede idman yaparlar, ben de arka balkondan onları seyrederdim. İki kardeşin ellerinde de boks eldiveni, habire bir çuvalı (punchingball) yumruklar dururlardı. Abi, Lemi’ye öğrenebileceği her şeyi öğretiyordu. “Bu direk, bu kroşe… Sağ kroşeyi böyle yumulacaksın…” Sınıf öğretmenim beni sınıf mümessili yapmıştı. Görevim, öğretmenin sınıfa gelmesinden az önceki süreçte, gürültü yapan arkadaşlarımın numaralarını kara tahtaya yazmaktı. (Ülkemizdeki muhbir vatandaş bolluğu okullardaki bu uygulamalardan mı geliyor ki…) Sınıf öğretmenimiz gaddar bir kadındı, numarasını yazdığım çocukların avuç içlerine cetvelin keskin tarafıyla acımasızca vururdu; bu nedenle pek kimseleri yazmak da istemezdim, ama sınıfa gelirken gürültü duyar da, istediğinde gürültü edenlerin numaralarını vermezsem, onların yerine beni döverdi. Ben de gürültücülüğü patentli Lemi’yi yazardım bol miktarda. Neyse! Sınıfın haylazlarını yazarken, elimdeki tebeşir haylaz kızları yazmaya bir türlü yanaşmıyordu. İç güdülerim, “Bir gün bu kızlardan birine aşık olursan, yazdığın kız sana yüz vermez ha…” diyordu. Ben de inanıyordum. Gerçi, aşık olacağım kız, numarasını kara tahtaya yazmadığım halde yüz vermeyecekti ya!... Emine’ydi kızın adı. Sınıfın en çalışkanıydı. Kıza bir mektupla ilan-ı aşk ettim. Oysa bu büyük aşktan anlamayan kız, yazdığım mektubu anne babasına teslim etmiş, anne babası getirip, adını şu an hatırlayamadığım bayan öğretmenime teslim etmiş, bayan öğretmenim de Okulun müdürlüğünü yapan babama şikâyette bulunmuştu... Mektubun içeriğinden bir tek, “senin aşkın uğruna geceleri donsuz yatıyorum,” cümlesini, uzun bir zaman benimle gırgır geçenlerin dillerine dolandığı için hatırlıyorum. On iki yaşındaki bir çocuğun aptalca aşkı öyle abartılmıştı ki, şu an, o abartıcıların hangisi çıksa karşıma, vallahi billahi tokatlarım! Hepsi elbirliği edip rezil olmamı sağlamışlardı. Babam ise, okul müdürü olarak bana bir ceza vermemişti, kızın velisiyle görüşerek işi tatlıya bağlamıştı, ama gece gündüz işini gücünü bırakıp benimle dalga geçmişti. “Senin aşkın uğruna geceleri donsuz yatıyorum… Ha ha ha!...” Emine’ye yazılan ilan-ı aşk mektubu beni sınıf başkanlığından da etmişti. Özellikle kızlar arasında oluşan tavır birlikteliği ile sınıfın itilen, kakılan, dışlanan öğrencisi haline düşürülmüştüm. Erkeklerden ise riyakarlıkla yanıma sokulan bir iki kişi dışında, hepsi, kızlar takımının destekleyicisi durumundaydılar. Benim yerime sınıf başkanlığına getirilen Lemi’yi öğretmenimiz nedense çok sevmeye başlamıştı, aralarından su sızmıyordu ve oğlan adeta bir yarım öğretmen gibiydi. (Birkaç yıl sonra öğretmenimizin Lemi’nin yengesi olduğunu görünce o sıkı fıkı yakınlaşmanın da nedenini öğrenmiş oldum) Öğretmenimiz, onun gürültü yaptılar, diyerek numaralarını verdiği öğrencileri sorgusuz sualsiz karatahta önüne çekip avuçlarına, hem de cetvelin keskin kenarıyla acımasızca vururdu. Bu otorite sınıfı benim dönemimden çok farklı bir hale getirmişti ve öğretmenin gelmesi yaklaştığında sınıfta çıt çıkmıyordu. Lemi, yakınıma gelip, “niye konuşuyorsun sen?” diye çıkıştığında, kesinlikle konuşmuyordum. Ona da, “ne? Ben mi? Ben konuşmuyorum ki…” dedim. “Sen görürsün…” diyerek gitti, kağıda numaramı yazdı. Kağıdı, öğretmen geldiğinde teslim etti. “Nedir bu?” “Yaramazlık eden öğrenci öğretmenim.” Öğretmen, “yediyüzonaltı!” diye seslenince ayağa kalktım. “Efendim, öğretmenim?” Korkudan tirtir titriyordum. “Tahtaya gel sen, bakim!” Gittim. “Uzat elini!” Sağ elimi uzattım, hemen müdahale etti. “Yazı yazmadığın elini!” “Ben solakım öğretmenim.” “Ha…Öyle ya… Parmaklarını birleştir… Birleştir! Bak şöyle,” diyerek yapmam gereken şekli de gösterdi. Onun gibi yaptığımda cetvelin kenarıyla bütün gücünü deniyormuşçasına öyle bir vurdu ki, parmaklarımın ucundan elektriğe tutuldum zannettim. Vururken, “Ahlaksız! Sınıfın yüz karası!” diye söyleniyordu. Okul çıkışında, onun iftirası yüzünden dayak yediğim için Lemi’yi azarlamak istedim, ama niyetim kesinlikle yumruk yumruğa kavga etmek değildi; biraz söylenerek desarj olacaktım. Bunu, Lemi’ye söylemeyi unutmuşum, o yumruklaşacağımı sanarak cevabını sessizce verdi: Bir sağ kroşe, bir sol kroşe, bir direkt, nakavt… Doğrusu, iyi bir dayak yemiştim. O arada bir, iki tane de ben vurabildim mi? I-ıh! Zamanım olmadı ki… Yılbaşı yaklaşmıştı. Sınıf öğretmenimiz hepimizden para toplamış, yılbaşı için milli piyango biletleri almış, bilet numaralarını kara tahtaya bir liste halinde yazmış, biz de onları defterlerimize geçirmiştik. Alınan biletlere bir şey çıkmamıştı tabii ki... Ama o yılbaşı çekilişinde en büyük ikramiyeye ait numara, yılın hemen ilk günü o kara tahtaya yazılan numaraların sonuna eklenmişti. Bu nasıl olmuştu? Sınıfta otuz kadar öğrenci vardı. Teneffüslerde sınıftaki öğrenciler bahçedeyken, bu öğrencilerin hepsinin çantalarını karıştırarak, kara tahtadan numaraları yazdıkları defterleri bulup, yazdıkları numaraların sonuna, büyük ikramiye isabet eden numarayı da, onların yazılarını taklit ederek ilave etmiştim. (Bunun için üç teneffüslük bir mesai yetmişti) Akşam eve döndüğümde, babam ikramiye listesinden kendisi için aldığı bileti kontrol ettikten sonra, onun elinden aldığım listede sınıfın şansına alınan biletlerin numaralarını kontrol ederek, sevinç nidalarıyla en büyük ikramiyenin bizim sınıfın numaralarına isabet ettiğini haykırmaya başlamıştım. Şeytan benimle iş birliği yapıyordu, çünkü büyük ikramiye isabet eden çeyrek biletlerden birisi Eskişehir’de satılmıştı. Babamla birlikte beş-altı veli daha büyük ikramiye isabet eden biletimizin peşine düştüğünde, beni o aşk mektubunu deşifre ederek rezil eden öğretmenden intikamımı beni tatmin edecek kadar almıştım. Çünkü ikramiye mikramiye çıkmadı deyip, kendisine başvuran velileri tersleyen bu öğretmen hakkında, Milli Eğitim Müdürlüğünce soruşturma açılmış, okula müfettiş gelmiş, uzun süren soruşturmalar sonucu, beni, meydana çıkarttığı platonik aşkım yüzünden yıpratmasının misli ile yıpranmıştı. Tabii, büyük ikramiyenin isabet ettiği biletin bizim biletlerin alındığı Milli Piyango bayiinden alınmadığı ve büyük ikramiyenin Eskişehir’deki talihlisinin ikramiyesini aldığı anlaşıldığı için öğretmenin ikramiyeyi iç etmediği kolayca anlaşılmıştı. Bu arada hiç kimse, o büyük ikramiyeye ait numaranın kara tahtadan çektiğimiz numaraların sonuna nasıl ve niçin eklendiğini hiçbir zaman çözümleyememişti... Emine trafik kazası geçirmiş, hastanede yatıyordu. Öğretmenimiz bütün sınıfa, “hazır olun!” dedi; “yarın Emine arkadaşınızı hastaneye, ziyarete gideceğiz.” Evde, anneme, “ben gitmeyeceğim,” diyerek serzenişte bulundum. “Nefret ediyorum o kızdan!” Annem işin dalgasında! “daha düne kadar onun aşkı uğruna donsuz yatıyormuşsun ya atağına, ne oldu da vazgeçtin o büyük aşktan? H a! H a! H a!...” Bakıyor, dalga geçmesinden dolayı bozuluyorum, ciddileşip, “git, git,” diyor;”hasta ziyaretinden kaçılmaz. Çok ayıp olur.” Annemden de nefret ediyordum! Ertesi sabah, sınıftakilerin hepsi birer küçük hediye paketi hazırlayıp öyle gelmişler. Bir hediye götürmek, benim aklımın ucundan bile geçmedi. Okul bahçesinde sıraya girerek bu ziyaret için kiranmış otobüse bindik. Şehrin bir ucundaki okulumuzdan şehrin öbür tarafındaki hastaneye ulaştıktan sonra, otobüsten inip gene sıraya geçtik. Sıkı sıkı yapılan tembihlerden sonra hastane içindeki yolculuğa başladık. Emine’nin yattığı odanın bulunduğu koridorda ilerlerken, sıramdan çıkıp öğretmenin yanına sokuldum. “Öğretmenim, benim çok fena küçük suyum geldi. Şuradaki helaya gidebilir miyim?” diye sordum. “Git haydi bakalım.” Emine’nin yattığı odanın kapısını göstererek, “işini bitirdiğin zaman oraya gelirsin sen de!” diyerek sınıfı hasta odasına götürmeye devam etti. Helâya girdim, ama bir şey yapmak için değil. Girer girmez, helânın aralık kapısından hasta odasını gözlemeye başladım. Sınıfın ziyareti tamamlanıncaya kadar en az yarım saat geçti; ben yarım saat, öyle, kapı aralığında bekledim. Sonra, sınıf sıraya girmiş vaziyette helânın önünden geçerken, hemen çıkıp arkalarına takıldım. Öğretmenim, sanırım varlığımın da, yokluğumun da farkında değildi… * Kardeşim Ersin, gene uzunca bir hastalanma dönemi yaşıyordu. Aramızda sadece üç yaş olmasına rağmen, vücudu benimkinin yarısı kadar ya var, ya yoktu. Babam, onun için bir kilo bal ile bir kilo halis tereyağı alıp getirmişti. Beyefendi cılız kalmış ya, bunlardan yiyip irileşecekmiş… Tereyağı ile balı ekmeklerin üstüne sürüp sürüp yiyordu. İki dilim, üç dilim, doymak da bilmiyordu deyyus, gene de cılız kalmayı sürdürüyordu. Normal şartlarda olsa benim iki dilim Vita Yağ sürülmüş ekmeğimi, onun on dilim ballı ekmeğine değişmezdim ya, karşımda ağzına burnuna bulaştıra bulaştıra bir yiyişi vardı ki, illa ki canım çekiyordu. “Anne, bir dilim de bana sürsen ya…” “Kardeşin hasta, o yesin de iyileşsin. Sen ne olsa yersin…” Tabii ki, ısrar edemiyordum. Arada sırada fırından yeni çıkmış sımsıcak bir ekmek alıp geliyor, bıçakla ortasını yararak tereyağı ile balı bir güzel dolduruyordum içine; sonra da gizli bir köşeye sinip o koca ekmeği bir güzel yiyordum. Kardeşime ilaç niyetine yedirilen ballı tereyağını bu şekilde aşırarak yemek, vicdanımı zerre kadar rahatsız etmiyordu. Babam okuduğum okulun müdürlüğüne asaleten atamasını bekliyordu. Babamın vekaleten de olsa okul müdürü olması nedeniyle torpilli olduğuma inancımla kendimi daha şimdiden ortaokul öğrencisi olarak görüyordum. Ne var ki aynı beklenti içinde olup okulda eskiden beri görev yapan öğretmenler dışarıdan birinin Müdürlük kadrosuna vekâleten de olsa atanmasını hazmedemiyorlardı. O zamanlar ilkokulu bitirebilmek için bir de ayrıca sınava tabi tutulurduk. Benim o sınavlarda başarılı olabilmem mümkün olamazdı, çünkü sorulan sorular zaten düşük olan kapasitemin çok üstünde sorulardı. O zamanlar nasıl olduğunu bile anlamadan ilkokul beşinci sınıfı ikinci defa okumak üzere sınıfta kalmıştım. Bunun için günlerce ağladım. Babam, öğretmenlerden kaynaklanan bu olumsuzluğu kendisi üslenerek, “daha çok pişmen için ben bıraktırdım seni beşinci sınıfta,” diyordu. ‘Babam böyle diyorsa bildiği bir şey var ki, diyordur,’ diyerek mızmızlanmayı bırakıp haytalıklarıma yeniden başladım. İlkokul beşte çaktıktan sonra, o yaz tatilini haytalığın her türlüsüyle geçirmekteydim. Çay ocağı, babamdan kolayca harçlık alabildiğim bir yerdi. Onu, yeter ki orada otururken yakalayayım; içerdekilere iyi baba olduğunu göstermek için hemen bonkörlüğünü gösteriyordu. Kahveci, bu sömürü sistemime engel olmak amacıyla, bir gün, “bana bir askıcı lazım; senin oğlan aylak aylak dolanıp, senden harçlık alacağına, burada çalışsa ya,” dedi. Babam, “beceremez,” diyerek ona karşı çıktı. Babamın bu tutumu öyle ağrıma gitti ki, bozularak hemen itiraz ettim. “Nedenmiş o? Beceririm!” Babam itirazını sürdürmedi bile; “istiyorsan çalış mademki,” deyiverdi. Beni, bir güzel tuzağa düşürüp, haytalıklarımdan kurtulmuştu ya, helal olsun babama! Çalışmayı pek istemediğim halde, beceriksiz olmadığımı kanıtlayarak onurumu kurtarmak için dört elle sarılmıştım yeni işime. Yaptığım iş, çocuk oyuncağıydı; cadde üstündeki diğer esnafları dolaşarak çay siparişlerini almak ve sipariş edilen çayları sahiplerine götürmekti. Babam, çay ocağına geldiğinde elimde askıyla çay, kahve taşıdığımı görmekten dolayı, halime bıyık altından gülümsüyordu. Ben de, ona bir işe yaradığımı ispatladığımı düşünerek kasılıyordum. Evin iyice eskiyen kırık dökük eşyalarından şikâyetlere başlayan annem, hele bir de, o gün oturmaya bir komşusu geldiyse, “Bu gün komşuların yanında yerin dibine geçtim gene…” diye başlayan söylemlerle babamın başının etini yiyordu. “Benim kazancımla evi idare et de, babamın maaşlarını biriktirip, istediğin eşyaları al madem ki,” diyerek, kazandığım parayı olduğu gibi anneme vermeye başlamıştım. Öte yandan, evde hep benim istediğim yemekler pişirilsin istiyordum. “Canım mantı istedi, bugün bir mantı yapsan ya anne…” “Tamam oğlum, yaparım.” Anneme verdiğim paranın, pişirilmesini istediğim mantının kıymasına bile zar zor yettiğini düşünemiyordum. Annem de bunu düşünmemi istemiyor, kendi cebinden yaptığı takviyelerle her istediğim yemeği pişiriyordu. Belki bana, bir işe yaradığımı gösterme isteğiydi onunki; yararı da oluyordu, çünkü özgüvenim artıyordu. Babam, annemin sitemlerine daha fazla direnemeyince, onun istediği mobilya takımını taksitle almaya karar vermişti. Ana cadde üstündeki bir mobilya mağazasıyla konuşmaya gittiğinde, mağaza sahibi, esnaftan bir kefil getirirse istediklerini vereceğini söylemişti. Emekli imam, kefillik için gönüllü olmuştu. Evimize getirilen koltuk takımı, albenisi olan bir vitrin, sehpalar, perdeler ve halı evin salonunu adeta saray odasına döndürmüştü. Asıl şimdi asortiklere karışmıştık işte… * Ablam, ebelik okulunu bitirdikten sonraki stajını da bitirmiş, çıkıp gelmişti. O artık bir ebeydi ve devlet baba onu tayin ettiği yeri bildirene kadar misafirimizdi. “Ebeler ne iş yapar?” “Senin gibi veletleri dünyaya getirirler!” “Beni annem dünyaya getirmiş, ebeler değil…” “Salak şey! Git başımdan!” Ebe hanım bana bir kardeşten çok, bir düşmanmışım gibi davranmayı sürdürmekten vaz geçmemişti. On yedi yaşındaydı, ama hala on iki yaşındaki aklıyla yaşıyor ve o zamanlar, onu illüzyonisti seyretmekten ala koyuşumun kinini güdüyordu. Şimdi on iki yaşında olan bendim ve ondan farklı olarak, ben, keşke izin verseler de kardeşim Ersin ile gidip, değil bir, bin tane illüzyonisti onun yüzünden seyredemesem, diye düşünüyordum. Egoist cadaloz! Ne var ki, laf atmaktan da geri tutamıyordum kendimi: “Abla sen hastanelerde mi çalışacaksın?” “Sana ne?” Onun aksiliğine karşın, merakımı gidermeye çalışan annem oluyordu. “İlk tayininde onu, hemen hastanelerde görevlendirmezler. Önce köylerdeki sağlık ocaklarında görevlendirirler sanırım.” “Hangi köydeki sağlık ocağında görevlendirirler?” Ablam, anneme sorduğum bu soruya da aceleyle cevap yetiştiriyordu. “Cehennemin dibindeki…” İmam Hatipli de, “ilk tayinimi cehennemin dibindeki bir köyün camiine yaparlar,” diyerek, imamlık yapmayacağını söylemişti. O, dükkanlarında çalışarak cehennemin dibine gitmekten kurtuluyordu, ama ablam için kurtuluş yoktu. Oh, canıma deysin! Annem, bu defa ablama çıkıştı. “Kardeşine doğru dürüst cevap versene kızım!” “Aman… Versem ne olur, vermesem ne olur… Nato mermer, nato kafa, anlayacak akıl onda var mı sanki!” * Emekli İmamın oğlu ablamla karşılaştıklarında çok etkilendi. İlk görüşte aşk, dedikleri türden bir etkilenme oldu bu… Ablamla yakınlaşabilmek için benimle olan samimiyetini daha da arttırmaya başladı. Ablam, evden çıkıp gezmeye gittiği bir gün, döndükten sonra annemle fısır fısır bir şeyler konuşuyordu. Duyabildiğim kadarıyla, emekli imamın oğlu bunun önüne çıkmıştı ve arkadaşlık teklif etmişti. Annem meraklı, “e? Kabul ettin mi?” diye sorunca, “Aman be!... Şapşal oğlanın teki…” demişti. Annem hayal kırıklığı ile karşılamıştı bu cevabı. “Çok iyi bir çocuğa benziyor. Tam bir Müslüman insan evladı gibi…” * Ablam, sık sık sokağa çıkar olmuştu. Onun çıktığı o zaman aralıklarında, nedense, emekli imamın oğlu da dükkanda bulunmaz olmuştu. Ablamın gene dışarı çıktığı bir gün, oğlan da dükkanı babasına bırakarak gitti. Bu durumdan işkillenerek, elimde askı, göbeğimde önlükle peşine düştüm. Az sonra, ana cadde üstündeki bir pastanenin kapısından girince, bir süre pastaneden bir şeyler alıp çıkmasını bekledim, ama kimsenin çıkacağı da yoktu. Pastaneye girdim. Görevliden bir “badem ezmesi” ile gazoz istedim. O arada da pastanedeki masaları kolaçan ettim, fakat oğlanı göremedim. Biraz daha dikkat edince dar ve dik bir merdivenle çıkılan asma kattaki küçük salonu fark ettim. Pastaneciye, “teras katınızda oturabilir miyim?” diye sordum. Adam, “tabii ki, nerede istersen otur,” deyince, dar merdivenleri, tırmanıp üst kata çıktım. Loş bir yer olan salona varır varmaz gördüğüm manzara, el ele tutuşmuş, burun buruna sohbet eden iki aşığın haliydi. Sohbetlerini öyle koyulaştırmışlardı ki, tepelerine dikilinceye kadar beni fark edemediler bile. Fark ettikleri andaki halleri ise o kadar komikti ki, ben de kızsam mı, gülsem mi, karar veremez bir hale düştüm. İkisi birden oturdukları yerden öyle bir ayağa fırlamıştı ki, oturdukları sandalyeler ve masa, üstündekilerle birlikte gürültüyle yere devrilmişti. Çıkan gürültüye koşturup gelen pastaneci, “ne oluyor?” diye müdahale etmek isteyince, Adama, “yok bişi abi,” dedim. “Ablamla komşumuzun oğlunu koklaşırken yakaladım da, heyecanlandılar biraz!” * “Seni babama söyleyeyim de gör gününü!” diyerek yanlarından uzaklaştım. Daha pastanenin kapısından çıkmadan sol kolumda biri, sağ kolumda öteki, dil dökmeye başladılar. “Sandığın gibi değil bak…” “Bak bi dinle…” Söylediklerinin hiç birinden etkilenmeden yürümemi sürdürüyordum. “Ben size değil, gördüklerime inanırım.” Bizim ara caddeye girinceye kadar onlar dil dökmeyi, ben de “babama söyleyeceğim” demeyi sürdürdük. Eve yaklaştıkça yanı başımda yürümeyi bırakıp önümü kesmeye başladılar. Ben yürümeye hamlettikçe onlar durduruyorlardı. “Biz birbirimizi seviyoruz kardeşim… Sana yalvarıyorum… Lütfen…” Ablamın bu son sözleri küçük bir şok geçirmeme neden olmuştu. Ne söylediği değil, onları anlamamıştım bile; etkilenişim söyleyiş biçiminden dolayıydı. O bildiğim, alışık olduğum sevimsiz, kaba saba dişi ayı, lütfen diyerek yalvarıyordu. Ablam! Ya emekli imamın oğlu? Onun döktüğü diller de ablamınkilerden aşağı kalmıyordu. Diyordu ki, “ben, Esin ile ciddiyim, onu seviyorum.” Birbirini sevdiğini söyleyerek bana yalvaran bu iki genci elbette ki babama ihbar etmeyecektim. Annemin, teslim ettiğim kazançlarımla evi idare ettiğimi sanmamı sağlayarak bana kazandırdığı şey, işte buydu. Olgunluk! İki aşığın ilişkisine engel olmamayı düşünebilecek kadar olgunlaşmıştım. Gene de, hemen teslim olmak niyetinde değildim. Sahip olduğum bu bilgiden elde edebileceğim bazı şeyler vardı. Bu fırsatı bana karşı cadalozluklarını bertaraf etmek için değerlendirmeyi, kafamın bir kenarında planlamaya başlamıştım bile. “Tamam,” dedim! “Bu günlük, kimseye bir şey söylemeyip, yarın söyleyip söylemeyeceğimi düşüneceğim. Yarın da, öbür gün söyleyip söylemeyeceğimi düşünürüm belki… Ablamla anlaşabilirsek…” “Tamam kardeşim, istediğin her konuda anlaşırız…” Ablamın koluna girdim. “Hadi madem, eve gidelim!” Baktım, oğlan da bizimle gelecek, ona, “sen buradan ayrıl abi,” dedim. “Millet şüphelenmesin…” O, yanımızdan ayrılarak yitti. “E-e! Ablacığım!” diye başlayıp içimden geldiği gibi dalga geçmeye başladım onunla. Aslında, aşık olmanın nasıl bir şey olduğunu bilmiyordum. Sanıyordum ki, bizi dünyaya getiren ilişkiler yumağıydı aşk. Ablamla ilişkilerimiz canciğer kuzu sarmasına dönüşür dönüşmez, ona sorduğum soru bu bilgisizliğimi gidermek için olmuştu. Ablam, “bir cinsin, karşı cinsten birisine duyduğu beğenmişliklere aşk denir,” diyerek aşkın tanımını yaptığında, bu tanım bana fazla bilimsel gelmişti ve daha iyi anlayabilmek için saçma sorular sormayı sürdürmüştüm. Ablam, en sevecen mimiklerini takınarak cevaplamaktan gocunmuyordu onları. Evet! Ablam, artık çok iyi davranıyordu bana… Evimizin arkasındaki caminin minaresi adeta bizim mutfağın içine doğru uzanıyordu. Mutfağın balkonuna çıktık mı, o minareden ezan okuyan müezzinle göz göze bakışabiliniyordu. Esin ablam öğlen ve ikindi vakitlerinde sık sık ya balkona çıkıp, ya da mutfağın penceresinden bakıp, ezanı öyle dinliyordu. Onun bu ezan düşkünlüğünden pek memnun olan annem, ablamın yanına gelerek, “müezzinin sesi nasıl da yanık, değil mi kızım?” diyerek laf atıyordu. Ablam da hemen yanıt veriyordu: “Evet, insanın içine işliyor.” Ablamın niyeti ezanı dinlemek değil, ezanı okuyanı görmekti; çünkü insanın içine işleyen sesin sahibi emekli imamın oğluydu. Oğlan, caminin fahri müezzinliğini yapıyordu. Okuduğu her ezanı usulüne göre şerefenin etrafında dönerek okuyordu ya, bazen de kendine bakan kızdan şerefenin çevresini dolanmak kadar bile ayrılmaya tahammül gösteremeyip, tamamını bizim mutfağa doğru okuyup tamamlıyordu. “Eli işte, gözü oynaşta,” sözü tam da bu duruma uygundu. Annem, oğlanı elektrikli süpürgeyle caminin baştan sona kadar her yanını temizlerken gördüğü bir gün, babamı yanına çağırarak, “gördün mü, imam efendinin oğlunu, tam bir Müslüman evladı,” diyerek iltifatlar düzdü. Ben de Müslüman insan evladını görebilmek için yanlarına geldikten sonra, lafa karışarak, muziplikle bir soru sordum: “Esin ablamı istese verir misiniz? Bu sorumla, hemen yanımda dikilen Esin ablam renkten renge girmeye başladı. Annem, “Allah u Teâlâ, ablana da öyle helal süt emmiş bir Müslüman evladı nasip eder inşallah!” diyerek temennilerde bulunmaya başladı. Bilseydiler ki, biricik kızlarının sevgilisiydi o oğlan, tepkileri nasıl olurdu? Şeytan dürttü, dürttü, ama direnerek daha fazla laf üretmedim. * Ablamın tayini Eskişehir’e kırk kilometre mesafedeki Seyitgazi ilçesine çıktı. Aile büyükleri tarafından, Seyitgazi içinde küçük bir ev tutulmasına, ablamın hafta içinde orada kalmasına, hafta sonu izninde de Eskişehir’e gelebileceğine karar verildi. Ablam, alışıncaya kadar annemin de onunla birlikte kalması için ısrar ettiyse de, babamı razı edemedi. Benim okuldaki huzursuzlarımı da göz önünde tutan babam, beşinci sınıftaki ikinci yılımı Seyitgazi’de okumama karar vererek ablamla birlikte beni yolladı. Eskişehir’deki arkadaşsızlıktan uzaklaşmak hoşuma gitti. Annem de arada sırada, hafta içlerinde gelecekti. Neresinden baksan bir saat bile çekmeyen bir mesafedeydik birbirimize. Seyitgazi’de ablama tutulan iki odalı eve taksitle yeni eşyalar alındı. Bahçe içinde tek katlı üç ayrı ev vardı. Evlerden birinde ev sahibesi oturuyordu. Onun sol yanındaki tek odalı küçük evde benim kayıt edildiğim okulun öğretmenlerinden genç bir bayan oturuyordu. Ev sahibesi güleç yüzlü, konuşkan bir kadındı. Altmışlı yaşlara yakın bir yaşı vardı, ama öyle deforme olmuş bir vücudu yoktu, boylu posluydu. Mahalle baskısını umursamadan dekolte kılıklar giyiniyor, istediği gibi gezip tozuyordu. Onu dillere düşürecek herhangi bir ilişkisi yoktu… İlk kocası öldükten sonra aşık olduğu bir adamla da nikahsız yaşamış. Nikahlı kocasından bir oğlu var, astsubay olmuş. Nikahsız yaşadığı adamdan da iki oğlu daha olmuş. Nikahsız yaşadığı adam, bir türlü nikah kıymaya yanaşmadığından, en sonunda aşkını yüreğinden silip atarak, adamı ve çocukları Bursa’da bırakıp gelmiş, ilk kocasından kalma bu eve yerleşmiş. Kadın, kiraya verdiği iki evin kirası, sahibi olduğu tarlalarda yetiştirdiklerinin getirisi ve evin bahçesinde yetişen meyveleri ve kendi yetiştirdiği sebzeleri satarak geçiniyordu. Kırk yılda bir astsubay oğlu da üç, beş, yardımcı oluyordu. Evimizin bahçesinde ev sahibi kadının ölen ilk kocasının hevesle dikmiş olduğu fidanlardan meydana gelmiş çeşitli meyve ağaçları vardı; adamcağıza hiç birinin meyvesini yemek nasip olmamış. Özellikle dutu çok seven adam, ölümünden az önce, “mezarımın başı ucuna bir dut fidanı dik ki, üstüne konan kuşlar meyvelerini bol bol yesinler,” diyerek vasiyet etmiş. Kadın bu vasiyeti, nikahsız kocasından kaçıp geldikten sonra yerine getirebilmiş… Evimiz oldukça geniş ve rahat, zaten kirası da öğretmeninkinden fazla. Genç öğretmenle, taşındığımızın daha haftası dolmamışken dostluk kuran ablam, öğretmenin benim derslerime de yardımcı olmasını sağlıyordu. Beşinci sınıfta, geçen yılki o tembel öğrencinin yerini sınıfının en çalışkan öğrencisi almıştı ve bu defa akıllanmıştım, sınıftaki kızların hiç birisine aşık olmuyordum. Ya kızlar? Şehirden gelen oğlan, kızların cazibe merkezi olmuştu ve işleri güçleri oğlanın dikkatini çekmek için cilveler yapmak olmuştu. Seyitgazi’de ki sınıf arkadaşlarımdan kızların ilgileri, erkeklerin kıskançlığına ve benden uzaklaşmalarına neden oluyordu. Oysa benim istediğim erkeklerle arkadaş olabilmekti… * Ablamın mesleği çok meşakkatli bir işti. Kızcağızın doğru dürüst mesai saati yoktu, gündüzünü geceye katarak çalışıyordu. Hafta tatillerinde de ya iş için çağrılıyordu, ya da bir haftalık yorgunluğun bitkinliği ile sere serpe yatıyordu. Bu karmaşa içinde iki ay gelip geçmişti bile ve ablam hiçbir hafta sonunda Eskişehir’e de gidememişti. Pazartesi günü başlayacak Ramazan Bayramı nedeniyle okullar dokuz gün tatilde olacaktı. Sıkılıp da annemi, babamı özledim diye mızmızlanmaya başladığımda Cuma gününden, “bunlar bu yılın ilk mahsulleri, götür anneme, babama,” diyerek elime bir çanta dolusu da yeşil erik tutuşturarak, Eskişehir’e yolladı. Tam çıkıp gideceğim anda dörde katlanmış bir mektup kağıdı aldı eline. “Bunu da Şaban’a verir misin? Lütfen!” “Şaban kim yav?” “Tanıyorsun ya…” “Ha, şu emekli imamın oğlu?” “Evet, ona…” Bana yaptırmak istediği şeyin hoş bir şey olmadığını hissediyordum. Bozularak, “Beni, aranızda çöpçatan mı yapmaya çalışıyorsun? Bana ne, git postaneden yolla!” diye söylendim. “Kötü bir şey yok. Boş bir mektup kağıdı yolluyorum sadece, al, bak,” diyerek katlı kağıdı açtı. Gerçekten de üstünde hiçbir yazı olmayan bomboş bir dosya kâğıdıydı. Niçin böyle bir şey yaptığını aklım almıyordu. “Bir şey yazmıyorsan, niye yolluyorsun ki, bu kâğıdı?” diye sordum. “Var elbet bir anlamı.” . “Neymiş o anlam?” “Şaban anlar.” “Bana da anlat, yoksa götürmem…” “Anlatırsam götürecek misin?” “Eh, kötü bir şey değilse…” “Tamam! Tayin olup, buraya gelirken ufak bir münakaşa geçmişti aramızda. Bu beyaz kağıdı yollamakla ona, ben münakaşamızı unuttum, temiz bir sayfa açtım aramızda, demek istiyorum.” Bu muymuş anlamı? Amma da aptalca… “Demek istediğin şeyi iki satırla yazıp belirtmek varken, böyle anlatmaya çalışman…” Çok aptalca bir şey, diyecektim, demedim, sustum. Ablam anladı demek istediğimi, cilvelenerek, “romantiklik olsun diye böyle anlatmak istiyorum…” dedi. Aldım mektup kağıdını, ceketimin cebine sokuşturdum. “İyi madem, götüreyim.” Evden çıkıp, Eskişehir minibüslerinin durağına giderken, yolun sağ yanı boyunca yer alan alanda mahallenin çocuklarını maç yapmaya hazırlanırken gördüm. İçlerinde sınıf arkadaşlarımdan da vardı. Minibüsün kalkma saatine daha vardı. Biraz dikilip onları seyredebilirdim. Yok, yok… Ben de oynamalıydım onlarla. Minibüs kaçarsa kaçsın, akşama kadar daha on tane minibüs vardır gidecek; birine binemezsem ötekine binerdim. Çocukların yanına sokuldum. İçlerinden ikisi ayaklarını birbirinin ucuna ekleyerek, “aldım, verdim, ben seni yendim,” diye diye birbirlerine doğru ilerliyorlardı. İkisinden ayaklarının buluştuğu anda son adımı atmış olan ilk önce bir oyuncu seçti, sonra öteki… Etraflarındaki oyuncuları böyle böyle paylaşmaya başladılar. Beni de seçseler ya! Çantanın içinden bir avuç erik aldım, iki elebaşına uzattım. “Erik yer misiniz?” Alıp yemeğe başladılar. Çevredekiler, onlara da ikram etmemi beklediklerini beli ederek, gözlerini bana dikmiştiler. Onlara da üçer, beşer tane dağıttım. Tamam işte, rüşveti verdim; beni de seçerler artık! Oyuncu seçimi tamamlandı, ama beni seçmediler. Yüzsüzlüğü ele alıp, “ben de oynasam ya!” diye laf attım. Elebaşlılardan birisi, “bu gün takımları kurduk artık, inşallah başka zaman,” diyerek çantama eğildi. “Erikler de çok güzeldi. Versen ya biraz daha!” Çantaya daldırdım elimi, yeniden başladım dağıtmaya. Belki bu defa, “hadi madem, oyna sen de,” deyiverirler. Dağıttığım eriklerden bir tane bile almamış olan bir çocuk vardı; giyim kuşamı ötekilere göre oldukça yeni biri. Yanıma sokulup kulağıma, “sen enayi misin?” diye fısıldadı; “Ne diye erik verip duruyorsun bunlara?” “Olsun,” dedim. Oğlan “o erikleri evinize götürmüyor musun? Büyüklerin ne der sana sonra?” diye devam etti. Erikleri Eskişehir’e götürmesem ne olur ki? Annemin, ablamın erik yolladığından haberi mi vardı sanki? Kimbilir ne zaman görüşürler, o zamana kadar da erik bollaşmış olurdu çarşıda pazarda, lafı bile edilmezdi. Şimdi, önemli olan bu çocuklarla arkadaş olmak, oynamaktı… Herkes çevremi sarmış, ne güzel, verdiğim erikleri bana gülücükler yollayarak yiyorlardı. Dostluklar böyle kurulur! Değil mi, ama? İyi giyimli oğlan da geveze bir şey galiba, susmak bilmiyordu. “Bunlara ağaçlarda ki bütün erikleri dağıtsan yaranamazsın aslanım!” diye söylenerek yanımdan ayrıldı. Ayrılmamış olsaydı sabrım tükenecek, ben def edecektim yanımdan. Çocukların çoğu verdiğim erikleri yiyip bitirdiler. Onlara, “biraz daha yer misiniz?” diye sorarak yeniden erik veriyordum. Eriği biten avucunu uzatıyordu. Ben avuçlara çantadan çıkarttığım erikleri dolduruyordum. Erikler kapanın elinde kalmış, böylece son erikler de bitmişti. Eriklerle birlikte, bana yoğunlaşmış ilgi de bitiverdi. “Hadi!... Herkes yerini alsın! Maç başlıyor!” Taraflar başladılar maça… Ben bir kenarda kabak gibi kalakaldım. İyi giyimli oğlan yanıma geldi. “Adın ne senin?” diye sordu. Ben, sinirli, “seninki ne?” diye karşılık verdim. O, “benim ki, Mesut,” dedi. “Ya senin ki?” “Benim ki de Ergin,” dedim mecburen. Mesut, “üzülme Ergin,” dedi, kolumdan tutup çekiştirerek, “bunlarla arkadaşlık yapmaya bile değmez.” “Oynatmadılar beni. Erikleri boşu boşuna vermiş olduk.” “Boş ver eriğe… Şurada Şefika teyzenin bahçesi var Şimdi dalarız bahçeye, dağıttığın erikleri gene doldururuz çantaya, evinize onları götürürsün.” Şefika teyze dediği ablamın ev sahibesi. “Orası bizim ev,” dedim. “Biz Şefika teyzenin kiracısıyız. O erikleri de Şefika teyzenin bahçesinden toplamıştık zaten.” Gülmeye başladı. Ben de gülüyordum onunla. Karşılıklı gülüşmelerimiz artarak sürdü. Seyitgazi’deki tek arkadaşımı böylece edindim. Beni, evlerine davet etti. “Biraz, bizde oturalım mı? Seni dedemle tanıştırmak istiyorum.” Bu öneri çok hoşuma gitti. “Tamam,” diyerek peşine takılıp gittim. Ev, bulunduğumuz yolun üzerinde, bir köşe başında yer alıyordu. Küçük bir avlusu olan, müstakil bir gecekonduydu. “Burada mı oturuyorsun?” “Dedemle babaannem burada oturuyor. Ben babam, annem, kardeşlerim Eskişehir’de oturuyoruz.” Eskişehir’de oturduğunu öğrenmekten memnun, “Ya, öyle mi?” dedim. “Ne güzel… Ben, Eskişehir’e geldikçe görüşürüz. Eviniz Eskişehir’in neresinde?” “Bahçelievler Mahallesinde. Bilir misin?” Bilmiyordum. “Ben, Sütlüce Mahallesini biliyorum bir tek… Evimiz orada ya, ondan…” “Tamam işte,” dedi; “Bahçelievler de sizin bir berinizdeki mahalle. Komşuyuz yani…” “Yakınmışız,” diyerek sevindim. “Hangi okula gidiyorsun orada?” “Ben, Demir yollarının çırak okulunda okuyorum,” dedi. “Bu sene ilk senem…” Bir şey anlamadığımı belli ederek, “çırak okulu?” diye sordum. “Orta okul gibi… Meslek öğreniyoruz orada, yani…” O da okulunun nemenem bir şey olduğunu tam bilmiyordu, galiba… Eve girdiğimizde tanıştırıldığım dede ve babaanne çok sıcakkanlı insanlardı. Biraz hoş sohbet sonrasında Mesut’un odasına geçtik. Babaannenin peşimizden getirdiği börekleri, çörekleri yemeye koyulduk. Mesut, “erikleri Eskişehir’e götürmediğin için kızmasınlar,” dedi. “Eskişehir’dekilerin erik getireceğimden haberleri yok ya, bişey olmaz,” dedim. Gülüştük. Ceketimi cebindeki mektubu çıkartıp ona gösterdim. “Ablam sevdiği oğlana bu boş kağıdı yolladı, ver diye… Ne salak yaa… Vermeyeceğim, yırtıp atacağım tabii ki…” “Ver bakayım,” diyerek kağıdı elimden aldı. Pencerenin ışığına tuttu, burnuna dayayıp kokladı. Sonra, “Boş değil …” diyerek iade etti bana. Şaşırarak, kağıdı ona gösterdim. “İşte boş ya!” “Gizli mürekkeple yazılmış.” “Nasıl yani?” Anlatmaya başladı. “Bazı beyaz renkli sıvılar, ateşe tutulup ısıtılınca renkleri koyulaşır. Ablan da bu hileyi yapmış işte; yani, beyaz kağıtla aynı renkteki yazıyı böyle bakınca okuyamıyorsun, ama ısıtırsan okursun…” Anladım. Anladığım hile beni salak yerine koymak için uygulandığından öfkeleniyorum da… Ben, “Vay şerefsizler, vay!” diye söylenirken, Mesut gülmeye başladı. “Kızma onlara… Maksatları seni aptal yerine koymak değildir. Aleni yazamayacakları bir sırları var ki, bu yolu denemişler.” Kağıdı Mesut’a uzatarak, “Şu yazıyı okunabilir hale getirsen ya… Neymiş şu mühim sırları öğrenelim,” dedim. Mesut, yadırgayarak, “olmaz,” diye itiraz etti. “Başkalarına ait sırları öğrenmeye kalkışmamız olmaz.” “Niye olmasın yav! Olur bal gibi…” diye çıkışınca; Mesut, “sen de öğrendin işte nasıl okunabilir yapıldığını. O kadar merak ediyorsan kendin yap,” diye söylendi. “Ama, başkalarına ait mektupları okumak kadar ayıp bir Şey olamaz…” Yeni edindiğim arkadaşımın kabullenemediği bir şeyi yapmakta ısrar etmek istemedim. Nasıl olsa öğrendim, Eskişehir’de hallederim. “Yabancıların mektuplarını okumak elbet ayıptır da, bu ablam olduğu için, kötü bir şeyler çeviriyorsa engel olayım, dediydim. Ama madem böyle de ayıp oluyor, tamam… Okumayalım…” diyerek mektubu tekrar katlayarak cebime sokuşturdum. Beni Eskişehir’e o yolcu etti. * Bir ay öncesine kadar çalıştığım çay ocağında, benim yerime işe alınmış olan Nuri ile tanıştım. Benden bir iki yaş daha büyük gösteren Nuri’nin işi gücü müzikti. Nuri, bu işte çalışmasındaki amacının bir elektro gitar ile amfi alabileceği parayı biriktirmek olduğunu söylüyordu. Evinden getirdiği kırkbeşlik plaklarının biri bitiyor, ötekini çalıyordu, çay ocağını müzikhole çevirmişti adeta. Çay içmeye gelenlerin kafaları şişiyordu müzikten, bazen “kapat şunu!” diyerek çekişiyorlardı. Gene de kapatmıyordu da, pikabın sesini kısıyordu. Çaldığı şarkıların hemen hepsinin sözlerini ezbere biliyordu. Sık sık kendini kaptırıp şarkılara eşlik ediyordu. Bazen de, çay ocağında kimse olmadığında, çalı süpürgesini alıyordu eline, gitar çalıyor gibi taklitler yapıyordu. Onun bu müzik düşkünlüğünden çok etkileniyordum. Evde, radyoda bir müzik çalındığı zamanlar, radyonun sesini sonuna kadar açıyor, ben de onun gibi şarkılara eşlik ediyor, annemin süpürgesini alıp gitar çalma taklidi yapıyordum. Şarkı sözlerinin tamamını onun gibi ezbere bilemiyordum, aklımda kalmış kısımları söylüyor, bilmediğim kısımları da pür dikkat dinleyip sözleri ezberlemeye çabalıyordum. Bu çabamı öğrendiğinde Nuri, “bunda bine yakın şarkının sözleri var, istersen bir şarkı defteri tutup yaz bunları,” diyerek kalınca bir defter verdi. “Yalnız defterimin başına bir şey gelmesin ha…” Bana dünyayı bağışlasa bu kadar mutlu edemezdi. Gecemi gündüzüme katıp bayram sonuna kadar şarkı sözlerini temize çekmeliydim. Emekli imamın oğlu iki çay almak için geldi; beni görünce sevindiğini belli ederek, “hoş geldin!” dedi. Biraz dalga geçmek için, “hoş bulduk enişte!” dedim ona. Hitap şeklimden tedirginlik duyarak gözlerini Nuri’ye yönlendirdi. Nuri de, “çaylar hazır enişte! Alabilirsin,” diyerek doldurduğu bardakları uzattı. Emekli imamın oğlu aldığı çay bardaklarını götürdü. Çayları götürdükten az sonra yanıma gelerek oturdu. “E-e? Seyitgazi’de işler nasıl gidiyor?” Lafı nereye getireceğini adım gibi biliyordum ya, neyse… “Nasıl gidecekti ya? Okula gidip geliyorum işte…” Sanki benim okulum pek de umurundaymış gibi, “dersler nasıl?” diye sordu. “İyi,” diyerek kestirip attım. O da uzatmadı zaten, asıl merakını gidermek için, “ablan iyi mi?” diye sordu. “Çalışıyor işte…” Cevabımın soğukluğu karşısında pek de üstüme gelmek istemez gibi, “iki ay oldu gittiğiniz. Her hafta sonunda gelirsiniz diyordum ya…” diye mırıldandı. Gene soğuk bir yanıt verdim ona. “Gelemedik işte…” “Yok, hani, bir haber alamayınca, merak ettiydim sizi.” Bizi mi? Yalancı! Ablanı diyemiyordu da, beni de katıyordu lafına; sanki kırk yıl görmese beni bir kere bile aklına gelirmişim gibi… Gülümsedim. “Ablam, önünde arkasında hiçbir yazı olmayan boş bir dosya kağıdı yolladı sana,” dedim. Birden heyecanlandı. “Öyle mi? Nerede? Bana verecek misin onu?” “Dedim ya, bomboş bir dosya kağıdıydı. Versem ne olacak ki!” “Boş da olsa, benim için yollanmış ya… Kıymeti var elbette.” Ona, cebimden çıkarttığım katlanmış dosya kağıdını teslim ettim. “Tamam, al emanetini o halde!” Mutluluktan kanatlanıp uçar gibi, verdiğim kağıdı alışı ve ayaklanmasıyla, gitmesi bir anda oldu. İnsan bir mazeretle filan gider, ama o beni umursamadan öylece gitti. Bozuldum tabii ki… Hemen bakkala gittim. Onda çeşitli defterler vardı, biliyordum. Matematik defterimin aynısı olan sarı sayfalı kalın bir defter ile bir tükenmez kalem satın alıp çay ocağına döndüm. Hiç vakit kaybetmemem gerekiyordu, şarkı sözlerini hemen orada kendi defterime geçirmeye başladım. On beş dakika geçti ya da geçmedi; asıl emekli imamı oğlu bozulmuş bir halde gelip karşıma dikildi. “Esas kağıdı vermemişin bana!” “Vermemiş miyim? Nasıl yani… Beyaz bir dosya kağıdı yolladı işte… Nereden çıkardın şimdi bunu?” Bir an vereceği bir cevap bulamayarak hık mık ettikten sonra, “ben bilirim,” dedi. “Bu Esin’in yolladığı kağıt değil!” “Valla kusura bakma enişte! Asıl kağıdı, üstüne serumla yazılmış gizli yazıyı okuyabilmek için gazocağına tuttuydum, maalesef bir anda tutuşuverdi.” Sırlarını çözmüş olmamın şaşkınlığı ile birlikte oturup kaldı. “Senden korkulur birader. Cin gibisin valla! Bari, kağıtta mühim bir şey yazılı mıydı, onu de…” Acıyordum da kerataya. “Söyle kolayı,” dedim. Nuri’ye seslenerek, “ver bir kola,” dedi. Kola şişesi açılıp önüme konulduğunda başımdan dikip bir fırt çektim, sonra, “bayramda beni buraya yollayarak benden kurtulmuş, Seyitgazi’de yalnızmış, gidersen görüşürmüşsünüz…” “Evinizi bilsem?” “Evde değil, Sağlık ocağında bekleyecekmiş seni. Seninle beraber ben de geleceğim Seyitgazi’ye, telaşlama… Seni ben götürürüm onun yanına.” Güldüm. Bir fırtlık daha kola içtikten sonra, “beni de aranızda çöpçatan ettiniz ya; helal olsun size valla,” diye söylendim. Kıkırdayarak gülmeye başladım. “Bu aşkla siz evlenirsiniz nasıl olsa,” dedim. “Benim ki, pek de pezevengliğe girmez…” Bir an sustuktan sonra, tereddüt ederek,” girmez değil mi?” diye sordum. “Girmez,” dedi. “İyi… Evlenirsiniz değil mi?” “Evleneceğiz.” Rahatlayıverdim. Bir yandan da defterime şarkı sözlerini geçirmeye başladım. O, ne yaptığımı merak ederek defterlere bir göz gezdirdikten sonra, “onları tek tek yazmakla baş edemezsin, fotokopi çektirtsene,”dedi. Fotokopi de neydi ki? İlk kez duyuyordum. “Bir makine var, böyle yazıların filan kopyasını dosya kağıdına çıkartıyor,” diyerek izah etti. Sadece bir dosya kağıdı on kuruştu. Bu defterde vardı yüz sayfa. Yüz dosya kağıdı ederdi on lira; e, makine sahibi de on lira alsa, ederdi yirmi lira… Yirmi liram olsa… “Sen ver o defteri bana,” diyerek defteri önümden aldı, çıktı, gitti. Ben de Safinaz ablaya çıktım. Oturduk. Safinaz abla ile öylesine rahat hissediyordum ki kendimi, konu ne olursa olsun, güzel güzel konuşurduk. Sadece benimle ilgili olanları değil, onunla ilgili olan konuları da konuşuyorduk. Epeydir uzak kaldığım için özlemiş olabileceğimi söyleyerek önüme bir tabak dolusu şam tatlısı koyup yemem için baskı yaparken, bir yandan da, genç kızlığında, henüz on yedisindeyken, zengin bir oğlanın “seninle evleneceğim,” diyerek onu kandırdığını, sonra da yüzüstü bıraktığını anlatmaya başladı. “O zamanlar, bir kızın kız oğlan kızlığı bozuldu mu, o kızcağız ellere rezil olur, kimselerin yüzüne bakamaz olur, bir daha hiç koca bulamaz olur, evde kalırdı,” demişti. Anlattıklarından bir şey anlayamadığım için, kız oğlan kızlığın ne demek olduğundan evde kalmanın ne demek olduğuna kadar merak ettiğim her şeyi sormuş, cevaplarını da anlayabileceğim türde açıklamalarla almıştım. Öğrendiğim ilginç bir şey de herkes bilirmiş ki, yaşı iyice ilerlemiş, evde kalmış kızların evde kalmalarının yegane sebebi başlarından geçen bu aldatılış olurmuş. Genç kızlar, başlarından böyle bir bela geçmediği halde, sırf geçtiği sanılıp da adını çıkartmasınlar diye, erkenden evlenmek zorunluluğunu hissederlermiş. Bunları bana anlattığı zaman ablam Esin’in emekli imamın oğlu tarafından aynı şekilde aldatılacağına ve yüzüstü bırakılacağına öyle bir inandım ki, akşam üzeri, hemen oğlanın karşısına dikilip resti çektim: “Ya anneni babanı yollayıp istetirsin ablamı, ya da ilişkinizi babama ihbar ederim!” Oğlan bu tavrım karşında küçük bir şok geçirdi. Bir süre, kafasında dolaştırdığı düşüncelere odaklandı. Tedirgin olmuştu. “Ablan da istiyor mu bunu?” diye sordu. Bu soruyu anlamsız bularak, “ister tabii ki, neden istemesin ki!” diye söylendim. Emekli imamın oğlu, “bana kalsa çoktan istetecektim ben… Ama, ablan istemiyor,” deyince, bu defa da ben küçük bir şok geçirdim. Laflarımı geveleyerek, “nasıl yani?” diye sordum. “Niye istemiyormuş?” “Ebelik kadrosu onaylanıncaya kadar beklememizi istiyor o…” Ebelik kadrosu mu? O da neymiş? Aklımın ermediği başka konular vardı galiba; oğlan anlayabileceğim bir dille açıkladığında, ablamın işinde altı aylık denenme süresi geçirdiğini, altı ayı tamamlayıp kadrosu onaylanınca kadrolu bir memur olabileceğini öğrenmiş oldum. Bu durumda “istet ablamı!” diye diretmemin bir anlamı olmayacaktı. İki ayı geçmiş, kalmıştı dört ay; dört ay sabretmem gerekecekti. Kendimi rahatlatmak için, “ablamla evlenecek misin?” diye sordum. “Elbette evleneceğim,” dedi. Elbette evleneceklerdi. Evlenmesinler de göreyim! Ama, dört ay sonra… Bu, onların ilişkisine dört ay daha göz yummam demekti. Bana kendi dükkanlarına gidip getirerek, fotokopi ile kopyalanmış, üstelik bir de ciltlenmiş şarkı defterimi getirip teslim ettiğinde, mutluluktan mest oldum. Onunla birlikte Seyitgazi’ye dönmek fikrimden caydım. Genç aşıkları baş başa bırakıp, rahat rahat görüşmelerine fırsat tanıyacaktım. “Yahu enişte, aklıma geldi de, bizim bayramın üçüncü gününde Nuri ile bir işimiz var. Seninle Seyitgazi’ye gelemeyeceğim. Sen, yalnız gidersin artık. Battalgazi Sağlık Ocağı diye sordun mu, herkes gösterir yerini…” * Dört ay geçer geçmez, asaleti onaylanan ablamın yanına giden annem, ablamı da yanına alarak geldi. Ablamla annem gelir gelmez hummalı bir hazırlığa giriştiler. Evi baştan aşağı temizleyip eşyaları özenle yerleştirdiler. Babam da kolonya, ikramlık şeker, çikolata gibi şeyler alıp gelmişti. Emekli imam, oğluna ablamı istemeye geleceklermiş; hazırlıkların sebebi buydu. Cumartesi akşamı sadece emekli imam ile ailesi değil, en az on beş kişi geldi. Dört erkek, üç çocuk ve geriye kalanların hepsi kara çarşaf ve peçe… Birbirlerinden ayırt edilir bir belirtileri yoktu; sanki aynı yumurta ikizleri... Kara çarşaflıların hiç birisi babamla tokalaşmayı kabul etmiyor, adamcağız elini uzatıp uzatıp geri çekiyordu. Aynı şekilde adamlar da ne annemle, ne de ablamla tokalaşmıyordu. Böyle bir aileye gelin gitmek istediği için, Esin ablamın gözümdeki bütün değeri sıfıra inivermişti. Havadan sudan sohbet, kolonya, şeker ikramı filan derken imam efendi damdan düşer gibi niyetini pat diye söylüyiverdi. “Allahın emri peygamberin kavli…” Babamın savunma mekanizmaları düşmüştü, çünkü kızı istiyordu. Tutacak bir dal oluverse, “kalkın gidin…” diyecekti ama… O da kara çarşaflı kadınlardan ürkmüş görünüyordu. Bir cesaretle, “kızımı gelin ettikten sonra böyle kapatacak mısınız?” diye sordu. Sanırım, bir ümitle, “kapatacağız,” derlerse, kızım da kapanmayı kabul etmezse, kurtuluruz bu işten, diye düşünüyor olsa gerekti. Emekli imam, “haşa!” diye atıldı. Kapatmayız, diyecek gibiydi, babamın ince hesabı tutmayacaktı galiba… Adam, sözünü sürdürdü. “Bizde kadınlarımızı zorla kapatacak bir zulüm yoktur. O, Allah’ın emridir!” Adamın ne demek istediğini ben anında anladım, ama zavallı babacığım, kafası durmuş, bir şey anlamıyordu. “Kapanması için bir baskı yapmayacak mısınız yani?” diye sordu. Adam tekrar, “haşa!” diye atıldı. “Ne haddimize?” Babam, “ya sen evladım?” diye sorarak damat adayına döndü. “Kızımın kapanmasını talep edecek misin?” Oğlan da babasını taklit ederek, “haşa!” diye başladı sözüne. “Allah ü tealanın emri ne ise o olur, onun emirleri karşısında bizim bir sözümüz olamaz.” Babam bir şeyler anlar gibi oldu. “Allah ne emrediyor bu konuda?” diye sorunca da, hepimizi uzun bir vaaz dinlemek zorunda bıraktı. Emekli imam, ilgili kuran ayetlerini hem Arapça, hem Türkçe olarak aktararak, Peygamberimizin hadislerinden bahsederek, ulemanın düşüncelerine atıfta bulunarak, anlatıyordu habire… Anlattığı aslında kısacık bir cümleden ibaret: “Kuran’a göre kapanmak zorunludur!” Anlattıkları bize göre değil; biz o kadar koyu birer Müslüman olamadık henüz. İçimizde ibadete en düşkün olan annemin bile böyle bir şeye razı olabileceğini sanmam. Babam, kızının da çarşaflara bürünmesi için baskı göreceğini anlayabildi nihayet. Esin ablama dönerek, “sen ne diyorsun kızım? Allahın emri, peygamberin kavli ile istediler seni, verdim dersem, senin de kapanman gerekecekmiş bak… Razı mısın?” dedi. Ablam, tam bir hayal kırıklığı yaşamaktaydı; “ama biz Şaban ile bunu hiç konuşmamıştık. Bana böyle bir şeyden hiç bahsetmemişti,” diye söylenmeye başladı. “Ben devlet memuruyum. Devlet memuriyetinde çarşaf yok, yasak…” Emekli imam onun sözünü keserek, “memuriyeti bırakırsın kızım,” diyecek oldu; “bizim servetimiz yeterlidir, çalışmana gerek yoktur.” Adam, resmen baltayı taşa vurmuştu. Ablama, bunlar söylenir mi hiç? Ablam, “Ne münasebet?” diye bağırdığında son sözünü söylemiş olmuştu, babama bu kadarı yeterdi. Tamam işte, benim ablam bu! Babam ortamın gerginleşmesine fırsat bırakmadan, “biz, size cevap vermek için birkaç gün düşünmek istiyoruz,” diyerek son noktayı koydu. Bunun anlamı, “ben size bu kızı nah veririm!” demekti. Bunu emekli imamla oğlu da anlayarak kıçlarına baka baka gittiler. O güne kadar, "Allahaısmarladık""iyi günler","hoşça kalın" gibi bir sürü veda sözcüğü duymuştum. Bu defa ilk kez duyduğum bir veda sözcüğünü öğrenmiş oluyordum: "Selametle!" "Selametle!" * Kurban bayramının son günüydü. Madam oturmaya geldiğinde, Müslüman bayramında bayramlaşmaya gelen bir hıristiyanı sempatiyle karşılamıştık. Ne var ki, gelişinden çok geçmeden asıl niyetini ortaya koyunca, bu sempati anti sempatiyle yer değiştirivermişti. “Özür dileyerek, sizden başka bir eve tasinmanisi rica etmeye gelmisim…” “Başka bir eve mi? Yani, evi boşaltmamızı mı istiyorsunuz?” “Evet…” “Ama Madam, böyle damdan düşer gibi! Bir kusurumuz mu oldu da…” “Yok efenim, estagfurullah… Sisin gibi iyi bir komsu basim üstünde… Maamafih, bu daireyi ve kendi oturduğum daireyi satmis bulunuyorum… Bendeniz İstanbul’a dönmek üsere kardeşlerimden davet almisim, fakat evin alicileri demektedir evi bos teslim almak isteriz yoksa istemeyis…” Evi satın alanlar, evleri boş teslim almak kaydıyla satın alacaklarını söylediklerinden kadıncağız telaşa kapılmıştı. Babam, madamın mazeretini olumlu karşıladı. Hiçbir zaman ev sahibi olamadık, ama kiraya verilen evlerin hepsi bizim sayılırdı. Madam, evimizin nakliye masraflarını da üzerine alınca, annem iki gün içinde yeni bir ev tuttu; tutulan evin kirası da daha ucuz olunca iki gün içinde taşındık. Safinaz ablaya veda bile edememiştim, ama o benim için değerliydi, çarşıda yanına gider görüşürdüm. Bahçelievler’de, köşe başındaki iki katlı bir binada, üst kattaki salon gibi geniş bir sofası olan iki odalı bir eve taşındık. Bu evin de mutfağı önünde küçük bir balkonu vardı. Binanın iki sokağa bakan dış yüzlerinde dükkanlar vardı; bana tahsis edilen odanın altındaki dükkan bir marangozhaneydi, diğerleri de bir terzihane ve bir dernek lokali. Dükkânların arkasında kalan kısımda, bizim alt katımızda da tek odalı küçük bir başka ev vardı, yaşlı bir karı koca olan Muhittin Amca ve Meryem teyze ile oğulları Mehmet oturuyordu. Binanın dışında evin giriş kapısının hemen yanında da, sanırım dükkanlara mahsus bir hela vardı. Helayı zaman zaman yoldan geçenler de kullanıyorlardı. Yeni evimize taşındığımızın hemen ertesi günü Seyitgazi’ye döndüm. Seyitgazi’ye büyükbabasının evine Ramazan bayramında gelmiş olan Mesut, bu defa, Kurban bayramında gelmemişti. Üzüldüm. Seyitgazi Atatürk İlkokulunda geçirdiğim bir yılın, Eskişehir Ziya Gökalp İlkokulunun beşinci sınıfında geçirdiğim bir yıldan farklı bir yanı olmadı. Her iki okulda da şöyle doya doya arkadaşlık yapabileceğim bir grubum olmamıştı. Sınıfımda aynı sırada oturduğumuz Kırkalı Nazmi, en iyi arkadaşımdı. En çok ondan yakınlık görüyordum. Şişmandı. Geniş, taraklı burnunun toparlak ucu bir sivilceyi andırır gibi kırmızıydı. Burnundan sümüğü hiç eksik olmuyordu, üst dudağının üstünde aşağı doğru inmeye başladıkları zaman, “hıığh!” diye, gerisin geriye burnunun içine çekerdi onları. Bizim evin bulunduğu sokakta otururlardı, okula birlikte gidip gelirdik. Koca götünü kaldırıp ağaçlara tırmanamadığı için, Şefika teyzenin ağaçlarından kendisi için bir şeyler aşırtırdı bana. İlkokuldan sonra bir daha görüşemediğim Nazmi’yi yıllar sonra askerlikte yaptığım bir kavganın cezası sivildeyken gelince sekiz günlüğüne girdiğim Eskişehir Kapalı Cezaevinde gardiyan olarak gördüm. Beni görür görmez tanıdı, ama tanımazlıktan geldi. Bir daha da yakınıma sokulmadı bile… Çolak Necati, Bulgaristan’dan Türkiye’ye ailesiyle birlikte göç ederek gelmişti. Türkçeye tam hakim değildi ve kötü bir şiveyle konuşurdu. Sınıfın haylazları iki de bir “macır, macır, götü cırcır,” türünde tekerlemelerle rahatsız ediyorlardı çocuğu. Sonunda ben müdahil oldum olaya. Aynı bahçede oturduğumuz Gül öğretmene gittim, “sınıfın haytalarını” şikayet ederek yardımcı olmasını rica ettim. O da sınıf öğretmenimize olayı aktardıktan sonra, haytalar kara tahtanın önüne dizilip avuçları açtırılarak “Bundan böyle Necati’ye sataşanlar bu dayağı gene yerler!” denildikten sonra cetvelle avuçlarına vuruldu. Necati, kendisi için yapılan bu kayırmadan mutlu halde sadistçe sırıtmaktaydı. Necati’nin hemen önündeki sırada iki tane kız çocuğu oturuyordu. Kızlar, onun yüzünden dayak yiyen arkadaşları için üzüntüden olsa gerek, “çolak şey, nolcak!” diye mırıldanmışlar. Necati ayağa fırladı, kendine has şivesiyle bağırmaya başladı: “Te be üretmenim! Üretmenim gı…Aha bu kapçın ağzlı gız, dediki, bağa, şulak şey dedi!” Ne dediğini kendisinden başka hiç kimse anlayamadı. Öğretmenimiz de anlamış gibi yaparak, “tamam, oğlum, anladım. Otur yerine!” diyerek sakinleştirdi onu. Necati, sınıftaki bu tür aşağılamaların etkisinde kalarak yaşadığı aşağılık duygusuyla derslerde çok başarılı oluyordu. Aşağılık duygusunun insanı teşvik eden, itici bir etkisi olduğunu Necati’den dolayı öğrenmiştim. Ama bunların, aşağılık duygularını aşamamaları durumunda da çevreye verebilecekleri zararların bir kaçını bizzat yaşamıştım… Okullar tatil olup da diplomamla eve döndükten sonra, bir daha Seyitgazi’ye gitmedim. Esin ablamın yanında Ersin kalmaya başlamıştı. Seyitgazi’de ablamla geçirdiğim sekiz, dokuz aylık süreçte bir defa bile Seyitgazi’ye gelmeyen annem, haftanın iki, üç günü Seyitgazi’ye gider olmuştu. Hatta babam bile bir hafta sonunda gidip gelmişti. İlkokul bittikten sonra da arkadaşlığımı sürdürdüğüm tek sınıf arkadaşım Necati’ydi. Necati’nin babası Eskişehir’de bir köfteci dükkânında işe girmişti; ailesi, okulların tatile girmesinden hemen sonra Eskişehir’e göç etmişti. Necati’de tıpkı Mesut ve benim gibi Bahçelievler mahallesinde oturuyordu. Onu Mesut ile tanıştırdıktan sonra iyi bir üçlü oluşturmuştuk. Baş oyunlarımız misket ve langırt (masa topu) idi. Misket oyununda usta olan bendim. Yüzlerce, rengarenk misketim vardı, her gün önüme döküp, her birini adeta okşarcasına sevdiğim... Masatopunda en ustamız Necati’ydi; oğlan o sakat eliyle harikalar, yaratıyordu. Langırt salonun da Necati’yi yenebilen hiç kimse, çıkmamıştı. Bir de Eskişehirspor’un maçlarını hiç kaçırmazdık. Eskişehirspor’un fırtına gibi estiği yıllardı. Paramız olmadığı için maçlara bir yolunu mutlaka bularak kaçak giriyorduk. Düz duvara tırmanma becerisine sahip cambazlar gibiydik. Kabalarımıza izlerini bırakan coplar, ellerimize batan dikenli teller fayda etmiyordu; sakatlanan kaçaklar da oluyordu sık sık… Benim ayrıca Safinaz ablam vardı ve haftanın bir iki gününde mutlaka onun yanına uğruyordum. Annemin yokluğu ve babamın işi nedeniyle epeyce başıboş kalmıştım. Günün hemen her saati, langırt salonunda geçmekteydi. Langırt oynamaya para dayanmıyordu, babalarımızın verdiği okul harçlıklarından başka, başka para kazanma yolları arıyorduk. Mesut her ne kadar gayri meşru yollara yanaşmıyordu ise de Necati onun tam tersiydi. Langırt için annesinin en çok yumurtlayan tavuğunu bile aşırıp satmıştı, hatta bir bakır güğümünü de... Bende ondan aşağı kalmıyordum. Annemin yıllardır kullandığı pirinçten bir havaneli ile tokmağı vardı, ben hurdacıya satana kadar; sonra, evimize girip çıkanlardan birinin yürüttüğüne karar verilince ben suçlanmaktan kurtulmuştum. Bakkala veresiye yazdırıp alış veriş ederdik, ay başı geldi mi de götürür borcumuzu öderdik. Yaptığımız alışverişin kaydedildiği küçük bir bloknotumuz olurdu. Aybaşı geldi mi, annem, al şunu bir hesapla derdi. Otururdum, sayfa sayfa toplardım tutarları, ama illa ki, bir on, onbeş lira fazla çıkartırdım rakamları. Annem topladığım rakam kadar parayı yolladığında fazla olan bakiyeyi cebime indirir, kalan bakiyeyi de bakkal Ahmet’e teslim ederdim. Benim de aybaşından aybaşına aldığım bir maaş gibiydi bu para. Doya doya langırt oynardık birkaç gün. Mahallemizin ekmek fırınının bir uygulaması vardı, yüzlük fiş koçanları veriyordu müşterilerine, fiş parasını da veresiye yazıyordu. Mahallelinin başka başka yerlerden ekmek almalarını engelleyip hepsini kendisinden ekmek almaya alıştırmak için akıllıca bir uygulamaydı. Maaşla çalışan babamda bu aylık fişlerden alıyor, evimizin ekmek ihtiyacını bu fişlerle karşılıyorduk. Necati’nin babası ise evin ekmek ihtiyacı için nakit para kullanırdı. Ekmek alması için fırına yollanan Necati, önce bana gelir, ben bizim evin ekmek fişlerinden tırtıklayıp Necati’lerin evine fişle ekmek alırdım. Necati’ye verilen nakit para ile de… (bilin bakalım ne yapardım?) Yaptığım şu idi: Garip babamın iki yakasını bir araya getirmemek için üstüme düşen ihanetleri! Sokakta, kapımızın önünde tek başıma misketlerimle oynuyordum. O arada bir bohçacı kadın gelip acele ederek helâya girdi; kadıncağız çok sıkışmış olmalıydı. Helâ kapısına doğru yuvarlanan bir misketimi almak için eğildiğimde, gözlerim helâ kapısının altındaki aralıktan içeri doğru kaydı. Helâya giren kadının, aslında bir erkek olduğunu görerek, misketlerimi bile toparlayamadan, korkuyla evden içeri kaçtım. Görüleni, görme şeklinin suçluluğunda anneme bir şey söyleyemeyerek, hemen evin mutfağına koşturdum. Mutfak penceresinden helâ kapısını ve misketlerimi gözetlemeye başladım. Benim için misketlerim altın değerindeydi. Sokaktan geçen bir çocuğun, onları fark edip toplamasını istemiyordum. Ne çare ki, oradan geçmekte olan daha ilk çocuk, onları fark ederek, toplamak istedi. Hemen mutfak penceresini açtım, çocuğa, “hişt! Bırak len onları! Onlar benim!” diye seslendim. Çocuk bir anlık tereddütten sonra geçip gitti. Bohçacı adam heladan çıktıktan sonra gider gitmez aşağıya koşturup misketlerimi toplayacaktım. Ne var ki, helâdaki bir türlü çıkmak bilmemekteydi. Bekle babam bekle! Sokaktan geçen bir diğer çocuk daha misketlerimi toplamaya niyetlendi. Baktım, langırt salonundan tanıdığım birisiydi, adını da biliyordum. Hemen camı açıp seslendim: “Hişt, Nezih! Siktir ol git len, misketler benim!” Oğlan, sert tavrım karşısında, korkarak oradan uzaklaştı. Heladaki, nihayet dışarı çıktı. Çıkar çıkmaz da çığırtkanlığa başladı. “Çarşafçı geldi, hanım!” Sesinde erkekliği çağrıştıran hiçbir tonlama yoktu; hatta benim diyen kadınlardan daha kadınımsıydı. Bizim dış kapıya yanaşıp tokatladı. “Bohçacı-ı!” Bohçacı bir an üzerine bastığı bir misketi hissederek yere bakınca, yerdeki cicili bicili misketlerimin üzerine eğile eğile toparladı onları, bir güzel çantasına sokuşturdu. Gıkım çıkmadı tabii ki! Başında beyaz bir yemeni iki yanağını kapattıktan sonra uçları omuzlardan sarkıtılmış, altında kahverengi tonlarda bluz ve şalvar suya hasret gibi kayışlaşmıştı adeta; kim örtü, çarşaf alırdı ki böyle pis bir satıcıdan. Benim annem alırdı. Annem onun seslenmesini işiterek mutfağa geldi, beni pencere önünden çekiştirip içeri doğru savurduktan sonra pencereyi açıp baktı. Hemen karşı hamleyle ben de sokuldum, maksadım bohçacıyı evin içine sokmasına engel olmak, ama bunun için de onun kadın olmadığını bir şekilde anneme söylemek gerek. Annemin soracağı kesin olan, nereden biliyorsun, sorusunun cevabı oluverse, hemen söyleyeceğim, ama… Bohçacı onun baktığını görerek, “bohçacı geldi, hanım! Bakmak ister misin?” diye sordu. Annemin belli ki, almak istediği bir şey vardı. Sordu: “İğne oyan var mı, iğne oyan?” Bohçacı kadın, şey, yani, adam, gelmiş olduğu istikameti göstererek, “az ötede, minibüste, envaye çeşidi var hanımcım. Alacaksan, şoföre edeyim bi işaret, getiriversin,” deyince; Annem, “Parasında anlaşırsak, beğenirsem alırım tabii, ayol! Almayacak olsam, var mı diye niye sorayım ki?” diye çıkıştı. “İyi madem,” diyerek, bohçacı, yakınlarda olduğu anlaşılan minibüsünün şoförüne yolun ortalarına kadar hareketlenerek işaret vermeye başladı. Eyvah ki, ne eyvah! Herif girecek eve… Çaresizce, hayal gücümü konuşturdum. “Anneciğim, sakın sokma onu eve!” “Nedenmiş o?” “Şey, valla, gastede okudum dün. Sapık erkekler varmış bi çok, bohçacı karı kılığına girerek, girdikleri evlerde, evdekileri bağlayıp, kadınların kollarından bileziklerini alıyorlarmış.” “Git len başımdan, palavracı!” “Vallaha palavra değil. İnanmazsan gasteyi bulup getireyim de, göstereyim sana da…” “Tamam, git, getir, göster!” Duvara tosladık. Öyle bir gazete nereden bulurum ben şimdi? Biraz daha abartarak ikna edebilir miydim ki annemi? “Ya, bi de benim sözümü dinlesen, ölür müsün? Hem, gastede yazan bişi da vardı. Bohçacı adamlar, girdikleri evde karıların ırzına da geçiyolarmış…” Annemin pek hoşuna gitti bu, tiz bir kahkaha savurdu. Tabii ki, olacak olan değil, benim abartmam; yanlış anlaşılmasın sakın! Sonra toparladı kendini, beni bir kez daha itekleyerek içeri doğru savurdu. “Hadi bakim, hadi; çık, git, ayak altında dolanma sen!” “İyi be! Ne halin varsa gör! Kolundaki bileziği aldıkları vakit görürsün,” diye söylenerek alt kata indim. Alt katta, arsanın önemli bir kısmını dışarıdaki dükkanlar işgal ettiğinden, geri kalan kullanım alanındaki evin hemen önünde üst kat merdivenlerinin olduğu bir hol vardı. Hemen merdiven altına dalıp, oradaki eski bir dolabın ardına gizlendim. Az sonra, bohçacının, anneme laf yetiştirerek evin üst katına çıktığını duydum; görmek için gizlendiğim yerden başımı çıkartmaya cesaret edemiyordum. Yok, çıkanların iki kişi olduğu belli oluyordu tahta merdivenlerin tıpırtısından; bohçacı, minibüsünün şoförünü de sokuyordu eve anlaşılan. Bir ihtimal, minibüsten indirttiği bohçaları taşıtıyordu adama. Üst kattaki oturma odasına doluştular. Gizlendiğim yerden ayaklanıp yukardan gelen seslere kulak verdim. “Kızıma çeyiz diye alacağım, ama söylediğiniz fiyata almam vallahi!” Bu annemin sesiydi. “Dört yüz ver madem!” Bu da, bohçacı kadının (pardon, adamın) sesiydi. “Yüze bırakın da alayım!” Sinirli bir erkek sesi, öfkeyle, “sen dalga mı geçiyorsun bizimle kadın!” diye bağırdı. O da minibüs şoförünün sesi olsa gerek. Bir tokat sesi. “Şırrak!” Bu da annemin yediği tokatın sesi; çünkü, “neden vuruyorsun hayvan herif! Ne yapıyorsunuz siz, bırakın beni, bırakın!” diyerek haykıran da annemdi. Annem mi? Eyvah, adamlar annemi dövüyorlar. Ben, ben ne yapabilirim ki! Az sonra beni de bulur, öldürürdü bunlar. Eyvah ki, eyvah! Merdiven altından sıyrıldım, sessizce sokağa çıktım. Minibüste ki direksiyonun başında kalın bıyıklı bir adam oturmaktaydı. Demek ki, eve giren minibüsün şoförü değilmiş… Adama görünmeden köşeden dönmeyi başardım. Dükkanlardan bir tek terzi açık, onun da sahibi dilsiz Sami amca. Çaresiz ona koşturdum, işaretlerle annemin başına gelenleri anlatmaya çalışıyordum, ama o annemin bir şey istediğini filan sanıyor olmalı ki, yok, yok, diyerek el kol hareketleri yapıyordu. Aklıma karakola gitmek düştü birden. Hemen üç, dört yüz metre mesafede ki karakola bir solukta ulaştım. Karşıma çıkan ilk resmi kılıklı memura, “Amca, çabuk, bohçacı adamlar annemi dövüyor, çabuk!” diye, bağıra bağıra olanları anlatmak için uğraştım ya, dinleyen kim. “Ne bohçacı adamıymış o evladım? Bohçacı dediğin karı olur!” “Yahu polis amca, vallahi adam!” “Otur, otur şöyle bakim de, doğru dürüst anlat şunu!” Çaresiz oturdum. Korku içinde, “annem bohçacıdan bişi alacaktı, eve çağırdı, geldiler, sonra bağırdılar, sonra dövmeye başladılar,” diye diye noktasız virgülsüz bir sürü şey anlattıktan sonra ikna ettim. Bu defa da evin adresini sorup, bir kağıda yazma merasimi gelip geçti. Onbeş Dakika… Buraya gelişimden itibaren geçen vakit. Annemi dayaktan öldürmedilerse bile, sıradan geçirmişlerdi her halde. “Haydisene polis amca kurtarın annemi!” Bu çığlığım vazifesini hatırlatmış oldu polis memuruna ya, yetkili birisi değilmiş ki! “Gel benimle!” diyerek, peşi sıra sürükleyerek baş komiserin odasına götürdü beni. Asker işi bir tekmil verdi. Elindeki adres yazılı kağıdı uzatıp, “Bu çocuk, şu adresteki evlerinde iki bohçacının annesine gasp ettiklerini bildirmiştir, amirim!” Baş komiser bilinçli adam çıktı. Telaşla ayaklanıp, polis memurunun elindeki adres yazılı kağıdı kapıp, minibüsü getirmelerini emretti. Bana da, “sen burada oturup bizim dönmemizi bekle evladım,” diye tembihte bulundu. O hızla polis minibüsüne doluşup harekete geçtiler. Karakolda kalan bir iki polis memuru tepeme yığılmışlar, baş komiser dönene kadar olanları anlattırıyorlardı. Nihayet minibüs içinden tutukladıkları üç bohçacı ile birlikte inerek geldiler. “Annem? Annem ne oldu komiser amca?” diyerek önlerine fırladım. Baş komiser, “Annen iyi,” dedi. “Merak etme, bir şeyi yok. Hastaneye yolladım, birazdan gelecekler.” Doğruca baş komiser odasına doluştular. Ben de daldım içeriye. Baş komiser, “Sen çık dışarı oğlum! Dışarıda bekle!” diye azarladı beni. Baş komisere, “Bu bohçacı adam benim misketlerimi aldıydı, çantasından alıp verebilir misiniz?” diye sordum. Baş komiser, bohçacı adama okkalı bir küfür savurduktan sonra, “ver ulan çocuğun misketlerini! Çabuk!” diye bağırdı. Adam çantasındaki misketlerimi eksiksiz, avucuma doldurmaya başladı. * Sahte bohçacı çetesiyle yaşanan olaydan sonra annem evde duramaz oldu, korkuyordu. Seyitgazi’ye, Ersin için gidip birkaç gün kalıp dönerken, artık gitti mi gelmeyi bilmez oldu. Bir hafta, iki hafta… Zavallı babacığımla perişan olmuştuk. Evde yalnız olduğum bir gün avluya kara çarşaflı, peçeli iki kadın girip doğruca bizim kapıya gelerek yumruklamaya başladılar. “Hu!... Komşu!” Sahte bohçacı korkusu sardı her yanımı, bacaklarım titremeye başladı. Hiç ses çıkarmadan çalıp çalıp gitmelerini bekledim. Onlar da zaten tıklattıkları kapıyı açan olmayınca geldikleri gibi gittiler. Babam geldiğinde, “ açmadığın iyi olmuş,” dedi. * Arada sırada, genelde canımı sıkan bir sorunum olduğunda Safinaz ablanın çalıyordum kapısını, girip, dertleşiyordum onunla. Bana verdiği nasihatleri harfiyen tutuyordum. Onun söylediği her şeyin üzerimde garip bir etkisi oluyordu. Bana, “Asıl olan öbür dünyada değil, bu dünyada yaşamaya ne kadar layık olduğundur. Bu dünyada yaşamaya layık olduğun vakit, öte tarafa cennetin kapısından girersin,” diyerek anlattıklarını hala kulağımda küpe olarak taşırım. “Her gece yattığında, önce kendi nefsini bir sorgula, sen kendi vicdanını huzurlu hissettiğin zaman, huzurlu olursun. Bunun için, o gün ne kadar çalıştığını tart. Ogün neler yaşadıysan, hepsini teker teker gözlerinin önüne getir. Kime iyilik yaptın, kime kötü davrandın, hatırla. Bu şekilde, tespit ettiğin kötü davranışları hayatından kov gitsin ve ertesi gün daha iyi bir insan olmaya karar ver.” Şimdi de onunla dertleşmek istiyordum, ne var ki, bu saatlerde evde olmadığından, bu mümkün değildi. Şimdi Adalar’da olsa gerekti. Ben oraya gitsem… “Neden olmasın?” Onun yanına gitmeyi kararlaştırdıktan sonra, şöyle böyle altı, yedi kilometre tutan yolu yürümeye başladım. Ne zaman çarşıya gitsem yürüyordum bu mesafeyi, alışığım yani… Adalar denilen yer Porsuk Çayının kıyısı boyunca uzanan bir yolun/sokağın adı; yoksa öyle ada, yarımada ile filan alakası yok. Eskişehir halkı o yol boyunca yürüyerek gezinmeyi, su kenarındaki banklarda oturarak dinlenmeyi, yol kenarındaki lunaparkta, lokantalarda, pastanelerde, çay bahçelerinde, yazlık sinemalarda, müzikli barlarda eğlenmeyi seviyorlardı. Her zaman kalabalık olan yolda özellikle yaz akşamlarında iğne atsan yere düşmezdi. Demiryolu geçidinden geçerek Kanatlı Un Fabrikası yanına geldim. Orada, tam köşe başında bir polis kulübesi vardı. Onun yanından döndüm mü, Porsuk çayının üstündeki yaya köprüsünü geçerek Adalara ulaşacaktım. Polis kulübesi boştu; zaten, buradan ne zaman geçmiş olsam boş görüyordum. Polis kulübesinin yanına ulaştığımda, içinde gene kimsenin olmadığını gördüm. Fakat, kulübenin altındaki boşluktan ayaklarıma doğru bir su akıp, küçük bir gölet oluşturmaya başladı. İlgimi çekti bu durum. İçerde bir musluk mu vardı acaba? Musluk açık mı unutulmuştu, ya da bozuktu da akıntı mı yapıyordu acaba? Bu ‘acaba’lı soruların merakı yoğunlaştıran bir cazibesi oluyordu. Merakımı yenemeyerek, kafamı kulübenin penceresine uzatıp içeriye baktım. İçerde babamın yaşlarında, kravatlı bir adam çömelmiş, oturmaktaydı. Biraz dikkatle bakınca, adamın pantolonunu dizlerinin üzerine sıyırmış, abdestini yaptığını fark ettim. O da beni fark ederek, “siktir ol git ulan!” diye bağırdı. Korkarak kaçıp, uzaklaştım. Safinaz ablanın yanına ulaşıp da bu olayı anlattığımda, “Adam, dayanamayacağı kadar sıkışınca, çareyi öyle yapmakta bulmuştur,” dedi bana. “Çevreden geçenler görmesin diye de işini çömelerek görmüştür.” Kendisinin de benzeri bir sıkıntıyı yaşadığını anlatmaya başladı: ─ İstanbul İstiklal caddesi üzerindeki bir köftecide karnımı doyurmuştum. Köfteler hararet yapmış, dilim damağım kurumaya başladı. Cadde üstündeki sokak kafelerinden birine oturup, küçük pet şişeyle bir su ısmarladım. Sonra suyu bir dikişte içip bitirdim. Suyun da katkısıyla küçük su dökeceğim geldi. Hemen kalktım, garsona, küçük su ihtiyacımı giderebileceğim bir yer sordum. Garson da, taksim meydanının orada ki umumi helayı tarif etti. “Fransız konsolosluğunun orada var ya…” diyerek. Tarif edilen yerdeki umumi helanın yolunu tuttum. Sokağa girip helânın önüne geldiğimde gördüğüm manzara nedeniyle küçük bir şok geçirdim. Üstünde kocaman “W.C.” yazısı görünen helâların kapısında çaprazlama iki tahta çakılmıştı. Kasıklarımdaki sıkışıklık kendini iyice belli etmeye başladı. Biraz daha acele hareketlerle İstiklal caddesine yöneldim. Kendi kendime konuşarak, “Şu aşşa tarafta, Galatasaray’ın orada bir umum helâ vardı. Oraya yetiştireyim…” diyerek adımlarımı açtım. İstiklal caddesinden aşağı gelerek Galatasaray meydanında tuvaletlerin var olduğunu sandığım yere geldim. Ne var ki, tuvaletleri var sandığım yerde genel helâlar istimlâk edilip yıkılarak yok edilmişti. İyice kızarıp bozarmaya başlamıştım. “Hay Allah!...” Ellerimle kasıklarımı tutarak oradan uzaklaştım, ama nereye gideceğimi, ne yapacağını bilemez haldeydim. Yolda, karşıdan gelmekte olan orta yaşlı bir adamın önüne çıktım. “Affedersiniz, buralarda bildiğiniz yerde… helâ var mı?” diye sordum. “Var… Karaköy’de, tünel girişinde var. Hatta Galata köprüsünün altında da var,” “Aman abi, ne yapıyorsun! Oraya kadar yetiştiremem ki… Buralarda diyorum, var mı diye…” Adam, “Ben buraları bilmem kardeşim. Bizim muhitimiz oralar,” diye cevap verdikten sonra yürüdü gitti. Adama bozularak oradan uzaklaştım. İki büklüm kıvranmaya başlamıştım. Bir işhanı içine daldım. İş hanından girerek sağa sola koşturup bakındım, helâyı andıran bir görüntü göremeyerek asansöre koşturup bindim, asansörü üst katta durdurdum, indim. Hemen bir helâ aramaya koyuldum. Karşıma çıkan bir helâya koşturdum, ama bulduğum helânın kapısı kilitliydi. Zorladımsa da açamadım. Oradan geçen çay ocağı askıcısına seslendim. “Kardeş!” Genç çocuk geldi. “Yahu bu helânın kapısı neden kilitli? Biliyor musun, sen?” diye sordum. Çaycı Çocuk, “Biliyorum,” dedi. “Biliyorsan söylesene yahu!” Çaycı Çocuk, yarışma tripleriyle, dalga geçmekteydi, “Söylüyorum: Burada her yazıhanede helânın anahtarı var. Helâlık işi gelenler, gelip açıyor, giriyor, işini görüyor, çıkıyor, kapıyı kilitliyor, yazıhanesine dönüyor, helânın anahtarını yazıhanedeki masasının çekmecesine koyuyor…” Kasıklarımdaki sancıdan iki büklüm ne yapacağımı bilemez halde, “Yahu, bir anahtar getir de çişimi yapıvereyim…” diye dil dökmeye başladım. Çaycı Çocuk, “Olmaz,” dedi. “Dışardan gelenlere yasak…” Beddualar ederek merdivenleri koşarak indikten sonra iş hanından çıkıp gittim. Dayanma gücüm kalmamıştı. Çişimi salıvermek üzereydim. Tam da önünden geçtiğim bir karanlık apartmanın kapısının açık olduğunu görüp, girdim. Az sonra apartmanın dış kapısının altından dışarıya doğru bir suşeridi uzanıp akmaya başladı. Suşeridi kıvrıla kıvrıla kaldırıma uzandı, oradan da caddeye indi… Ben de yüzümde büyük bir huzur ve rahatlama ile apartmandan çıkıp etrafa şöyle bir bakınıp yaptığımın anlaşılmadığını görerek uzaklaşıp gittim. ─ O anlattıkça gülme krizleri içinde gülmekteydim. Adalardaki geziciler garipseyerek bize bakıyordu. Safinaz abla, bize merakla bakanlara sesleniyordu: “Şam işi, şamdan işi, ister erkek, ister dişi, herkesin gelir çişi...Var mı şambaba tatlısı yiyen!" * Nihayet ortaokulun birinci sınıfına başlayacaktım. Önlük devri kapanıyordu; artık lacivert ceketimin altında kravat, gömlek ve başımın üstünde şapkamla gidip gelecektim okula. Tıpkı subaylarınki gibi siperlikli, sarı şeritli bir şapka alınmıştı, onu kafamda taşımak müthiş bir duyguydu. Kıyafetlerimi giyindiğim o ilk gün, annemin küçük kırık aynası elimde, saatlerdir vücudumun her tarafına tuta tuta baktığım yerdeki görüntümü gözden geçiriyordum. Aynayı arada bir suratıma yönlendirdiğim zaman da, onun mutlulukla sırıttığını görüyordum. Ayağımda gıcırtılı Sümerbank iskarpinleri, sırtımda lacivert takım, kafamda sarı şertli şapka… Paşa gibi hissediyordum kendimi. Adımlarım, “rap, rap” asker adımları gibi gidiyordu. Safinaz abla, “doktor ol sen,” dediğinde, “ben ressam olacağım,” demiştim. O, “insan hem doktor olup, hem resim yapabilir,” diyerek beni ikna edince içimden pek gelmemesine rağmen onun hatırı için doktor olmayı kabul etmiştim. Ama şimdi, subay olmayı çok istiyordum. “Safinaz ablaya sorarım, tamam madem ki, subay ol, derse doktorluğu bırakıp subay olmaya karar veririm.” Yıldızlı, madalyonlu bir subay olurdum, ne güzel… Bir sürü madalyam olurdu. Antikacı dükkânında İstiklal Madalyaları, Kore Madalyaları satıldığını görmüştüm bir sürü, gider alırdım onlardan, göğsümü tıka basa madalyayla donatırdım. Okulun avlusunda toplanan öğrencileri değil, kafalarındaki şapkaları görebiliyordum bir tek, avlu sanki bir şapka tarlası. Kimisi kulakların üstüne kadar geçirilmiş, kimisi öylesine eğreti, uçtu uçacak. Arada birbirinin şapkalarını kapıp sıpıtan haylaz oğlanlar da vardı; birisi de gelip benimkini kapıp sıpıtır diye korkuya kapılarak sık sık elimi başıma götürüyordum. İlk ders Türkçe. Öğretmen, aile büyüklerinizden birinin biyografik öyküsünü yazın, demişti. Dakika bir, gol bir. Daha ilk derste istenecek şey miydi bu Allah aşkına? Yazmaya başlamıştım: "Annemin bir abisi, bir kız kardeşi ve bir de annesi varmış. Birbirleriyle hiçbir ilişkileri yokmuş. Onlarınki tam bir aile dramıymış. Dedem, yani anneannemin kocası bir Kurtuluş Savaşı gazisiymiş. Eskişehir’e yirmi kilometre kadar mesafede bulunan Eğriöz köyünde yaşarken, adam vefat etmiş. Anneannemi kandırmışlar, özürlü iki evladı olan kabzımalın biriyle evlendirmişler. Kabzımal, evlatlarına sahip çıkarım diyerek nikahına aldığı anneanneme kendi özürlü evlatlarına baktırmış, ama anneannemin kendi evlatlarını da ne yapıp edip darmaduman etmiş. Önce, henüz iki yaşlarındaki teyzemi, hiç evlatları olmayan bir kabzımal arkadaşına evlatlık verdirmiş. Sonra, yıldızları hiç barışmayan on beş yaşlarındaki abinin evi kendiliğinden terk etmesinin zeminini hazırlamış. Daha sonra yedi yaşındaki annemi, zengince bir ailenin evine “besleme” olarak vermiş. Annem, verildiği evdeki zulümlere on iki yaşına kadar katlanabilmiş; sonra o evden kaçarak annesine sığınmak istemiş. Bu defa da üvey babanın zulümlerine direnmek zorunda kalmış. Bir hamamda çalışarak kendi hayatını kuran abisine sığınmak istemiş, yüz bulamamış, sokaklarda kalmış. Emniyet mensuplarının müdahalesi ile tekrar annesinin yanına dönmek zorunda kalmış. Babaannem, annemin bu hikayesini duyduktan sonra henüz on üç yaşındaki annemi, yeni öğretmen çıkan oğluna almış. Uzun lafın kısası, üç kardeş, anneanne ile ve birbirleriyle hiç, ama hiç görüşmeden büyümüşler. Büyüyüp kendi yuvalarını kurarak çoluk çocuğa karıştıktan sonra, kırk yılda bir görüştüklerini ben biliyordum. Ama dediğim gibi kırk yılda bir…" Yazımı burada bitirip öğretmene teslim ettim. Sanıyordum ki, not verecek yazdıklarımıza, ama hiç bir zaman verilmedi öyle bir not. O halde niçin istendi o yazılar ki... Aman, boşver... Anneannemin öyküsü ilginç köşe başları olan bir hayattı... Anneannemin kabzımal kocası, belki de üç üvey evladına ettiklerinin vebalini ödeyerek acılar içinde ölüp gitmişti. Adamın şeytanlıktan başka hiçbir şeye çalışmayan zihniyetine bakın: Öleceğini anlayınca işlerini ve oturdukları evi, anneanneme kalmasın diyerek kendi kız kardeşinin üstüne yapmıştı. Mahkeme kapılarında yıllarca sürünerek bu işlemi iptal ettirmek için uğraşan annem olmuştu. İnanılması zor, ama gerçek, biz torunların da şimdilerde avukatın birisinde birer vekaletnamesi var ve sanırım mahkemeler sürmekte… O bunu yaptıktan sonra anneannem de iki özürlü çocuğa bakmaz elbette… Toplamış pılı pırtısını, köyüne, Eğriöz’e dönüp, orada yerleşmişti. Bir hafta kadar sonra Türkçe öğretmenim beni yanına çağırdı. "Kuvvetli bir kalemin var. Yazım kurallarına uyum fevkalade... Miş’li geçmiş zaman kullanarak değil de, di’li geçmiş zaman kullanarak yazsaydın, daha iyi olurdu. Aferin oğlum, " dedi. "Sen iyi bir yazar olabilirsin..." İnsanı sırf bu kadarcık bir teşvik, nasıl da yönlendiriyordu. O andan sonra ben, hiç, ama hiç yazım kurallarıyla uyumsuz, kötü bir yazı yazamadım. Hep bu Türkçe öğretmenimin yüzünden... Oysa ne çok isterdim çala kalem yazmayı... Bahçelievler mahallesindeki eve taşındıktan bir yıl kadar sonra, evimize yaşlı bir kadın getirdiler. İlla da, beni kızımın evine götürün, diye tutturmuş da onun için getirmek zorunda kalmışlar. Annem her ne kadar iyi karşılamış olsa da, buz gibi soğuktu kadına karşı. Benim odama bir döşek yayıp yatırdılar hemen. Sürekli öksürüğü vardı. Öksürdükçe göğüs kafesinden fokurtular duyuluyordu. Öyle bir hastalık (sulu zatürcemp) sekiz on yaşında çocuk gibi küçücük bırakmıştı bedenini, her yanındaki adaleler eriyip yok olmuştu. Bana, “Bu senin anneannen,” dediler. “Öp elini!” İçimden gelmiyordu öpmek, gene de ayıp olmasın diye uzanıp tuttuğum kuru, damarlı eli öpüp alnıma değdirdim. O ise beni tutup kavrayarak çekip bağrına bastı. “Torunum…” diyerek koklaya koklaya öpmeye başladı. Koca aşıklısı kadın kocasının iki özürlü çocuğuna sahip çıktığı kadar kendi öz evlatlarına sahip çıkmamıştı ya, onun için zerre kadar sevgi yoktu yüreğimde ona karşı. Elinden kurtulup kendimi çekmeye çabaladıkça o daha çok zapt ediyordu beni. Kadıncağızla ilk ve son temasımız o oldu. Aynı gece öldü… Hamamda çalışan dayım, üvey babanın mirasıyla zengin olan kibirli teyzem ve annem, annelerinin cenazesi başında buz gibi soğuk suratlarıyla cenazenin bir an öce kaldırılması için bekliyorlardı. Cenaze, öğle namazından hemen sonra, yangından mal kaçırır gibi defnedildi. Bir daha, hiç kimse, ama hiç kimse o mezarlığın başına dikilip bir Fatiha okumadı. Yıllar sonra, Eskişehir Büyükşehir Belediyesi, o mezarlığı yeşil alana çevirerek park yaptı. Mezarlıktaki ölülerine sahip çıkanlar, mezarlıkları yeni mezarlığa naklettirdi; sahipsiz mezarlıklar çimlerle örtüldü. Çimler altında unutulan anneannenin hakkı olduğu ileri sürülerek peşine düşülen miras davasının ise unutulacağı yoktu. Ölüm hak, miras helaldi... * Evden içeri girdiğimde annemi akşama bir akrabamızı ziyarete gitmek üzere hazırlanırken buldum. Bir amcam varmış, adı: Nail… Nail Amca, babamın küçük kardeşiymiş, bilmiyordum. Zengin bir adammış, fabrikası, dükkanları filan varmış. On iki yaşıma kadar bir amcanın varlığından haberdar olmamamın nedenini sorgulamaya başladım. “Nail Amcam ile niçin gidip gelmiyorduk anne?” “Kendini beğenmişin teki de ondan.” “Olsun, varsın, kendisini beğenmesi bir suç değil ki! İnsan kedini beğenmezse çatlarmış…” “Onunki öyle değil. Bize mesafeli davranıp, gidip gelmek istemiyordu.” “Şimdi niye gidiyorsunuz madem?” “Babanla aralarında bir miras meselesi varmış, baban onu konuşacak…” Annem miras meselesinin ne olduğunu söylemedi. “Ben de pek bilmiyorum, en iyisi karışmayalım biz,” diyerek susturdu beni. “İstersen bizimle sen de gel, amcanı bir tanımış olursun.” Bu öneriyle heyecanlandım. “Tamam, gelirim!” Miras meselesinin babaannemden kalan bir evle ilgili olduğunu daha sonra öğrendim. Babam öğretmen olup, tayin olarak gittiğinde bu amcam evi satıp sermaye yapması için babamdan izin istemiş. “Senin payını da, işimi kurup, para kazanmaya başladıktan sonra öderim,” demiş. Sırtını devlet babasına dayayıp maaşıyla geçinip istikbal kaygısı çekmeyen babam da, olur, demiş tabii ki! Ne diyecekti? Neticede biricik kardeşinin istikbaliydi söz konusu olan… İşte bu akşamki ziyaretin sebebi, şimdiye kadar beş kuruş ödememiş olan Nail Amcaya, “borcunu öde!” demek içindi. Gittiğimiz ev, Eskişehir’in en seçin semtindeydi, geniş ve lüks bir apartman dairesiydi. Kapıyı çalıp da karşılarına dikildiğimizde, bizi öylesine iyi karşılmışlardı ki, gudubetliğin onlarda değil, bizimkilerde olduğuna karar verdim. Öyle ya, böylesine güleç yüzlü, sıcak kanlı insanlar nasıl kendini beğenmiş olabilirdi ki? Babam, upuzun bir hoş sohbetten sonra, sanırım saadete gelmek maksadıyla, “e-e? İşler nasıl kardeşim?” diye sordu. Lafı parasal alışverişe getireceğini ben bile anlamıştım ki, küçük bir soba atölyesinden fabrikatörlüğe terfi etmiş cin bir sanayici nasıl anlamasın? Nail Amcanın güleç yüzünde, birden bire derin çizgiler ortaya çıkmış ve gözlerini hüzün doldurmuştu. “Ah, abiciğim ah!” diye başladı söze. “Ne sen sor, ne ben söyleyeyim.” Babamla annemin, amcamdaki hüzün rüzgarından hemen etkilendiklerini fark ettim. Babam, “yapma ya… çıh, çıh, çıh…” çekerek Nail Amcanı haline acıdığını belli ediyordu. Nail Amca, “battım ben abi, battım!” diye inlemeye devam ediyordu. Annem gözlerini, “bu ne biçim batmaksa,” diye düşünerek pahalı kristal avizelerde, ceviz oymalı vitrindeki altın yaldızlı porselen yemek takımlarında dolaştırmaya başlamıştı. Nail Amca ajitasyonu sürdürüyordu. “Ya yarın, ya öbür gün vuracağım kapısına kilidi fabrikanın… Aslında çoktan vuracaktım ya, üç yüz işçiyi sokağa dökmeyeyim dedim, sabrettim. Tabii sabretmek işleri yürütmüyor. Girdim banka kredilerine, gırtlağa kadar. Fabrika, ev, dükkan, ne varsa her şey ipotekte… İşçiler de zam istemekte, yoksa greve çıkacağız diye tehdit etmekte… Battım ben, battım!” Babam, onun durumuna acıdığını, “tuh, tuh, tuh!” çekerek belli edince; Nail Amca, finallik lakırdısını edivermişti. “Siz gurbette tasarruf edebildiniz mi abiciğim? Para durumun nasıl? Kardeşine bir iki milyar yardım edebilir misin?” Zavallı babacığım alacaklarını istemekten çoktan vazgeçmiş, biricik kardeşinin şu sıkıntılı durumuna bir destek verememenin ezikliği içinde kıvranıyordu. “Keşke olsa da versem, ama yok ki… Önümüz bayram, Allah seni inandırsın şu evladıma bir palto bile alamıyorum. Koca kışı üstündeki ceketle geçiriyor.” Bu defa Nail Amca da babama üzüldüğünü “tuh, tuh, tuh!” çekerek belli etmişti. “ Desen ya halimiz harap…” Sonra birden neşeleniverdi yeniden. “Neyse yahu, bırakalım kederleri, neşelenelim azıcık… E,e? Senin emeklilik ne zaman bakalım?” “Nasip olursa iki yıla bırakmam…” “Çok iyi… Emeklilik ikramiyeni ne yapacaksın. Var mı bir planın?” * Sabah uyandığımda Nail Amcamın eşi Ayşe yengeyi annemle oturmuşlar sohbet ederken buldum. Kalktığımı görünce, “Hah,” dedi; “kalktın mı?” Amcamın talimatıyla bana bayramlık kıyafetler almak için gelmiş. Gurur yapıp istemediğimi söyledim, ama beni bir kenara çeken annemin, amcana karşı ayıp olur türündeki müdahaleleri üzerine çaresizlikle kadının peşine takıldım. Beni Bayat pazarındaki bir mağazaya götürdü. Bu mağazada ünlü bir tekstil fabrikasının (Sarar) özürlü mamulleri oldukça ucuz fiyatlarla satılıyordu. Mağazaya girdiğimizde, “hoş geldiniz Ayşe hanımefendi,” diye karşılanan yenge hanımın burasıyla daha önce de alışveriş yapmış olduğu anlaşılıyordu. O an, kendilerinin de buradan giyinen cimriler olduklarını düşündüm ise de, -Allah günahımı affetsin- çok sonraları, birileri tarafından, amcamın ve hanımının pek çok fakir fukarayı giyindirerek hayır işlemekten hoşlanan iyi insanlar oldukları söylenince, mağaza çalışanları tarafından gösterilen itibarın gerçek nedenini de öğrenmiş olmuştum. Kadıncağız o gün bana aldığı diğer kıyafetlerin yanı sıra, çok moda olan bir palto da almıştı. Mağazadan ayrılırken palto sırtımdaydı. Diğer kıyafetlerin içinde olduğu çantayı elimde taşıyarak evin yolunu tuttum. Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır, derler ya, doğru; öyle bir hava vardı dışarıda. Yağmakta olan karın altında, yeni paltomun ne güzel, sıcacık tuttuğunu düşünüyordum. Cadde boyunca on dakika kadar yürümüştüm ki, karşımdan gelmekte olan bir adam gördüm. Adamın yırtık pırtık kılığı içinde, üşüdüğü tir tir titremesinden belli oluyordu; tam yanıma ulaştığı an, hiçbir şey düşünmeden, planlamadan tuttum adamın kolunu, “bir dakika amca,” diyerek sırtımdaki paltoyu çıkartıp, “giy şu paltoyu bakalım, sırtına göre mi,” diyerek adama uzattım. Adam şaşkınlıkla aldı paltoyu, sırtına geçirdi. Allah biliyor ya, palto, adeta onun için dikilmiş gibiydi. “Senin olsun amca,” diyerek arkama bile bakmadan hızla uzaklaştım oradan. Adamın arkamdan şaşkınlıkla bakakaldığını hissediyordum. Eve vardığımda, herkes ağız birliğine varmışçasına, “paltonu ne yaptın?” diye sormaya başlamıştı. “Çaldırdım.” “Çaldırdın mı? Nerede?” “Arkadaşlarla otururken, bir kenarda duruyordu. Sonra bir baktım ki…” En çok babam üzülmüştü paltomun çalınışına; üzüntüsünün sebebi ise, birkaç gün sonra, bayramda el öpmek için gittiğimizde amcam ile hanımının paltoma ne olduğunu sorduklarında, çaldırdığımdan çok, satmak gibi, daha kötü şeylere yorumlayabilecekleri ihtimalinden dolayıydı. Zavallı babacığım, “kalk, gidiyoruz,” diye ayaklanarak beni paltoyu aldığımız Bayat pazarına götürdü. “Yengenin sana aldığı paltonun tıpkısını alacağız.” Bayat pazarı sokağına girdikten sonra, on, onbeş adım ya yürüdük, ya yürümedik ki, ne göreyim! Birkaç saat önce, üşümesine üzüldüğüm için paltoyu hediye ettiğim adam, paltoyu elinde sallaya sallaya, “Bu palto, has palto… Beyim, bulamazsınız bunun gibisini… Saf yün vallahi…” diyerek önümüze dikilmez mi… Beni başlangıçta tanımayan adam, göz göze geldiğimizde birden tanıyarak, ne diyeceğini de şaşırarak, “bu… palto… vallahi…” diye mırıldana mırıldana öyle bir kaçışı vardı ki; kaçışına bir anda müdahale etmek üzereyken, paltoyu ona hediye ettiğim anlaşılacağı aklıma gelerek çark edip arkasından baka kaldım. Babama, aynı paltodan aldırırken çektiğim vicdan azabını bir Allah biliyordu, bir de ben… * Orta birinci sınıftan ikinci sınıfa geçeceğim diye beklerken iki dersten ikmale kalmıştım. Annemin ders çalışmam için kurduğu baskılar yaz tatilimi zehir etmişti. Bu baskının sonucu girdiğim bir dersin bütünleme sınavında başarılı olmuştum. Son sınavım Tabiat Bilgisi dersindendi. (Bu ders şimdiki tedrisatta yok galiba, ya da Fen Bilgisi olarak geçiyor olabilir) Sınava giderken yoluma çıkan Necati, “boş ver imtihanı, ben de girmiyorum işte, haydi langırt oynamaya gidelim,” deyince imtihana gitmek yerine langırt oynamaya gitmiştim ve bu yüzden Orta Birinci sınıfı iki defa okumak zorunda kalmıştım. Orta Birinci sınıfı ikinci defa okumaya başladığımda o Necati’nin ortaokul ikiye başladığını görünce, bana kurduğu tuzağın içimi ne kadar çok acıttığını anlatamam. Çok aptal bir çocuktum, çok… * Okuldan edindiğim bir arkadaşım, yaz tatilinde yirmibeş lira yevmiyeyle tuğla ocaklarında çalışacağım deyince, babamın maaşı kadar bir parayı kazanmanın cazibesiyle, çalışacağı işe beni de götürmesini istedim. Bu başlangıçtan o yaz tatilini ve bir sonraki yaz tatilini tuğla ocaklarında çalışarak geçirdim. Hiçbir tuğla ocağında uzun bir süre çalışmış değilim. Çok çalışkandım; ama çalışkanlıktan çok kurnazlığı benimsemiş insanlarla anlaşmazlığa düşerek kısa bir süre sonra o iş yerinden ayrılmak zorunda kalıyordum. Tuğla ocaklarının sayısı haddinden fazlaydı ve yeni bir iş bulmak sorun olmuyordu. En son, Hüseyin isimli birisinin iş yerinde çalışıyordum. Adam, hakkımı yiyerek sudan bir bahaneyle haftalığımdan önemli bir miktar paramı kesmiş ve tepki gösterince beni kovmuştu. Çok ağrıma gitmişti bu. O güne kadar ağrıma giden bütün tuğla ocakları maceralarımın da hıncını çıkartmak için gece geç saatlerde adamın iş yerine giderek o gün dökülmüş olduğu için henüz çamur halinde olan tuğlalardan, benden kestiği para tutarındaki tuğlayı çiğnemiştim. Çok aptalca bir intikam biçimiydi bu; çünkü adam beni ertesi gün yakalamış, iş yerine götürmüş, ayağımdan ayakkabımı alarak gece çiğnenmiş tuğlalar üzerindeki ayak izleriyle aynı olduklarını görünce de beni eşek sudan gelinceye kadar dövmüştü. O dayak hiç ağrıma gitmemişti çünkü asıl ağrıma giden, o tuğlaları kendi ayakkabılarımla çiğneyecek kadar aptal oluşumdu. Birkaç gün sonra, adamdan attığı dayağın intikamını almak için değil; sadece, aptallığımı telafi etmek için, üç-dört numara büyük bir çizmeyle gidip, bu defa sahada kurumaya bırakılmış bütün tuğlaları çiğnemiştim. Bu, adam için çok büyük bir zarar demekti. Tabii ki, ertesi sabah adam gene peşime düşmüştü, ama bu defa “nah yakalardı!” Neticede adam karakola giderek şikayetçi olmuştu ama ayak izleri benimkileri tutmayınca ve babam karşı tavır koyunca (babam aydın insandı; yasaları kullanmayı bilirdi ve yasalara güvenirdi) adam şahitsiz ve yalan isnatta bulunmaktan suçlu bulunarak şikayetini geri almak ve babamdan özür dilemek zorunda kalmıştı. Karakol başkomiseri adama, benim bir tüyüme bile zarar vermemesini tembih etmişti. Hem, dünyanın en yorucu işlerinden birinde çalışıyorsunuz, hem de çalıştığınızın karşılığında alacağınız üç beş kuruşa sudan bahanelerle el konuluyordu. Bu yüzden tuğla ocaklarında çalışmaktan çabucak soğumuştum. * Eskişehirspor’un maçlarında kaçağı engelleyemedileri gibi, arada sakatlıklarında olması nedeniyle il valiliği, spordan sorumlu yetkililer, kulüp yöneticileri filan bir araya gelip, her bir aile büyüğü yanında giren bir çocuktan bilet alınmaması kararını almıştılar. Tabii ki, kendimize her maçta bir baba bulma telaşı başlamıştı bu defa da. Bilet kuyruğundaki adamların yanına sokuluyorduk ve en sevimli mimiklerimizle, “amca, benim babam olur musunuz?” diye soruyorduk. Bilet denetleyicilerinin önünden geçer geçmez bitecek bir babalığı herkes kolayca kabul ediyordu. Fenerbahçe ile oynayacağı Türkiye Kupası final maçında bir beraberlik dahi Es Esin kupayı alması için yeterli bir skor olacaktı. Gazetesinin, kitaplarının ve daktilosunun başından kalkıp çalışma odası olarak da kullandığı yatak odasından nadiren çıkan, hayatımızla ilgili eylemlerimizde müdahale sesini nadiren duyabildiğimiz, evin içindeki varlığıyla yokluğu arasında bir fark bulunmayan, kendi kabuğu içine çekilmiş bir adam olan babamın, nerden bulduysa, eline bir maç bileti geçmişti. Bunu bana, maç gününden önceki akşam, akşam yemeğinde, önemli bir müjde olarak bildirmişti: “Haydi bakayım, annenin koyduğu yemekleri itiraz etmeden bitirirsen, seni yarınki maça götüreceğim!” Bu haber suratımın asılmasına neden oldu. Sevinç çığlıkları atacağımı, gece sabaha kadar uyuyamayacağımı, filan umuyordu herhalde. “Ne oldu, sevinmedin mi?” diye sordu. Alıştırdığı ilgisiz baba tipinden sonra, oynamak istediği bu iyi baba rolü pek parlak bir fikir değildi. Sigara içemeden ve küfür edemeden seyredilecek maç, değil Fenerbahçe ile, Galatasaray ile, Real Madrid ile olsa ne yazardı? Hiç bir keyfi olmazdı ki… “Yok… Sevindim de… Ödevlerim vardı da… Hatta yazılı sınavım vardı da… Ben gelmesem de ders çalışsam… Biraz da, üstünüze afiyet, kırıklığım var da…” Falandı da, filandı da, diyerek üretebildiğim tüm mazeretler de, annemin koyduğu her yemeği itiraz ede ede bitirmemem de ve hatta “Kardeşim Ersin’i götür istersen, babacığım,” diye oynadığım fedakâr abi rolü de bir işe yaramamıştı. Çaresiz birlikte gitmiştik maça ve tek biletle ikimiz de girmiştik. İğne atsan yere düşmezdi, öyle bir kalabalık. Kale direğinin hizasına denk gelen yerlerde, hemen köşe (korner) noktasının dibinde, zar zor oturacak bir yer bulduk. “Ayderler” tüm Türk spor kamuoyu tarafından benimsenerek kullanılan özgün tezahürat tekerlemelerini haykırmaya başladıklarında, ben de ayaklandım, başladım bağırmaya: “İçinizdeee Feeener aşkııı baaambaaaşkaaa… Orospuuu taraftarınlaaa çoook yaaaşaaa… Fenerbahçeee engelleriiii aaaşaaacak… Kupalarıııı biiirer bireeer NAHHH alaaacak…” Tezahürata iyice kaptırmıştım ki, kolumun yeninden çekiştirilip oturtuldum. Babam, tezahürat gürültüsü içinde parmağını “çok ayıp, çok ayıp” diye sallayıp, sesini duyurabilmek için bağırarak nutuk çekmeye başladı: “Orospu sözcüğü genelde kadınlar için kullanılır. Fahişeliği meslek edinmiş kadınlar öyle adlandırılırlar. Bazen, bazı kalleş erkek karakterleri ile ilgili olarak ta o adlandırma yapılır, ama bu yaygın değildir. Bir futbol kulübüne taraftar olan herkesi o sıfatla itham etmek doğru değildir. Hatta, az birazını bile itham etmemeliyiz... İçinde aşk ateşi bulunan insan tutkulu insandır, tutkulu insanın gözü, tutkulu olduğu şeyden başka hiçbir şeyi görmez. Gözü tutkulu olduğu şeyden başka hiçbir şeyi görmeyen insan nasıl başka başka şeylerle ilişki kurar? Başka başka şeylerle ilişki kurmayan insan fahişe olabilir mi? Akıl mantık alıyor mu? Çok yanlış, çok… Bir futbol takımına taraftar olan kadınlar arasında fahişeliği meslek edinmiş kaç tane kadın olur ki? Üstelik bu tip kadınlar yalnızca Fenerbahçe taraftarları arasında mı vardır? Eskişehirspor taraftarlarının arasında da yok mudur? Sen, sen ol, hiçbir zaman, hiç kimseye karşı böyle saygısızlık yapma evladım!” Bu arada maçı yapacak takımlar sahaya çıkmıştı ve tribünlerden atılan konfetiler altında müthiş bir tezahürat başlamıştı. “Es Es Es… Ki Ki Ki… Es Ki Es Ki Es…” Tezahüratlar çın çın öttükçe, onlarla birlikte bağırıp çığırmak için can atıyordum, ama yanımdaki otoritenin etkisinde gıkım çıkmıyordu; çünkü, yanımdaki otorite sesini duyurabilmek için sürekli bağırarak benimle konuşmaktaydı: “Bu tezahüratı ilk icat eden bizim jenerasyonu-muzdu. Amigo Orhan’ı duydun mu hiç? Duymuşsundur tabii ki… Onun ismini duymayan kalmamıştır ki, sen duymamış ol… Türkiye’nin amigoluk tarihi onunla başlar. Amigo lakabıyla ünlenmiş ilk amigo o olduğu için… Bu Amigo Orhan, o zamanlar stadın tam ortasına dikilir, ellerini kaldırır, sonra öne doğru eğilerek yerdeki çimlerden bir tutam kopartır, sonra doğrulur, koparttığı çimleri havaya savurur, tam o anda bütün tribünler ayaklanıp HEYYY ALLAHHH!... diye bir bağırırdı ki, Eskişehir’in en ücra köşelerinden bile duyardın. O aynı hareketleri dört defa tekrar ederdi; tabii ki, tribünler de HEYYY ALLAHHH!... diye haykırmayı. Bu haykırmayı hemencecik, ES ES ES Kİ Kİ Kİ ESKİ ESKİ ES!... haykırışları alırdı. Bu nakaratı da üç defa tekrarladılar mı, tezahürat tamamlanmış olurdu. Sonra sonra bu tezahürat diğer şehirlerin taraftarlarına da sirayet etti. Mesela Karşıyakalılar, Kaf Kaf Kaf Sin Sin Sin Kafsin Kafsin Kaf !... şeklinde tezahürat yaparlardı. Galatasaraylılar da Re Re Re Dal Dal Dal… nasıldı onların ki, hatırlayamadım yahu… Neyse… İşte öyle bir şeydi… Bilmiyorum. Sen, sen ol, hiçbir zaman, bilmediğin bir şeyi çok biliyormuş gibi söylemeye uğraşma evladım!” Onun jenerasyonunun haykırdığı aynı tezahüratı aynı şekilde benim jenerasyonum da yapmaktaydı ve elbette ki benim de defalarca yaptığım bir tezahürattı. Nasıl olsa çenesi durmayacaktı, başka sıkıcı konular yaratıp susmacasına konuşacak duracaktı; hiç değilse ben yönlendireyim konuşacağı konuları, diye düşünerek, “amigo Orhan o çimleri yolarken ne diyordu babacığım?” diye sordum. Cevap veremedi soruma. “Bilmiyorum,” deyip çıkıverdi işin içinden. “Statta o kadar çok gürültü olurken sahanın ortasındaki bir adamcağızın ne dediğini nasıl duyacaktım; değil mi evladım?…” Ortalığı, birden “Gooolll!...” çığlıkları sarmıştı. En son hatırladığım görüntü, futbolcuların tribünleri, el kaldırarak “Soool… soool… Soool…” diye selamladıkları andı. Maç ne zaman başlamıştı da, ne zaman gol olmuştu, bir türlü aklım ermedi. Neyse, olan bir gol vardı ve herkes çığlık atıyordu, nasıl olduğunu görememiş olsam da, ayaklanıp, “gooolll!…” diye haykırarak sevincini yaşamamam için bir neden yoktu. Ne demek “yoktu”, babam vardı ya! Gökyüzüne baktım, koyu renkli tek bir bulut yoktu. Hava oldukça sıcaktı, değil ceket gömlek bile sıkıyordu. Seyircilerin çoğunun üst kısımları çıplaktı, geri kalanları da fanilalıydı. Dayanamadım, ceketimi çıkarttım. Babamın acil müdahalesi yetişti tabii ki, “Evden çıkarken sıkı giyin deyince, hava güzel babacığım, deyip giyinmedin. Ya yağmur yağar da, Allah muhafaza ıslanırsan…Ne o, ceketini mi çıkarıyorsun sen? Tam da, ben sıkı giyinmediğin için kızarken hem de… Eskişehir’in havası bu, belli mi olur, ha oynak bir karı, ha Eskişehir’in havası… Hasta olursan görürsün gününü… Sonra da, okulundan da kalırsın… Yazılı sınavın da varmış bak… Gidemeyince öğretmenin basar sıfırı… Biz evde sıkılmışındır, derslerden sıkılmışındır diye, temiz havada zihnin açılsın diye getirdik seni maça, hastalanıp yataklara düş diye, değil. Sen, sen ol, hiçbir zaman, baba sözünden çıkma evladım!” Yan tarafımızdaki bir adam maç seyretmeden habire gevezelik yapan babamdan gına getirmiş olacak ki, babamı, “Beyefendi, bi sus da maç seyredelim yahu!” diyerek azarladı. Babam nezaketsiz adama bozularak sustu. Tam da o anda, az önce Eskişehirspor’un gol attığı kaleye bir Fenerbahçeli futbolcu gol atmaz mı? Kendi kalesine attı sanarak, hemen ayağa fırlayıp bağırdım, “gooolll…” diye. Çevremden hem gık çıkmıyor, hem de herkes gözlerini pörtletmiş bana bakıyor. Dayak yeme korkusuyla, Fenerbahçe kendi kalesine gol atmadı mı, EsEs iki sıfır olmadı mı, diye çevredekilere sormaya başladım. Sağ tarafımdaki sempatik bir abi, Fenerliler attı gülüm, maç bir bir oldu, deyince, ben anlayamadan maçın ikinci devresinin oynanmaya başlanmış olduğunu, EsEs’lerin gol attığı kalenin ikinci devre başladıktan sonra EsEs’lerin kalesi olduğunu anlamış oldum. Duyduğum mahcubiyetten dilim damağım kurumuştu. Dilimi şaplatarak damaklarımı ıslatmaya çabalayıp, “Susadım babacığım,” dedim. “Susadın mı? Bak, bu olmadı. Gazozcu! Gel bakayım, bir gazoz ver! Kaç para? Beş lira mı? Çok yahu… Bakkalda bir buçuk lira olan şeyi burada beş liraya satmaktan utanmıyorsunuz da…” Babam hem kızmış, hem de adamın parasını elden ele yaparak yollamıştı. Adam da pet bardak içindeki gazozu elden ele yaparak babama yollamıştı. Babam, gelen gazozdan koca bir fırt çekip gırtlağını ıslattıktan sonra bardağı bana verdi. “Gazozu birdenbire içme oğlum!” Sanki birden bire içilip de bitirilecek gazoz kalmıştı da bardakta, yarısını kendisi içmişti maşallah… Sıkıntıdan oflamaya puflamaya başlamıştım, ama babamın umurunda değildim. Babamın çenesinden gına gelmişti iyice, ne maçı takip edebiliyordum, ne de onun söylediklerini algılayamıyordum. Acilen bir sigara içmeliydim. “Babacığım sıkıştım, helaya gideceğim,” deyince; babam itiraz etti. “Bu kalabalıkta helâya nasıl gideriz şimdi? Adım atılacak gibi değil ki… Kalkarsak yerimizi kaybederiz, sık yarım saat…” “Olmaz, çok sıkıştım. Ben kendim gider gelirim. Korkma,” diyerek mızmızlanınca, babam söyleve başladı gene. “Madem böyle bir yere geliyorsun, burada saatlerce oturacağını düşünüp, evden çıkmadan önce, çişini, mişini edip öyle çıksaydın ya sokağa… Helânın nerede olduğunu biliyor musun, bari? Gördün mü bak, bilmiyorsun… Haydi bakalım, git de arabul!...” Sevinç çığlılığı atmamak için zor tuttum kendimi. Ben dar arada insanlardan müsaade isteye isteye, özür dileyerek çıkmaya çalışırken babam, bana az önce maçın bir bir olduğunu söyleyen sempatik abiye bir şeyler anlatmaya başlamıştı. Sempatik genç abi onu önemsemeyerek maçın heyecanıyla kah oturup kah kalkarak tezahüratını sürdürünce, babamın başkalarına bir şeyler anlatmak için çırpınmaya başladığını gördüm. Aradan çıkıp da merdivenlere ulaştığımda, insan bedenlerinin arkasına sığınıp gizlice babamı gözleyerek çorabımın içinden çıkarttım bir sigara yaktım. Babam, hiç kimseden yüz bulamayarak çaresiz maça bakmaya, sonra da diğer seyircilerle birlikte maç pozisyonlarını ahlarla vahlarla tenkit etmeye, sonra sonrada arada küfürlere kaptırarak bağırıp çığırmaya başlamıştı. “Yuhhh! Hakeeemmm! Gözüne gözlük, başına tarrakkk!... Yürüme, koş be evladım! Koşsana ulaaannn. Bu takımı mehter takımı mı sandın… Es Esli gibi oyna… Hakeeemmm, gözün poka mı bakıyoooo, ulaaannn…” Sigaramı içip bitirdiğim halde, gitmedim yanına ve maçı seyretmek yerine büyük bir keyifle babamı seyretmeyi sürdürdüm. “Hop hop kaleci…Top kaleciii…Yuuuhhh… Kova… “ Maçın bitmesine birkaç dakika kaldığında döndüm babamın yanına. Sanki ne kadar terbiyesiz bir baba olduğunu görmemişim gibi, yanına oturduğumda ağırbaşlı tavırlarını takınıverdi. Babam bana, “geç kaldın,” diye çıkıştı. “Bir yere gittin mi çabucak işini yapıp döneceksin…” Saatine bakınca birden telaşlandı, “Ooo, maç bitmek üzere… Kalk, kalk, çıkalım hemen. Kalabalığa yakalanacağız yoksa…” Dar aralıktan ite kaka, bir sürü laf işittikten sonra çıkışa ulaşmıştık. Babam, “Maç kaç kaçtı?” diye sordu. “Bir bir” “Kupayı kim kazandı?” “Biz…” dedikten sonra ne kadar bilgili olduğumu babama kanıtlamak isteyerek açıklama yapmaya başladım. “İstanbul’daki ilk maçı bir sıfır biz aldıydık babacığım. Bu bir birlik skorla kupayı aldık…” Otobüs durağına doğru hareketlendiğimizde, stadyumun içinde yükselen bir uğultu oldu. Eses galiba gol yemişti… Otobüs durağına ulaştığımızda adamın biri ötekine, Fenerbahçe son saniyede Tuna’nın attığı golle maçı iki bir almış…” diyordu. Babam, “ne olmuş?” diye sorduğunda, öyle çok sinirlenmiştim ki… İçimden, “Ananın hörekesi olmuş,” dedikten sonra, ona, “Fenerbahçe kupayı kazanmış, babacığım,” dedim. Babam bana kızarak, “hani biz almıştık kupayı? Öyle demiştin hani?” dedikten sonra başladı gene söyleve: “insan hayatta emin olmadığı bir bilgiyi, malikmiş gibi anlatmamalı başkalarına. Bu onun bilgili olduğunu değil, sadece ukela olduğunu gösterir. Sen sen ol, ukalalık yapma evladım!” Allah’tan otobüs çabuk geldi de, çabuk kurtuldum. Eve ulaştığımızda, oğlunu maça götüren kocasını sempatiyle karşılayan annem babamın verdiği müjdeyle sevinç narası attı. Babam: “Hanım, hani maça gidip deşarj oluyorum derler ya; aynen öyleymiş yahu! Bundan sonra bütün maçlara gideceğim vallahi!… Aslan oğlumla beraber gideceğiz hem de, değil mi oğlum? Sen bize şöyle siyah-kırmızı renkli iplerle birer tane kaşkol ile şapka ör bakiim…” diyordu. Kendi, öz babamla değil, ama bilet kuyruğundan bulacağım geçici bir babayla maçlara girmeyi sürdürecektim. Kendi öz babam ise çeşitli mazeretlerle başımdan savuşturdukça, benden yüz bulamayacağını anlayarak, on beş günde bir, maç günleri Seyitgazi’den getirttiği erkek kardeşimle maçlara gitmeye başlayacaktı. Kardeşim Ersin’in, maçlara gitmeden önce doya doya su içip, uzun uzun tuvalette vakit geçirmeye başlamasından sonra, babasıyla arkadaş gibi maçlara gitmekten mutluluk duyduğunu düşünmeye başlamıştım. * Marangozhanenin sabahın köründen yatsı ezanına kadar yarattığı gürültü kirliliğine katlanmak zorunda kalıyorduk. Yatarken bana tahsis edilen evin oturma odasının tabanındaki tahta döşemelerin hemen altıdan yükselen o gürültüyle yaşamak çok zordu. Alt kattaki diğer evde, Muhittin Amca, karısı Meryem teyze ve oğlu Mehmet ile kalıyorlardı. Muhittin amca, akciğerlerinden hastaydı. Yatsı ezanı okunup da, marangozhanenin gürültüsü kesildikten sonra, gecekondumuzu onun öksürük ve iniltileri doldurmaya başlardı. Muhittin amca, hastalığı nedeniyle elden ayaktan düşüp, evden çıkamaz hale geldikten sonra, ortaokulun ikinci sınıfından alınıp bir esnafın yanına çırak verilen Mehmet bakmaya başlamıştı ebeveynine. Haliyle, çıraklıktan kazanılan parayla ne kadar bakılabilirse… Mehmet, benden bir, ya da iki yaş büyüktü. Ergenlik dönemini yaşamaya başlamış olan oğlanla arkadaş olabilmek için can atmama karşın, henüz çocukluk sürecinde bulunduğumdan, bana pek yüz vermiyordu. Bu yüzden, onun yanında hep ezik hissederdim kendimi. Muhittin amca hasta haline rağmen, asabi karakteriyle her türlü kusurlarında, işlenen kusuru evdekilerin burnundan getirmekten geri de durmazdı. Mehmet’in çıraklıktan kazandığı paranın üstünden azıcık tırtıkladığını hissettiğinde de aynı şekilde, oğlanı yerin dibine sokardı. Mehmet, babasından yediği bir şamarın kahrıyla avluya çıkmış, sessizce ağlıyordu ki, teselli ederim umuduyla yanına gittim. Her ne kadar benimle arkadaşlık yapmaya tenezzül etmese de, yanına gittiğimde bana hiç ummadığım kadar yakın davrandı ve içini döktü. Nankör babasından nefret ettiğini ve anneciği olmasa alıp başını gideceğini söylüyordu. On dört yaşındaki bir çocuğun başını alıp gitmesinin bir felaket olacağını düşünüyordum ben, çünkü çocukların, anne ve babaların koruyucu kanatları olmadan hayatta kalamayacaklarına inanıyordum. O sohbetimiz esnasında, içtiğim ilk sigarayı ikram ettiğinde, onunla aynı olmanın duygusuyla kabul ettim. Öksüre tıksıra içip bitirdim. Mehmet ile arkadaşlığımızın gelişmesi de sigara sayesinde olmuştu. Avludaki köşemizde, babamın verdiği okul harçlıklarıyla aldığım “Yenice” paketlerini koyuyordum önümüze, biri sönmeden öbürünü içmeye başlıyorduk. Mehmet, evden kaçma planlarından anlatıyordu, zengin olma hayallerinden anlatıyordu, zengin olur olmaz anneciğini konaklarda yaşatmaya başlayacağını anlatıyordu… Ben de kavuştuğum bu olağanüstü arkadaşlığın diğer tarafı olarak büyük bir memnuniyetle anlatılanları dinliyordum. Nitekim, Mehmet’in evden kaçtığı haberi de gecikmedi. Birden bire, öylece, sırra kadem basıvermişti. Mehmet’in yok olmasından sonra Muhittin amca ile Meryem teyze öyle bir yoksulluğa düştüler ki, oturdukları evin kirasını ödemek bir yana, bazen sofralarında yiyecekleri bir kuru ekmekleri bile olmuyordu. Genelde, avluda, annemin çapalayıp bahçe haline getirdiği köşede yetiştirdiği salatalık, biber, yeşil soğan gibi sebzelerden izin alarak topladıklarıyla zeytinyağsız, sirkesiz bir çoban salatası yapıp ekmekle yiyorlardı. Bazen annem, ya da komşular evlerinde pişen yemeklerden de veriyorlardı. Bir defasında, annem benimle, yarım paket kadar margarin yağ ile iki dilim peynir yollamıştı. Evlerine girdiğimde, tam da sabah kahvaltılarını yapıyorlardı. Kahvaltı sofralarının ortasında bir çay tabağı, çay tabağının içinde de kırmızı toz biber ile tuz karışımı. Ekmeklerini yudum yudum o karışıma banarak karınlarını doyuruyorlardı. Beni bu sofralarına buyur ettiklerinde, tenezzül etmemiş gibi olmamak için oturdum. Meryem teyze annemin göndermiş olduğu yağdan bir dilim ekmek sürmek isteyince, “ama benim canım bu karışımdan yemek çekti,” diye ısrar ederek şiddetle karşı çıktım. Razı edince koparttığım bir parça ekmeği karışıma banıp attım ağzıma; daha o ilk yudumda dilimin ucundan burun deliklerime kadar her tarafım acıya kesti. Tükürdüğümü yalamamak uğruna koca bir dilim ekmeği o karışıma banarak bitirdim. (Hala, zaman zaman o karışımdan yaparım ve aynı şekilde yerim) Ev sahibi, alamadığı kiralarından dolayı bu karı kocanın tepesinden inmez olmuştu. “Ya kira borçlarınızı ödeyin, ya da defolup çıkın evimden!” Bu baskılardan sonra Muhittin amca, yıllarca hizmetini gördüğü eski patronuna gidip boyun bükmeye karar verdi. Bir gayret evden çıktıktan sonra yürüye dinlene ulaştığı adamdan para alamadı, ama bolca nasihat aldı. Dönüş yolunda bir yandan nefesi tıkanmakta, öte yandan bacaklarının dermanı kesilmekte. On adım yürüyor, dikilip soluklandıktan sonra gene bir on adım daha, derken bacakları da iyice takatten düştü ve yolun kenarına çömelip oturarak onları da dinlendirmeğe koyuldu. Oturduğundan hemen sonra, önünden geçen bir bayan, yere bir demir para bıraktı, geçti, gitti. Muhittin amca, ne olduğunu anlayamadı önce, kadının bıraktığı paraya da el uzatamadı utancından. Az sonra, ikinci,…,beşinci demir paralar bırakılmaya başlandı önüne. Muhittin amca o zaman anladı ki, insanlar onu dilenci sanarak önüne sadaka bırakmaktaydılar; müthiş bir utanca kapılarak oradan nasıl kalktığını, nasıl uzaklaştığını anlayamadı bile, fakat tam da uzaklaşırken arkasından koşturup gelen bir kız çocuğu “Amca bunları almayı unuttunuz,” diyerek getirdiği demir paraları ceketinin cebine sokuşturdu. Onbeş dakikada toplanan para tamı tamına beş liraydı.Bir francalı ekmek, yarım kilo kuru fasulye ve arta kalanla da ama elli gram, ama yüz gram kıyma parası. “Hanım, al şunları da bir kuru fasulye pişir ki, kokusu bütün bu sokağı sarsın, emi!” diyerek, aldıklarını Meryem teyzeye teslim etti. Meryem teyzenin, “bunları alacak parayı nereden buldun?” sorusuna, Eski patronum harçlık et diye bir beş lira verdi de, Allah razı olsun!” demekle yetindi. Meryem teyze de, “Allah ona daha çok versin inşallah!” dedi. Gerçekten de, Meryem teyzenin avluda tutuşturduğu odun ateşi üzerinde pişirdiği o kuru Fasulyenin kokusu bütün bir mahalleyi tuttu. Muhittin amca, yeniden beş parasız kaldıklarında, para kazanabilmenin bir yolunu bulmak için kara kara düşünmeye başladı, ama o sıfırı tüketmiş bir adamcağızdı. Yapabileceği hiçbir iş yoktu. Dilencilikten başka… Dinlenmek için oturduğu yerde dilenci sanılarak önüne konulan beş lira aklından çıkmıyordu. Yoksul ocaklarında bir tencere kuru fasulye pişirtmişti o para. “Aynı yerde bir on beş dakika daha otursam… Mı?...” Aynı yerde, aynı o günkü gibi, yorulmuş da dinleniyormuş gibi oturuverse… Bir onbeş dakikacık… Kafası yatıyordu ya, kafasındakini uygulamaya geçirmeyi, utanma duygusu yüzünden bir türlü planlayamıyordu. Beş parasızlık zulmünü arttırdıkça, utanma duygusunu bir an önce aşması gerektiğini düşünmeye başladı. Buna dair planlar yaptı. Önce, kendi sokaklarında evlerinin duvarı önüne çömelip saatlerce oturdu. Gelip geçenler, evinin önünde pinekleyen adamın dilenci olmasına hiç ihtimal vermeyerek önüne sadaka filan bırakmadılar. Sonra, hastalanmadan önce müdavimi olduğu kahvehanenin önünde, yol kenarına çömelip saatlerce oturdu. Kahvedekiler, onun dilenci olmadığını bildikleri için hiç kimse önüne sadaka filan bırakmadı. “Muhittin abi, öyle oturma, geç şöyle sandalyeye otur,” diyenler olduğunda, “böyle iyi,” diye cevap verdi. Daha sonra da çok ıssız bir cadde bulup denedi utangaçlık duygusunu yenmeyi. Oturdu yolun kenarına, gelen geçenleri seyretti saatlerce. Gelen geçenler ona bakarak, bir dilenci olup olmadığına karar vermeye çalıştılar, ama böyle ıssız bir caddede hiçbir dilencinin dilencilik yapacak kadar akılsız olmadığına hükmederek önüne sadaka bırakmadılar. En sonunda bütün cesaretini toparlayıp, çömelmiş de dinleniyormuş havalarında, o işlek caddede oturdu yol kenarına. Çömeliş şeklinde bir dilenci havası yoktu, sadaka vermedi hiç kimse. Eve dönüp, düşündü, taşındı, o beş liranın verildiği gün olanları geçirdi gözünün önünden, bir kadıncağızın önüne bıraktığı demir parayı hatırladı ve yapması gerekeni çözdü. İkinci günü, kıçını da yere koyup bir bağdaş kurdu, önüne bir mendil serdi, üstüne bir demir para bıraktı; başladı beklemeğe. Az sonra mendilin üstüne sadakaların bırakılmaya başlandığını gördü. Yeteri kadar para toplandığını gördüğünde de topladı mendilini, evinin yolunu tuttu. Daha sonraki günlerde aynı şeyi sürdürdü, ama her geçen gün oturduğu süreleri uzatarak… On, on beş gün sonra, Meryem teyze ev sahibine gitti, birikmiş tüm ev kirası borçlarını kapattı. Muhittin amca, yeni işinde ilk ayını tamamlayacağı gün, sabah yataktan kalkamadı. Sandı ki, birileri bacaklarını kesip atmış, belden aşağısı yok… Aylarca tedavi gördü Devlet Hastanesinde ve eve, bir yatalak olarak döndü. Her gün üstüne oturduğu beton zemin, belinden aşağıdaki tüm sinirleri iltihaplandırıp tahrip etmişti. Muhittin amca dilenemez olduktan sonra, onun işini Meryem teyze yüklenmek zorunda kalmıştı. Evde yalnız başına bırakıldığında, Muhittin amca altına kaçırırdı. Meryem teyze, iyice asabileşmiş, dilencilik işinden döndüğü vakit onun altını döve söve temizler olmuştu. “Tuh, Allah belanı versin herif! Gene mi pisledin altına? Akşama kadar dilenip, bir de eve gelince senin bokunu mu temizleyeceğim? Geber de kurtulayım senden!” Yatsı ezanı okunup da marangozhanenin gürültüsü kesilince gecekondumuzu Muhittin amcanın iniltileri ve Meryem teyzenin küfürleri doldururdu. DDT denilen ilacın kullanımı, kansere sebep oluyor diye bütün dünyada yasaklanmıştı ve satın almak için DDT bulamayan babam, evimizin her yanını saran tahtakuruları ile sabahlara kadar savaş yapıyordu. Her gece onlarcasını gaz lambamızın şişesinden içeri atarak kızarttığı parazitlerin binlercesi ürüyordu evimizin bir yerlerinde. Ben, kızamık olmuş gibi, tahta kurusu ısırıklarının izleri ile yaşamaya alışıyordum. Tahta kurularının baş edilemez halde olduğu bir gece, Muhittin amcanın göğsü nargile gibi fokur fokurdu. Bu balgamlı hırıltı bir öksürük krizini başlattı. Ciğerleri sökülürcesine öksürüyordu. Öksürmesine sebep olan balgamı bir sökebilseydi, rahatlayıverecekti. Ama bir türlü sökemedi. Hırıltıları da, öksürükleri de, tahta kurularının sayısından beter arttı. Arttı… Sonra, Meryem teyzenin sesi doldurdu gecekondumuzu: “Öldü!... Öldü!... Aslanlar gibi yiğidim öldü!... Komşular, erkeğim, koç yiğidim öldü!... Biricik kocam öldü komşular, yetişin!...” * Meryem teyze haftada bir gün on kilometre tutan Sakarya caddesi boyunca gidip gelerek, cadde üstündeki dükkanlardan sadaka toplamaya başlamıştı. Esnaf onu iyice tanımıştı artık. Kimisi avucuna birkaç kuruş koyuyor, kimisi de dükkanlarındaki kullanım süresi dolmak üzere olan mallardan birini çantasına sokuşturuyordu. Bazen eve, taşımakta güçlük çektiği fileler dolusu gıda çeşitleriyle dönüyordu. Bu işi haftada bir gün yapıyordu, çünkü topladığı paralar ve mallar, o haftayı bolluk içerisinde yaşamasına yetip de artıyordu bile. Günün birinde Meryem teyzenin evinde beş yaşında bir kız çocuğu peyda oldu. Öğrendik ki, Meryem teyze bu kıza para karşılığında bakmaya başlamış. Kızın annesi bir pavyonda çalışan konsomatrismiş. Konsomatris her hafta Cuma günleri sabaha karşı bir taksiyle gelip kızı teslim alıyor, aynı günün akşamında getirip teslim ediyor, sonra bir dahaki Cumaya kadar hiç uğramıyordu. Bir gün üst kat merdivenlerinde otururken gördüğüm kıza, “adın ne senin?” diye sordum. “Sabah,” dedi bana gülümseyerek. Saba, sabah güneşiyle yıkanmış, pırıl pırıl bir kızdı. Saba olan ismini Sabah diye benimsediği anlaşılıyordu, bu hoşuma gittiği için ben de ona Sabah diye hitap etmeye başladım. “Sabah! Sen okula gidiyor musun?” diye sordum. “Ben küçüğüm,” diye karşılık verdi. “Kaç yaşındasın?” diye sordum. “Beş,” dedi,. “Ama beş yaşındaki çocuklar anaokuluna gidiyor. Sen de, anaokuluna gitsen ya,” dedim. Aklı karıştı. “Çı-ıh!” layarak itiraz etti. “Ben okula gideceğim.” Onun kafasını daha fazla karıştırmamak için, “tamam!” dedim; “sen okula gidersin madem ki…” O günden sonraki günlerde de, Sabah ile pek çok defa karşılaştık. Bizim tahta merdivenlerde oturup, orada oynamak çok sevdiği bir şeydi. Bazen ben de oturuyor, onun oyunlarını paylaşıyordum. Daha sonraki günlerde onu merdivenlerin başında oturup benim okuldan dönmemi bekliyorken bulmaya başladım. Okul kıyafetlerimi soyunur soyunmaz yanına dönüyor, müsvedde defterime kendim yazdığım masallardan okuyordum. Aramızdaki dostluk iyice pekişmişti. Meryem teyzenin oğlu Mehmet, gidişinden tam bir yıl sonra çıka geldi. Gittiği günkü haline göre adeta beş yaş birden büyümüştü. Başında, hiç de moda olmamasına rağmen bir fötr şapka vardı ve üst dudağı ile çenesinin ortasında bıyık ve sakalı andıran seyrek kıllar vardı. Pek sık değillerdi ama arkadaşım tam bir erkek gibiydi işte! Sırtında kayışını omzundan geçirip astığı bir akustik gitar taşıyordu ve elinde de lacivert küçük bir valiz… Önce bir yabancı sandım onu, sonra hatırlayarak sevinçle kucakladım. “Hoş geldin Mehmet’ciğim!” Kucaklaşma isteğime öylesine soğuk bir karşılık verdi ki, bir anda, ilk karşılaştığımız zamanlardaki ezikliğe itiliverdim. O, kibirli,soğuk bir sesle, “hoş bulduk!” dedi. “Muhterem!” diye ekledi. Ben, ne demek istediğini anlayamayarak şapşal şapşal suratına bakarken, o devam etti: “Benim adım Mehmet değil, Muhterem artık!” Hala bir şey anlayamamıştım. O, “bana hitap etmek istiyorsan, Muhterem abi diyeceksin bundan sonra! Anladın mı?” diyerek evin içine girdi. Meryem teyze çığlık çığlığa karşıladı onu: “Oğlum!... Yavrum!...” Bir anda Mehmet’e öylesine yabancılaşıvermiştim ki, ondan sonraki günlerde karşılaşmamamız için elimden gelen her şeyi yapmaya başlamıştım. Zorunlu olarak karşılaştığımızda ise, o bana laf atmadıkça laf atmıyor, başımı çevirip görmezlikten geliyordum. Ben, beni alıştırmış olduğu sigarayı avluda gizli saklı içiyordum, ama o, artık alenen, herkesin önünde içiyordu sigarasını. O geldikten sonra, Saba, merdivenlere çok seyrek çıkmaya başlamıştı. Evlerinin kapısı önünden geçerek merdivenleri çıkarken, içerden gitar ritimleri eşliğinde Mehmet’in şarkı söylediği duyuluyordu. Saba, kendisine gitar çalıp şarkılar söyleyen “Muhterem abisiyle” benden daha çok arkadaşlık yapar olmuştu. Bunu pek fazla önemsemiyordum aslında; kız için yazdığım masallar atıl kalmıştı, ona üzülüyordum. Ortaokulu bitirmek üzereydim. Babam nereden taktıysa kafasına takmış, bana, “senin öğretmen olmanı istiyorum,” dedi. “Seni öğretmen okulu sınavlarına sokacağım. Derslerine ona göre çalış, emi!” Bu emri aldığımdan itibaren ders çalışmaktan başka hiçbir şeyle ilgilenmez oldum. Yoğun bir şekilde sınavlara hazırlandım. Babam öğretmen olmamı istemişti. Olacaktım. Hırslıydım. Mayıs ayında babamla birlikte Ankara’ya gittik. Atatürk Orman Çiftliği içindeki okulda girdiğim yazılı sınav ve mülakat sonrası, sınavı üçüncülükle kazandığımı öğrendik. Sonra, okullar açılmadan önce tekrar gelecek, okula kaydımı yaptıracak ve okulun yurduna yerleşerek okumayı Ankara Erkek Öğretmen Okulu’nda sürdürecektim. Sınav stresi üzerimden kalktıktan sonra, babamın da arttırdığı harçlıklarımla gezip tozuyordum. Küçük Saba’yı da özlemiyor değildim hani. Eve döndüğüm bir gün onu gene merdivenlerde otururken buldum. Sandım ki, o da beni özlemiş, dönmemi bekliyor. Fakat yanıldığımı az sonra anladım. O, Muhterem abisini bekliyordu. “Nasılsın Sabah?” “İyiyim.” “Senin için yazdığım masallardan birini getirip okuyayım mı sana? İster misin?” “Çı-ıh! Ben sünnetçilik oynamak istiyorum. Muhterem abim gelince, onunla sünnetçilik oynaycaz…” Küçük kızın ne söylediğini birden kavrayamadım. “Sünnetçilik mi?” diye sordum tekrar. “Sünnetçilik.” İyice anlamaya çalışarak, “nasıl oynanıyor sünnetçilik? Ben bilmiyorum,” dedim. Elleriyle ve mimikleriyle tarif ederek anlatmaya başladı: “Muterem abim sünnetçi oluyor. Bööle… Ben külotumu indiriyorum. Bööle… Pipimi, kesiyo, sünnet yapıyo, böle…” Daha fazlasını dinlemeye tahammül edemedim. “Böyle oyun mu olurmuş be!” diye öyle bir haykırmıştım ki, kızcağız o andaki halimden korkuya kapılıp ağlamaya başlamıştı. Öfkeden suratımı ateş basmış, suratımın kıpkırmızı kesildiğini hissetmiştim. Meryem teyze ve annem evlerinden fırlayıp merdiven başında toplaştılar. “Ne var? Ne oluyor oğlum?” Sinirden anlatmakta güçlük çekiyordum öğrendiklerimi. Duyduklarından sonra Meryem teyzenin boş bir çuval gibi yere yığıldığını gördüm. Beti benzi bembeyaz… Mehmet, olanlardan habersiz eve döndüğünde, onu bekleyen polisler tarafından göz altına alınıp bileklerine kelepçe takıldı ve semtin karakoluna götürüldü. Karakol önündeki insanlar galeyana gelmiş, onu linç etmek istemekteydi. Karakolda, içerde, Küçük Saba’ nın annesi bir vahşi kedi gibi, çığlık çığlığa saldırmaktaydı ve polis memurları engel olmasa oğlanı paralayacaktı. Mehmet, yaptığı sapıklığın ortaya çıkmış olduğunu anlamış, bir medet umarcasına, annesine bakınmaktaydı. Küçük kızın annesi hıçkırıklarla ağlamakta, saldırmakta… Mehmet’in gözleri annesini aramakta… “Annem? Annem nerede?” Onu tutuklayarak getiren polis memuru, ona nefretle baktı ve “Annen, Devlet Hastanesinin morguna kaldırıldı,” dedi. * Yaz, bu olay yüzünden zehir olmuştu. Çıkıp, Seyitgazi’ye gittim ve Ersin’i Eskişehir’e göndererek ablama ben arkadaşlık etmeye başladım. Okullar açıldığında ise, Ankara Erkek Öğretmen okuluna büyük bir hevesle gidip, daha ilk günümden problemle başladım. Akşam saat dokuzda gelmiş, babam beni teslim eder etmez dönmüştü. Yatakhaneye giriş işlemlerim, boş bir ranza gösterilmesi, çantamdaki kıyafetleri gösterilen dolaba yerleştirişim, meraklıların sorularını yanıtlayışım derken, saati on bir yapmıştım. Yatma saati! Saat on birden bir dakika önce bile yatağa giremiyormuşuz; yasak! Pijamalarımı giyip de yatağa girdiğim an, bir ranzada yatmanın keyfini iyice hissetmeye çalıştım. Hayatım boyuca yer döşeğinden başka bir zeminde yatmamıştım. Şimdi bir ranzam vardı, ne güzel… Üst ranzaya benden biraz daha yaşlıca duran, sanırım üst sınıflardan bir öğrenci geldi. Ne hoş geldin, ne hayırlı olsun, hiç laf atmadan çıktı yatağına, yattı; pek kasıntı bir şeydi. Bir zaman yatağında kıpırdadıkça ranzasından çıkan gıcırtıları dinledim, sonra uyuya kalmışım. Evdeyken her gün, istisnasız, en az on saat uyku uyurdum. Sabah, saat yedi olduğunda, evdeki rahatlığı unutmam gerektiğini anlamamı sağlayan gelişmeler gecikmedi. Nöbetçi öğretmen elindeki ince uzun değneği ranzaların demirlerine vura vura koğuşa dalmış, “uyanın!” komutlarıyla bir baştan bir başa yürüyüp benim en dipteki ranzamın başına gelmişti. Uyanmıştım, kalkacaktım, ama o çıkarttığı gürültünün finalini yapar gibi, “kalksana ulan!” diye bağırarak değneği sırtıma yapıştırmıştı. Can acısıyla öyle bir fırlamışım ki, kafamı üst ranzanın demir kenarlıklarına çarptım. Kafam yarıldı. Kafamdan kan fışkırmaya başladı. Kanayan yeri elimle kapatmaya çalışıyordum, ama kanamayı durduramıyordum. Nevresimim ve yastığım kana bulanmıştı. Böylesine tazyikli bir kanama nöbetçi öğretmeni çok korkutmuştu. Beni sürükleyerek revire taşıdı. Revirde, ne hemşire, ne doktor, hiç biri henüz iş başı yapmamıştı. Revirin işçi kadrosundaki hademesi elindeki paspası bir kenara atarak yanımıza gelmişti. O da en az nöbetçi öğretmen kadar telaşlanmıştı. “Hocam ne oldu bu çocuğa?” “Kafasını ranzasının kenarına çarptı!” “Nasıl çarptı?” “Nasıl olacak? Sakarlığından…” Üstüne bir şey alınmıyordu. Elbette alınmazdı, onun sebep olduğu duyulsa, suçlanacaktı. Hademenin revirde çalışıyor olmaktan dolayı edindiği tecrübe, belki de benim hayatımı kurtarmıştı. Adam, sıkı bir turnike uygulayarak kanamayı durdurmuştu, yoksa kan kaybından dolayı çok kötü bir duruma düşmem an meselesiydi. “Kafasına hemen dikiş atılması gerekli!” diyerek hastaneye yetiştirilmemi de o sağlamıştı. Nöbetçi Öğretmen, okulun mubayaa kamyonetini getirterek beni hemen yakınlardaki bir hastanenin acil servisine ulaştırmıştı. Orada da kendi sakarlığımdan dolayı kafamı ranzamın kenarına çarptığımı söyleyerek üstüne bir şey alınmamıştı. Okuldaki ilk günümdü ve bu okulda, bu öğretmenle geçireceğim yıllarım vardı, o nedenle sakarlığı üslenmiş, adamı temize çıkarmıştım. Kafamda oldukça derin bir yarık oluşmuş ve dört dikiş atılmıştı. On gün boyunca her gün revire uğrayarak pansumanımı yinelettikten sonra, onuncu gün dikişler alınmıştı. İlk günkü derslere girememiştim; zaten kimisi boş geçmiş, kimisi de tanışma sohbetleriyle, bir şey kaçırmamıştım. O günden sonra, o nöbetçi öğretmenle yıldızlarımız hiç barışmadı. Adam hem suçlu, hem güçlü gibi, sebep olduğu olaydan dolayı bir kez bile gönlümü almak için teşebbüste bulunmadı. Velhasıl-ı kelam, o da bizim köyün ayılarındandı. * Öğretmenimiz Fikret Bey’in lakabı “Karıncaezmez”’di. Gürültü olmasın diye, altları lastik/kauçuk iskarpinler giyer, yer döşemelerini yıpratmak istemez gibi adımlarını adeta yere dokundurmadan atardı. Öyle değnekle, gürültüyle bir işi olmazdı onun. O, nöbetçi oldu mu, o gün her şey saat gibi tıkır tıkır yürür, hiçbir vukuat çıkmazdı. Tüm iyi şeyleri kendinde toplamıştı. İnsandan çok farklı, insanüstü bir yaratık gibiydi. İnsan bir kerecik olsun bir şeye kızmaz mı, bağırmaz mı; hadi bunları geçtik, şöyle bir kaşlarını çatmaz mı be hey adam! Nöbetçi olduğu günler herkesi tek tek, başlarını okşayarak uyandırırdı. Ben, o gelmeden çok önce uyanmış olurdum, ama beklerdim ki, gelsin, başımı okşasın, “günaydın çocuğum,” desin… Çok hoşuma giderdi bu, o günümü bu sayede aydınlık geçirdiğimi düşünürdüm. Herkes öyle. Hepimiz, öğretmen sevgisini, ana-baba sevgisini, abi sevgisini, arkadaş sevgisini, ihtiyacımız olan her sevgiyi onda bulurduk. O, kendini öğrencilerine adamıştı. Yatakhaneden çıkıp yemekhanenin yolunu tuttuğumuzda sırtını duvara verip dikilir, hepimizin suratını tek tek gözden geçirir, bir problemimiz olup olmadığını algılamaya çalışırdı. Hepimizin okul numarasını ezbere bilirdi. Asık suratlı birini gördüğü zaman, o öğrencinin numarasını seslenip, “Karadeniz’de gemilerin mi battı?” diye sorardı. Ben, ondan bu soruyu ilk duyduğumda, soruyu sorduğu çocuğun gemi sahibi birisi olduğunu sanmış, çocukla baş başa kaldığımız bir anda, çenemi tutamayıp, ciddi ciddi, “senin gemilerin mi var?” diye sormuştum. Çocuk, benim salağın teki olduğumu nereden bilsin, onunla dalga geçtiğimi sanarak, “siktir ol, git lan başımdan!” diyerek beni yanından kovmuştu. Kafamın yarıldığının ertesi günü nöbetçi Karıncaezmez’di. Ben, onun bu özelliklerini henüz bilmiyordum. Yatakhaneden çıkmış, yemekhaneye doğru giderken numaramı seslendiğini duydum. Tam o anda da yanı başımdaki bir çocuğun sorduğu bir soruya cevap veriyordum; hemen sustum. Karıncaezmez, “sen gel bakayım buraya!” diye emretti. Konuştuğum için azar işiteceğimi sanarak, içimden konuşmama sebep olan çocuğa okkalı bir küfür savurarak, yanına gittim. O, başımdaki bandajı işaret ederek, şefkatle, “başına ne oldu, evladım?” diye sordu. “Üst katımdaki ranzanın kenarına çarptım efendim,” dedim. Merakla, “nasıl oldu o?” diye üstelediğinde, biran nöbetçi öğretmenden bahsedip bahsetmemeyi düşündüm. Adam herkese, başımı sakarlığımdan dolayı çarptığımı söylemişti. Şimdi onu suçlamaya çalışmak gereksizdi. “Ranzamdan kalkarken biraz acele etmiştim efendim,” dedim. “Geçmiş olsun!” diyerek beni yolladı. “Tamam, gidebilirsin!” Yemekhanede tabldot tepsisindeki zeytin, peynir, margarin ve reçel çeşitlerini katık ederek bol ekmekle karnımızı doyurmaya çalışıyorduk. Karıncaezmez görünürlerde yoktu, buna rağmen koca yemekhanede çatal, bıçak seslerinden başka bir ses yoktu. Sessizlik içinde kahvaltılıklar bitirilip tepsiler bulaşıkhanenin küçük penceresinden içeri teslim edilirken Karıncaezmez de ortaya çıkmıştı. Tam da yemekhane kapısının kenarına dikilmiş, kahvaltısını yapıp çıkan öğrencilere bakıyordu. Ben de tepsimi teslim etmiş, yemekhaneden çıkıyordum ki, herkese sadece numarasıyla hitap ettiği söylenen Karıncaezmez, tam önünden geçerken bana, “Ergin Yavuz, gel!” diye seslenmişti. Bu gün, benimle ikinci muhataplığıydı bu, pek hayra alamet değildi. Korktum. Heyecanlı hareketlerle yanına giderken, “yavaş, yavaş, acele etmene gerek yok evladım!” diyerek karşıladı beni. Elini omzuma koyarak yemekhane kapısından dışarı çıkarttı. Gelip geçenlere duyurmak istemiyormuş gibi, usulca, “Ali Yavuz senin baban mı?” diye sordu. Bir an babama bir şey olduğunu sandım, “evet?” dedim sorgular gibi. O, sevecenlikle, “baban benim köy enstitüsündeyken arkadaşımdı,” dedi. Şaşırdığımı görünce, biraz daha açıklama ihtiyacı duyarak, “senin yaşlarındayken babanla ben ayrılmaz iki arkadaştık,” diye devam etti. “Gel benimle!” diyerek, elini omzumdan çekip yanı başımda yürümeye başladı. Başımdaki bandaja çevirdi bakışlarını; onun gene kafamdaki yarığın nasıl oluştuğunu sorgulamaya başlayacağını hemen anladım. “Ben araştırdım, soruşturdum, kafanın nasıl yaralandığını öğrendim,” dedi. Kafamın, nöbetçi öğretmenin yüzünden yarıldığını öğrendiğini sandım; ama o, “kafanı yaran arkadaşının ismini vermek istemediğin için seni takdir ederim; ama ismini bana söyle ki, bir daha böyle şeyler olmaması için ona nasihatte bulunabileyim!” diyerek devam edince, başımı bir arkadaşımla kavga ederek yardığımı sandığını anlamış oldum. Nöbetçi öğretmenden hala haberi yoktu. “Yok vallahi öğretmenim, acele edeceğim diye kendim ranzanın demirine çarptım,” diyerek ısrar ettim. Bu defa inanmış görünerek, “öyle olsun bakalım,” dedi. Beni okulun malzeme ambarına götürdü. Malzeme ambarındaki memurun odasına girdik. Karıncaezmez, memura, “bu Ergin Yavuz,” diyerek beni gösterdi. “Onu sana emanet ediyorum,” dedikten sonra da çıkıp gitti. Odada altı, yedi öğrenci yan yana dizilmişler, sessizce dikilmekteydiler. Memur, “sen de arkadaşlarının yanında sıraya geç,” diyerek bekleyen öğrencileri gösterdi. Geçip, sıranın en sonunda dikildim. Yanı başımdaki oğlanın, üst katımda yatan kibirli oğlan olduğunu görünce başımı çevirdim. O beni selam verilmeyecek kadar küçümsüyorsa, ben ona yılışamazdım ya! Neler olduğunu anlamaya çalışarak beklemeye başladım. Ambar memuru önündeki sayfalar halindeki bir listeden, sayfaları arasında siyah karbon kağıdı döşenmiş bir malzeme alma bonosuna notlar almaktaydı. “Bir iskarpin, 40 numara, bir gömlek, 1 numara, bir kravat, bir takım elbise, bir pardösü, çorap, iç çamaşırı, mendil, çanta, üç yüz sahife sarı defter, harita metod defteri, çizgisiz, harita metot defteri, kareli, okul defteri 3 adet, çizgili, kurşun kalem, dolma kalem, mavi mürekkep, …” sonsuza dek sürecek gibi upuzun bir liste oluşturarak habire yazıyordu. O sırada kucaklarındaki kolilerle gelen iki işçi, kolileri ortadaki sehpanın üstüne bıraktılar. “Bunlar, Sabri Yılmaz’ınkiler…” Memur sıranın en başındaki öğrenciyi yanına çağırdı. “Sabri, gel oğlum, eşyalarını teslim aldığına dair tutanağı imzala!” Çağırılan öğrenci hemen gidip gösterilen yerleri imzaladı. Memur, ona eşyalara dair hazırladığı bononun bir nüshasını da vererek, “eşyalarını bu listeyle karşılaştırarak dolabına yerleştir, eksik bir şey çıkarsa hemen gelip bana haber ver, emi!” diye tembih etti. İşçilere, “çocuğun kolilerini dolabına kadar götürün!” diye emrederken bir başka listeyi de onlara teslim etti. “Döndükten sonra da şunları hazırlayın!” Olanlardan anladığım kadarıyla öğrencilere giyecek ve kırtasiye yardımı yapılıyordu. Nihayet sıra bana geldiğinde de aynı şeyler oldu. İmzalarımı atıp tamamladıktan sonra kolilerimi kucaklayıp taşıyıveren iki işçinin önünde yatakhanedeki dolabımın önüne vardık. Adamlar, kolileri yere bıraktıktan sonra gittiler. Benim dolabımdan birkaç dolap ötede, kendisine verilenleri yerleştirmekle meşgul olan kasıntı oğlanın bu defa suratı gülüyordu. Arada bir çığlık atıyordu. “Üf! Şunlara bak, gıcır gıcır!” Ben de kolilerimi açarak içlerini boşaltmaya başladım. Kolilerin biri giysilerle, diğeri kırtasiyelerle doluydu. Ağzı kulaklarında sevinç çığlıkları atan kasıntı çocuğa, “bunları bize niye verdiler ki?” diye sordum. “Fakir olduğumuz için,” dedi. Gerekçeden incindim bir an; kendi kendime, “ben fakir miyim?” diye sordum. Sonra, “bunları verdiklerine göre fakirmişim demek ki,” diye karar verdim. Bunun gerçek olma ihtimalinden dolayı onurum kırıldı. Fakir, Muhittin Amca gibiysen olunur, adamcağız fakirliği yüzünden dilencilik yapmak zorunda kalmıştı; oysa benim babam bir öğretmendi, devlet babadan bir sürü maaş alıyordu. Hem Nail amcam vardı benim. Eskişehir’in en zengin adamlarından biriydi o; fabrikası, evleri, dükkânları vardı. Oğlanı azarlar gibi, “ben fakir değilim!” diye çıkıştım. Babam belki fakir sınıfına giriyordur diye düşünerek ona amcamla övünmeye başladım. “Benim fabrikatör amcam var, üç yüz tane işçi çalıştırıyor.” Öğrenci güldü. “Benim de üç yüz dönüm sulak tarlası, besihanesinde altı yüz tane danası, davarı olan amcam var. Ne olmuş?” Eşyalarını yerleştirmeyi bitirmişti. Dolabının asma kilidini kapatıp yanıma geldi. “Buraya gelirken, annem yol paramı ondan alamadı da, muhtar amca, bakkal İsmail amca ve kahveci Recep, yol paramı aralarında denkleyip verdiler,” dedi. Dolabıma yerleştirmeye başladığım kılıkları göstererek, “Allah, devletimize zeval vermesin! İnsanın amcası bu kadar yardım etmez, acıyıp da!” dedi. Bir an sustuktan sonra, “senin amcan ediyor mu?” diye sordu. “Çı-ıh!” dedim. Amcalarımızın harisliğine ikimiz de güldük. Verilen kılıkları giyinip de dersliğimize doğru giderken, koridorlarda yanlarından geçtiğim öğrencilerin pek çoğu kafalarını çevirip çevirip üstüme başıma bakıyorlardı. Eminim ki, onların arasında nice babasız kalmış, fakir çocukları vardı. Üstümdekileri, oların sırtından sıyırıp almışım da öyle giyinmişim gibi bir duyguya kapıldım. Nazmi ile asık suratlı başlayan ilişkimiz, sonradan çok samimi bir dostluğa dönüşecekti. * Nazmi, Tokat Zileliydi. Babası uzun yol şoförlüğü yaparken, kaza yapıp ölmüş, Nazmi ile annesi de Zile’de anneannesinin yanına yerleşmişlerdi. Zile’deki öğretmenlerinin teşvikiyle girdiği Ankara Erkek Öğretmen Okulu sınavını birincilikle kazanmıştı. “Ben de üçüncülükle kazandım,” dedim ona. O ise, “ha birincilikle, ha üçüncülükle, kazandık ya, ona bak sen,” diyerek mütevazı bir tavır sergilemişti. * Kendim öğretmen olamamıştım, ama Ankara Erkek Öretmen okulunda, Nazmi ile üst düzeyde seyreden arkadaşlığımızı yaşadığımız yıldan yıllar sonra Balıkesir’de öğretmenlik yapan bir hanımefendiyle evlenmiştim. Kendim Eskişehir’deki Şeker Fabrikasında memur olarak çalışmaktaydım. Eşimin, eş durumundan tayinini Eskişehir’e yaptırabilmek için Ankara’da Milli Eğitim Bakanlığında İlköğretim Özlük İşlerine gelmiştik. Tam da Milliyetçi Cephe koalisyon hükümetlerinin dönemi, yani bir torpiliniz yoksa hiçbir işinizi hallettiremediğiniz bir dönem. “Olanak, olasılık” gibi kelimelerle konuştuğunuzda bile hemen solcu olduğunuza hükmedilmekteymiş, ama ben bilmiyordum bunu. Bu konuşma şeklimden dolayı, servisteki şef ve memur düzeyindeki çalışanlar habire sorun çıkartıyorlardı. İşimizi halledebilmek için sağa sola gidip gelirken, lisede Sanat Tarihi öğretmenliğimi yapan, o sıralarda ise Çankırı Milli Eğitim Müdürü olan Kamil Ateşoğlu (yoksa Kenan Ateşoğlu muydu? neyse…) (sonradan CHP Milletvekilliği de yaptı) ile karşılaştık. Elini öpüp sorduğu için derdimi anlattım, ama hep o yeni Türkçe kelimelere de yer vererek. Beni, “evladım, böyle solcu ağızlarıyla konuşursan işiniz olmaz; konuştuğun kelimelere dikkat et, eski kelimeleri kullan,” diye uyardığında öğrenmiş oldum kullanılan kelimelere göre solculuk teşhisi konulduğunu. Hocam da, kendisinin CHP.li olarak tanındığı için bize bir katkısı olamayacağını söyleyince umudumu iyice yitirip, eşime, “verelim dilekçemizi evrak kayıta, gidelim. Bir torpil arayıp bulalım. Olmazsa ben tayinimi Balıkesir’e yaptırırım,” dedim. Dilekçenin kaydı alınmadan önce İlköğretim Genel Müdürü tarafından “uygundur” diye paraf edilmesi gerekiyormuş, çıktık adamın katına, evrak imzalatmak için bekleşenlerle birlikte girdik odasına. Masasında noter katibi edasıyla habire imza atan İlköğretim Genel Müdürünü hemen tanıdım. O, Ankara Erkek Öğretmen Okulunda geçirdiğim bir yılın can ciğer dostu Nazmi idi… İmza atarken beni tanımamıştı. Ona kendimi tanıtıp tanıtmamak arasında kararsız kalarak imzamı arttırdım. Bana, “sizin evrakınızda bir problem var. Şu arkadaşları yollayıncaya kadar bekleyin de, probleminizi düzeltmeniz için yardımcı olayım,” diyerek bize odasındaki iki koltuğu gösterdi. Geçip oturarak beklemeye başladık. Nazmi, imza şöleni tamamlanıp da odası boşalınca sekreterine, “içeri kimseyi salmayın!” diye talimat vererek ayaklandı. “Ulan Ergin! Nereden çıktın sen ulan?” diye çığlıklar atarak yanıma geldi, beni büyük bir hasretle kucaklamaya başladı. Az önce tanımazlıktan geldikten sonra bu mesafesizliğinden dolayı geçirdiğim şaşkınlığı fark ederek, “kusura bakma, milletin ortasında mesafeli durdum,” dedi. Beni bırakıp eşime döndü. “Hoş geldiniz hoca hanım!” diyerek tokalaştı. Eşim çekingen, “hoş bulduk, efendim!” derken, o hemen çıkıştı. “Baş başayken makam mevki yok, tamam mı?” Eşimin tokalaştığı elini bırakmıyordu. “Ben Nazmi, aha bu adamın öğretmen okulundan sıra arkadaşıyım. Hem de yatakhanede ranza arkadaşı. Hala horluyor mu uykusunda bu?” Eşim de rahatlamıştı. “hem de nasıl,” diyerek güldü. İkisi gülümserken, ben elimdeki dilekçede ne gibi bir sorun olabileceğini düşünüyordum. “Nazmi’ciğim biz bu dilekçeyi evrak kayda verecektik ya, problem var deyince sen…” Elimden dilekçeyi aldı, masasına geçti, dahili telefonla bir yere telefon etti. “Odama kadar geliver!” Çok geçmedi, odasına gelen yardımcısına beni tanıttı. “Ergin bey, okuldan kardeşimdi, Saitçiğim. Eşinin tayinini Eskişehir’e yaptırıver hemen, emi!” dedi. Sait, dilekçeyi aldıktan sonra çıktı gitti. Nazmi, “Sizin işiniz tamam,” dedi. “Evinizi Eskişehir’e taşıyın siz…” “Bu kadar çabuk mu?” “Biz hızlı servisiz,” diyerek güldü. Saatine batı, “öğlen oluyor,” dedi. “Çayı kahveyi yemekten sonra içeriz. Haydi, lokantaya gidelim.” Ayaklandı. İtiraz edecek oldum. “Biz izin isteyelim…” Hemen çıkıştı. “Ne münasebet? Akşama da buradasınız daha. Hanımları tanıştırmayacak mıyız?” * Bir de Zile’den adam çıkmaz derler. Yılanı Zileliyle aynı çuvala koymuş, yılan, “imdat Zileli!” diye bağırmış, diye fıkralar üretirler. Onlar gelsinler de adam görsünler! İyi çocuktu Nazmi. Adam olduktan sonra da “iyi” kalmıştı. Helal olsun ona! * Karıncaezmez, “babanı benim kadar seven bir dostuyla tanıştıracağım seni,” dediği zaman kafam karıştı. “Onun asıl adı Tahir; ama sen onu Fakir Baykurt olarak tanıyorsundur.” “Fakir Baykurt mu? Şu meşhur yazar mı?” Fakir Baykurt, babamı tanıyormuş ve üstelik çok seviyormuş. İyi de, bu nasıl olabilirdi ki? Babam gibi sıradan bir öğretmen ile Fakir Baykurt gibi dünya çapında bir yazar... Yazarın o dönemde, Yılanların Öcü, Irazcanın Dirliği, Onuncu Köy gibi çok ünlü romanları vardı. Yurt dışında ve yurt içinde ödüller alıyorlardı. Özellikle Yılanların Öcü yabacı dillere de çevrilmiş çok ünlü bir romanıydı. Babam ise sıradan bir insan olarak evinin kirası ile teberleşiyordu… Kafamın karıştığını Karıncaezmez de fark ederek, “sana babanla Gönen’de ki köy enstitüsünden arkadaş olduğumuzu söylemiştim ya… Bu gün seni tanıştıracağım o meşhur yazar da aynı enstitüden arkadaşımızdı bizim,” deyip sustu, bekledi, benim büyük bir merakla bir şeyler anlatmasını beklediğimi görerek hikayeyi tamamlamaya karar verdi. “Ama, o sınıf arkadaşımız değildi. Bir alt sınıfımızdaydı. Enstitüye ilk geldiği zaman fukara, ezik, yabanıl biriydi. Baban keşfetti onu, birlikte kütüphaneden çıkmaz olmuşlardı, çünkü ikisi de şiir yazmayı ve okumayı çok seviyorlardı.” Evet, burası çok doğruydu; babam şiir yazmayı da nesir yazmayı da, okumayı çok severdi. Para vererek kitap almazdı, alamazdı, ama üye olduğu İl Halk Kütüphanesinden ve benzeri yerlerden bir sürü kitap getirerek odasına kapanmadığı tek bir gün yoktu. Odasındaki daktilo o evdeyken susmamacasına tıkırdardı. Yazdığı şeyleri bir yerlere yollar, neticelerini ise annemle paylaşırdı. “Bak, Varlıkta öyküm yayınlandı… Çetin Altan, şiirimi yayınladı Akşam Gazetesindeki köşesinde… Remzi Kitapevi, romanımı editörüne inceletmeye karar verdi…” gibi bir çok sohbetine kulak misafiri olduğumu hatırlıyorum. Karıncaezmez, anlatmaya devam etti. “Ben şiiri onlar kadar beceremiyordum, ama yazdıkları şiirleri inatla dinleterek kafamı da şişiriyorlardı. İşte böyle bir üçlüydük biz. Yemekhanede, yatakhanede, atölyede, bahçede, tarlada, ahırda, her yerde beraberdik…” Anlatılanları kavramıştım. O an nasıl kibirlendiğimi anlatamam. Benim babam çok büyük adamdı, çok. Bunu Eskişehir’deyken tam olarak fark edememiş olsam da… Ağzımdan, “sonra?” diye bir soru çıktı kendiliğinden. Onların arkadaşlığı saatlerce, sıkılmadan dinleye bileceğim bir masal kadar cazipti. “Sonrası, sonra…” dedi Karıncaezmez. Güldü. “Okulumuz bitti, hepimizi verdiler birer köy okuluna. Tahir amcan…” Tahir amcan deyince, bir an, mutlulukla irkildim. Nail amcamdan daha öz bir amcaymış gibi hissettim onu. “memleketi Burdur’da Yeşilova’nın bir köyüne tayin edildi. Ben, Ankara Nallıhan’ın bir köyüne tayin edildim. Baban Samsun Havza’nın bir köyüne tayin edildi. Darma duman olduk, ama uzun yıllar mektuplaştık ta… Sonra sonra kaybettik birbirimizin izini, ama şunu iyi bil ki, birbirimize sevgimizi asla kaybetmedik.” Yeniden, “sonra?” diye sordum. Bitmesini isteiyordum anlattıklarının. Karıncaezmez, “sonrasını da Tahir amcan anlatır,” dedi. “Öğlen yemeğinden sonra bekliyor bizi; buluşacağız. Doğru dürüst, temiz bir şeyler giyin emi…” Ne demek? Tabii ki, en iyi kıyafetlerimi giyinecektim. Karıncaezmez, “Tahir’ciğim bu sana bahsettiğim Ergin Yavuz,” diyerek tanıştırdığı adam, masasının önünde oturan bir başka adama bir şeyler anlatıyordu ki, lafını kesti, adama, “devam ederiz hocam,” diyerek bizi karşıladı. “Ali’nin oğlu?” “Evet!” “Hoş geldin delikanlı!” Babama ne kadar da benziyordu. İkisi de kırk yaşında, kavruk, zayıf, ama yakışıklı. Yoksa, gerçekten de amcam mıydı? “Hoş bulduk Tahir amca!” diyerek eğilip elini öptüm. O, tutamadı kendini, güldü, “Tahir amca mı?” diye sordu. “Baban mı bahsetti kardeşliğimizden, ha?” Çok değişik bir diksiyonu vardı, etkileyici, tıpkı şiir okur gibi. “Yok efendim,” diye izah ettim ona; “Babam pek bahsetmez böyle şeylerden. Fikret öğretmenim anlattı.” “Tamam,” dedi Fakir Baykurt, “ben senin Tahir amcanım…” Bizi masası önündeki diğer koltuklara oturttu. “Baban Ali, öz kardeşim kadar kardeşti bana! Eskişehir’deymiş, ha?” Bu “ha?” soru sözcüğünü ikidir kullanması dikkatimi çekmişti. “Eskişehir’de efendim,” diye cevap verdim ona. “Vay benim canımın içi abim. Bir de özledim ki…” Karıncaezmez’e döndü. “Abi, ansızın bir ziyaret edelim mi şunu, ne dersin?” Ben, bu önerinin gerçekleşmesi ihtimaliyle sevince belenirken, Karıncaezmez ona sitem ederek, “çok edersin!” diye çıkıştı. “Sendikadan fırsat bulabilecekmişsin gibi… Sendikal olaylar daha çok enterese ediyor seni.” “Enterese etmek de ne demek, ha?” diyerek güldü. “Şu Türkçeyi katletmeyin yahu…” Karıncaezmez, “Sendika olayları daha çok ilgilendiriyor seni,” diyerek düzeltti. Fakir Baykurt, “ya, ne demezsin, o bizim her şeyimiz. Gene de bir fırsat yaratalım basalım şunu be, burnumda tütüyor vallahi…” “Eh, sendikadan vakit ayırırsan gideriz.” “Sendika ya… Sana da dedik gir yönetime diye ama kaytardın, ne güzel işlerimin yarısı yıkardım sana,” diyerek gülmeyi sürdürdü. Karıncaezmez de gülerek, “oradan kaytarmasaydım, başka yerlerden kaytarmam gerekecekti,” dedi. Onun, okula, öğrencilere adanmış hayatını düşününce ne demek istediğini anlamıştım. “Ben de, hocama Kayseri Alemdar Sineması'ndaki genel kongreyi anlatıyordum geldiğiniz de.” “Anlat da biz de dinleyelim o halde!” Fakir Baykurt, “tamam,” dedi. “Önce, Ergin’e hediye paketini vereyim de…” Masasındaki zili çalıp az bekledi. Yaşlı bir müstahdem geldiğinde, “şu hediye paketini getiriver Sami!” dedi. Sami dediği adam çıktıktan hemen sonra kucağında büyükçe bir koliyle geldi. “Koy delikanlının yanına!” Adam hediye paketi denilen koca koliyi oturduğum yerin yanı başına bıraktı. “İçinde benim kitaplarım, dergiler ve birkaç kırtasiye var.” “Teşekkür ederim efendim!” Geldiğimizde yaptığım gibi, bu defa Tahir amca diye hitap edememiştim. O, büyüklerle konuşmayı sürdürerek, “... kongrenin toplanma zamanına yakın iki camiye ve bir imam-hatip okuluna bomba atmışlar. Allahsız komünistler camileri bombaladı ve komünist öldüren cennetlik olur, propagandası yayılmış Kayseri'ye… Çok kısa bir sürede binlerce kişilik bir linç kalabalığı sinemanın önüne toplanmıştı. Tam o arada, ben de açılış konuşmasını yapıyordum. Dursun, kulağıma, gericilerin, bağnazların saldırısına uğramak üzere olduğumuzu ve büyük bir kalabalığın kongremizi basmak için şu anda sinema kapısına çok yakın bir yerde olduklarını, söyleyince bu bilgiyi ben de salondakilere aktarmıştım... derken milisler tekbir getirerek yaklaşık 800 öğretmenin toplandığı salona taş ve gazlı paçavralar atmaya başladılar, top yekün taarruza geçtiler. On binlerce öfkeli, ne yaptığını bilmez bağnaz, beş katlı sinemaya saldırdı. Bulabildikleri her şeyi yakıp yıktılar. Pencerelerden dumanlı, sisli yalımlar yükseliyordu. Bu arada, yalımlar arasında genç bir öğretmen boğulmak üzere, parça parça sesiyle bir marş söylüyor, üzerinde yağan taş ve şişeleri görmüyordu sanki. Marşın boğuk ezgisi, yalımların çatırtısına, on binlerce öfke-korkunun uğultusuna karışıyordu. Sinema ateşe verildi, öğretmenlere saldırıldı. Askerin çabuk müdahalesi sayesinde öğretmenler kordona alınarak tahliye edildiler. Neyse ki kimse hayatını kaybetmedi. Beş yüze yakın yaralı vardı ama...” Ağzım bir karış açık dinlemiştim anlatılanları. Duygularıma yaşanmış olan vahşet hükmederken, Tahir Amca’nın babamdan da büyük bir adam olduğuna karar vermiştim. O, sadece dünya çapında bir yazar değil, halkı ve öğretmen meslektaşları için, babam için, savaşan bir kahramandı. * Dersler başladıktan on gün sonra, tam da öğretmenin geleceği dakikalarda, adeta bir ortaokul öğrencisi görünümünde, kısa boylu, zayıf mı zayıf bir çocuk girdi sınıfa. Bir kişi, “ilkokul aşağı mahallede, yanlış gelmişsin,” diye laf attı, gülüşenler oldu. Gelen öğrenci onu umursamayarak oturabileceği boş bir yer bakındı. Önlerde, tek kişi oturan bir öğrencinin yanına giderek, “buraya oturabilir miyim?” diye sordu. Tek başına oturan öğrenci, “üzgünüm, ama gelecek var,” diyerek izin vermedi ona. “Bak, en arkadaki sıra boş,” diyerek sınıfın arka tarafını gösterdi. Öğrenci, gösterilen yere gitti, oturdu. Fısıltı gazetesi birkaç teneffüslük mesai ile yeni gelen hakkındaki bilgilere ulaşmamı sağladı. Adı, Namık imiş; sınavı kazanan bir öğrenci her nedense okula başlamadığından yedeklerin başında yer alan Namık’ı okula kaydetmişler. Namık, başka bir dünyadan gelmiş gibi tertemiz yüzlü, iyi giyimli, çekingen birisiydi. O ufacık boyuyla oturduğu en arkadaki sırada, önündeki sıralarda oturan iriyarı gençlerden dolayı görünmüyordu. Öğretmenler derslere giriyor, konuları anlatıyorlar, onu göremeden, ya da o öğretmenleri göremeden ders bitiyordu. Çaresizce boynunu uzatarak, ya da ayağa kalkarak karatahtada yazılanları defterine geçirmeye çabalıyordu. Onun bu hali gözüme çok sempatik görünüyordu. Resim dersinde, öğretmen kürsüsüne yerleştirilen meyve dolu bir tabağın karakalemle natürmort çalışmasını yapıyorduk. Arka sıradan bir beliren, bir yok olan kafa, resim öğretmenimiz Karıncaezmez’in dikkatini çekince onun yanına gitti. Önce, yaptığı resimle ilgilendi. Resim kâğıdını önünden alarak karatahtanın önüne geldi. “Çocuklar,” diye seslenince hepimiz resim yapmayı bırakıp ona baktık. O, yukarı kaldırdığı resmi sınıfa göstererek, “bu yeni gelen arkadaşınızın çalışması. Sizlere, yapacağınız resimle ilgili bir örnek teşkil edebilecek kadar, güzel bir çalışma. Şu gölgelendirmeleri görüyor musunuz? Resme üç boyutlu bir derinlik kazandırmak için nerede, nasıl gölgelendirme yapacağınızı iyi bilmelisiniz…” Kendi resmime dikkatle baktım. Gölgelendirme? Yoktu öyle bir şey; bilmiyordum, kimse öğretmemişti. Resmimde simetri vardı, o da bir derinlik katabiliyordu, ama gölgelendirme canlandırıyordu resmi, elini uzatıp meyveyi kâğıdın üstünden alıverecekmişsin gibi capcanlı yapıyordu. Karıncaezmez, resmin sahibi çocuğa, “sen gel bakayım buraya, yavrum!” diye seslenince Namık ayağa fırlayıp sırasından ayrılıyordu ki, Karıncaezmez, “sıranda bir şeyini bırakma, neyin varsa toparla gel!” diyerek müdahale etti. Namık, sıradaki eşyalarını toparlamaya başladığında, öndeki sıralardan birisinde tek başına oturan öğrencinin yanına giden Karıncaezmez, ona, “dokuz yüz on, sen burada niçin yalnız oturuyorsun?” diye sordu. Bu çocuk, Namık ilk geldiğinde yanına oturması için izin vermeyen çocuktu, aynı yalanı Karıncaezmez’e söylemeyi de denedi. “Yalnız oturmuyorum hocam. Gelecek var.” Karıncaezmez, bu cevaba şaşırdı. “Yoklama listesinde sınıfın mevcudu tam görünüyor, gelmeyen herhangi bir öğrenci yok! O gelecek olan arkadaşının adı neymiş bakayım?” “Adını bilmiyorum efendim.” “Onunla, daha önce birlikte oturdunuz mu?” “Yok. O, gelecekmiş… Öyle dediler…” Saçma sapan bir yalanı söyleyecek kadar aptal isen, yalancılığı sürdürmeyi becerebilecek kadar zeki değilsindir. Ağzına burnuna bulaşır her lafın; ama, Karıncaezmez gibi engin bir hoşgörüye sahip öğretmenin olduğu için şanslısındır, o senin yalancılığını yüzüne vurmaz. “Tamam evladım! O arkadaşın geldiği zaman, onu da başka bir yere oturturuz, emi! Şimdi, yer aç da bu arkadaşın otursun yanında!” Öğrenci zoraki toparlanarak sıranın yarısını boşalttı. Namık, kucağında eşyalarıyla geldi, boşaltılan yere yerleşmeye başladı. Yeni sıra arkadaşının dostluğunu kazanabilmek umuduyla, ona, “merhaba!” dedi. Öteki ise, içinden geçen küfürleri dışarı yansıttığı bir suratla karşılık verdi ona. Sıra arkadaşım Nazmi de fark etmişti, sıranın eski sahibi öğrencinin kötü tavrını, beni dürterek, “beyzadenin rahatı bozuldu,” dedi. “Suratından düşen bin parça oluyor.” Karıncaezmez, karatahtanın önüne geçerek dersi anlatmaya başladı. “Bu günkü dersimizde karakalem ile gölgelendirmeyi öğreneceğiz…” … Resim dersi biter bitmez Namık’ın tepesine dikildim. Tam da o anda yanına zorla oturduğu oğlan emrivakii henüz hazmedememiş, bir şeyler kusuyordu. Beni fark eden Namık, buna pek sevindi. Yanındaki ayıya karşı nezaketi gene de bırakmayarak, “sizinle daha sonra konuşalım; müsaade ederseniz, arkadaşımla bir işimiz var da,” diyerek ayaklandıktan sonra benimle birlikte sınıftan çıktı. “Bir şey mi diyordu o ayı sana?” diye sordum. Yüzü kızararak, “küfür ediyordu,” dedi. Bunu öğrenince, ben de kendimi tutamadım, ağır bir küfür savurdum onun için; sonra kendimi toparladım, daha sakin, resimle ilgili konuşmaya baladım. “O kadar güzel resim yapmayı nereden öğrendin?” Alçak gönüllüğünden taviz vermeksizin, “o kadar da güzel olmadı aslında,” dedikten sonra, bana da iltifat etmeyi ihmal etmedi. “Senin yaptığın resim çok daha güzeldi.” Ben, sanırım alçak gönüllü davranabilecek kadar akıllı değildim. “Benim, ilkokul beşinci sınıftayken guaş boyayla yaptığım bir manzara resmi, Türkiye çapındaki bir resim yarışmasında mansiyon ödülü almıştı,” diyerek övünmeye başladım; oysa, böyle övünürken mansiyon ödülünün nasıl bir ödül olduğunu bile bilmiyordum. Doğruca okul tuvaletlerine gittik. Tuvaletlerin içi koyu bir sigara dumanı altındaydı. En az yirmi genç, acele nefeslerle sigara içmekteydi. Benim buraya gelişimdeki amaç ta aynıydı. Hemen çorabımın içinden çıkarttığım sigara paketinden bir sigara aldım. İçmediğini umuyordum, ama nezaketen Namık’a da tuttum, aldı. Ben civardakilerden ateş alarak kendi sigaramı yakarken, Namık benden uzaklaşarak girişe yakın bir yerde, iriyarı üç öğrenciyle hararetli hararetli bir şeyler konuşmaya başlamıştı. Buradan, oğlanlara bir takım talimatlar verdiğini sanırdınız. Sonra, onları bırakarak yanıma geldi, öteki oğlanlar da aynı anda tuvaletlerden çıkıp gittiler. “Kimdi onlar?” Onlar hakkında konuşmak istemediğini belli ederek, “arkadaş, sonra tanıştırırım seni de,” dedi. Israr etmedim. Teneffüs bitipde sınıfa döndüğümüzde, bir sürprizle karşılaştım. Namık’ın yanında oturduğu ayı, sıradaki eşyalarını toparlıyordu. Namık gelir gelmez, “ben arkadaki boş sıraya geçeyim de, siz rahat oturun,” diyerek karşıladı onu. Namık, muzaffer edalarla, “iyi olur!” diyerek geçip sırasına otururken, ayı da geçip arkadaki sıraya yerleşmeye başlamıştı. Yanımda oturan Nazmi’ye bakarak, şaşkın mimiklerle, “ne oluyor?” diye sordum. Nazmi, “komünistler geldi,” dedi. “Meğer senin adamın da onlardanmış.” Komünistler mi? O da neydi?... * Namık ile arkadaşlığımız okul dışına da taşmıştı. Nazmi, bizimle gezip tozmak yerine yurtta/okulda kalıp ders çalışmayı tercih ediyordu. Onun bu tavrı ilk sınav notlarında başarılı olmasını da sağlamıştı, yani tüm notları “on”du; her hangi bir sınavdan dokuz aldığı zaman o bir puanlık eksiklik nedeniyle hırslanıyor, o notu da mutlaka “on”‘a tamamlıyordu. Sıra arkadaşım, yatakhanede ranza arkadaşım, yemekhane de, kütüphanede masa arkadaşım, her durumda en samimi arkadaşım, halen Nazmi idi. Namık ile arkadaşlık yapmamı istemiyordu ve her defasında, beni, onun hakkında kendince uyarıyordu. Biraz da abartarak… Nazmi’nin, Namık hakkında sarf ettiği “komünist”, “solcu” yaftalarına uygun bir dış hayatı olduğunu, beni T.İ.P. nin Gençlik Kollarına ait bir lokale götürdüğü zaman ilk kez düşündüm. Oturduğumuz masada sekiz, on kişilik bir grup vardı; beni hepsiyle teker teker tanıştırdı. Öylesine candan karşılanmıştım ki, hepsiyle canciğer kuzu sarması oluvermiştim. Herkes, komplekssiz, mesafesiz, sevimli, tatlı dilli, bilgili bir etkiyle arkadaşım olmuştu. İnsan Haklarının evrenselliğinden, emperyalist güçlere karşı mağdur olan ülkelerin ezilen insanlarından, Atatürkçü Düşünceden, Atatürkçü Ekonomiden,… konuşuyorlardı. Ben ise bilgisizliğimle, onların bilgi birikimini, ağzı açık ayran budalası gibi dinliyordum. Nazmi’nin ısrarla “tu kaka” dediği, Namık’ın “solcu” olmasının, kötü bir şey olmadığına karar verdim. Hatta, Nazmi’nin öve öve göklere çıkarttığı “milliyetçilik”, “ülkücülük”, “sağcılık” gibi kavramlardan daha iyi bir şey olduğuna karar verdim. Lokalin duvarlarında Behice Boran’ın boy boy afişleri ve fotoğrafları ile TİP amblemli bayraklar asılıydı. Resimlerde genelde pamuk gibi beyaz saçları, güleç yüzü olan çirkince bir kadın olarak görünüyordu. Afişlerde, Galata Köprüsünde Kore Savaşına karşı eylemler yaptığını okuyunca, aklımdan, onun bir lider olabilmek için gereken meziyetlere sahip olduğuna hükmettim. Sevmiştim ben burayı. * Bu sevgi, pek çok arkadaşlık soktu hayatıma. Sonradan tanıştığımız Saide adındaki kız, bana özel bir samimiyetle yakınlaşmaya başlamıştı. Gözlük takan, saçlarını kulaklarının üstüne kadar kat kat kısaltan, iri kemikli bir kızdı; onu, pürüzsüz teni çok güzel gösteriyordu. Lokale her gittiğimde, kiminle, nerede oturuyor olursa olsun, kalkıp yanıma geliyordu. Bir keresinde, bana, “kafam çok uyuşuyor seninkiyle,” demişti. Hangi konularda, nasıl uyuştuğumuzu bile anlayamadan, “benim kafam da seninkiyle,” demiştim. Sonra baş başa, başka yerlere de gitmeye başladık. Aşırı solcu bir derneğin (hatırlayabildiğim kadarıyla Halkın Kurtuluşu/İGD’ de olabilir)düzenlediği bir moral gecesine götürdü beni. Ruhi Su’yu getirmişlerdi, seyrettik, dinledik. Konser neredeyse bitmek üzereydi ki, yanımıza iki kişi gelip bizi oturduğumuz yerden kaldırarak dışarı çıkarttılar. “Konser bitmek üzere, dağılırken arkadaşlardan bir tanıyan olursa zor durumda kalabilirsiniz. En iyisi gidin,” diyerek bizi oradan yolladılar. Onca kalabalığın içinden bizim kendilerinden olmadığımızı nasıl anladıklarına aklım bir türlü ermedi. Ruhi Su dinleyebilmek uğruna beni rakip bir derneğin lokaline götürmüş olduğunu anladığımda onu epeyi bir azarladım. O geceyi Saide’nin evinde geçirdim. Annesi ve ablası ile birlikte kaldıkları evde, o gece annesi ile ablasının olmayacağını söyleyerek, beni davet etti. Saat tam on bir (yirmi üç)de nöbetçi öğretmenler yatakhaneyi dolaşmaya başlıyorlar ve sayım yapıyorlardı. Saide ile gittiğim takdirde, yatakhanede tam vaktinde bulunmam mümkün değildi. Saide, “İyi ya,” dedi; “yatakhanede bulunmadığında başına ne gelebileceğini test etmenin tam sırası!” Hak verdim ona; ama, asıl test edeceğim şey, onunla birlikte evde tek başımıza iken, başıma nelerin geleceği idi… * Mübalağaya gerek yok! Tüm sinir sistemim içimde kabaran ihtirasa direnemeyerek boşalıvermişti. Ellerim, bacaklarım abartılı bir şekilde titremeye başlamışlardı, dizginleyemiyordum. Kızcağız beni sakinleştirebilmek için ufacık temaslar kurup, bolca konuşuyordu. O arada anlattığı bir fıkrayı hala anımsamaktayım. (Azıcık müstehcen olduğu konusunu okur dostlarıma ikaz etmiş olayım.) “Tir tir titreyen yaşlı, eğri büğrü bir adam, bir gün geneleve gitmiş. sofada oturan kadınların arasından, herkesin gıpta eden/hasetli bakışları önünde, sen, sen, sen de, diyerek altı tanesini seçerek odaya sokmuş. Anadan üryan soyunup uzanmış yatağa, ama uzadığı yerde titremekten zıp zıp zıplamaktaymış. Kadınlara, sen, demiş sağ bacağımın üstüne çıkıp otur; sen sol bacağımın üstüne çık otur; siz ikinizden biriniz sağ kolumu diğeri sol kolumu tutsun, beşi,nciniz de başımı tutsun! Kadınlar denileni yapılınca adamın titremesi durmuş. Adam, altıncı kadına da demiş, çık üstüme gör işimi. Kadın üstüne çıkınca, öteki kadınlara, tamam demiş, salıverin hepiniz zapt ettiğiniz yerleri. Beş kadın birden bir kenara çekilince adam gene başlamış hoplayıp zıplayarak titremeye. Böyle böyle işini de görmüş…” Onun böylesine müstehcen bir fıkrayı anlatışındaki utanmazlık bana da sirayet ettiğinde daha soğukkanlı olabilmeyi başardım. Evet, on altı yaşındayken ilk kez o gece milli olmuştum… Daha sonra, Saide ile samimiyetimiz hiç eksilmedi. Sadece, artık ben, kızana gelmiş dişi kedinin peşinde ayrılmaya erkek kedilere dönmüştüm. * Eskiden Namık ile birlikte geldiğimiz lokale daha çok kendi başıma gelir olmuştum. O günlerde çok önemli işler yapar olmuştuk. Ben, yaptığım işe, hem arkadaş çevremdeki popülaritemin artmasını sağlamasından, hem de Tahir amcama bir hizmet görmekten dolayı iki misli önem veriyordum. Tahir amcamın başkanlığını yaptığı Türkiye Öğretmenler Sendikası, tüm öğretmenleri ilan ettikleri “BÜYÜK ÖĞRETMEN BOYKOTUNA” katılmaya ve desteklemeye çağırıyordu. Caddelerde ve park, kahvehane gibi oturma yerlerinde buna dair bildirileri dağıtıyorduk. Çeşitli yerlere yapıştırılan afişler için de tercihimiz akşam karanlığı oluyordu. * Okul İdaresi, Saide’nin evinde geçirdiğim gecenin hesabını sormak için yazılı savunmamı almıştı. Hemen iki satırda, babamın Eskişehir’den ziyaretime geldiğini, o geceyi bir akrabamızın evinde babam ile geçirdiğimi yazıp vermiştim. İnanmamışlardı tabii ki, böyle durumlarda velilerin okul idaresine başvurarak çocukları için izin aldıklarını söyleyerek yalan söylediğimi iddia ediyorlardı. “Valla billa doğruyu söylüyorum hocam!” Karıncaezmez, “ikiyüzaltmışaltı!” diye seslenerek yanına çağırdığında, ondan da zılgıtı yiteceğimi hemen anlamıştım. Okulda herkesi numarasıyla çağırırken bir tek beni adımla çağıran Karıncaezmez, bu defa beni de numaramla çağırarak aramıza peşinen bir mesafe koymuştu. Yanına gider gitmez, “disiplin kuruluna sevk edilmene karar verildi,” dedi. Bunun ne anlama geldiğini idrak etmekten bile yoksundum. Umursamaz tavırlarımı görünce, Karıncaezmez, uyarı veya kınama cezalarını okul idaresinin verdiğini, disiplin kurulunda da okuldan uzaklaştırmak, okuldan atılmak gibi daha ağır cezaların verildiğini açıkladı. Bu açıklama, başımı nasıl bir derde soktuğumu anlamam için yetmişti. “Bana, o gece ne oldu da yatakhaneye dönmedin, olduğu gibi anlat ki, ne yapabileceğimize bir bakalım,” deyince, ona Saide’den bahsettim. “Hayatımda ilk kez bir kadınla olmak, hata yapmama sebep oldu efendim.” Durumum onu güldürdü. “Beş dakikalık bir heyecan için başına açtığın şu işe bak!” Ciddileşerek, “neyse, dinle şimdi,” dedi; “senin o gün benden izin alarak gittiğini söyleyeceğim idareye. Evrakların disiplin kuruluna sevk edilmeden bir uyarı cezasıyla yırtabiliriz belki. Sana sorulursa da Fikret öğretmenden izin almıştı dersin, tamam mı?” “Tamam efendim!” Böylece, gerçekten de ucuz atlattığım bir beladan kurtulmuştum. Kurtulmuştum, ama bu defa da Karıncaezmez’in baskısı altına girmiştim. Okul duvarlarının dışına çıkmam için bile izin vermiyordu. Gitmek istediğim sinema, tiyatro gibi bir yer olursa ona söylememi, beni kendisinin götüreceğini söylüyordu. Gitmek istediğim tek yer Saide’ye kavuşabileceğim dernek lokaliydi, onu da söyleyemiyordum. Saide hakkında alabildiğim bilgiler Namık’ın ilettiklerinden ibaretti. O da, güya kızdan soğumamı sağlamak için abartılı şeyler anlatıyordu. Neymiş, kız beni bir defa bile sormamış, anmamış, başka bir oğlanla çıkmaya başlamış, falan, filan… O, bunları anlattıkça, dışarı çıkabilmek için deli oluyordum, ama Karıncaezmez’i aşıp da çıkmak ne mümkün? Mümkün! Mümkün! Niye mümkün olmasın ki? Allah, çektiğim acıya merhamet gösterir, bana bütün kapıları açardı. Evet! Öyle oldu. Okul müdürü, öğrencilerin toplu olduğu sabah töreninde, “çocuklar!” diye seslendi. “Ankara’da tanıdığı, akrabası olanlar, yarından itibaren dört gün süreyle onların yanında kalabilirler! Bu öğrencileri, yanında kalacakları yakınları gelip idareye adres kaydettirerek teslim alacaklar.” Bu bildiriden itibaren okulun neredeyse yarısı boşalıvermişti. Benim gibilerin ise, mahkumiyeti devam ediyordu. On beş Aralık günü, öğretmenlerin büyük boykotu başlatıldı. Ne kadar öğretmen varsa hepsi boykotta. Bizim okulda iki, üç tane bayan öğretmenle okul müdürü dışındaki tüm öğretmenler boykota iştirak etmişti. Hayatını okuluna ve öğrencilerine adamış olduğu halde, Karıncaezmez bile boykottaydı; hem de boykotun öncülerindendi. Evci çıkamayan öğrenciler de iyice başıboş bırakılmışlardı. Okul müdürü, son sınıf öğrencilerini devreye sokarak düzeni korumak istemişti, ama nafile… Çarşıya çıktığımda ortamın ne denli karışık olduğunu fark ettim. Öğretmen boykotunu destekleyen pek çok memur ve işçiler de işbaşı yapmamışlardı. Sloganlar eşliğinde gelen, giden gruplar ve her tarafı tutmuş olan polis ve jandarma… Taşkınlık yapanlar oldu mu hemen joplarla özel bir muameleye tabi tutuluyordu. Bu karmaşa ortamında Saide’yi lokalde kuzu kuzu oturmuş, beni beklerken bulmak mümkün mü? Ne Saide, ne Namık, hiç kimse yoktu ortalıkta. Onları çıkıp aramak da olmazdı. Ben onları ararken, ya onlar buraya dönerse? Lokalin çalışanı, “neredeyse gelirler,” diyerek, beni bir kenarda oturttu. Çaresiz, beklemeye koyuldum. Saide de, Namık da, tam da gelmelerinden ümidimi kesmeğe başladığımda bir damperli kamyonla çıkıp geldiler. Kalabalık bir grup halinde lokale doluştular. Saide, beni, daha dün berabermişiz gibi karşılamıştı. “Hoş geldin! Hayrola, kimi bekliyorsun?” “Hoş bulduk! Seni bekliyordum. Namık ile ikinizi.” “Çok beklettik mi?” “Sorun değil, yapılacak başka bir işim yoktu.” Saide’yi, Ankara kazan, ben kepçe, bütün Ankara’yı arasam bile, zaten bulamayacakmışım. Onlar, o sıralarda şeytanın aklına bile gelmeyecek bir yerde, işçilerle memurların bu boykottaki büyük dayanışmasını vurgulayan, “İŞÇİ, MEMUR EL ELE; GENEL GREVDE!” diye yazdıkları bir bez afiş hazırlamakla meşgulmüşler. Afişin asıl dikkat çeken tarafı ise, sahte bir bomba düzeneği ile hazırlanmış olmasıydı. Saide, “Tamam! Bu gece bizimlesin o halde?” dedi. “Elbette! Burada mı takılacağız?” “Sayılır. Gece yarısı bir bez afiş asacak arkadaşlar. Sanırım Sakarya caddesinin oralarda… Biz de onlara gözcülük yapacağız.” “Neden gece yarısı?” diye sordum. Kısaca, “yasak da ondan,” diye yanıt verdi. Bir an, yapılacak işi kafamın içinde tartmaya çalıştım. Afiş asmak yasak bir şey olmasa gerekti. Caddelerde spor kulüplerinin, siyasi partilerin, festivallerin, akla gelebilecek her şeyin boy boy bayrakları, yazılı afişleri asılı değil miydi, her zaman tepemizde dalgalanıp durmuyorlar mıydı? Yasak olsa, onlar da asılmazdı… Kafamı boş yere yorup durduğum için kendi kendime kızdım; Saide, yasak dediyse yasaktı demek ki... (D i p n o t : 15-18 Aralık 1969 günleri gerçekleştirilen Büyük Öğretmen Boykotu yasadışı bir genel grevdi. Türkiye işçi sınıfının geniş katılımlı bu ilk genel grevini, işçi sınıfının “memur” statüsünde istihdam edilen öğretmen örgütleri düzenledi. Bu genel grev, 15-16 Haziran 1970 olaylarından da, DİSK’in 16-19 Eylül 1976 DGM Direnişi’nden de daha etkili ve başarılı oldu. TÖS Genel Yürütme Kurulu’nun 10 Aralık 1969 günlü Büyük Öğretmen Boykotu Çağrısı’nda yer alan isteklerin bazıları şunlardı: “İsteklerimiz şunlardır: (a) Yetkili hükümet temsilcisi, yetkili temsilcilerimizle görüşmeyi ve sonunda bir ortak protokol imzalamayı kabul ve beyan etmelidir. (b) Bu protokolda ilk iş olarak, yabancı uzmanların ve barış gönüllülerinin bütün eğitim kurumlarından atılacağı ve zehirli niteliğini saptadığımız yabancı malzemeli beslenme eğitiminin durdurulacağı belirtilmelidir.” 4 günlük Büyük Öğretmen Boykotu’na 109 bin öğretmen katıldı. Bunların 88 bini bu eyleme 4 gün süreyle katılırken, 12 bin 100’ü ilk gün katılmayıp, daha sonraki üç gün eylemdeydi. 9 bin 500 öğretmen ise birinci gün boykota katılmasına karşın, diğer günler eylemde yoktu. Boykota hiç katılmayan öğretmen sayısı ise 47 bindi. Eyleme katıldıkları için 50 bin 300 öğretmen hakkında kovuşturmaya gidildi. Bunların 19 bin 250’si takipsizlikle sonuçlandı. 2 bin 118 öğretmen açığa alındı. 65 öğretmen bakanlık emrine alındı. 45 bin 520 öğretmene maaş kesimi cezası, 3 bin 900 öğretmene kıdem indirimi cezası verildi. 590 öğretmen bir başka ile sürgün edildi. 6 bin 600 öğretmen ise il içinde bir başka yere atandı. 400 müdür görevden alındı. 1200 öğretmene derece indirme cezası verildi. 11 kişi ihraç edildi. Babamın gördüğü ceza da, Eskişehir Ziya Gökalp ilkokulunda vekaleten yürüttüğü müdürlük görevinden alınarak gene il içinde Osmangazi İlkokulu öğretmenliğine verilmesi olmuştu. TÖS, boykot nedeniyle açığa alınan veya görevden el çektirilen öğretmenlerin ücretlerini ödedi. Bu süreçte Muammer Aksoy’un girişimiyle Türk Hukuk Kurumu’nun ve ayrıca CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün destek mesajları, eylemi güçlendirdi. Birçok okul müdürünün TÖS üyesi olması da eylemin başarısına katkı yaptı. 12 Mart 1971 darbesi sonrasında DİSK hakkında kapatma davası açılmazken, TÖS hakkında böyle bir davanın açılmış olmasının herhalde en önemli nedeni, bu başarılı genel grev ve TÖS’ün kamuoyunu etkileyen çizgisi ve mücadeleleridir. TÖS’lüleri saygıyla anıyorum.) … Gece olmak bilmedi. Biz de, “6.Filo Defol!” diye sloganlar atarak, Amerikalı askerleri denize döken üniversiteli abilerimiz gibi bir eylem düzenlemiştik işte: “İŞÇİ MEMUR ELELE, GENEL GREVDE!” Adrenalim en üst seviyedeydi ve müthiş bir huzursuzluk çekiyordum; ama, erkekliğe de bok sürecek değildim. Gece yarısına kadar o kadar çok şey konuşuldu, o kadar çok isim anıldı ki, ben onları dinlerken, sadece bu kadar boş kafalı bir genç oluşum nedeniyle kendi kendime hayıflanmaktaydım. Gece yarısı olduğunda organizasyon da tamamlanmıştı. Yaşları bizden epeyi büyük, tecrübeli arkadaşlarımızdan beşi damperin açılması ile birlikte yol kenarında afişin iplerini bağlayacakları direklere ve damperin üstüne tırmanarak, el çabukluğu marifet, afişi ve sahte bomba düzeneğini asarak oradan hızla kaçıp uzaklaşacaklardı. Biz de çevrede şüphe uyandırmadan dolaşarak afişi asanlara sivil vatandaşlardan ya da diğer dernekli gençlerden müdahale etmek isteyenler olursa, onları engelleyecektik. Damperli kamyon, oradan az uzakta terk edilecekti; o zaten cadde kenarında park halindeyken düz kontakla çalınarak elde edilmişti. Sırf ara sokaklardan giderek, bankalar caddesine ulaştık. Damper içinden hızla yola atlayarak caddenin iki yanında gizlenerek ve dikkat çekmeden gezinerek gözcülük yapmaya başladık. Ben Saide’den ayrılmıyordum, Namık da bizden… Her şey gözümü açıp kapayıncaya kadar, hızla gerçekleştirildi. Bez afiş caddenin iki yanındaki direkler arasında, dalgalanarak arz-ı endam etmeye başlamıştı. Kamyon hareket ettirilirken damperi de indiriliyordu, o da az ileride terk edilecek ve içindekiler onu süratle terk edeceklerdi. Saide ve Namık ile beraber, bu kadar kolay bir işin başarılmasının mutluluğu içinde, birbirimizle cilveleşerek uzaklaşmaya başladık. O sükunet birden bire bozuldu. Yerini polis araçlarının sirenlerine ve koşuşturan insanlara bıraktı. Biz üçümüz ne yapacağımızı bilemeden binaların gölgelerinde sinmeye, görünmemeye çalışıyor, bulduğumuz bir boşluk anında başka bir gölgeliğe kadar koşturup siniyorduk ki, tam da caddeden çıktık, kurtulacağız derken bir polis minibüsü hızla gelip keskin bir fren yaparak tam da önümüzde durdu. Minibüsten inmek için davranan polisleri fark eder etmez, hızla koşmaya başladık. Minibüsten inen polisler de kovalamaya… Sanırım ilk evvela Saide yakalandı, çünkü bize ayak uydurarak koşamıyordu. Onun, “Kaçın, yakalanmayın!” diye haykırırken polis minibüsünün içine sokulduğunu fark ettim. Namık’a, “koş!” diye haykırıyordum. Arada bir duraklayıp yanıma yetişmesini bekliyordum. “Haydi gayret! Biraz daha hızlı koş Namık!” Çokça gayret etmesine rağmen daha hızlı koşamıyordu ki! Nefesi kontrolünden çıkmış, konuşmak için bile kullanabileceği bir nefesi kalmamıştı. “Geri zekalı herif!” diye azarladı beni. “Neden beni bekliyorsun mütemadiyen, salak! Uzaklaş şuradan! Defol!” Onu öylece geride bırakıp uzaklaşmanın, arkadaşlığımıza ihanet olacağına inanıyordum. “Ancada beraber! Kancada beraber! Haydi! Gayret!” Olmadı. Ne kadar gayret ettiyse de, genç bir polis memuru, son bir hamleyle, adeta havada uçarak, onu yakaladı, etkisiz hale getirdi. Aynı polis memuru az sonra ona yetişen diğer arkadaşlarına bıraktı Namık’ı. “Siz şunu alın! Ben ötekini yakalamağa gidiyorum!” diyerek benim peşimden ayaklandı. Ya yirmi adım, ya otuz adım vardı aramızda. Beni de yakalaması işten bile değildi. Yapabileceğim tek şey, olanca gücümle kaçmak olacaktı. Öyle de yaptım. Ne var ki, peşimdeki ayı öyle hızlıydı ki, aramızı açmam mümkün olmuyordu. O da, ne kadar hızlı koşsa da aramızı kapatmaya muvaffak olamıyordu. Benim akciğerlerimin onunkilerden çok daha genç olması tek avantajımdı. Öyle ki, onun kesik kesik nefes aldığını hisseder olmuştum. Ha şimdi, ha birazdan koşmaktan vaz geçecek, ben de kurtulmuş olacaktım. Yakalanmamalıydım. Gerekirse ölmeliydim, ama yakalanmamalıydım. Babam için yakalanmamalıydım. Ona, “ben seni öğretmen ol diye yolladım oraya, anarşist ol diye değil,” dedirtmemek için yakalanmamalıydım. Annemin, uğrayacağı hayal kırıklığının kabusuyla uykular uyumaması için yakalanmamalıydım. Karıncaezmez’in, “bak oğlum, seni sana emanet ediyorum ve meslektaşlarıma destek olmaya gidiyorum. Sana olan güvenime ihanet etme!” diyerek çıktığı öğretmen boykotundan döndüğünde, “sana güvenilmezmiş. Babanın oğlu değilmişsin,” dememesi için yakalanmamalıydım. Tahir amcama, “bizim Ali’nin oğlu Ali’ye çekmemiş. Armut dibine düşmemiş,” dememesi için yakalanmamalıydım. Yakalanmamam gerektiğini her düşündüğümde daha hızlı koştuğumu hissediyordum. Gerçekten de polis ile aramdaki mesafe elli, altmış adıma kadar çıkmıştı. Sokak aralarındaki koşunun önünü kesen bir caddeye fırlamıştım ki, Namık ile Saide’nin içinde olduğu minibüs, tam da önümde, yolun karşı kıyısında durdu. Hemen minibüsün geliş yönüne döndüm, o tarafa doğru koşmaya başladım. Beni kovalayan polis caddeye çıkar çıkmaz önüne gelen minibüse binerek beni koşarak kovalamaktan vaz geçti. Hem kaçıyor, hem haykırıyordum. “Kurtuldum!” Çünkü, minibüsle beni yakalamalarının imkanı yoktu. Nitekim hemen karanlık, dar bir sokağa daldım, oradan merdivenli bir yolu tırmandım ve gördüm ki, birkaç dakika içinde gerçekten kurtulmuştum. Peşimde de, görünürlerde de bir polis minibüsü kalmamıştı. Boş bir arsa buldum. Bakındım. Beğenmedim. Aşağı doğru bir yolu indikten sonra ulaştığım yerdeki yıkık dökük bir bahçe duvarını aşıp girdiğim bahçede sere serpe yayılarak dakikalarca kendime gelmek için nefeslendim. Terimi öylece kurutup nefesimi toparladıktan sonra, çorabımın içinden sigara paketimi ve kibritimi çıkartıp bir sigara yaktım. Sigarayı çektikçe aklımı da toparlamaya başlamıştım. Saide ile Namık’ın, ya da diğerlerinin sorgulamalarında kimliğimi tespit etmeleri öylesine kolay olacaktı ki, “kurtuldum,” diyerek bu kadar erken sevinmemin çok aptalca olduğuna karar verdim. “Salak! Kurtulmuşmuş!… Nah kurtulursun!” Okula dönmemeliydim. Beni orada, mutlaka bekliyor olacaklardı. Ya dernek lokali? Asıl orası riskliydi. Orası polis kaynıyor olmalıydı şimdi. Karıncaezmez’in evine gitsem? Hiç gitmemiştim, ama çok iyi tarif etmişti orayı, kolayca bulabilirdim. Saçmalıyordum. Ne diyerek gidecektim onun yanına, nasıl izah edecektim durumumu. İmkanı yok, gidemezdim ona. İyi ama, nereye gidebilir, ne yapabilirdim? Gidebileceğim hiçbir yer yoktu. Vardı! Eskişehir… Okullarda dört gün boyunca ders görülmeyecekti. Bu boşluğu değerlendirip geldim işte, derdim anneme babama. Evet, evet, en mantıklı çare bu olmalıydı. Gizlendiğim bahçeden çıktım. Ara sokaklardan yürümeye devam ederek tren garına yöneldim. Tren garıyla okulum arasındaki mesafe beş dakika ya çeker, ya çekmezdi. Okuluma da, gizlenerek şöyle bir bakabilirdim hem… Ulus’tan aşağı doğru yöneldim. Emniyet Amirliğinin ışıkları dikkatimi çekti, duraladım. Uzaktan orayı gözleyerek, oranın önünden geçmeden, dolanarak gidebileceğim bir güzergah belirlemeye çalıştım. En mantıklısı Gençlik Parkından dolanmak olacaktı. Yürümeğe başladım. Emniyet Amirliğinin civarında bir grup toplanmış, sloganlar atarak polislerin eylemlerden toparlayıp getirdiği insanları protesto ediyorlardı: “TİP TİP TİPSİZLER!... ALLAHSIZ KOMÜNİSTLER!...” Tren garından biletimi alarak trene bindiğim ana kadar hiç kimsenin şüphelenmeyeceği biri iken, illa da üzerime şüphe çekebilmek için her şeyi yapıyordum. Birinin bana dik dik baktığı anda, aşırı bir korkaklıkla sığınacak bir kuytuluk bulana kadar arkamı dönüp hızla uzaklaşıyordum ve baktığını sandığım kişi, asıl ondan sonra dik dik bakmaya başlıyordu. Trene en arkadaki tenha vagonlara ulaşarak binmeye çabalıyordum ve görenlerde suçlu bir kaçağın algılamasını yaratıyordum. Trene binip de boş bir kompartıman bulabilme çabalarımda ise, ancak tenha bir kompartıman bulmakla yetinerek, kompartımana benden önce yerleşmiş üç kişilik bir köylü ailenin yanı başına, o ailenin bir bireyiymişim gibi algılanarak dikkat çekmeyeceğimi umarak oturmuştum. Tren hareket ettikten sonra, aile, Sivrihisar’ın köylerinden birisinde inince, yalnız başıma kalmıştım. Eskişehir’e ulaştığım ana kadar o kompartımanın dışarıdan geçenlerin göremeyeceği bir köşesine sinmiş, dikkat çekmemek için helaya bile gitmeye çekinmiştim. Eskişehir garında trenden inip de, demiryolu boyunca karanlıklar içine dalıp, evin yolunu tuttuğumda nispeten rahatlamaya başlamıştım. Evde karşılanma biçimimi gözümün önünde canlandırmaya başladığım andan itibaren, huzursuzluğumun yeniden ayyuka çıkmağa başladığını fark ettim. Kendi kafamın doğrultusunda hareket ederek Eskişehir’e gelmiş olmam, eminim ki, babamı küplere bindirecekti. Sizi çok özledim, dayanamadım, diyerek biraz mızmızlandıktan sonra, yumuşayacağına emindim. Fakat, asıl sorunu dönme vaktim geldiğinde yaşayacaktım. Ne yapacaktım o zaman? “Nazmi, çocuk elli kere söyledi bulaşma şu Namık’a diye! Dinlemedim de iyi bok yedim sanki! Allah benim belamı versin!” Ankara’ya dönmeyeceğim kesindi bir kere. Benim için Ankara bitmişti. Oysa, bitmiş olan bir şey olmadığını yıllar sonra, resim öğretmeni Namık ile karşılaştığımda anlayacaktım. Evet, öğretmen Namık ile… Çünkü, Namık ve Saide o gece yakalandıklarında götürüldükleri Emniyet Amirliğinde çekilen jop ziyafetine rağmen, olaylarla bir ilgilerinin olmadığını, o sırada o yoldan geçen iki lise öğrencisi olduklarını, kaçışlarının nedenini de polislerin tavırları nedeniyle paniklemelerinden dolayı olduğunu ifade etmişler ve benim adımı, bizimle beraber değildi, tanımıyoruz diyerek, kesinlikle vermemişler. Sonra da, çıkarıldıkları Cumhuriyet Savcılığı tarafından, mahkemeye bile sevk edilmeden serbest bırakılmışlardı. Öğretmen Namık ile konuşmamızın, özel hayatımıza dair bölümünde, onun Saide ile evlenmiş olduğunu duyduğumda, korkunç bir kıskançlık duygusuna kapılmıştım. Ankara’dan Eskişehir’e dönerek, siyasetle ilgilenmeye duyduğum hevesin bedelini öğretmen olmak hülyalarımdan uyanmakla ödeyecektim. Her şeyde bir hayır vardır, derler. Ben de normal lisede okuyarak, Eğitim Enstitülerinden birini kazanır, Ortaokul/Lise öğretmeni olurdum, anasını satayım!... Şu anda önemli olan, ne yıllar sonra Namık’ın öğretmen kimliği ile karşılaşacak olmamdı, ne de normal lisede okuyacak olmam; sadece eve, ebeveynimin yanına nasıl ve hangi yüzle döneceğimdi. Saatlerce dolanıp durmama ve evin bulunduğu sokaktan belki de yüzlerce defa geçip durmama rağmen bir türlü, kapıyı çalıp da ‘ben geldim,’ diyemedim. Eskişehir’de bana bu konuda destek olabilecek bir tek isim gelmiyordu aklıma. Belki Safinaz abla… Safinaz ablaya sığınabilirdim. Saat epeyi olmuştu, ama gecenin bu vaktinde bile kapısını çalabilirdim onun. Evet, fazla düşünmeden, hatta hiç düşünmeden onun evinin yolunu tutmuştum bile. Kapısının zilini çalmaya başladıktan epeyi sonra, tripiyle de, tipiyle de bir erkekten farksız olan Safinaz ablam, evinin balkonundan seslendi. “Kim o?” “Benim, Safinaz Abla!” dedim. “Aç, bi!” Kapıyı, “Hayırdır ulan, gecenin bu saatinde?” diye çıkışarak açtı. Onun, ilk kez sinirli bir tavrıyla karşılaşmıştım, korktum. “Rahatsız ettiysem özür dilerim abla! Ben gideyim…” diyerek oradan ayrılmak istediğimde, çıkışmasını sürdürüp, “Nereye ulan? Gir içeriye!” diyerek beni kapıdan içeri çekiştirdi. “Sen Ankara’da değil miydin be gülüm?” Sesi bu defa sinirli değil, tıpkı eskisi gibi sevecen çıkmıştı. Merdivenleri tırmanarak, oturduğu ikinci kattaki evine çıkarken, “Ankara’da başımı belaya soktum, kaçtım geldim abla!” dedim. Evinden içeri girerken, gene sinirli tavırlarla söylenmeye başlamıştı. “Sen de, babamın evine dönersem, hemen yakalanırım; Safinaz ablamda aramak kimsenin aklına gelmez, gidip onun evinde saklanayım, diyerek bana geldin; öyle mi?” Onun bu tahmininin gerçekle bir alakası yoktu tabii ki! O, kızgınlığını sürdürerek, “adam mı vurdun yoksa lan!” dedi; bu cümle bir sorudan çok ithamı andırmıştı. Telaşla, “yok abla yav!” diyerek laf yetiştirdim. “adam madam vurduğum falan yok, nereden çıkardın şimdi onu?” Kapıyı örttükten sonra içeri geçtik. “Peşinden niye yakalamaya çıktılar madem?” diye sorarak vereceğim cevabı beklemeye başladı. Salondaki çekyatın üstüne oturduktan sonra, “siyasi…” dedim. “Burnumu, biraz siyasi işlere soktum da…” Gülmeye başladı, ama bu gülüş neşeden değilmiş gibime gelmişti. “Ne siyasetiymiş o? Sen de baban gibi, boykota mı çıktın?” Şaşırma sırası bendeydi. “Babam mı, boykota mı?” diye gevelemeye başladım. “Baban, büyük öğretmen boykotuna katıldı. Bütün mahalle onun komünistliğini konuşuyor. O boykotu yapanlar, güya, komünist öğretmenlermiş de… Babanı da, okulun müdürlüğünden alacaklarmış galiba, aşağıdaki imam bütün gün bunları anlatıyor millete. Herif, Allah’ın sevdiği kuluymuşuz da, iyi ki, kızını oğluma karı etmemişim imansız komünistin, deyip duruyor herkese…” Adamın bu riyakarlığına tepki göstererek, “ne münasebet? Onun oğluna ablamı vermeyen asıl biziz!” diye söylendim. Beni, “Biliyorum, biliyorum,” diyerek susturan Safinaz abla, “ben kimin, ne olduğunu biliyorum,” dedi. “Hele hele, o ölü yıkayıcısı ırz düşmanının, ne bok olduğunu herkesten çok biliyorum.” Ben de kendi bildiklerimi katarak, adamın kimliğini anlaşılır kılmaya katkı yapmak istedim. “Aşağıdaki dükkâna hep kadınlar gelip, onunla arka bölmeye geçiyorlar da, orada muska yazdırıp büyü yaptırıyorlar…” Safinaz abla, gene, “biliyorum, biliyorum,” diyerek müdahale etti. “Onun cinlerle büyü yaptığını Eskişehir’de bilmeyen yok zaten. Ablan, onun oğluyla çıkarken, ben kahrımdan geberiyordum, yazık olacak kıza, diye. İyi ki vermediniz ablanı da, başı yanmadı.” “Babam boykottaysa okula da gelmiyordur,” diyerek konuyu değiştirdim. “Dedim ya, aşağıdaki imam müsveddesi okul müdürlüğünden atılacak diye laf gezdiriyormuş, diye; evinizdedir artık. Sen ne yaptın da kaçak durumuna düştün?” Ona, yaşadığımız bombalı pankart ve polis kovalamacısını anlattım. “Arkadaşlarım yakalanarak götürüldü. Ben yakalanmadım, ama Ankara’da kalır isem anında yakalanırım diyerek de Eskişehir’e döndüm.” Karşımdaki, beni bu dünyada anlayabilecek tek insandı. “En iyisini yapmışsın, gülüm! Hele ortalık durulana kadar bekleyelim mademki,” diyerek, benim için salondaki çekyatı açarak hazırladığı yatağa çarşaf serip yastık, yorgan bıraktıktan sonra, “kim bilir nasıl yorulmuşundur bu koşuşturmacıda. Hele yatıp uyu bir; yarın daha çok anlatırız,” diyerek kendi odasına çekilmişti. O gider gitmez, belki de ilk dakikanın içinde derin bir uykuya dalmıştım. * Ah Safinaz abla, ah! Sabah yememiş, içmemiş, beni aileme ihbar etmişti. Annem bir telaş içinde çıkıp geldiğinde henüz uyuyordum. Geldikten sonra öyle bir yaygaraya başlamıştı ki, sağır sultan dahi olsam uykuyu sürdüremezdim; ben de suçüstü olma telaşıyla yataktan fırlayarak uyandım. Annem, “sen delirmiş olmalısın,” diye bağırıyordu. “Nasıl yapabilirsin böyle bir şeyi?” Onun yaygaralarının rahatsız edici tınlamalarından daha çok, Safinaz ablamın bu ihanetinden muzdariptim. Beni bu kadar ucuza satmış olmasına inanasım gelmiyordu; kendi kendime, sürekli, Safinaz ablam nasıl yapar bunu, diye soruyordum. Annemle didişecek değildim. “Safinaz abla, geldiğimi yetiştirdiğine göre, geliş sebebimi de söylemiştir herhalde!” diye çıkıştım ona. “Oğlunun hapishanede yatmasından mutlu mu olacaktın?” Annem, “aman, Allah korusun!” diye inlerken, Safinaz abla, “sen yattıktan sonra, ben sabaha kadar uyuyamadım, ne yapabiliriz, diye düşünmekten. Senin iyiliğin için, en doğru kararı, gene de annen baban verirdi, onlardan kaçarak bir şey hallolmazdı,” diyerek ispiyonculuğunun kendince gerekçesini açıklamaya çalışıyordu. Safinaz ablaya değil de, anneme cevap vermeyi tercih ettim. “Siz korumadıktan sonra, Allah korur mu? Polislerin, beni arayacakları ilk ev, sizinki olacaktır. Annem gene, “aman, Allah korusun!” diye inledi. “Baban boykota katıldı diye açığa alındı zaten, bir de senin hapishanelerde yatmana katlanamazdık.” Safinaz abla da lafa katıldı. “Sana okul mu yok? Buradaki liseler ne güneye duruyor? Oralarda okuyanlar da insan evladı değil mi?” Onun bu pozitif tavırları hiç, ama hiç umurumda değildi; yanımda bir değeri kalmamıştı. Sadece annemle konuşmayı tercih ediyordum. “Aşağıdaki imam bozuntusu, babam için müdürlükten atıldı, diyormuş.” Annem henüz gelmiş olmama karşın bu havadisi nereden almış olabileceğimi bir an kavrayamayarak, “sen nereden duydun?” diye sordu. Elbette ki Safinaz abladan duymuştum; ama, şimdi onun adını anmak istemiyordum, küstüm. Annem, onu işaret eden bakışlarımı yakalayınca haber kaynağını anlamıştı zaten. Sorularını da Safinaz ablaya yöneltmeye başladı. “Öyle mi diyormuş kız, komşu? O nereden duymuş?” “Memleketin başında da, öğretmenlerin başında da onlar yok mu? Duyar elbet…” “Ben de o kadar dedim, bak Ali, iktidardakiler hep yobaz takımından; bu boykota katılanlardan intikamlarını hemen alırlar, diye… Dinlemedi ki! Boykotun daha birinci gününde müdürlükten elini çektiriverdiler.” Safinaz abla benimle laflaşmaktan ümidini kesince, annemle, babam için dertleşmeye başladı. “Açığa aldıkları için maaşlarını da ödemezler onun…” Annem, bu yeni bilgiyle adeta yeni bir şok geçirdi. “Öyle mi? Ödemezler mi?” “Bir subay akrabam vardı, ondan biliyorum. Görevindeki bir hatası nedeniyle mahkemeye verildiydi de, mahkeme bitinceye kadar açığa alınıp maaşı da ödenmediydi.” Annem feryat etmeye başladı. “Eyvah! Eyvah! Eyvah!” “Üzülme kız! Derdi veren Allah, dermanı da düşünmüştür.” “İnşallah, inşallah!” Evin kirası, mutfak giderleri, harçlıklar, hep babamın maaşıyla karşılanıyordu; onun işsiz ve maaşsız kalması bir aile dramı yaratacak kadar önemli bir konuydu. Bu vesileyle ben arada kaynamıştım. “Olmazsa, Seyitgazi’ye, kızın yanına göçersiniz. Ebelerin maşları öğretmenlerden aşağı değil, kızın maaşı geçinmenize yeter de artar bile. Bir ebe akrabam vardı. Kocası da pratisyen hekimdi. Aynı sağlık ocağında çalışıyorlardı. Allah seni inandırsın, kazancı kocasınınkinin neredeyse iki katına geliyordu.” Ebelerin yanlarında çalıştıkları hekimlerden daha çok kazanıyor olabileceğine anemin aklı basmamıştı, anlamak için, “neden?” diye sordu. O sormasa da Safinaz abla nedenini açıklayacaktı zaten. “Dünyaya gelen her çocuk için, çocuğun yakınları bir zarfın içine koydukları bir miktar parayı ebelerin eline tutuşturup teşekkür ederler. Öyle dilenciye Sadaka verir gibi bir kaç lira koymak ayıp karşılanır; onun için konulan para on liradan, yirmi liradan aşağı olmaz. Durumu iyi olanlar, elli lira bile koyar…” “Çok mu?” “Türkiye’de doğum oranı yüzde iki… Seyitgazi’nin nüfusu kaç?” “Esin, köyleriyle beraber on iki bin dediydi…” “Çarp on iki bini yüzde iki ile… İki kere on iki bin yirmi dört bin, sil iki sıfırını, iki yüz kırk… Düşünebiliyor musun? Seyitgazi gibi bir yerde günde iki yüz kırk çocuk peydah oluyor. Bu iki yüz kırk çocuktan kaçının doğumunda senin kız var? İkisinde varsa, diyelim ki yirmişerden kırk lira, ayda en az bin lira… Aylığı ne bu kızın?” “İki yüz yetmiş iki, dediydi.” “Bin lira bi de iki yüz yetmiş iki lira, eder mi bin iki yüz yetmiş iki lira? Doktor maaşı ise ya yedi yüz, ya sekiz yüz… Anladın mı ne dediğimi şimdi?” Öyle bir şey olsaydı annemin haberi olmaz mıydı? Safinaz abla işte! Atıyor… Seyitgazi’de her gün iki yüz kırk çocuk doğsa, nüfusu her bir buçuk ayda bir, ikiye katlardı. Mantıksız palavracı. Küsmeseydim, vururdum yüzüne bu hatasını ya, küstüm artık, konuşmam mümkün değildi. Annem de inanmamıştı zaten. “Yok be komşu! O kadar çok doğum olmuyormuş orada. Öyle bir şey olsa Esin söylemez mi?” Benimkiden sonra, babamın derdi de güme gitmişti; şimdi problem ebelerin maaşı olmuştu. Safinaz abla niyeti iyice bozmuştu. Önce benim Ankara’dan kaçıp geldiğimi, sonra babamın açığa alınıp maaşsız kalacağını fişekledikten sonra, şimdi de sıra kızın para sakladığını fişeklemeye gelmişti. “Söylemez, söylemez,” dedi. “Sizden saklı para biriktiriyordur belki!” Yahu, ben bu Safinaz ablayı hiç böyle bilmezdim. En küçük sıkıntımda bile başvurduğum ve verdiği isabetli öğütlerle beni doğru yola sevk etmeye çalışan o bilge kadına ne olmuştu böyle Allah aşkına! Şu görüntüden sonra, artık ağzıyla kuş tutsa, Ankara’dan gelişimi anneme iyi niyetle haber verdiğine beni inandıramazdı. Gözümde öyle ufalıvermişti ki, artık hayatımın bundan sonraki döneminde bir yeri olamazdı. “Ben Akın’a bakmağa gidiyorum!” diyerek ansızın ayaklandım. Bu ani hareketliliğim ikisini de telaşlandırdı. Annemi bu kadar atik olduğunu bilmezdim, ansızın karşıma dikilerek gitmeme engel oldu. “Başlatma Akın’a, beyazına! Benimle eve geleceksin!” “Eve gelirsem, polisler de gelir, elleriyle koymuşlar gibi yakalarlar beni.” Annem elimden tuttu. “Bir şeycik olmaz. Bu gün ikimiz Seyitgazi’ye gideriz. Baban, neyin ne olduğunu araştırıp öğreninceye kadar bir süre orada kalırsın.” Elimi öyle sıkı kavramıştı ki, bir türlü çekip alamıyordum. Bir dostluk barınağı sanarak sığınmak için geldiğim şu ihbar cürufundan bir an önce çıkıp kurtulmak istiyordum. “Haydi! Gidelim madem ki! Ne olacaksa olsun!” * Birkaç kere, “bırak elimi, söz veriyorum, kaçmayacağım,” dedimse de, annemi kandıramadım. Kendi evimizin kapısından içeri girinceye kadar elimin üstündeki mengene hiç gevşemedi. Bir köleymişim gibi, babamın dizleri önüne çömeltildim. Gözlerimi kaldırıp da babamın yüzüne bakmaya cesaret edemiyordum. Babam da sanki soru sormaya… Bu suskunluğu bozmak görevi anneme düştü. “Sen, oğlum öğretmen olacak diye böbürlene dur, oğlun anarşist olmuş efendi!” Sorgulanacak mıyım, dayak mı yiyeceğim, olacak olan şey bir an önce olsa da kurtuluversem şu sıkıntıdan ya! Babam, soğuk bir sesle, “anlat!” diye emretti. Anlatmamı istediği, elbette ki Ankara’dan kaçarak gelişime sebep olan detaylardı. Bu noktada biraz kaçak dövüşsem iyi olabilir diye düşünerek, “Kızılay’da, arkadaşlarla dolaşıyorduk. Tam da geçtiğimiz yolda anarşistler bombalı pankart asıyorlarmış. Son ana kadar fark etmediydik, ama birdenbire polisler ortaya çıkıp da o civardaki herkesi tutuklamaya başlayınca paniğe kapıldık, biz de kaçmaya başladık. Polisler de kovalamaya başladı. Birlikte olduğum arkadaşlarımı yakalayıp tutukladılar. Ben yakalanmadan kaçmayı başardım. Arkadaşlarıma işkence edip adımı, okulumu öğrenecekler, gelip tutuklayacaklar diye okuluma da gidemedim. Gidecek başka bir yerim de yoktu, mecburen Eskişehir’e geldim,” diye yarısı doğru, yarısı yalan bir şeyler anlattım. Anlattıklarımla ikna oluverse, dayak yemeyecektim ama… Ama, Safinaz ablaya her şeyin doğrusunu anlattığımı bir an için unutmuştum. Çipiş gözlü müzevirci Ankara’dan dönüşümü müzevirlerken, ona anlattığım detayları da anlatmayı ihmal etmemişti. Suratımda patlayan ilk tokat, bunu anımsatmaya yetti de arttı bile; anlaşıldı, anlattıklarımla ikna edememiştim. Babam da, “Yalan söyleme, ulan!” diye bağırarak, bana inanmadığını belli etmişti. Annem eksik kalır mı? “O bombalı pankartı asanlardan biri de senmişsin! Bilmiyoruz sanma!” Ben, kemküm etmeye çabalarken, annem aynı süratle devam etti. “Ya patlasaydı o bomba? Ya insanlar ölseydi!” Bunlar bombanın sahte olduğunu galiba bilmiyorlardı. “Esas bomba değildi ki o, bomba süsü verilmiş bir kutuydu,” dedim. Dediğimle birlikte ikinci tokatı, bu defa öbür yanağıma yedim. Bu ikici tokat biraz sert gelmişti, az kalsın yana doğru yıkılıyordum. Babam gene bağırdı. “Hani bir ilgin yoktu, ulan!” “Yoktu, valla…” “Bombanın sahte olduğunu nereden biliyorsun madem ki, puşt!” Galiba, kendi ağzımla yakalanmıştım. Bir sol direkt, hemen arkasından sağ direkt; artık oturarak kalmam mümkün değildi, zaten ben de bir külçe gibi sırt üstü devrildim, kaldım. Babam bu kadarla kalsaydı iyi olurdu ya, maalesef hızını alamamıştı henüz. Üstüme çömelip, tokat, yumruk, Allah ne verdiyse girişti. Bir yandan da söyleniyordu. “Bombalı pankart ha… Teröristlik ha… Polislerle çatışma, ha…” Bir sürü ‘ha…’, tabii ki her ‘ha’ bir yumruk, ya da tokat demekti. Annem, “yeter bu kadar!” diyerek onu üstümden çekiştirene kadar pestilim çıkmıştı. Babam da yorulmuş, nefes nefese kalmıştı; üstümden kalkıp yerine oturdu. Derin derin nefeslenerek epeyi bir nefesini toparlamaya çalıştı. Bir ara sinirden titreyen sesiyle, “al, götür şunu önümden!” diyerek anneme seslendi. Annem, kollarımdan tutup çekiştirerek adeta sürükler gibi beni odadan çıkartıp, lavabonun önüne götürdü. “Yıka şu suratını!” Lavabo üstündeki aynada yüzümü gördüğümde, gördüğüm morarmış, kızarmış, patlamış, kanamış et parçaları sinirlerimi bozdu, başladım kikirdeyerek gülmeye. Musluğu açmış, avucumu suyla doldurarak suratıma çarpmıştım ki, bu darbeyle canım acıyınca daha çok gülmeye başladım. Annem enseme bir şaplak atarak, “yediğin dayak az geldi anlaşılan; baban güldüğünü duysun da, gelip biraz daha dövsün!” diyerek beni odama doğru sürdü. Odamın kapısını üstüme kapatan annem babamın yanına döndü. Yatağıma oturdum. Suratımda elimi sürdüğüm her yer sonsuz bir acı veriyordu ve her acıda gülmeyi sürdürüyordum. Öbür odadan annemle babamın tartışma sesleri duyulmaya başlandı. Bir ara kendimi toparlayarak gülme krizinden kurtulmayı başardım. Gittim, kulağımı kapıya dayayıp tartıştıkları şeyin ne olduğunu anlamaya çalıştım. Tartıştıkları ben değildim. Bu iyiydi işte… Annem, açığa alınmış olan babamın eve girmeyecek olan maaşıyla ilgili kaygılarını dillendirmeye uğraşıyordu. Babam ise, baştan savma cevaplarla onu susturmaya… Annem, “olmazsa gider, Esin’in yanında kalırız. Senin maaşın, şuyun, buyun halloluncaya kadar onun maaşı idare eder bizi,” dediğinde, babam öyle bir tepki gösterdi ki, bir an ayaklanıp annemi de dövmeye başlayacağından umutlandım. Doğrusu ya, ben dayak yerken tüyünü bile kıpırdatmayan annemin öyle bir dayak yemesi çok hoşuma giderdi. Babam, öyle bir şeyi düşkünlük sayarak kabul edilemez buluyordu. “Ankara’ya gidip sendika yöneticileri ile görüşerek, gelişmeler hakkında bilgi alacağım. Bir, iki günlüğüne gider gelirim. Ondan sonra ne yapacağımıza karar veririz. Siz de istiyorsanız, bu arada Esin’in yanına gidebilirsiniz. Oğlun gerçekten aranıyorsa, oraya bakmak kimsenin aklına gelmez hem…” Plan yapılmıştı bile; babam Ankara’ya gidecek, biz de annemle Seyitgazi’ye… * Esin ablamı az kalsın tanıyamayacaktım. Daha altı, yedi ay öncesine kadar sadece genç bir kız olan ablam, şimdi o havasından uzaklaşarak müthiş bir kadın olmuştu. Çoraplarından elbisesine, vücut hatlarından kuaför eli değmiş boyalı saçlarına kadar her şeyiyle dört dörtlük bir kadın… Bu, tavırlarını da etkilemiş, benimle itişip kakışarak yaptığı ablalığın yerini kendine saygı duyulmasını adeta emreden bir mesafeli duruş almıştı. Evine girdiğimiz an kısa bir ‘hoş geldin’ merasiminden hemen sonra suratımdaki yara bere ile ilgilenmeye başladı. “Kim yaptı bunları, böyle?” “Babam!” “İnanmam…” “Vallahi!” “Elleri kırılsın inşallah!” Ecza dolabından getirdiği sıvılar ve kremlerle detaylı bir pansuman yapmaya başladı. Annem, kocasını kayırmak için, “bu kardeşin olacak serseri daha beterini hak ettiydi ya, dua etsin çabuk yoruldu adam,” diyerek lafa karıştı. Ablam, ona da kızdı. “Ne demekmiş o, öyle? Daha beteri kemiklerinden bir kaçını kırmaktır bunun. Babam bu kadar vicdansız mıydı yahu, benim?” Annem, “vicdansız olan kardeşin!” diye atıldı. “Biz onu öğretmen olsun diye yolladık, o ise bombalı pankart asmış insanların tepesine. Ya patlayaydı da, insanlar öleydi.” Hemen, “esas bomba değildi, sahteydi,” diye müdahale ettim. Ablam, “sebep ne olursa olsun, bir insanı bu şekilde dövemezsiniz, efendim!” diyerek çıkışırken, çenemin alt tarafındaki yarayı önemseyerek, “buna dikiş atılması şart, kalk, gidiyoruz!” diyerek ayaklandı. Beni çekiştire çekiştire çalıştığı sağlık ocağına götürdü. Yol boyunca, önce pankart olayının detaylarını anlattırdı ve hiç ummadığım bir biçimde beni onore etti. “Bir genç olarak ülkemizin sorunlarına ilgisiz kalmamış olman beni gururlandırdı. Tebrik ederim Ergin’ciğim! Benim senden tek bir istirhamım olacak; lütfen illegal örgütlerden uzak dur, emi! TİP gençlik kollarıyla ilişkin iyi olmuş, onlar yasal örgüt. Üstelik TİP’in ülke için hayırlı bir parti olduğuna ben de inanıyorum, Behice Boran’ın hayranıyım.” ‘İllegal örgüt’ten neyi kastettiğini anlamamıştım, ama konuşmasının tadını kaçırmamak için, biraz da cahilliğim anlaşılmasın diye, bunu ona sormamıştım. Sağlık ocağında girdiğimiz muayene odasında bizi genç, hoş sohbet bir doktor karşıladı. Ablama sataşarak, “izin gününde bile uzak duramıyorsun bizden,” dedi. Ablam ona gülümsedi. “Beyefendi kardeşim olurlar,” diyerek beni tanıttı. “Çene altında derin bir yırtık mevcut. Dikiş atmak isteyebilirsiniz, diye düşündüm.” Genç doktor suratımdaki tüm yara bereyi sırayla gözden geçirirken, “nasıl oldu bunlar?” diye sordu. Ablam, cevap vermeme fırsat bırakmadan, “arkadaşlarıyla kavga etmiş,” dedi. Arkadaşlarıyla mı? Bir an için şaşırdımsa da, ablamın, babamı deşifre etmek istememesini anlayışla karşıladım. Doktor, “ah o arkadaşlıklar, ah! İlla ki kavgayla biter, nedense…” diye bir şeyler konuşarak, ablamın evde pansuman ettiği yerleri yeniden baştan sona renkli bir sıvıyla sildi. Çene altını da silerken, “Haklısın ebe hanım,” dedi; “buraya dikiş atılmalı.” Bu önerme canımı sıktı. Korkumu belli etmemeye çalışarak sessiz kaldım. Oysa, korkmaya hiç değmezmiş, dikiş atılacak yeri ufak iğneli bir enjektörle uyuşturduktan sonra yapılanların farkına bile varmamıştım. Suratımın dört yanında dört bandajlanmış tamponla döndüm eve. İlk şaşıran annem oldu. “Ne bu suratının hali?” Ablam, gülmesi mi gerekli, ağlaması mı gerekli, bir karar veremeyerek, garipseyerek baktı ona. “Sebep olanlar utansın,” diye söylenerek oturdu. “E? Babam boykotta değil mi, neden gelmedi?” Ana kızın sohbeti başlarken, ben yediğim dayağın vücudumdaki yorgunluğunu atabilme umuduyla diğer odaya geçip ablamın yatağına uzandım. * Uyuyakalmışım. Saatler sonra Ersin’in sesiyle uyandım. Sevinç çığlıkları atıyordu. “Anne! Ne zaman geldiniz?” Aynı evin iki çocuğundan biri tekmeyle tokatla karşılanırken diğeriyle kucaklaşılarak buluşuluyordu; bu nasıl bir adaletti böyle! Bu vesileyle bir kez daha Ersin’e duyduğum nefreti hatırladım. Duyduğum bu nefretten dolayı, kendi kendime olmadık küfürleri mırıldanmaktayken kapı açıldı, içeri suratında müthiş bir sevecenlik taşıyarak Ersin girdi. Son gördüğüm Ersin ile şu gördüğüm arasında neredeyse iki katı fark vardı; o hastalıklı, tıfıl oğlan irileşivermişti. “Hoş geldiniz abiciğim!” diyerek geldi, benimle kucaklaştı. Yemin ederim ki, doğduğu günden beri, ilk kez, bana ‘abiciğim’ diye hitap ediyordu ve dahası benimle kucaklaşıyordu. Hiç yapmazdı bunları. Hatta defalarca, ‘abi de ulan!” diye sıkıştırmış olmama rağmen, bana sadece ‘Ergin’ diye hitap ederdi. Bu gerçekler dururken, onun birdenbire gösterdiği içtenliğe güvenemeyerek, benimle kucaklaşmasına karşılık veremedim. Soğuk bir sesle, “hoş bulduk!” demekle yetindim. Ersin, “Yüzüne ne oldu böyle, geçmiş olsun abiciğim!” deyince, Kendi kendime, ‘hah, şimdi açığa çıkar gerçek yüzü!’ diye düşünerek, “Babam olacak o şerefsiz yaptı!” diye söylendim. Ersin’in en zayıf tarafıydı babamız, üst seviyelerde bir bağımlılıkları vardı birbirlerine ve birbirleri aleyhinde hiçbir tavıra hoş görüleri olmazdı. Önce, “dövdü mü?” diye sorarak bir şaşkınlık geçirdi ve ardından yüzümü inceleyerek, “manyak mı bu adam yahu!” diye söylendi. “Nasıl bir insan evladına bu kadar gaddarca zarar verebilir?” Ağzım açık kala kaldı, bir an rüyada mıyım, değil miyim, diye bile düşündüm. Benimle barışık bir abla ve kardeşle buluşma, beni sarhoş gibi yapmıştı, ayıkmak istemiyordum. * Babam, elinde benim tasdiknamem ile ablamın Eskişehir Doğumevi Hastanesi’ne tayin olunduğuna dair bir yazıyla, Ankara’dan doğruca Seyitgazi’ye gelmişti. “Sağlık Bakanının müsteşarı Gönen’den enstitü arkadaşım çıktı. Ziyaretine gidip, kızım dört yıldır Seyitgazi ilçesinde vazife yapıyor, artık, şehir merkezinde, iyi bir yerde çalışmak hakkıdır, dedim. Hay hay, deyip naklini hemen Eskişehir’deki Doğumevi hastanesine yaptırdı.” Elindeki yazıyı ablama uzatıp, “bu da nakline dair yazının bir nüshası,” dedi. “Hemen yıllık iznini yazdırıp izine ayrıl ki, seni Eskişehir’e taşıyalım. İzin sonunda da yeni görev yerine başlarsın.” Ablam, eline aldığı nakil yazısını şöyle bir okuduktan sonra, hiç kimsenin beklemediği biçimde çıkışarak, “Bana, şehir merkezine naklolmak istiyor musun, diye sordun mu baba?” diye sordu. “Ya da, şöyle sorayım: Sana, şehir merkezine naklolmak istiyorum, diye bir şey söyledim mi?” Onun bu çıkışmasından evvela babam tedirgin oldu. “Senin de şehir merkezinde çalışmak isteyeceğini düşünmüştüm.” Ablam çıkışmasını daha da sertleştirdi. “Yanlış düşünmüşsün! Burada kurduğum bir düzenim var benim. Onu ne hakla altüst ediyorsun ki! Burada bir doktor kadar itibar görürken, sen beni onlarca ebenin müstahdem muamelesi gördüğü bir binanın içine tıkıyorsun. Ne hakla? Ne hakla? Ha? Ne hakla?” “Sevineceğini ummuştum. Şu hale bak… Meğer mutsuz olmana sebep olmuşum. Keşke önce sana danışmış olsaydım.” Ablamı, babamızın içine düştüğü üzüntü bile etkilememiş, suratını asarak söylenmeyi sürdürmüştü. Babam, ablamın karşısında uğradığı ezikliği, bana horozlanarak telafi etme gayretkeşliğiyle anneme, “senin bu oğlun var ya, bu oğlun, bize baştan sona yalan söylemiş,” diyerek anlatmaya başladı. “Efendim neymiş? Türkiye İşçi Partisinin gençlik kollarına katılmış, TÖS boykotunu desteklemek için, ‘işçi memur elele, genel greve,’ diye bombalı afiş asarken peşine polisler düşmüş… Külliyen yalan! Tek tek araştırdık, soruşturduk; ne TİP’in gençlik kollarıyla bir ilişkisi olmuş, ne de polis bültenlerinde adı geçiyor.” Annem, onun anlattıklarından ne anlaması gerektiğine karar veremeyerek, “yani?” diye sordu. “Yani, peşinde polis molis yokmuş! Namussuz herif, notları düşük olunca öğretmen olmayı silmiş kafasından da, onun için gelmiş.” “Çok mu düşükmüş notları?” “Çok…” Annem, aşağılayarak, “zaten, ne zaman iyi oldu ki? Hep tembel bir talebeydi, hep…” diye söylendi. “Ben de zaten tastiknamesini alarak sildirdim kaydını…” Oysa, notlarımın o kadar da kötü olduğunu sanmıyordum. Hele öğretmen olmayı kafamdan silmek gibi bir şey asla söz konusu değildi. Tabii ki, bunları seslendiremezdim. Bu defa ablamın yerine de yiyeceğim dayakla birlikte kesin birkaç kemiğim kırılırdı. Sessizce ortamı seyretmeyi tercih ederek, oturdum. Babam, nihayet Ersin ile ilgilenmeye karar vererek, “gel bakayım, gel,” diyerek ona kucağına oturmasını işaret etti. Ersin, umursamadı bile, oturduğu yerden babamı tenkit etmeye başladı. “Abimin başı madem ki polisle molisle dertte değilmiş, kaydını niçin sildirdin onun? Bir problem olmadığına göre okuluna döner, düşük notlarını da bir gayret ile yükseltirdi.” Babam, tıpkı ablam gibi, onun karşısında da aşağıdan alarak, “ne yazık ki, ben senin gibi ümitli değildim Ersinciğim,” dedi. Hem ablama, hem kardeşime karşı takındığı bu müşfik tavrı bana da gösterir miydi acaba? Bunu sınamanın tam zamanıydı. “Yaşadığım bu tecrübelerden sonra, mutlaka başarılı olurdum,” diyecek oldum; önce sert bir tokat yedim, sonra da küfür! “Siktir ol, git, eşşoğlu eşek!” O gün babamın mutlu ettiği tek kişi annem oldu. Türkiye Öğretmenler Sendikası açığa alınıp maaşları ödenmeyen üyelerinin maaşını kendi bütçesinden ödeyecekti. * Seyitgazi’den Eskişehir’e döndükten az sonra, babamın kararı doğrultusunda, Nail amcamın döküm fabrikasında çalışmaya başladım. Sabahtan akşama kadar ya kum eliyordum, ya da dökülmüş parçaların üzerindeki çapakları taşa tutup temizliyordum. Patron, yeğenini öteki işçilerden farklı bir muameleye tabi tutmuyordu; onlar ne kadar çok çalışırsa, ben onlardan daha çok çalışmak zorunda kalıyordum. Tuğla ocaklarından ağır işçiliğe alışık vücudum için fazla yıpratıcı bir iş değildi. İş saatlerimin dışındaki vaktimin tamamını Nuri ile geçiriyordum. Kendisine bir elektronik solo gitar ile elli ‘watt’lık bir amfi almıştı. En büyük hayali bir orkestra kurmaktı. Kambersiz düğün olmayacağına göre, orkestrasında benim de bir yerim vardı elbette. Ben, orkestranın bas gitaristi olacaktım. Başlangıçta, bas gitarın ne menem bir şey olduğunu bile bilmiyordum. Bir takım bas gitar ritm kalıpları öğrendikçe, kendimi ‘bas gitarist’ sanmaya da başlamıştım. Sıra bir baterist ve bir orgçu bulmaya gelmişti. Onları da tamamlar tamamlamaz, Emekli İmamın son günlerde satın almış olduğu düğün salonundaki düğünlerde çalmaya başlayacaktık. Amcama düğün salonlarında gitar çalarak para kazanacağımı, o nedenle yanındaki işten çıkacağımı söyleyince, yanından ayrılmam için izin vermişti. İlk elektro basgitarımı bir mağazadan taksitle alacaktım. Mağaza sahibi yaşımın küçük olmasını bahane ederek gitarı vermek istemedi, (o günlerde on yediyi tamamlayıp onsekizime girmiştim) ama amcamın arkadaşıymış; bana, “amcanız kefil olursa veririm,” deyince, adama, “Mademki amcam arkadaşınız, kendisine kefil olup olmayacağını sizin sormanızı rica ediyorum; çünkü ben kefil olmasını rica ettiğimde, beni ret edebilir; ama sizinle konuşurken buna yüzü tutmayabilir,” demiştim. Bu kurnazlığı açık sözlülükle ifade etmiş olmam adamın hoşuna gittiği için, “tamam, senden kefil mefil istemiyorum,” demişti. Ama bu defa da ben, “amcama telefonla, bana kefil olup olmayacağını sormanızı rica ediyorum,” diyerek ısrar etmeye başlamıştım. Amacım, amcanın yeğenine itimadını ölçmekti. Böyle düşündüğüm için amcam beni mahcup etmişti! Çünkü adama, ne istiyorsam vermesini söylemişti... Sonradan, orkestra ile İnegöl’e çalışmağa gitmiştim. İşlerin sıkışıklığından iki ay Eskişehir’e gelememiştim. Eskişehir’deki bir pavyonda iş ayarlayıp Nuri’nin orkestrasından ayrılarak Eskişehir’e geldiğimde o mağazaya giderek, borcumu aksatış nedenimi açıklayarak özür dilemiş ve ödeme yapmak istemiştim. Mağaza sahibi borcun tamamını amcamın ödediğini söyleyince, kendimi küfür yemiş gibi hissetmiştim. Bir gün gelip amcamın bu durumu kakınç yapabileceğinden çekinerek, parayı amcama ödemek istemiş; ama o, gitarı bana hediye olarak aldığını söyleyerek parayı kabul etmemişti. Eskişehir’deki Göksu Gazinosunda (üçüncü sınıf bir pavyon) davulcu Topal Haydar, akordeoncu İlhami ile beraber çalışmaya başlamıştım. Barın sahibiyle yaşım küçük olduğu için polislerin sıkıştırması yüzünden (çalışma karnesi için yirmi bir yaşını doldurmuş olmak gerekiyordu) ve ücret konusunda bazı ihtilaflar yaşamaya başlamıştık. Adam, basgitar da neymiş, bir davul, bir akordeon yeter, çıkartın basçıyı, ona verdiğiniz parayı kendi ücretlerinize ekleyin deyince, yüzüme seninle çalışmak istemiyoruz demekten utanan bu can yoldaşlarımın(!) aklına gelen şeytanlık şöyle olmuştu: “Patron mademki ücretlerimize zam yapmıyor, bırakalım işi...” diyerek yanıma gelmişler, ben de olur demiştim, bırakalım anasını satayım! Tesisatlarımızı sökerek pavyonu terk ediyorduk. O arada ben kendi tesisatımı eve nakletmek için bir taksi tutmaya caddeye kadar gidip, beş dakika içinde bir taksiyle dönmüştüm. O ne! O beş dakika içinde, orkestra arkadaşlarım kendi tesisatlarını barın sahnesine gerisin geriye taşımışlar; benim tesisatlarımı dışarıda bırakmışlardı. Bana da, “biz işi bırakma kararımızdan vaz geçtik. Patrondan özür dileyip tesisatımızı içeri taşıdık. Sen de istiyorsan, patronla bir görüş,” diyorlardı. Numaralarını yememiştim. Onlara, “böyle bir numaraya kalkışmak yerine adam gibi, biz seninle çalışmak istemiyoruz deseydiniz, ben gene de ayrılırdım. Hiç olmazsa, gözümde böylesine küçülmezdiniz,” diyerek tesisatımı eve götürmüştüm. Çok sonraları, bir gün Topal Haydar, vicdan azabından olsa gerek, o hareketleri nedeniyle benden özür dilemiş ve tuzağı patronun talimatıyla kurduklarını itiraf etmişti. Bu itirafı yaparken o işsizdi, ben ise, gece 24:00’ e kadar bir düğün salonunda, 24:00’den sonra da bir pavyonda çalıyordum... Enstrümanın ustalarıyla dostluklar kurarak ve bazen dersler alarak basgitar çalmakta epeyi ileri taşımıştım kendimi. Fa anahtarıyla bir partizizasyonu rahatlıkla okuyor ve çalabiliyordum. Bu durumum çok daha iyi orkestralarda, daha iyi paralar kazanmamı ve arada bir profesyonel ünlülerin arkasında çalmamı da sağlıyordu. Babamın bir ayda kazandığı maaşı yevmiye olarak kazanabildiğim günlerdi, ama onun bütçesine tek kuruşluk bir katkı da sağlamıyordum. İlişkilerimiz gereğinden fazla soğuktu ve tabii ki, eskisi gibi tokatlayabileceği bir evlat da değildim, tam tersine tam bir ev külhanbeyiydim. Benden uzaklaşabilmek için annemin köyü olan Eğriöz’e taşınıp yerleştiklerinde, ben de komşuanne dediğimiz bir kadının evinde pansiyoner olarak barınmaya başlamıştım. O dönemde Nur ile tanışınca, hayatımdaki değişiklikleri de yaşamaya başlamıştım. Beni liseyi bitirmeye teşvik eden o oldu. O lise üçüncü sınıfta öğrenciyken ben de lise birinci sınıfa başladım ve o üniversiteyi bitirip öğretmen olduğunda ben de liseyi bitirdim. Liseyi bitirme sınavlarına Nur’un baskısıyla, onların evinde misafir olarak sıkı bir çalışma programıyla girdim ve o hızla E.İ.T.İ.A. İktisatı kazandım. Hastalandığım güne kadar, bir taraftan da düğün salonlarında ya da barlarda orkestra müzisyenliği yaparak müzisyenliği sürdürüyordum. Bir gece orkestrayla birlikte sahnedeyken bayılmış, hastaneye kaldırılmıştım. Teşhis, sulu zatürcemdi. Eskişehir Devlet Hastanesinde Dahiliye Hekimi Necdet Özsel, hastanesinin bu hastalığın tedavisinde yetersiz olduğunu, tedavimin İstanbul Siyami Ersek Hastanesinde yapılmasının iyi olacağını söylediğinde o çok sevdiğim babam ve annem bana sahip çıkmamıştı. (Yokluk bahane, zira ziyaretime bile gelmemişlerdi) Necdet Özsel, amcam’a ulaşıp, bu çocuk İstanbul’a götürülmezse ölecek deyince, amcam tanıdığı bir muhtardan aldığı fakir ilmihali ile İstanbul’daki Siyami Ersek hastanesine yatırmıştı beni. O zamanlar bu hastalık göğüs boşluğuna dirhemlerle girilerek ve göğüs boşluğundaki cerahat aspiratörlerle dışarı alınarak tedavi edilmekte ve çoğunlukla ölümcül sonuçlar oluşmaktaydı. (Şimdi nasıl tedavi edildiğini bilmiyorum ama o zaman ki usulle edilmediğini duymuştum.) Aynı hastalıktan aynı koğuşta yatarak tedavi gördüğümüz bir hastanın öldüğünü görmüştüm. Buna rağmen öleceğimi aklımın ucundan bile geçirmiyordum. İstanbul Siyami Ersek Göğüs Hastalıkları Hastanesindeki altı kişilik koğuştan cesedi çıkmayan bir tek bendim. Ne tuhaftır ki, çevremdeki diğer hastalar birer birer ölüp giderken bir an olsun öleceğimi düşünmemiştim. Nur’a döneceğimi ve onunla çok mutlu bir hayat süreceğimi düşünüyordum. Bu öylesine güçlü bir düşünceydi ki, gerçekleşmemesi imkansızdı; çünkü Tanrı ile aramdaki inanç birlikteliğimizdi benim düşüncelerim. Ben hiçbir problemi kendi egomla halletmeye kalkışmazdım. Egomun çok dışında bulunan bilinçaltıma havale ederdim her şeyi. Tanrı bilinçaltıma çözümleri tarif eder, bilinçaltım da, bilincime gereken bilgiyi verirdi… Hastane düzenine ayak uydurabilen birisi değildim. Hastalığın etkileri azaldığında sigara, içki, uyuşturucu hap (ağrılarım için birisinden afyon sakızı satın alıyordum) gibi şeyler kullanmaya başlamıştım ve sigara içerken sık sık suçüstü yakalanıyordum. Hastaneden kendi isteğimle taburcu olduğumu belgeleyen kovuluşum anında, 1,85 m. Boyuma karşın 48 kg. idim. Hastanedeki baskülün yanlış tarttığına inanmak isteyerek, hastaneden çıkar çıkmaz bir sokak tartıcısı bularak tartılmış ve vücut ağırlığımı teyit ettirmiştim. Akciğer Hastalığından sonraki nekahet dönemimde bana sahip çıkan tek insan kayın validem olmuştu. Eskişehir’e döndüğümde Nur’un ailesi beni evlerinde ağırlamaya başlamışlardı. Sevdiğim kız ile aynı evde yaşamak ve ailesinden böylesine yüksek değerli bir destek görmek, çok yüksek bir moral aşılıyordu. O şartlarda çok kısa bir süre içersinde inanılmaz biçimde toparlandım ve tam 72 Kg.a çıktım. Göğsümde dirgenlerle taburcu edilmiştim. Bunlarla göğüs boşluğumdaki iltihaplar dışarı çıkıyordu ve iğrenç bir kokuları olduğundan, onların temizlenmesi problemli oluyordu. Pansumanlarım, beslenmem dâhil tüm problemlerimi kayınvalidem hallediyordu… Tanıdığım en iyi insandır kayın validem. Onun hakkını hiç ödeyemem. Ona duyduğum saygı ve sevgiyi kendi ebeveynime de duymam... Her şeye rağmen hastahaneye yatırılışım esnasındaki iyiliği için “Allah, amcamdan razı olsun!” Bu hayır duam, onun yaptığı o iyilik karlığında yeterlidir. Her şeye rağmen sözü niçin? Açıklayayım. Hastaneden taburcu olup, Eskişehir’e döndükten sonra, devam eden tedavim için kullandığım ilaçlarımı, belki param olmadığı için, belki de paramın başka eczacıya gideceğine amcakızına gitmesi için, amcakızım Selma’nın eczacı dükkanında yaptırmak istemiştim. Kız, reçeteye doğru dürüst bakmadan, “bu ilaçlar yok bende,” deyip geri çevirmişti. “İlaç dediğin ağrı kesici ile antibiyotik. Depodan da getirttirebilirsin ama maksadın benimle alış veriş yapmamaksa, söyle ki, bileyim,” deyince, amcakızı, “evet, babamın vasiyeti var. Ergin gelince yüz vermeyin, diye vasiyet etti bize,” demişti. Amcam, böyle bir şey demediyse, günahı o kızın. “Amcam madem böyle bir şey vasiyet etti, selam söyleyin ona, Ergin isminde bir yeğeni olmadığına inandırabilir kendini... Yalnız, beni İstanbul’a götürüp hayatımı kurtardıktan sonra, niçin böyle bir vasiyette bulunduğunu çok merak ediyorum. Niçin?” demiştim. O da, “ sen üçkağıtçının tekisin de ondan. Babamı, aldığın gitara, mağaza sahibi kefil olmasını istemem dediği halde, mağaza sahibine ısrarla telefon ettirip, utanmadan babamı kefil ettirmişsin, sonra da babama ödetmişsin...” diye bir şeyler açıklayınca, o olmuştu. O gitarın parasını da (o zaman ki vitrin fiyatıyla) amcamın İş Bankası Eskişehir Merkez Şubesinde ki hesabına yatırmıştım. (Yanında çalışırken, bir keresinde o hesaba muhasebecisiyle para yollarken duyduğum için, o şubede hesabı olduğunu biliyordum.) Ve, bir daha ne amcamla, ne de çocuklarıyla görüşmemeye karar vermiştim. Yıllar sonra, amca çocuklarının birinin düğününde görevli orkestrada çalışıyordum da mecburen tebrik filan laflaşmıştım; ama 1978’de babam vefat edince, amcama, ben yazmadığım halde, babam senin yüzünden öldü, filan diye bir küfürlü mektup yazdığım ortaya atılınca, ilişkilerimi tamamen kesmiştim ve o aileden hiç kimseyle bir daha hiç görüşmemiştim. Tam o günlerde kendi doğrularını dosdoğru ifade eden kadın, Safinaz abla ölmüştü… Ankara’dan kaçarak geldiğimde, beni hayal kırıklığına uğratarak anneme teslim eden Safinaz ablayı hayatımdan ebediyen çıkarmıştım, ama cenaze töreninde de en çok ağlayan ben oldum. * “BİZİM KÖYÜN AYILARI” roman yazan: Kemal Paracıkoğlu * S O N S Ö Z “Yaşlı adam, neden geldin? Gelmeni istemedim ki ben!” “Zamanlar paylaşılmalıdır. Sen, senin payına düşeni iyi veya kötü, yaşadın. Şimdi, yaşamak sırası bende…”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Kemal Yavuz Paracıkoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |