Gerçeğin dili çok yalın. -Euripides |
|
||||||||||
|
Koridorda, her koğuşun mahkumları, kendi koğuşları önünde tek sıra dizildiler. Koğuşların sayımıyla görevli gardiyanlar, kendi koğuşlarındaki mahkumlara soldan sağa sağdırarak sayımları tamamladıkça ellerindeki formlara bilgileri işledikten sonra, onları tekmil vererek baş gardiyana teslim etmekteydiler. “Siyasi A koğuşu otuz mevcuduyla tamamdır amirim.” “Siyasi B koğuşu otuz mevcuduyla tamamdır amirim.” “Büyük koğuş altmış mevcuduyla tamamdır amirim.” “Sübyenler koğuşu otuz beş mevcuduyla tamamdır amirim.” Böylece tamamlanan sayımdan sonra Baş Gardiyan, teslim aldığı kağıtlarla birlikte oradan ayrılırken, “Allah kurtarsın!”diye seslendi. Bu temenni, ‘dağılabilirsiniz…’ komutu anlamına geliyordu. Tutuklular, apar topar dağılmaya başladılar. Bir sigara içimliği beklemeden sonra herkes, yemekhaneye koşturacak, yemek kuyruğunda önlerden yer kapmak için oluşacak itiş kakışa katılacaktı. Aynı karmaşa, hatta daha fazlası, yemekten hemen sonra, televizyon odasında, bu defa önlerde sandalye kapmak için yaşanacaktı. * Halil ile Hülya yemek masasının birer kenarına oturmuşlar, Cemal’in önlerine koyacağı yiyecekleri bekliyorlardı. Hülya beklerken, bir taraftan da ızgara başında et pişiren Cemal’le itişiyordu. Onun kırmızı ete düşkünlüğüne bir türlü alışamamış olan Hülya, “her akşam pirzola yemekten keçiye döneceksin,” dedi. “Yakında meleyerek dolanmaya başlarsan şaşırmam…” Cemal, meleyerek karşılık verdi ona. “Me!” “Dediydi dersin bak, elli yaşına giremeden kolesterolden paçaları dikersin!” “Atın ölümü arpadan olsun, varsın!” Hülya, Bu defa Halil’e anlatarak, “üstüne birlik, dana eti, koyun eti de yemiyor. Beyefendiye illa ki…” demekteyken, söyleyeceği sözcüğü birden hatırlayamayınca, “o, keçilerin yavrusu neydi yahu, unuttum birden?” diye sordu. Halil, “kuzu,” deyince; Cemal onu düzelterek, “oğlak,” dedi. Hülya, “hah, oğlak! Gidip, illaki oğlak pirzolası bulup geliyor,” diye lafını tamamladı. “Üstelik, Eskişehir’de keçi eti pek tutulmadığı için, öyle her kasapta da satılmaz.” Cemal, “Eskişehirliler ağzının tadını bilmiyorlar,” diyerek lafa girince, Hülya, bu defa ona, “ne ağız tadı ama, ekşi ekşi…” dedi. Halil, “adamın, onu oğlak etsiz bırakmayan özel kasabı var,“ dedi. Cemal, “bu devirde öyle…” dedi. “Her yerde bir adamın olacak, işleri yürütebilmek için! ” “Aman bütün adamlar senin olsun. Ben, nizami yollarla da yürütürüm hayatımı.” Cemal, kasılarak, “Bu gün komiser yardımcısını nasıl asker ettim ama,” dedi. “Emniyet Müdürü adamım olmasaydı, yapabilir miydim öyle bir şeyi?” Halil, “Herkesin üzerine düşeni savsaklamadan yapacağı bir yaşam, daha keyifli olmaz mı?” diye sordu. Cemal, “Nezih hoca da senin adamın değil miydi? Onun desteği olmadan, hani, girebildin mi yardımcı doçentliğe?” diye sorunca, Halil ona hak verdi. Bu devirde bir yerlerde dayın yoksa, hiç şansın yoktu. “Senin adamlarından yararlanarak kotarsaydık ya mademki, üniversitedeki işi…” Cemal, ızgaranın fişini çekerken, “olur,” dedi. “Kotaralım.” Etleri masadaki tabaklara servis etmeye başladı. “Bunlar, ihracat müdürü hanımefendinin tavuk etleri,” diyerek Hülya’nın tabağına iki parça tavuk eti bıraktı. “Gidelim Ankara’ya, babamı sıkıştıralım, senin işi kotarması için…” Hülya, ekmek dilimlerken, o da getirdiği çoban salatayı ortaya bıraktı. “Haydi, etleri soğutmadan başlayın yemeğe,” diyerek, yemeğini yemeğe başladı. Halil’in, onunla Ankara’ya gitme işini iyice konuşarak, garantiye almadan yemek yemeğe niyeti yoktu. “Soğursa soğusunlar. Söylediğinde samimi misin? Gider miyiz Ankara’ya? Şu benim iş için baban yardım eder mi, gerçekten?” Cemal, elinde tuttuğu pirzoladan kocaman bir eti ısırıp çiğnemeye başladı. “Eder! Hadi, karnınızı doyurun da erkenden yatıp, sabah serinliğinde yola çıkalım madem…” Cebinden arabanın anahtarlarını çıkartıp, Hülya’nın önüne koydu. “Zorunlu olarak sen de geliyorsun kanka, çünkü uzun yolda araba kullanabilecek bir sen varsın içimizde.” Hülya, anahtarları eline aldı. “Sen istemesen de gelecektim zaten, ikinizin de şoförlüğüne güvenemezdim bu yolculuğunuzda.” * Gece bir hayli ilerlemişti. Televizyon odasında mahkûmlar her kafadan bir sesle uğultu halinde televizyondaki bir stand-up programının sunucusuyla konukları arasındaki gevezelikleri seyrediyorlardı. Bora, Paşa ve diğer arkadaşları televizyonun hemen önünde bir grup oluşturmuşlardı. Bora’nın elinde bir kitap vardı ve ne televizyon seyrediyor, ne de etrafındakilerle konuşuyordu; kitap okumaya kaptırmıştı kendisini. İrikıyım ile Çiroz da arkalarda oturmuşlar, asık suratlarıyla televizyondan çok, önlerde oturmuş kitap okuyan Bora’ya bakıyorlardı. Her ne kadar psikopat iseler, bir o kadar da siyasi mahkumların toplu vaziyette bulundukları alanlarda birer uslu çocuk kesilecek kadar akıllılardı. Odaya gelen yaşlıca bir gardiyan, muhacir şivesiyle, “A be arkadaşlar! Uykunuz gelmedi mi daha be yaa?” diye seslendi. Hemen itiraz sesleri yükseldi. Paşa, itiraz eden seslerin uğultusu diner dinmez, “hele şu program bir bitsin de, yatarız,” diye racon kesti. Yaşlı Gardiyan, hemen her olayda toplu halde eylemler koyan siyasi mahkumların üzerinde baskı kurmaya yeltenmeyecek kadar tecrübeliydi. “O programın bitmesi saat üçü buluyor be delikanlı! Sabah yedi de içtimaa kalkamazsınız be yaa,” diyerek onları ikna etmeyi denediyse de, Paşa, “kalkarız, kalkarız…” diyerek son noktayı koydu. Yaşlı Gardiyan, “te siz bilisiniz be; güna benden itti,” ded,kten sonra kitap okuyan Bora’yı fark ederek onun yanındaki sandalyede oturan mahkumu bir işaretle kaldırıp, kendisi oturdu. Bora onun oturduğunu anlayınca saygılı toparlandı. Yaşlı Gardiyan:”Ne yapıyorsun be kızanım?” diye sorunca, adama; “Bir roman okumaya çalışıyorum…” diye yanıt verdi. Yaşlı Gardiyan, “Burada okuyamazsın ki, şu gürültüye baksana…” diyerek anlatmaya başladı. “Ben, Bulgaristan’da doğdum, Türkiye’ye göçten önce hemen hemen bütün Avrupa’yı dolaştım. Gitmediğim yer kalmadı. Bir görmelisin oraları… En çok Danimarka’da, bidem Frasız’da bulundum. Oralarda herkesin elinde bir kitap olur. Sabahın köründe kalkıp işe giderken, inanır mısın be yau, bizim gibiler banliyöye biner binmez ne yaparlardı?” Bora, adamın kendisine bir soru yönelttiğini anladı, ama soruyu anlayamamıştı, onun son sözcüklerini tekrarlamakla işi kurtarmayı denedi. “Ne yaparlardı?” Ama bu defa da adamın daha çok konuşması için önünü açmış oldu. Adam, daha bir coşkuyla anlatmaya başladı; “biz banliyöye biner binmez yaslardık kafaları bir yana, başlardık uyumaya bee…Halbukem gideceğimiz yer de iki durak ha… On dakkacık yani bee yaa; uyusan ne olcak değil mi?” Bora, adamın anlatması bitti, diye düşünemedi bile. Yaşlı Gardiyan, Bora’nın kendisini onaylamasını sağlamak için kısa bir soluklama arası verdikten sonra anlatmayı sürdürdü. “Pekiii…O gavurlar binince, bizim gibi kafaları bir yana dayayıp uyuyorlar mıydı sanırsın be?” Bu defa Bora’dan bir cevap beklemeksizin sürdürdü. “Yok be yaa.. Heriflerin hepiciğinin elinde, nah bu seninki gibi bir kitap, açıp başlarlardı okuma-a… Ama noldu? Bak oralarda şimdi Avrupa Birliği kurulmuştur. Avrupa Birliği standartlarına uygun olarak insanların birbirine saygısı vardır, birbirlerini rahatsız edecek gibi yüksek sesle konuşmazlar, konuşurlarsa Avrupa Birliği mahkemelerinde bile yargılanırlar, o kadar ciddi… . Bir de bizim şuradaki halimize baksan ya, nedir bu gürültü, patırtı be yaa… Öyle ya kardeşcazım, belki ben uyuyacağım, belki oturacağım, belki bir işim var, belki okuyacağım, yazacağım, değil mi yaa… Sen bu gürültüde, patırtıda dünyada roman okuyamazsın, bırakmazlar be yaa!” Bora, çekinerek, “Gürültüde okurum da, yanı başımda birisi konuşursa ayıp olmasın diye okumam tabii ki…” dedi. Yaşlı Gardiyan, umursamaz, “Ha be cancazım, gürültü olmasa daha iyi değil mi be yaa? Ne hakları var seni böyle okurken rahatsız etmeye, değil mi be yaa? Yavaş da konuşabilirler. İşte Danimarka’da, Fransa’da, katiyen böyle bir şey olmaz. Onun için de adamlar ilerliyorlar. Bak Avrupa Birliğine, nasıl insanın insana saygısı var orada, değil mi be yaa…” Paşa, Yaşlı Gardiyana dönerek, “Komutan, biraz yavaş konuş! Televizyonu anlayamıyoruz…” diye müdahale etti. Bora, arkadaşından cesaret bularak, adamı umursamıyormuş gibi yapıp kitabını açtı. Yaşlı Gardiyan, Paşa’nın tepkisi üzerine bir ara sustuysa da, onu çabucak unutup yeniden konuşmaya kaptırdı. “Hiç boşuna uğraşma, okuyamazsın be yaa… Sinirlerin bozulur boşu boşuna… Avrupa Birliği başka… Avrupalı Birliği demek, insanın insana saygı duyması demek. Bizde nerdeee…” Paşa, iyice gerilerek, “Yahu komutan, bu gece konuşma gününe mi denk geldik ne? Sen gündüz de buradaydın, mesaini yirmi dört saate mi çıkarttılar senin?” diye söylendi. Ahmet, lafa karışarak, “Yok be, yenge kovmuş evden, o da kalmağa gelmiş buraya,” diye güldü. Yaşlı Gardiyan, “Yok be yaa… Nöbetteyim bu gece de, ondan be yaa…” deyince gülüşmeler oldu. Yaşlı gardiyan onlarla yüzgöz olmak istemeyerek çıkıp gitti.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Kemal Yavuz Paracıkoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |