Roman yazmanın üç kuralı vardır. Ne yazık kimse bu kuralların neler olduğunu bilmiyor. -Somerset Maugham |
|
||||||||||
|
Oldukça büyük sayılabilecek bir salonda oturuyor. Salon büyük olmasına büyüktü ama yinede diğerleriyle diz dize. Malum bayram ziyareti, evin içerisi neredeyse her yaştan denilebilecek bir ziyaretçi patlamasına uğramış durumda. Hal böyle olunca hiç de küçük sayılamayacak mekânlar bile insana darlık hissi verebiliyor. Bayram ziyaretine gelenler de yabancılar değil aslına bakarsanız. Evin gelinleri, oğulları, torunları, damat, kız ve amcaoğulları. Bir grup balkonda kendine ayrı bir mekân oluşturmuş. Tavla oynuyorlar. Oldukça hırslandıklarına bakılırsa oyunun sonuna gelmiş olabilirler. Zira yeni gelenlere rağmen oyundan kopamıyorlar. - Ooooooo siz mi geldiniz? İyi bayramlar, iyi bayramlar, biz buradayız siz içeriye mi oturacaksınız! Bütün bayramlaşma işte bu kadar zira kendileri çok meşguller. Genç kadın salona girdiğinde bilindik bayramlaşma ritüellerine uygun olarak el öpüp hal hatır sorarak ilerlerken bir yandan da göz ucuyla kendisi için oturacak bir yer seçti. Ne ortalarda kalıp bütün herkesin sorularına muhatap olmak istiyor ne de kapının dibine oturup gelip geçen çay tepsisinin gölgesinde kalmak. Kayınvalidesinin yanı başına oturan genç kadın yerine oturduktan sonra ne zaman geldiklerine, ne kadar kalacaklarına dair sorulanları yanıtlıyor. Gün içinde bu ve benzeri sorulara yaklaşık on onbeş kere muhatap olduğundan bazen daha sorulmadan yolculuk ve izin hakkında detaylara girdiğini hayretle fark ediyor. Bir tebessüm oturuyor dudaklarına. Annen baban nasıllar sorusu her zamanki münasebetsizliği ile çalıyor gönül kapısını. Anneciğini göreli neredeyse beş ay olmuş. Kuvvetle muhtemel daha altı ay var yeniden görebilmesine. Hüzünle kaçırıyor gözlerini soru sahiplerinden. - İyidirler inşallah duasıyla cevap veriyor. Telefonla konuştuk iyiler onlarda. Telefonla alınan sağlık sıhhat haberlerinin doğruluğunu sorguluyor bir yandan. Acaba diyor gerçekten iyi değillerse, ya hastalandılarsa da söylemiyorlarsa. Bunu kendisi de yapmıyor mu? Hastayken kaç defa annesine iyiyim anacım her şey yolunda torun da iyi maşallah demişliği var? Bunu kendisi bile bilmiyor ki. Buz gibi bir rüzgâr esip geçiyor içinden. Ürpererek duasını yeniliyor, inşallah iyidirler. Kalabalık içerisinde iki kişi dikkatini çekiyor genç kadının. Bir birine şeftali ile nektarin gibi benzeyen ama aynı zamanda med ve cezir gibi bambaşka olan iki insan. Artık diğer insanların konuşmaları genç kadın için arkalarda kalan bir uğultu gibi uzak ve yabancı. O şimdi ilgi alanına ansızın giren iki insanı görüyor ve işitiyor. Hayriye Hanım ile Zehra Hanım. Hayriye Hanım memleket ziyaretlerinde görmeye alışkın oldukları, hal hatır sorsan duymaz, sormasan küser, gönül koyar bir hatun kişidir. Zehra hanımla ise daha geçen yaz tanıştılar. O Hayriye Hanımın aksine iyi duyar, duyar da herkeslere yüz vermez bir nazendedir. Her ikisi de yürümekte güçlük çekiyor. Hayriye Hanım yavaş yavaş da olsa zar zor, tutuna tutuna kalkıyor ve minik adımlarla yürüyebiliyor. Zehra hanımınsa yürümesi daha zor hatta yok gibi. Kaldırıp ayakta tutarlarsa bir adım belki iki adım atıyor sonra yerde. O yüzden onca insanın arasında yatıyor. Her ikisinin de konuştuğunu anlamak için onlarla yaşamak gerekiyor galiba diye düşünüyor genç kadın. Zira konuşuyorlar ama genç kadın içlerinden anlamlı kelimeleri zor seçiyor. Zaten bir yöresel ağız farklılıkları mevcutken bir de bu durum iyice konuşulanları esrarlı bir hale sokuyor. Ama ev halkı onların ne dediğini gayet iyi anlıyor. Hatta daha onlar konuşmadan mimiklerinden bile anlamlar çıkarabiliyorlar. Yemek yemeleri de sıkıntılı, öyle çok sert şeyleri yiyemiyorlar zira dişler yok, var olanlarda işlevinden biraz uzak. Döküp saçmanın bini bir para. Çünkü ikisi de ellerini iyi kullanamıyorlar. Doğal olarak kendileri yıkanamıyorlar. Hayriye Hanım tuvalet ihtiyacını kendisi gideriyor biraz etrafı kirlettiği rivayetleri var muhakkak ama yine de bu kendisi için harika bir olay. Ah! Zehra hanımı hiç sormayın onu bezlemek gerekiyor. Bu akşam ikisi de biraz rahatsızmış. Birisinin öksürüğü var hem de fena halde. Üşütmüş öksürük atak şeklinde başlıyor ve dakikalarca devam ediyor. Diğerinin de ateşi çıkmış. Yattığı yerde oldukça halsiz bir görüntüsü var. İkisi de yabancılara karşı mesafeli. Önce bir tanıma telaşına düşüyorlar. Hayriye sen kimsin diyor, cevaplamasına cevaplıyorsunuz da o ne kadarını duyuyor bilinmez. Ama yine de tatmin olmuş bir şekilde kafasını sallıyor. Bir kez daha hoş geldin diyor. Zehra Hanım söylesen de anlamıyor. Huysuz huysuz bakıyor yüzüne. Hatta bazen daha da kabalaşıp huysuzluğunun dozunu artırıyor. İnsanlar onlarla konuşmadığında ikisi de benzer tepkiler vererek biz de buradayız bizimle de konuşun der gibi kendi hallerince ortaya bir laf, olmadı bir gülücük, olmadı bir çığlık koyuveriyorlar. Genç kadın biri yanı başında oturan diğeri ise tam karşısında yatağında ateşler içinde halsiz, mutsuz, sürekli mızmızlanan iki insanın ortasında buluyor kendini. Biri henüz ilkbaharın müjdesi olarak suya düşen cemre gibi diğeri çok uzak dağların zirvesinden fışkırıp çıkan, sonra başını taştan taşa vura vura yol alan, gelip geçtiği her topraktan rengine bir renk katan, mevsimlerin yükünü damlalarında taşıyan ve işte sonunda okyanusa vuslat anını yaşayan yorgun bir nehir gibi. Birisi evin seksen beş yaşındaki babaannesi Hayriye Hanım diğeri ise henüz yaşı bile olmayan on aylık torunu Zehra Hanım. Hareketlerindeki yetersizlikleri tamamen farklı nedenlerle olsa da her ikisi de şu anda ailenin diğer bireylerine muhtaç durumdalar. Babaanne hakikaten nehir, genç yaşında eşini kaybedince yüksekten düşen nehirler gibi çağlayanlar vermiş bağrından, her evladı bir kol olmuş ondan etrafına dağılıp giden ve her gelin ona akıp gelen bir dere. Adı da kendi gibi Nazlı olan kızı daha on sekizinde şimdi ismini bile hatırlamadığı bir köye kaçarak gelin gitmiş. Derin bir kırgınlık ve küslük kalmış yüreğinde. Üstelik aradan bir yıl bile geçmeden, daha aileler barışıp arayı bulamadan Nazlı’sı vefat etmiş. Anasının ah’ını aldı ondan yüzü gülmedi demişler, demişler ama kimseler bilememiş ne olursa olsun ona ‘ah’ etmediğini, bir kere bile arkasından ilenmediğini. Beş tane de oğlu var Hayriye Hanım’ın. Burası da oğullardan birisinin evi. Ateşten yanakları pembe pembe olan bebek babaannenin ikinci kuşak torunudur. Bebek, henüz yeni yeni filizlenen bir tohumken babaanne neredeyse asra göz kırpmış, bazen budanmış, bazen filizlenmiş koca bir ağaç. Yüzünde derin çizgiler var babaannenin. Sanki her bir çizgi hayatından bir yaşanmışlık mührü gibi geliyor genç kadına. İşte yüzündeki şu derin olan, en derin olan var ya, hani başörtüsünün denk geldiği yerden uzanıp gidiyormuş gibi olan. İşte o. Sanki bu iz devam edip ta yüreğine değiyor babaannenin diye düşünüyor genç kadın. Ve o çizgiyi genç yaşta bilmem hangi hastalıktan bir hastane odasında kaybedilen sevgiliye mi yoksa yaban ellerde genç yaşında toprağa karışan Nazlı’sına mı yoracağını bilemiyor. Pembe yanaklı bebek kımıl kımıl belli ki bir şeyler istiyor. Anne, baba ve diğerleri aynı anda hareketleniyorlar. Sanırsınız bir bebek değil de koca bir bebek servisinden alarm geldi. - Aman da aman babasının kuzusu ne istemiş, annesi bakıvermedin mi sen benim çiçeğime? Hemen bebeğin sırtı kontrol ediliyor, terlemiş olabilir. Birileri mutfağa koşturuyor ben mamasını ısıtayım telaşıyla. İşte bez kontrolü de yapıldı. Bu arada babaannenin öksürük misafiri gelip oturuyor boğazına. Nasıl bir öksürük bu böyle? Nefes alacak aralık bırakmıyor zavallıya. - Elini ağzına tut, ağzına, hayret bir şey yahu! Diye biri kızıveriyor. Güya misafir kalabalığının içinde nezaket kuralı öğretti babaanneye. Kendi nezaketini ve adabı muaşeret kurallarında ne denli dikkatli olduğunu babaanneyi de terbiye ederek sokuverdi misafirlerin gözüne. Genç kadın su verelim diyecek oldu ama Hayriye Hanım kolundan tutup oturttu onu, geçti kızım geçti dedi, gerek yok. Genç kadının kayınvalidesi de Hayriye hanıma biraz daha sokularak yüksek sesle konuşuyor. - Aba böyle olmaz, bak sonra daha kötü olur. Sen söyle de oğlan seni doktora götürsün. Babaanne yine başına sallıyor. Genç kadın kendi kayınvalidesinin söylediklerinin de anlaşılıp anlaşılmadığından emin değil. Ama babaanne başını sallıyor anlamış gibi. Evin hanımı Fehime gelin oldukça gergin. Bir sürü çoluk çocuk var diyor. Ortalığa mikrop saçıp duruyor, hasta edecek hepimizi. Genç kadının kayınvalidesine iyice yaklaşarak zaten diye başlıyor söze; - Benim gelinim-oğlum, kızım-damadım var, torunlarım var. Haftada bir gün geliyorlar toplanıp. Onda da bu sofrada öksürüp tıksırıyor. Döküp saçıyor yediğini. Kaşıkları elinden düşüyor çocuklarımın. Hepsi aç çekiliyor sofradan. Olmaz ki canım. Benim de bir düzenim var. Gitsin diğerleri baksın azıcık da. Ben de hayatımı yaşayayım. Benim ki de can. Bunları anlatırken kucağındaki Zehra’sına meyve yedirmenin telaşında. Zehra hanımın minik ağzına bir türlü sığdıramadığı muz parçası iki dudağının arasından firar ediyor. Ezik ezik tükürüklü bir muz parçası yakasına düşüveriyor. Fehime gelin muz parçasını alıyor tekrar vermeye çalışıyor ama minik ağız bir türlü açılmıyor. Açılmamak bir yana bir sağa bir sola inatla çeviriyor başını. Fehime ısrar etmenin faydasızlığından olacak muz parçasını atıveriyor kendi ağzına. Genç kadın kendi nefsinden korkarak izliyor tabloyu. Ya Rabbim, işte şu hasta ve sümüklü bebeğin ağzından çıkanı cennet taamı gibi iştahla yiyen biz insanlar, büyüklerimize karşı nasıl böyle nefretle yaklaşıyoruz. Biri annemiz diğeri torunumuzken ve dahi yarın bir gün biz yaşlı babaanne, bu küçük hanım, anne olup rolleri değişeceğimiz zamanın geleceğini adımız gibi biliyorken bu ne zalimlik ya Rabbim. Genç kadın eşinin ayaklanmasıyla kendine geliyor. - Bize müsaade abi. Geç oldu kalkalım artık. Aklı başka yerlerde hızlıca hazırlanıp vedalaştılar. Kalabalık ve büyükçe evin olduğu kat ne yazık ki genç kadının kayınvalidesi için oldukça yüksek. Bir zahmetle tırmandığı merdivenleri yine zahmetle inmek zorunda kalacak. Merdiven kenarındaki yer yer boyası dökülüp pas atmış olan demirlere tutunarak besmeleyle başlatıyor iniş maratonunu. Genç kadın boşta kalan yanına geçip koluna girmek istiyor. Ama kayınvalidesi izin vermiyor. Boşta kalan elini de dizine dayanak yaparak inmeye çalışıyor. - Dur kızım dur. Böyle daha rahat inerim. Sen inmene bak hadi. Kayınvalide kendi kendine söyleniyor. Gördün mü Fehime gelini, torununun neredeyse tükürüğünü ağzından alacak, burnunu diliyle silecek ama neler de diyor Hayriye Kadın hakkında. Ah ah, işte dünya böyledir. Az mı kahırlarını çekti Hayriye kadın onların. Genç kadın kayınvalidesiyle aynı pencereden baktıklarını üzülerek fark etti. Ama söyleyecek hiçbir söz bulamadı. Çok uzaklardaki anne babası ve eşinden olma anne babası geliverdi aklına. Öyle ya onlarda yetmiş, yetmiş beş yaş aralığına dizilivermişlerdi. Şimdilik iyiydiler, kendi kendilerine idare edebiliyorlardı. Aksi bir durumda ben ne kadar evlatlık edebilirim diye düşündü genç kadın. “Hiç birimiz henüz imtihan edilmediğimiz günahların masumu değiliz” cümlesi içindeki sorunun cevabını düğümleyiverdi. Peygamber efendimizin duasıyla dualandı “Allah’ım! Cimrilikten sana sığınırım. Korkaklıktan sana sığınırım. Bunaklık derecesinde yaşlılıktan sana sığınırım. Dünya fitnesinden ve kabir azabından sana sığınırım.” . Kayınvalide hala söyleniyor. İnmesinde ona zorluk çıkaran basamaklara da hınçlanmış olacak ki her basamakta ayrı bir cümleyle ayrı bir serzenişte bulunuyordu. Bu cümlelerde kayınvalideye göre gurbette yaşayan, bayramda seyranda, yaz tatilinde bir iki haftalığına uğrayan bu genç kadına da göndermeler var mıydı? Çocukluğunda annesi dualar ederdi genç kadının “Allah’ım, köşelere yatırıp kapılara baktırma, biri gelecek de bir yudum su verecek diye yol gözletme”. Annesi böyle söylediğinde boğazı düğümlenir gönül koyardı hep. - Neden böyle söylüyorsun anne. Biz varız ya. Biz sana bakarız neden gözün yolda olsun. Biz o kadar kötü insanlar mıyız? Olsun derdi her defasında annesi. Olsun kızım siz iyisiniz ama yinede başkası versin diye beklemek zordur. Allah elden ayaktan koymasın bizi. Şimdi daha iyi anlıyordu genç kadın, annesinin her daim yapa geldiği duasına kilometrelerce öteden cümlemiz için diyerek ortak oluyor, yıllar sonra çok uzaklarda başka bir memleketten âmin diyordu. Cahit Sıtkı’nın yolun yarısı ilan ettiği yaşta olan genç kadın, ahir ömrü için annesinin yıllarca önceki duasına âmin diyordu.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Esma Uysal, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |