Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim. -Cervantes |
|
||||||||||
|
Zehra arabasının camını iki taraflı indiriyor. Sabahın serin rüzgarı aceleyle doluşuyor aracın içine. Bir ürperti yüreğinden başlayıp bütün vücudunu dolanıveriyor. ‘Anne eli gibi’ der Zehra rüzgara. Anacığının taramaya doyamadığı kestane saçlarına rüzgar her değdiğinde, her bir telini bir taraflara savurduğunda ‘anne eli gibi’ der Zehra. Yanaklarına rüzgar her değdiğinde bir kırık tebessüm oturur Zehra’nın yüzüne. --- Daha 15 yaşında iken anacığı son kez saçlarını örmüş, son kez okuluna uğurlamıştı. Zehra hayatının ilklerine yeni ilkler eklemenin baş döndürücü hızıyla yol alırken meğer anacığı sonlardan bir sonla yolun sonuna gelmişti. O günden beridir anne demek Zehra’nın dilsiz kalbinde koca bir yangın demek. Rüzgarlar o ateşi her estiğinde yeniden bir harlayıveriyor sanki belli belirsiz. O yüzden belki de Zehra’nın yüzündeki kırık tebessüme göz pınarlarında beliriveren billur damlalar yarenlik ediyor. Önünde kıvrılarak akıp giden yer yer asfaltı bozuk yolu takip ederken geçmiş günler hatırına düşüyor. Sanki o zamanların Zehra’sı yanı başında koşturan bir atın üzerinde onunla birlikte yol alıyor. Hüzünle bakıyor sağ tarafındaki aynaya, sanki kendini at sırtında görecekmiş gibi. --- Üniversiteyi yaşadığı şehirden uzak bir şehirde kazanınca epeyce telaşlanmıştı babası. Gözünün nuru kızını, sevgili yarinin emanetini bir türlü uzak bir şehre göndermek istemiyordu. Epeyce bir araştırma ve uzun uzun istişareler sonunda Zehra’sını okula kendi eliyle götürüp kayıt yaptırmış, emaneti olabilecek en yüce makama, Rabbine ısmarlayarak bir türlü kopamadığı kasabasına dönmüştü. Zehra anacığını kaybettiği günden sonra hiçbir ademoğlunu gözyaşlarına şahit kılmamıştı. İlle de o günden sonra bir anda saçlarını ak basan, gönlünün ışığını ebediyen kaybeden babasını. Ağlarsa sanki babasının akları daha da artacaktı, yüzünün kıvrımlarına bir yenisi daha eklenecek, uzun uzun dalan gözleri daldığı yerlerde ebediyen kalacaktı sanki. Mezarlıktaki serviler, şu kıvrılarak geçip giden dere, birde anne eli rüzgar şahidiydi Zehra’nın. Anacığının mezarının yanı başına oturur, saçının tokasını çözer sonra rüzgarını beklerdi kimi zaman, zira rüzgar da değmese saçlarına, ana eli gibi şöyle bir taraklayarak geçip gitmezse saçlarının arasından sanki daha da yetim kalacaktı Zehra. Babası onu kayıt sonrası bırakıp dönerken çektiği bütün setleri yıkıldı Zehra’nın. Acı bir çelikten ördüğü bütün duvarlar çöktü de altında kaldı sanki. Kestane rengi saçlarını babasının göğsüne gömdü, öyle hıçkırarak ağladı ki bir daha gülemem sandı. Babasının gözünden akan yaşlar saçlarının üzerinden kayarak indi. Şefkatle okşadı saçlarını babası. Alışmak lüftunu bahşetti Yaradan. Zehra kaldığı yurda, okuluna, şu koca şehre alıştı bir süre sonra. Bunda Beyza’nın hatırı sayılır bir etkisi vardı elbette. Beyza tek çocuk büyürken eksik kalan yanını Zehra ile tamamlamış, kardeşi bilmişti gözleri her daim bulutlu arkadaşını. Fatma hanımı 500 kişilik konferans salonunda gördüğü o anda, dili ile birlikte gönlünün de tutulduğu o anda yine Beyza vardı yanında. Yaşadığı birkaç saniyelik tutulmadan sonra öyle kuvvetlice sıkmıştı ki Beyza’nın konulunu parmaklarının kenetlendiği kısım yer yer kızarmıştı. Beyza canının acısını hissetmedi bile Zehra’nın gözlerindeki dehşeti fark ettiğinde. Rengi atmış gözleri bir noktaya sabitlenmiş bir vaziyette Beyza’nın koluna yapışmıştı. ‘Beyza annem gelmiş, annem gelmiş benim’ diyerek yığılıvermişti salonun kırmızı koltuklarına. Sonra çok ani bir refleksle yerinden fırlamış az önce baktığı yöne doğru oturan diğer insanların dizlerine çarpa çarpa yürümeye başlamıştı. Kimisi onun gelişini görünce kalkıp yer veriyor kimisi arkasından memnuniyetsizce el, kol hareketleri yapıyor, söyleniyordu. Beyza onun aklının ucundan bile geçmeyen özür cümlelerini bir biri ardına sıralıyor, bir taraftan onu takip ederken diğer taraftan rahatsız olan insanlara ‘arkadaşım rahatsızlandı da kusura bakmayın’ diyerek özür beyan ediyordu. İki küme koltuk arasında kalan kırmızı halılı koridorun hemen diğer tarafında oturan Fatma Hanım, Zehra başına dikilene kadar onu fark etmemişti. Ta ki göz yaşları çenesinden damlayan Zehra ‘siz benim anneme ne kadar çok benziyorsunuz. Ne olur sarılmama izin verin’ diyene kadar. Bu cümleyi söylediğinde Beyza da yanı başlarında belirivermişti. Şaşkındı Beyza. Koltuğuna mıhlanmış gibi oturan Fatma Hanımla Zehra arasında mekik dokuyordu gözleri. Fatma hanım yerinden kalkıp sıkıca sarılmıştı Zehra’ya. Olsun kokusu annesi gibi değildi belki ama işte yüzü, gözleri hatta gamzeleri ne kadar da annesiydi. Fatma hanım, biraz da tebessüm ederek sordu, ‘ah benim güzel kızım annen memlekette sen de burada öğrencisin, özledin tabii ki anacığını’ demişti. Zehra babasının her daim söylediği cümlelerle; ‘Biz dünya gurbetindeyiz. Anacığım sılada’ deyivermişti. Fatma Hanım aldığı cevapla daha bir duygulanmıştı. Tutmaya çalıştığı gözyaşlarına hükmetmekten acizdi artık. Yanındaki boş koltuğa oturan Zehra’nın saçlarını okşadı, muhabbetle. Zehra yıllar sonra anasının bıraktığı yerden rüzgarlara saldığı saçlarını okşayan kadına şaşkınlıkla bakmıştı. Fatma hanım öğrencilerle ilgilenen bir vakıfta gönüllü olarak çalışıyordu. Hiç çocuğu olmamıştı. ‘Rabbim beni böyle sınadı’ deyip gönlünü, vaktini, emeğini başkaca çocuklara adamıştı. Eşi ile birlikte huzurlu bir evliliği, dingin bir hayatı vardı. O geceden sonra hayatı daha da değişmişti Fatma Hanımın. Birbirlerinin numaralarını almışlar görüşmeye, daha fazla tanışmaya karar vermişlerdi. Fatma hanım hiç tatmadığı bir duyguyu, anneliği, kendisine annem diye gözü yaşlı sarılan bir kızcağızda iliklerine kadar hissetmiş, Zehra yıllardır rüyalarında sarıldığı annesine niyetle aşkla Fatma hanıma sarılmıştı. Birinin yitiği diğerinin bulduğu oluvermişti. Beyza bu sıra dışı kesişmenin ortasında gözü yaşlı, aklı karışık bir şahitti artık. --- Zehra gözyaşı ile perdelenen gözlerini biraz dinlendirmek, azıcık nefeslenmek için arabasını yolun kenarındaki çeşmenin yanına çekiyor. Sabahın serinliği arabadan inince biraz daha hissettiriyor kendini. Çeşmenin arkasındaki tepenin yarısı solgun güneşi bağrına basmış olmanın bahtiyarlığı ile aydınlık, yarısı payına düşen gölgeye razı olsa da güneşin kendisine doğru süzülüp gelmesinin beklentisinde. Bu iki renkli tepeye birbirine meyilli siyah ve beyaz denge simgesinin bir silueti sanki diye düşünüyor Zehra. Simgeler yalan diye düşünüyor Zehra işte gerçek olan bu tepe. Güneş ve gölge, sabah ve akşam ille de ölüm ve yaşam. Telefonundaki mesaja bir daha bakıyor. Beyza’nın ikiz kızlarının minik pabuçlarının ipinden tutup sürükleyen kedisi üzüm’ün olduğu profil resmine tıklayarak. En sondaki mesaj ‘Fatma teyze sılaya yolcu, geç kalmayasın’ Dün akşamdan beridir onlarca kez okuduğu mesajı hep aynı hüzünle, yüreğine batan onlarca dikenin sızısıyla okuyor yeniden. Telefonunu çeşmenin duvarının üzerine koyup bir daha serin sularla yüzünü yıkamak istiyor. Aslında istediği yüzünü yıkamak değil, yüreğini serinletmek lakin bunun bir çaresini bulabilmiş değil çok zamandır Zehra. Telefonuna yeni bir mesaj düşüyor. Korkuyla uzanıyor telefona. Yine geç kalmayasın serzenişinin gerçekleşmiş olma ihtimali bütün yeryüzünü gölgelere boğuyor. Mesaj Beyza’dan değil. Fikri bu sefer mesajın sahibi. Bankın üzerinde birkaç sarı yaprak arasındaki kum saati resimli profile dokunuyor Zehra. ‘Dikkatli git lütfen, Beyza’nın face’sinde gördüm. Biliyorum yola düşmüşsündür şimdi. Hayırla git, hayırla dön inşallah’. Ah Fikri, hiç vazgeçmeyen, müzmin talip. Defalarca ertelediği, reddettiği, terslediği Fikri. Ama aynı zamanda belki o da vardır diye derslerini kütüphanede çalıştığı, onun sınıfından kızlarla sırf o sınıftan diye selamlaştığı, babasından gayri doğum gününü bildiği ama hiç kutlamadığı tek erkek olan Fikri. Sevmişti Fikri’yi lakin hazır değildi buna. Fikri’ye değil, evlenmeye, evlenmeye de değil aslında, anne olmaya. Kimselere söyleyemedi bunu. Ne Beyza’ya, ne Fatma anne’ye, ne de Fikri’ye. Yıllarca içinde biriken sonra koca bir deve dönüşüp kendisini esir alan bir korkuydu bu. Anne olursa ve onun da sılaya göç vakti gelirse ne olacaktı? Kendi bebesi de onun gibi annesiz, kolsuz kanatsız, elsiz ayaksız kalıverirse ne olacaktı? Kendisinin çektiği acıları çekecek yeni bir çocuk! Kimseler bilmedi sebebini ama arkadaşları, akranları evlenip yuva kurdukça, çoluk çocuk sahibi oldukça onu geç kalmakla, hayatı ıskalamakla suçladılar hep. Olsundu, kimseler bilmesindi Beyza hamile kaldığında onun ne kadar sevinip aynı zamanda ne kadar endişelendiğini, doğuma gittiği gece sabaha kadar ağlayıp onun ve doğacak ikizleri için dualar ettiğini. Kimseler bilmesindi Beyza’ya sürekli sağlıklı yaşam, sağlıklı beslenme ile ilgili attığı mesajların sebebi hikmetini. Kimseler bilmesindi ama ikizler annesiz kalmasındı. Navigasyona bir daha baktı, bir saatlik yolu kalmıştı Fatma annenin kaldığı huzur evine. Eşi vefat ettikten sonra Anadolu’da göl manzaralı bir huzur evine yerleşmişti Fatma Hanım. Çok severdi denizi, doğayı, ormanları. Burası hem memleketiydi hem de kocaman bir gölü vardı. Burayı benim için yapmışlar derdi hep gülümseyerek. Bayramlarda Zehra oraya gider ziyaret ederdi. Beyza her zaman gelemez annesi, kayınvalidesi arasında pay ettiği bayramlarda değilse bile başkaca zamanlarda ziyaretine gider, telefonla her Cuma mutlaka arar hal hatır sorardı. İki kızım var derdi Fatma Hanım soranlara, ‘karnımda değil gönlümde büyüttüğüm iki dünya güzeli kızım var benim’ derdi. Zehra’nın tanışmalarından bir süre sonra getirdiği kenarları iğne oyalı tülbendini gözü gibi saklar, eskimesinden korktuğu için her zaman örtmezdi. Ne zaman Zehra geliyorum diye arasa onu çekmecesinden çıkarır başına alırdı. Bu geleneği huzur evinde de değiştirmedi. Arefe gününden tülbendini hazır eder, dünyanın en nadide bayramlığıymışçasına yatağının başucuna kor, sabah namazı abdestini aldığında başına alırdı. Ta ki Zehra gelip geri dönünceye kadar. Sonra yine koklar, bağrına basar yeniden kaldırırdı. Tülbent Zehra’nın rahmetli annesinin kendi oyaladığı bir tülbentti. O sabah Zehra’sını okuluna uğurlarken başındaki tülbentti. Zehra cenaze günü eve geldiğine tülbendi yatak odasında aynanın önünde bulmuştu. Kim alıp oraya koymuştu bilmiyordu elbet ama yüreğinin ateşi ellerine düşmüştü sanki onu alıp, koklayıp bağrına bastığında. Bir daha hiç bırakmamıştı tülbendi. Bazen annesi gibi başına alır, bazen fular gibi boynuna dolar, bazen bileğine dolayıp bağlardı. Yurda ilk başladığında yastık kılıfının içine sermişti. Her gece başını yurdun yastığına değil de annesinin omzuna koyduğunu hayal eder gözü yaşlı uykuya dalardı. Bir tek Beyza bilirdi yastığın içindeki tülbendi ve sırrını. Elinden bir şey gelmese de hiç tanımadığı bir kadına Fatiha okuyarak uykuya dalar, rüyasında kendi annesine sıkı sıkı sarılır, azıcık kollarını gevşetse gidiverecekmiş gibi korkuya kapılırdı. Fatma hanımla tanışınca çok düşündü Zehra. Hatta birkaç kere tülbendi vermek niyetiyle getirip, ama hiç çantasından çıkartamadan geri dönmüştü. Kıyıp veremiyordu. Lakin Fatma Hanım ona annesini vermişti onun ise Fatma hanıma verebileceği daha kıymetli hiçbir şeyi yoktu. Nihayet tülbendi elleri ile Fatma hanımın başına örtmüş, sonra da karşısına geçip dakikalarca seyretmişti. --- Navigasyon uyarısını yapıyordu, hedefiniz 50 mt sonra sağ tarafta. Araya giren kırmızı ışıktan haberi yoktu navigasyonunun. Zehra daha yaklaşırken kırmızıya dönen ışığa yakalanmıştı işte. Hemen yanına üstü açık bir düğün arabası yanaşıyor. Birkaç çocuk hızla etrafını çeviriyor arabanın. Alışılmış hareketlerle önde oturan babacan adam çocuklara zarfları uzatıyor. Arabanın üstü açık olunca dört bir yandan minik kolların istilasına uğruyor babacan adam. Gelinin çığlığı Zehra’yı çocukların bahşiş telaşından sürükleyerek çıkarıyor. ‘Amaaaaan, cenaze arabası ne kadar bahtsızım. Çek, çek, İhsan arabayı şu kadının arabasının arkasına çek, geçmesin bizim önümüzden cenaze arabası. Uğursuzluktur ayol.’ Şu kadın yani Zehra, minik bir kavşakta bir gelin arabası ile bir cenaze arabasının arasında kalıyor. İhsan gelinin çığlığı ile zaten dağılmış olan çocukların gidişini fırsat bilip geri bir manevra ile Zehra’nın arabasının arkasına geçiyor. Yeryüzünün en uzun kırmızı ışığı (!) hala yanarken, Zehra’nın önünden karşı yan yoldan yeşil ışığın yol verdiği cenaze arabası geçiyor. Tabutun baş tarafında örtülü, iğne oyalı bir tülbendin ucuna takılıyor yanan yüreği. Gözyaşı bu yangınını da söndürmeye yetmiyor. Cenaze arabasının peşine takılıyor, kornaya basarak, araya başka araç girmeden. Kırmızı da mı geçti Zehra? Bunu nereden düşünecek şimdi. İkinci kez yetim kalmış bir yüreği hangi kırmızı ışık durduracak? Zehra korna çalarak cenaze arabasının peşine düşerken, gelin arabası Zehra’nın arkasına saklanarak savuşturduğuna inandığı uğursuzluğun uzaklaşmasından memnun kornaya yükleniyor. Kocaman gölü olan küçücük ilçenin çıkışında bir yerlerde bir mezarlığa giriyor araç, Zehra hemen peşinde. Huzur evinin müdürü araçtan iniyor yavaşça. Zehra’nın yanına geliyor. ‘Hoş geldin Zehra Kızım, Fatma hanımın vasiyeti vardı, sılaya gitme vakti gelince beklemek olmaz, çokça eğleştik zaten dünya gurbetinde, derdi.’ Zehra uzanıp tabutun üzerindeki iğne oyalı tülbendi alıyor, yine yürek yangınıyla korlanmış elleriyle koklayıp bağrına basıyor.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Esma Uysal, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |