Konuş ki seni göreyim. -Aristoteles |
|
||||||||||
|
Akrep ve yelkovana komşu çilli tavuğun saniyelerle uyumlu hareketleri, çılgınca çalan alarma rağmen değişmiyor. O hala aynı ritmik hareketle sarı sarı lekelere benzeyen, bitmek tükenmek bilmeyen yemini yiyor. Alarmın sesi bir avuç odanın duvarlarını tırmalıyor, ahşap tavanın yer yer dökülmüş aralıklarından, bir türlü tamamen kapanmayan pencerenin kenarlarından, sanki daha küçük bir kapınınmış da yanlışlıkla bu odaya takılmış gibi neredeyse yirmi santim yüksekte kalan kapının altından dört bir yana doğru bir istila gerçekleştiriyor. Bu çılgın ses uykumu bir bıçak gibi kesiyor. Hem kendimi hem bütün bu âlemi bir an önce alarmın sesinden azade etmek için alışılmış bir çabuklukla saatin arkasındaki pime hamle yapıyorum. Henüz ilk hamlede susturabildiğim olamadı. Her defasında bir sürü teferruat arasına saklanmış küçük siyah pimi bulmak için parmaklarımın ucuyla bir yoklama yapmam gerekiyor. Ben onu bulamadıkça, çılgın saat sanki daha bir hararetle devam ediyor bağırmaya. Sanırım uykusu ağırca olanlar çabucak bulup da uyumaya devam etmesinler diye saklamışlar bu haylaz pimi diye düşünüyorum. Her sabah besmeleyle kalkıyorum yatağımdan ve hemen ardından dört aydır olduğu üzere ‘günaydın Mihriban’ım’ la. Cevap, cevap yok henüz. Ama bir gün olacak inşallah. Ben günaydın Mihriban’ım diyeceğim ta yüreğimden. Mihriban kınalı parmaklarıyla dokunacak saçlarıma, sabahın hayır olsun sevdiceğim diyecek. Bu sefer kaçırmayacak yosun gözlerini benden. Ben onun yosun gözlerine demirleyeceğim bu gün hasret çekmede olan gözlerimi. --- Beni taşı toprağı, havası suyu hasret kokulu şehre salan da bir yerde bu yosun renkli gözler değil mi aslıda? Ne zaman sevdim seni hiç bilmedim Mihriban, ne zaman başladı diye sorsalar verecek cevabım yok. Sanki ben beni bildim bileli sen vardın. Seni her gördüğümde zemheri de olsa avuçlarım terledi sessizce. İçimde uçuşan kelebeklerin kanatları birbirine çarpıverdi acemice sen her yanımdan geçtiğinde. Sonra bildim ki sevmenin evveli yok, ahiri yok. Askerlikten döndükten sonra anama deyiverdim ilkin. Biliyorum a kuzum dedi beni şaşkınlığa gark eden bir tebessümle. Ben bilirim senin gönlün Mihriban’a düşmüştür, bir haber salayım ben anasına sonrası Allah kerim. Nebi abi ikinci gidişimizden sonra Allah yazdıysa olur inşallah diyor. Musa emmi ağırlık konuşalım Nebi gardaşım diyor. Nebi abi hafifçe arkasına yaslanıp gözlerini kısıyor elindeki ardıç tespihini yavaşça çekerek ağırlık olarak ifade edilen bileziktir, altındır saymaya başlıyor. Sonra tespihin irice püsküllü imamesini bir iki çekiştirip bir de diyor süt hakkıdır, anasına on bin lira verilsin. Sanki elindeki tespih ipinden kurtuluyor da etrafa otuz üç değil on bin ardıç tanesi saçılıveriyor. Babam bir şey diyecek oluyor, Musa emmi eliyle işaret ediyor ona. ‘Nebi gardaşım! Allah’ını seversen, Mihriban kızım zekât keçisi gibi bir kızcağız. Bunun anası hangi on bin liralık sütle besledi bunu’ diye şaka yollu takılıyor. Nebi abi bir daha başlıyor tespihini çekmeye ‘ben sizden başlık parası istemedim ağalar amma bu süt hakkıdır bana bir şey demek düşmez’. Babamın bütün hesaplarını şaşırtıyor on bin liralık süt hakkı. Sonuç babamın tertibi Hikmet dayının yanında çalışmak üzere bir yıllığına buradayım işte. --- Odamın, kim bilir bir zamanlar rengi nasıl olan, kalın kumaş perdelerini çekiyorum anacığımdan kalma bir alışkanlıkla. Hâlbuki dışarısı hala karanlık, Süleymaniye’nin müezzini Mehmet abi daha başlamadı derdime derman ezanına. İstanbul’a ilk geldiğim gün dinlemiştim Mehmet Abiyi. Dinlemek değil de gök kubbeyi sarmalayıveren bir yanık edaya teslim olmak demem gerekir belki de. İstanbul’a geldiğim ilk gündü. Otobüsten inince metroya bin demişti babamın tertibi Hikmet dayı. Otobüsten inip yerin altındaki metroyu bulmak bile ayrı bir marifetken metroya bin Aksaray durağında in, tramvay durağına geç tramvaya bin, çemberlitaş durağında in, sırtını durağa verip bilmem nerelerden nerelerden devam eden benim için nefesimi daraltacak, avuçlarımı terletecek, karnıma ağrılar saplayacak kadar zor bir tariften sonra Hikmet Dayının lokantasını bulmuştum. Ben ki Kızılyaka köyü muhtarı Hüseyin Ağanın gözünün nuru, eli ayağı, büyük oğlu, köyün en alımlı delikanlısı, her ırgat kafilesinin çavuşu İbrahim’dim şu otogar denilen mahşer yerine kadar. Ne zaman ki otobüsten indim, muavin efendi biraz uykusuzluktan, biraz da az önce valizim kayıp diye ortalığı bir birine katan yolcuyla yaşadığı tatsızlıktan olsa gerek kıpkırmızı şişkin gözleriyle sinirlice valizimi elime tutuşturuverdi, olan oldu. Yolculuk boyunca belki on defa okuduğum adres tarifimi neredeyse ezberlemiştim. Hâlbuki şimdi kendi el yazımı zor seçiyorum. Bütün yönler koca bir boşluğa doğru gidiyor sanki. Hangi yönü kendime istikamet olarak seçsem bin bir kuşkuyla anında vazgeçiyorum, dönüp bir daha kurtuluş reçeteme, adres kâğıdıma sarılıyorum. Herkesi savuşturmuş olmanın rahatlığıyla açık duran otobüs bagajının kenarına bir koltukta oturuyormuş edasıyla kurulup sigarasına davranan muavin efendi şimdi biraz daha sakin, ‘Hemşerim, ilk defa mı geldin sen, yok mu karşılayanın’ diyor. Her bir harfi bir bilinmeyene tekabül eden adres kâğıdını bir de o inceliyor. Sonra beni metronun girişine kadar götürüp tevafuken kendisi de tramvaya aktarma yapacak olan adama emanet ediyor. Yine onun nezaretinde aldığım iki jetondan birini elime tutuşturuyor birini de yuvarlayıveriyor küçücük yuvasına. Metalik tıkırtılarla yuvarlanıp giden jetonda kendimi buluyorum bir an. Bilmediğim bir dünyanın labirentlerinde yuvarlanıyorum bende, gözlerimde körebe oyunlarından emanet bir yemeni sarılı sanki. --- Ben ilk gün telaşımı bir daha içimde hissederken başladı Mehmet abi ezana. Camı açıp ezanı odama davet ediyorum, odama, kulaklarıma ve yüreğime. Hikmet dayı Mehmet Abi’den bahsederken bu adam bu kadar sessiz, sakin, mütevazı durup dururken, bir ezana, bir kur’ana başlayınca nasıl böyle coşkun bir sele dönüşüyor ne akıl erer ne de sır derdi. El Hak, doğru diyorum şimdi Mehmet Abi’yi her dinlediğimde. Hazırlanıp hızlıca çıkıyorum odamdan. Süleymaniye hemen şuracıkta ama ezan da okundu cemaate yetişmek gerek. Hikmet dayı yine her zamanki gibi en ön safta yerini almış, kır saçlarının çoktandır saltanatını ilan ettiği başını iyice önüne eğmiş, okunan kameti dinliyor. Hikmet dayı kamet boyunca hep böyle duaya durur, ne zaman ki müezzin "Kad Kâmeti's Salâh" der o da usulca ayağa kalkar. Yorgun dizleriyle bir kavgaya tutuşur bazen. Sen der akşama kadar masaların arasında dolaşırken dolaşıyorsun da ben namaza durunca neden benim yüreğime salıyorsun acını. Şöyle bir şaplak atar dizlerine bazen ‘vay gidinin dizleri vay’ der hayıflanarak. Dizinin galip geldiği vakitleri safın arkasında oturarak kılan hikmet dayı bütün direnciyle ille de sabah namazlarında ön safta durur, namazını öylece kılar. ‘Sabah namazı başkadır oğul, günün besmelesidir. Besmeleyi düzgünce çek ki günün geri kalanında besmele senin temelin olsun, direğin olsun, ışığın olsun’. Namazdan sonra Hikmet dayıyla birlikte lokantanın yolunu tutuyoruz. Lokantanın olduğu köşeyi dönünce bizi sıcacık mercimek çorbasının kokusu karşılıyor önce. ‘Ahmet usta yine yapmış yapacağını’ diyor Hikmet dayı keyiflice. Yılların emektarı Ahmet Usta komi olarak başlamış yıllar önce baba ocağım dediği lokantada. Yetimdir diye ayrı bir özen gösteren Hikmet dayı kendi yeğeniyle evlendirip yuvasını kuruvermiş daha askerden döner dönmez. İlk servis her zamanki gibi Hikmet dayıya açılıyor. Bir taraftan mercimek çorbasına pul biber boca ederken bir taraftan mutfağa sesleniyor ‘Ahmet’im, bu kitap yazıp aşçıyım diye gezinenler var ya hiç senin çorbana denk gelmemiş’. --- Lokantamızın müşterileri genelde komşu esnaftan oluşuyor, kimisi ‘Hikmet dayı öldüm bunaldım iş hanı denilen mahpushanede, bu gün yemeğimi burada yiyeceğim’ diyerek geliyor, kimisi âdeti olduğu üzere yemeğini iş yerine istiyor. Bizzat gelenler hem yemeğini yiyip hem muhabbetten istifade ederken gelmeyenlerin yemeği Hikmet dayının selamı da eklenerek götürülüyor. Bir tek esnaf değil elbette müşterilerimiz alışverişe gelenler, gezmek için gelenler ve elbette öğrenciler. Yine bir gurup öğrenci geliyor öğleden sonra. Kız ve erkek öğrencilerden oluşan sekiz kişilik bir grup oldukça gürültülü bir muhabbet var aralarında. Ellerindeki telefonlarla birbirlerinin resimlerini çekiyorlar. Sonra bir sürü bahanelerle yenisini çekiyorlar. Korktuğum başıma gelmesin telaşıyla masalarından uzaklaşıyorum. ‘pardon garson bey bir resmimizi çeker misiniz?’ sorusuna muhatap olmamak için kendimi mutfağa atıyorum. Ahmet usta haydi diyor bekletmeyin soğuyacak tabaklar. Mecburen servis edilecek tabaklarla birlikte masaya geri dönüyorum. Siyah saçlarını boynunun bir tarafına toplayan kız telefonunun uzatıyor edalıca. ‘bir resim çeker misin bize’. Hay Allah ne olacak telaşına düşmüşken arkamdan geçen Murat fısıldıyor ‘aman! o elindeki alet senin üç aylık maaşın ona göre’. Telaşım daha da artıyor. Kız biraz alaylı, ayol hiç mi resim çekmedin sen diyor. Bak şurasına basacaksın, şöyle biraz uzaktan al, hepimizi gör’ Ellerim terliyor sanıyorum ki parmaklarım kavrama yeteneklerini tamamen kaybetti, şu üç maaşlık telefon ellerimin arasından su gibi akıp gidecek. Kızın tarif ettiği yere doğru uzaklaşıyorum. Onlar kollarını birbirlerinin omuzlarına atarak biraz daha bir araya toplanıyorlar. Sekiz genç insan gözlerini bana dikiyor. Korkuyorum, sanıyorum sadece onların değil de yeryüzünün bütün gözleri benim üzerimde. Haydi peyniiiiiiiiiir diye bağırıyor bir tanesi. Bir tanesi hadi abi sen çekene kadar burada yaşlanıp gideceğiz diyor. Hepsi birden gülüşüyorlar bu sefer. Kızın dediği yere dokunup telefonu geri veriyorum. Ay diyor memnuniyetsizce, titretmişsin ayol, Bu nasıl resim hayalet gibi çıkmışız. Telefonu sertçe bırakıyor masaya. Ellerin de mi pisti senin, nedir bu böyle. Resmi kötü çekmek neyse de bu nasıl bir laf böyle yöneldiğim mutfak tarafından sertçe dönüyorum. İki adımda masanın yanındayım. Telefonu alıyorum masanın üzerinden. ‘Ne kiri abla elim terledi biraz o yüzden oldu’ diyorum bir taraftan cebimdeki mendili çıkarma telaşındayken. ‘Bırak telefonumu bırak, hayret bir şey yapış yapış olmuş her tarafı ,dokunma bir daha’ diye azarlıyor yeniden. Hikmet dayı daha fazla sessiz kalamıyor. Donup kaldığım masanın başından omzuma dokunarak gönderiyor beni ‘hadi aslanım sen mutfağa geç’ Arkamdan kıza söylediklerini işitiyorum hayal meyal. ‘kusura bakmayın evladım, resminizi Murat çekiversin. Ama şunu da bil ki insanın alın teri kirli değildir bilesin. Ona pis dersen hayatta temizden yana elimizde ne kalır.’
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Esma Uysal, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |