Cumhuriyet fikir serbestliği taraftarıdır. Samimi ve meşru olmak şartıyla her fikre saygı duyarız. -Atatürk |
|
||||||||||
|
Walkmanimi kuşanmış, en güzelinden bir okul yürüyüşüne hazırlamıştım kendimi.. Bu okul yürüyüşlerini spordan sayıp, kendi kendimi kandırıyordum. Abimin bana verdiği egzersiz aletlerini bu şehire geldiğimden beri sarılı oldukları Mart 1999 tarihli gazete paketlerinden çıkarmamıştım bile.. Halbuki, her aynanın karşısına geçtiğim zaman, kendi kendime "yarın başlıyorum" deyişlerim halen gözlerimin önündeydi. Bir türlü beklediğim yarın olmamış, ben de beni bekleyen egzersiz aletlerini yerinden çıkarmamıştım.. Görünüşümle ilgili bir takıntım olduğu felan yoktu.. Vücuduma aşık da değildim ama, dışarıdan gelen tepkiler de beni pek de gaza getirmiyordu.. Sağlıklı ve mutsuz adam mı, yoksa sağlıksız ve mutlu bir adam mı diye bir seçim verselerdi ellerime, sağlıklı ve mutsuz olana dönüp bakmazdım herhalde.. Bütün bu sorular ellerime sığmazken saatin yavaş yavaş aleyhime işlediğini gördüm.. Zaten ne zaman lehime bir iş yapmıştıki.. Kırasım gelmişti saati.. Ama kırmadım.. Belki bir dahaki sefere. Walkmanimi kuşanmış, en güzelinden bir okul yürüyüşüne hazırlamıştım kendimi.. Genel de yürüyerek gidiyor olsam da, arada bir de otobüse bindiğim de oluyordu. Ama otobüse binmeyi pek de sevmiyordum galiba.. İnsanlar otobüslerde bir farklı oluyorlar sanki.. Kimse kimsenin yüzüne bakmıyor, herkesin gözü ya yerde, ya da pencereden uzaklara, taa bilinmeyene uzanıyordu. Her otobüse binişimde şair olma isteğim en üst seviyesine çıkıyor, ve otobüsten indiğimde kayboluyordu.. Otobüslerde ast, üst olayımız da vardı bizim.. Gençler oturamazlar koltuklarda.. Yer vermek zorunda onlar. Ahlak adını verdiğimiz kavram bunu istiyormuş.. Otobüse sonradan binen ve genellikle yaş ortalamaları 50 civarı olan insancıkların ortak konusu herzaman aynıydı.. "Ah bu zamane gençliği" diye başlayıp, oturan genci bir takım sözlerle tahrik edip yerini kapma telaşı vardı.. En etkili silah da, "ya sen bizim yaşımıza gelince ne yapardın" olurdu.. Bu satırlardan hiç de öyle asi bir genç olduğum felan çıkarma sakın.. Tam tersine, koridor kenarında oturuyorsam ve yaşça benden bir kaç asır ötede olan herhangi bir insancığa yerimi hemen veriyorum ben.. Aferin bana.. Ama, pencere kenarında oturuyorsam affetmem.. Bu konu hakkında yapılan bir sürü yorum var, ama sanırım bu kadar yeterli.. Abartmaya lüzum yok.. Abartrmayı hiç sevmem zaten.. Cidden sevmem.. İki gözüm önüme aksın sevmem ya.. Yemin billah sevmem... Walkmanimi kuşanmış, en güzelinden bir okul yürüyüşüne hazırlamıştım kendimi.. Walkmanimi hazırlamıştım hazırlamasına ama, ne dinleyeceğime karar verememiştim.. Günün sorusuyla ilgili bir müzik olmalıydı dinlediğim.. Ya bir My Dying Bride, ya da Anathema... Ağır melankoli kokmalıydı kulaklarım.. Yürürken kimseyi görmemeliydim. Ve bunu bir erdem saymalıydım içimden. Küçültmeliydim gözümde insancıkları.. Zavallılar.. İyi romanlardaki kötü karakterle benzemeliydim... My Dying Bride'ı seçtim.. Çok sık olmasa da iki işi aynı anda yapabilmeyi öğrenmiştim.. Yürürken düşünmek gibi.. Hatta ne ikisi.. Bir de müzik dinliyordum. Etti üç.. Arada bir, bir tanesi saati felan sorarsa dört bile edebilirdi.. Çok yetenekliyim canım.. Helal olsun bana.. My Dying Bride'ın vokalisti 32 saniyelik keman solosundan sonra ağlamaklı sesiyle bağırmaya başlamıştı.. Bu arada ben farkında olmadan evden çıkmıştım bile.. Ben de bağırmışım, farkında değildim.. Arada bir olmuyor değil kulağımdaki renk cümbüşüne eşlik edişim. Yer yer ağzımdan kaçan nakaratlar ya da ıslıkla taklit ettiğim melodiler felan. Böyle durumlarda yanımdan geçen insanların da müziğin tamamını dinlediğin zannedip, sesimi takdir ettiklerini sanırdım. Ta ki günün birinde olayı abartıp bağırdığım da kafamı kaldırıp etrafa bakıncaya kadar sürdü bu yanılsamam.. Teyzenin biri, elinde pazar sepeti bana insan dışı bir yaratıkmışım gibi bakıyordu.. Ben de ona insanmış gibi baktım, o anlamadı.. Ben anlamış gibi yaptım. Sen nerdeydin bilmiyordum... Walkmanimi kuşanmış, en güzelinden bir okul yürüyüşünü gerçekleştiriyordum. Günün sorusu gelmişti aklıma.. Ben mi alışamamıştım bu şehire, şehir mi bana.. Sokaklar farklı, insanlar farklı. Otobüsler, arabalar, arabaların plakaları, dikiz aynaları.. Sokak kedileri, kasapları, işportacıları.. Bozacıları vardı bu şehrin. Ben boza nedir bilmem ki. Gecenin bir vakti bağırıyor avaz avaz.. Ben onları masal kahramanı sanırdım, gerçeklermiş.. Ben seni kahramanların masalı sandım, ne olduğunu daha bulabilmiş değildim.. Güneş bile farklı doğuyor, farklı batıyordu bu şehirde. Alışmak güç. Alışmalı ama.. Aklıma düş sokağı sakinleri geldi.. 'Beni Tanıyan Yok Bu Şehirde' diye geçirdim içimden.. My Dying Bride bağırıyordu. Şehir yabancıydı. Aklımda sen de vardın.. Sen hangi şehirdeydin acaba. Sana da yabancı geliyormuydu bulunduğun şehir.. Senin de aklına Düş Sokağı Sakinleri geliyormuydu acaba.. Bana o herifleri sen sevdirmiştin, hatırlıyormusun.. Ama konserlerine beraber gitmemiştik. Ben gitmiştim, sen gidecek kimseyi bulamamış, gelmemiştin.. Üzülmüştüm. Derken sabah olmuş ve uyanmıştım. Her sabah yaptığım gibi.. Bir sabah gelecek ki, yapmıyacağım bu işlemi.. Uyanmıyacağım işte.. Kim bilir, belki de o zaman mutlu olurum... Walkmanimi kuşanmış, en güzelinden bir okul yürüyüşünü daha bitirmiştim.. Okulun önündeki simitçi yine aynı yerindeydi. Kaç sabahtır dikkat ediyorum, herif milim şaşmıyor.. Her geldiğimde de aynı miktarda simidi kalmış oluyordu. Enteresan bir döngü.. My Dying Bride susmuştu.. Kasetin diğer yüzünü çevirmeye üşendim.. Derken günün sorusu tekrardan aklıma geldi.. Ellerime aldım soruyu, avcumu bile doldurmadım.. Tuttum havaya attımi yere düşmedi.. Düşünüyordum, yürümeye çalıştım, ayağım kaydı, boşluğa düştüm... Walkmanimi kuşanmış, en güzelinden bir okul yürüyüşünün sonundaydım düştüğümde boşluğa.. Tutanamıyordum, düşüyordum ha bire... Düşüyordum.. Düşüyordum, düşüyordum, düşüyordum.. Bilmiyorum ne kadar süre düştüm.. Belki bir kaç dakika, belki bir kaç asır.. Düşüşümü artistik bir şekilde, bir atlet edasında tamamladığımda bayılmadım.. Halbuki ben kesin kafamı çarpar, bayılırım diye düşünüyordum.. Benden başka birisi daha vardı, hissettim.. Sen değildin.. Hayır hayır, sen olamazdın.. Annem de değildi, babam da.. Öğretmenim, arkadaşlarım hiçbiri değil.. Birdoksan boyundaki hayalci amcaydı orada bulunan.. Eminim, o'ydu... Uyanıktım.. O da. Beni görmüyordu, ben ise onu görüyormuş gibi yapıyordum. Ya kendimi kandırıyordum, ya da onu.. Bilmiyordum.. Bildiğim hiçbir şey yoktu sanki.. Ama o biliyordu, görüyordum, bana söylemiyordu. Sen orada olsan belki sana söylerdi, ama sen orada değildin. Sadece ben ve o.. Yeşilin binbir tonunu barındıran, aralara bir kaç sarının da karıştığı, dallarını hafiften aşağı doğru sarkıtmış, yaşlıca görünümlü, iri gövdeli, kalın köklü ve tahminimce çam ağacı olan, gölgesinden yararlandığımız, ihtişamlı, heybetli, görkemli, vb. nitelikleri taşıyan bir ağaç yoktu etrafta. Ne altımızda, ne üstümüzde.. Ne de yanımızda. Sararmış bozkırların ortasında da değildik. Çölün birinde de kaybolmamıştık. Etrafmızda binalar da yoktu. Alışamadığım şehre hiç benzemiyordu burası. Herhangi bir mekan yoktu anlıyacağın. Onun için tasvir edemiyeceğim. Olsaydı tasvir ederdim belki. Hatta üzerine duygularımdan da biraz serpiştirir, bilincinde, olduğundan daha da güzel şekillendirebilirdim. Severdin o zaman orayı. Hayallerini süslerdi. Ama yoktu işte. Boşluktaydık anlıyacağın. Benim tasvir etmemle de bir mekan olacağını sanmıyorum.. Onun için sana birşeyler tasvir edemiyorum, özür dilerim.. Belki başka bir zaman. Zaman dedim de, zaman da yoktu bulunduğumuz yerde. Ya da biz yaratmadık. Biz, yani o ve ben. Sen yoktun. Sen olsan yaratırdık belki. Senin orada olmadığın bir gerçekti, ama biz senden bahsettik. Ben seni ona anlattım, o ise beni bana. Ben ona sana olan tutkumu anlattım, o ise bana benim acizliğimi. Senin güzelliğini tasvir ettim ona ellerimle, o çirkinliğimi haykırdı yüzüme gözleriyle. Sadece o'ndan bahsetmedik. Sen olsaydın belki o'ndan da bahsederdik. Ama söylediğim gibi, sen orada değildin ve biz senden bahsettik. İnsan olmandan bahsettik. Duygularından, güzelliğinden, umutlarından, düşlerinden.. Yalan olmasın, ben senden bahsettim, o ise benden. Ben sözü sana getirdikçe, o noktayı bende koyuyordu. Her cümlenin öznesi sen, yüklemi ben oluyordum. Düşünüyordum, o da düşünüyormuş gibi yapıyordu. Belli ki bilge biri gibi görünmeyi sevmiyordu. Sen ne yapıyordun, bilmiyordum. Hayallerimden bahsettim bir ara. Düşlerimden. Temelini seni koyduğum ve sıkı sıkıya sarıldığım, genel de yarım kalan düşlerimden. Hani hüzün getirenler vardı ya avuç avuç, kucak kucak.. İşte onlar.. Geleceğie dair beklentilerimden felan da bahsettim. Ulaşmak istediğim yer.. Edinmek istediğim kariyer. Hayattan beklentilerimden. Kendimden beklediklerimden. Senden beklemediklerimden ve ondan bekleyip beklemediğimi bilmediklerimden. Bencil olduğumu da söyledim ona, güldü. Ben de tebessüm ettim.. Zoraki yatığımı anladı, suratıma vurmadı. Doktorun birine özgeçmişimi anlatıyormuşum gibi bir duygu kapladı bütün benliğimi, titredim.. Bu duygu sanki boğazıma yapışmış da beni boğuyormuş gibi geldi. Rahatlıyacağımı düşünürken, büsbütün kötüleşmeye başlamıştım. Çok içki içtiğimde de böyle oluyordu. Sana fazla baktığımda da. Başım dönmeye caşlamıştı. Düşüyordum, ta ki elini omzuma atana dek. Soğuktu eli. Elleri nasır bağlamış, sanki yıllardır çapa sallıyormuş gibiydi. Konuşmasına başlamadan biraz bekledi. Düşüncelerimden sıyrılmam için bana zaman tanıdı sanırım. Ne kadar sürdü bilmiyorum. Bir saniye de olabilirdi bir sene de. Ne de olsa zaman yoktu. Sene ve saniyenin bizim için anlamına bağlıydı sadece. Bir sene ya da bir saniye. O kadar da önemli değildi. Tam konuşmaya başlarken hafiften kafasını kaldırdı.. Yüzünün yarısı nereden geldiğini bilmediğim bir ışık hüzmesi tarafından aydınlanıyordu. Ve diğer yarısı da nerye gittiğini bilmediğim karanlık tarafından gizleniyordu. Derken konuşmaya başladı. Düşlerimin rengini söyledi bana bütün ciddiyetiyle. "Siyah.." dedi.. Seni temeline koyduğum bütün düşler için "siyah" dedi. Ve devam etti o alıştığım kendinden emin sesiyle. "Hayalinin temeline başkasını koyduğun anda, işin şansa kalmış demektir. Ve en az şansa da sana aittir bu oyunda. Hayali kuran sensin, yıkacak olan o. Yıkacak gücü kendi ellerinle vermişsin ona. Ve unutmak, yıkmak, yapmaktan daha kolaydır. Hem de çok daha kolay. Ve onun yıktığı senin hayallerini onu bağlamıyacak, sana tutam tutam, kucak dolusu bir şekilde acı verecektir. Baştan aşağı siyaha boyamışsın bu hayali. Baştan aşağı siyah.. Siyah.." dedi.. O an senin seni sevip sevmemek arasında bir seçim yapmak geçti içimden. Neyi seçeceğime karar vermemiştim ki, o devam etti bildik üslubuyla.. "Gri" dedi hayattan beklediklerim için. "Yarısı siyah, yarısı beyaz.. Hayat sana birşey vermez. Senin alman lazım. Ve almak istediğinde de, vermemezlik etmez. Sen istedikçe o bonkörleşir, istemediğin sürece pintileşir. Mücadele etmelisin. Yıkacak olan da, yapacak olan da sensin. Bütün güç senin.. Elinde iki kutu boya var. İster siyaha boyarsın, ister beyaza.." Ve sıra bağımsız düşlerime geldi. Ne sana muhtaç olduğum yaşamak için, ne de bir başkasına.. Hayata bile ihtiyacım olmayan düşler.. Benim düşlerim. Benim, bağımsız düşlerim.. "Beyaz" dedi onlar için de. Nedenini söylemedi. Çok ısrar ettim, yine de söylemedi. Sen orada olsaydın ve sen ısrar etseydin belki sana söylerdi.. Ama Allah kahretsin ki sen orada yoktun. Ağlamaya başlamıştım. Cüneyt abi... Ağlıyorum bak... Elini omzumdan çekti. Ne kadar zaman geçti bilmiyordum. Zamanı yaratacak zamanımız yoktu çünkü. Tasvir edilecek bir mekan da. Ve sen de yoktun. O beni görmüyor, ben o'nu görüyormuş gibi yapıyordum. Arkasını döndü ve yürümeye başladı. Ansızın durdu.. Yüzünü çevirdi. Nerden geldiğini bilmediğim ışıkla, nereye gittiğini bilmediğim karanlık yine ortak bir çalışma yürütüyordu birdoksanlık hayalci amcanın yüzünde. Birşeyler söylüyormuş gibi yaptı, ne duydum, ne gördüm.. Dokunamadım bile. Ve arkasını döndü ve gitti.. Nereye gittiğini bilmediğim karanlığın nereye gittiğini biliyordu sanırım, o tarafa doğru gitti. Nereden geldiği belli olmayan ışık artık ona yetişemiyordu.. Gözden kaybolmuştu iyiden iyiye. Ben hazır ol bekliyordum birşeyleri. Derken az önce söyledikleri düştü ayaklarımın dibine. Çömeldim aldım elime, baktım bir güzel.. "Çok büyük ve çok yoğun tutkular veya fazla şiddetli saplantılar, insanın hayatını bir düş haline getirir.* Ya da düşü gerçek hayat aktarır**" Ve ben de döndüm arkamı ve ben de gittim nereden geldiğini bilmediğim ışığın geldiği yöne. ---------------- (*) De Quuincey : Confessions of an English opium-eater (Esrarkeş Bir İngilizin İtirafları) (**) Nerval : Aurélia ----------------
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Baran Yurdakul, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |