"İşimden büyük tat aldığımı söylemeliyim." -John Steinbeck |
|
||||||||||
|
Yıl 1978. Anarşik hareketlerin alevlendiği bir dönem. Ben henüz ilkokul ikinci sınıfa gidiyordum. O yıllarla ilgili anılarım oldukça silik. Ancak, ortamdaki gerginliği, basından ve televizyondan eksilmeyen çatışma haberlerini, ölümleri, bombalamaları ve büyüklerdeki gerginliği nasıl unutabilirim. Ortalıkta bir sağ-sol lafıdır gidiyordu. Ya sağcı olacaktınız ya da solcu. Ailemde fanatik bir taraftarlık görmemiştim ancak, bizlere her zaman öz benliğimize saygı duymayı, dinimize, milletimize sahip çıkmayı ve her zaman için düşünen insan olmayı aşılamaya çalıştıkları için hayatım boyunca onlara minnettar kalacağım. Annem edebiyat öğretmenidir. Çocuklarını bakıcılar elinde büyütmek istemediği için meslek hayatına ara vermeyi uygun bulmuştu. On iki yıl aradan sonra gençliğin elden gidişine gönlü razı olmamış, "bir kişiyi bile kurtarsam kardır" düşüncesiyle tekrar göreve başlamak istemişti. Tayini de sol görüşlü idare yönetimindeki, sol görüşlü öğretmenlerin ağırlıkta olduğu bir liseye oldu. *** Bekir'i bu vesileyle tanıdık. Lise son sınıfta annemin öğrencisiydi. Onu bulut perdesi arkasında gibi hatırlıyorum. Hafızam beni yanıltmıyorsa esmer, uzun boylu, kara kaşlı kara gözlü tam bir Türk genciydi. O zamanlar sekiz yaşında olan benim için gözlem kaabiliyetimin gelişmişliğinden pek söz edilemez, buna rağmen yıllar sonra bile onu hep hüzünlü olarak hatırlıyorum. Hala, onun hayatımda gör-düğüm en mutsuz insan olduğunu düşünüyorum. Arada bir annemin okuluna gitmem gerektiğinde onu bahçe duvarının dibinde tek başına oturur görürdüm. Evimize gelişi rüya gibi. Bekir; köyden gelmiş son derece fakir bir ailenin çocuğuydu. Babası çocuklarının gözü önünde annelerini bıçaklamış. Annesi ölmüş, babası da hapisteydi. Kardeşleri ayrı ailelere evlatlık verilmişler, kendisi de parasız yatılı okuyordu. Amacı doktor olmaktı. Son derece zeki ve gelecek vaad eden biri olduğu için doktor olup, kardeşlerini sahiplenme hayaline 'mutlak' gözüyle bakıyorduk. Ailecek onu çok sevmiştik. Anne babamı nasıl ana baba bellediyse onlar da ona evlat muamelesi yapıyorlardı. Bazı grupların içine itilmiş, bilinçli olarak beyni yıkanmaya çalışılmış. Sol bir örgütün hücre evinde eğitime alınmış, üst düzeyde olduğu ve birçok şey bildiği için ayrılmak istediğinde salıverilmemiş, güçlükle kaçabilmiş. Onu tanıdığımızda doğruların onların söylediği yolda olmadığına karar vermiş, kendini kurtarmaya çalışır durumdaydı. *** Birgün babamın adeti olmadığı bir saatte eve geldiğini hatırlıyorum. Perişan haldeydi. Halinden uzun bir süre ağladığı anlaşılıyordu. Fevkalade birşeyler olduğu belliydi. Annem de bizler de meraklanmıştık. Ancak o konuşamayacak kadar kötü durumdaydı. Sonunda gözyaşları içinde zorlanarak, biraz önce emniyetten polislerin geldiğini, Bekir'in okulun yemekhanesinde hortumla tavana asılı bulunduğunu haber verdiklerini söyledi. İntihar etmiş olması bir fikirdi ancak öldürüldüğünü gösteren ipuçları daha ağırlıklıydı. Polisler ölmeyi çok isteyen birinin bile kendini astıktan sonra, son anda kurtulmak için refleks hareketlerde bulunup, çırpındığını söylediler. Oysa "Bekir olayı"ında, herhangi bir çırpınmada mutlak devrilmesi gereken kazanlar, cesedin yanında gayet düzenli duruyorlardı. Bu nedenle yatakhanede yastıkla boğulup, yemekhaneye taşınarak intihar süsü verilmeye çalışıldığı ihtimali üzerinde duruluyordu. Bunun için çok geçerli bir neden de vardı. Herşeyi günü gününe not ettiği hatıra defteri. Daha önce kaldığı hücre evinde üst düzeyde olduğu için bilinmesinin kendilerine zarar vereceği bilgileri de kapsıyordu. Ölümünden sonra bu defterin bulunamaması şüpheleri doğruluyordu ancak bu olay da kesin olarak gerçek anlaşılamadan, birçok bilinmez gibi kapanıp gitti. Bizler ise, hiçbir zaman onun intihar ettiğine inanmadık. Söyleyin bana, öldüğü günün sabahı babama üniversite imtihanı için son hızla çalıştığını söyleyen, gelecek için idealler besleyen, kardeşlerinin sorumluluğunu duyan ve onlar için de iyi bir gelecek isteyen biri intihar etmiş olabilir mi? Bana bu anıyı tekrar hatırlatan, yıllardır ellenmeyen bir hatıra defterinin arasında Bekir'den sevgili öğrekmenine yazılmış iki mektupla tekrar karşılaşmamdır. Ne yazık ki hakkında daha fazla birşey bilmiyorum. O mektupları her okuyuşumda onu şimdi ve daha derin tanımış olmayı isterim. Bu mektuplar bir öğretmenin insan hayatında ne büyük önemi olabileceğini, insanlar hakkında edindiğimiz ilk izlenimlerin bizi yanıltabileceğini...göstermesi ve sonsuzluktan gelen bir ses olmaları açısından dikkate değerler bence. Her okuduğumda onun sonsuz hüznünü hissederim ve içim titrer. Zaten gerçekten samimi olan herşey insanın içini titretmez mi? Onun mektuplarının daha iyi anlaşılabilmesi için, hatırasına böyle bir yazı yazmaya karar verdiğimde annemin anlattığı kafamda 'böyle eğiticiler de var mı?" sorusunu uyandıran bir olayı aktarmak istiyorum. Aynı okulda öğretmen bir Bayan X vardı. Ben bile henüz çocuk olmama rağmen bu Bayan X'in hile hurdalarını sık sık duyuyordum. Bayan X'in ahlaki değenleri o kadar yozlaşmıştı ki, Bir gün kahra-manımızı -ki yatılı bir öğrencidir- evine, odunları taşımaya yardım etmesi için çağırır. Evde kocası yokken bu şekilde çağırılması mert ve ahlaki değerlere son derece düşkün bir Anadolu çocuğu olan kahramanımızı çok şaşırtmakla birlikte, ne de olsa öğretmeni olduğu için isteğini geri çeviremez. Kan ter içinde odunları taşırken, bizim ahlaki çöküntü içindeki Bayan X'imiz bir de banyo yapmaya kalkışmasın mı? Kahramanımız bir kat daha şaşırır ancak Bayan X'in banyodan "Bekir! bana havlu uzatır mısın..." diye seslenmesi bardağı taşırır. Sinirle okula döner. Tüm camları ve çerçeveleri indirir. Tüm ahlaksız ve faziletsizlikleri taşlar gibi okulu taşlar, etrafa saldırır. Sonuçta da disiplin kurulu hakkında soruşturma açar. Bekir idare ve sol grüşlü öğretmenlerin yakın takibi altındaydı ve her şart ve durumda ideallerinden ve doğrularından ödün vermeyen anneme bir dal bulmuşçasına sarılması diğerlerince iyi karşılanmıyordu. Anılarını tazeleyen annem bana Bekir'in bu konuda uyarıldığını bile söyledi. Herşeye rağmen, bu olayda disiplin kurulu konuşmayı kesinlikle reddeden Bekir'den neden böyle davrandığının soruşturulması için annemi görevlendirdi. Disiplin kurulunun kararını öğrenemedim. Ancak Bekir'in anneme belki de gayri resmi yoldan anlattığı olay buydu. Yıllar sonra bu mektupları bulup okuduğumda, onun yalnızlığını, erdeme olan bağlılığını ve bu bağlılığını öğretmenine yansıtışını gördüm. Mektuplarda gizli olarak, öğretmeniyle bir öğretmen dışında, insan olarak da ilgileniyor olabileceğine dair bazı satırlar dikkatimi çekmişti. Yukarıdaki olayı duyduğumda insanlığın yüz karalarıyla karşılaşmış gencin bu bağlılığının özlediği güzellikleri öğretmenine yansıtıp, onda görmesi olduğunu daha iyi anladım. Muktupları kelimesini değiştirmeden aynen alıyorum. *** Sevgili, biricik ve özcanciğercik öğretmenciğim; diye başlıyor mektup. Sizi tertemiz, iyi niyetli ve bunun yanısıra oldukça yüksek duygulu bir insan olarak tanıdım. Orjinal değerli yeteneklerinizden belli oluyor ki; çocukluğunuzdan beri insanlığın, sevginin, iyiliğin meyvalı dalındasınız. Özünüzdeki tarlada başaklar olgunlaşmış, çiçekler açmış... İyilik kurallarına karşı beslediğiniz bağlılık duygusuyla düşmüşlerin elinden tutmanız ciddi bir faziletkarlık örneğidir. Bana öylesine yalın, öylesine kıvrımsız bir yol açtınız ki; bulaşıcı ve hastalıklı düşüncelerden, fikirlerden arınmam için hiçbir engel kalmadı. Sizdeki iyi, herkeste var olanın en fazla değeridir. Bu iyinin ışığında insan ruhunun en zor köşe bucakları ve en karanlık görüngüleri aydınlığa çıkmaya zorunludur. Öğretmenim olduğunuz ilk günden beri sizi en az öz annem kadar sevdim. Bana şen bir yaşama sevinci veren ilginizi de buna ekleyince, size olan sevgim daha derin boyutlara ulaştı. Dersimize girmeseniz edebiyat dersine kendimi veremem...Ona kızarım...Kendimle de tutamam... Çocuklarınız öylesine temiz, öylesine iyi ve sevimli ki; onların ruhen yüceliğine ve terbiyesine hayranlık duymamak elde değil. Onların çiçeklerinden demet yapmak büyülü bir mutluluk. Öğretmenciğim; Siz ve siz olanları, bir uygarlık, bir barış, bir tedavi ve bir ahlaki özgürlük merdiveni yaparken görüyorum. Hiç kuşkum yok ki; bu merdivenden çıkma ve hedefe ulaşma sanatını da yine siz ve siz olanlar öğretecektir. Başka öğretmenlerimi de sevdim. Ama onların ilgileri kötü amaçlı olduğumdan, bana yarar yerine zarar getirdi. Ruh düzenimi zedeleyip kan kokan virane yığınlar arasında bırakmak uğruna, bütün namert niyetlerini kullanmayı esirgemediler. Kendi özbenliklerine yabanlaşmış bu salyangoz kabuklu düzenbazların tutkularını bırakan herkes, Allah'ın en güzel nimetlerinden faydalanma hakkını elde etmiş olur. Orhan ağabeyi biraz yakından tanıyınca "büyük adam"ı değerlendirme ölçülerini unutmak üzere olduğumu hemen hatırladım. Ben bunca uzun yoldan sonra sizleri tanımak için yaratıldım. Kendimi öğretmenime borçluyum. Bana beni veren sizsiniz. Kabul ederseniz tabii. Her türlü maddi yarar, çıkar, mübalağa ve övgü benim için bir önem taşımaz. Bu tür görüş ve düşüncelere de asla ciddi bir anlam vermem. Bu yakın geçmişimde kazandığım bir meziyettir. Kendimce çok soyludur. İnsanın, "ben vatanımı seviyorum" demekten korktuğu bir ortamda kendimi özgür ve mutlu hissedemiyorum. Geçenlerde Kur'an kursuna gitmem gerekiyordu. Yerini bilmiyordum. Soracak birini aradım, ihtiyar ve ak bir yüz aradım...Nur yüzlü vatandaşlar o kadar az ki...Rastgele birine, "Kur'an kursu nerde" diye sorsan, alaylı bir tavırla yüzüne gülme ihtimali yüzde çoğunluktadır. Belki de hiç utanmadan otuz iki dişini göstererek sırıtıp durur. Yüzlerinde de "zavallı, bu çağda, bu yaşta şunun örümcek kafasına bak" der gibi bir ifade belirir. Size sözcükleri sıralamıyorum. Gönlümden geçenleri yazıyorum. Geleceğin milli ve sosyal Türkiye'sini kuranlar arasında bulunmanızı canı gönülden dilerim. Mutlu ve başarılı yaşantılar dileğiyle sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Eksilmez sevgi ve saygılarımla Öğrenciniz Diye bitiyor mektup. Altında da tarih var, 2 Mart 3 / 1978 olarak yazılmış. *** İkinci muktupta tarih yok. İlk mektuptan önce mi sonra mı yazıldığını bilemiyorum. O da şöyle; Herşeyde gerçeğin, güzelin, iyinin yolcusu olan sevgili öğretmenciğim. Hayatta herdaim, ruhen olgun, ahlaken güzel, manen yüce insanlarla tanışmanın özlemini duydum. Hep ve hep bunun alışkanlığında, sıkıntısında, bilincinde kalarak yaşadım. Daha iyiyi umut ettiren bir beklemeydi bu özlem. Mutlu bir geleceğin sabırsızlığıydı. Şanssız bir insan olmama rağmen, sizi de tanıdığım için şanslı olduğumu söyleyebilirim. Her alandaki derin ve geniş kapsamlı beğenileriniz, tutkularınız, özlemleriniz ve kişiliğinizi bulma savaşındaki çabalarınız, gerçekten hayranlık vericidir. Doğal yüceliklerinize karşı sevgi ve saygı sınırının dışına çıkmama titizliğinin, dikkati içinde davranmaya yer vermeyi üstünlük bilirim. Birbirini tamamlayan, ortalama iki insandan biri değilsiniz. Sizi gerçek kendinize kavuşmuş, yeterli bir kendiniz olarak tanıdım. Bu benim iyi görüşüm olmaktan ziyade gerçektir. İnsanlardan gelen gönül yelleri, her türlü hikmet ve felsefeden üstündür. Yozlaşmış, çürümüş, kokuşmuş, görüş ve eğilimlerin egemen olduğu sevgisiz bir ortamda; dürüst bir ortam yaratır... Bu fani dünyada, hepimiz yalnız. yabancı ve misafiriz. Hiç bir insan yoktur ki ilgiye ihtiyacı olmayacak kadar güçlü olsun. Her türlü maddi yarar ve çıkardan arınmış, karşılıksız bir duygu ile sizinle yakından ilgilenme ve ilginizi yakından görme düşünü içime bırakan kapıların bulunduğu anlar çoktur. Size tanıdığım öncülük, gönlümün maddi zenginliklerle ölçülmez bağlarına sunduğum önceliktir. Bu sınırsız evrende, göz açıp kapamı geçiveren insan ömrünü, çalışmakla, okumakla ve yine okumakla geçirdiğinize hiç şüphem yoktur. Bu aşamaya gelmiş bir insan umutları kırmaz, onları susuz çeşmeye göndermez sanırım. Size doğan sevim, insanlara insanca yönelmenin yoludur. Aklımın iyilik doğrultusundaki sürekli gelişimidir. Uğradığım zararlar, kazandığım yararlar ne olursa olsun; ben, siz ve siz olanları sevdim. Kim ne derse desin, toplum içindeki yerim, durumum ve düzecim budur. Sözlerimdeki derinlik bir aldanış eseri değildir. Kalpten gelen duygulardır. Çünkü derinlik ancak içten gelen parçalara özgü bir prensiptir. İçten gelmeyen bir şey, deney ve gözleme ne kadar dayanırsa dayansın derinlikten yoksundur. Şimdilik, görüntünüz ve sesinizle beraber, benliğimdeki merdivenin en üst basamağında siz varsınız. Öz be öz olarak, sizi unutayım mı konusunda evet demekte çekeceğim güçlülük ölçüsünde, hayır demekte kolaylık çekeceğim. Öğretmenciğim; ben isli mertekli, tezekli ve yırtık gömlekli bir köyde doğdum. Günlük yaşamın geniş sahnelerindeki yırtıcı, yıpratıcı ve yıkıcı olayların baskısı altında kalarak ezildim. Açlığın, yoksulluğun ve sefaletin kızgın dişlerine yalınayak basarak yürüdüm. İşsizliğin, parasızlığın, sahipsizliğin ve yalnızlığın anlatılmaz acılarını çektim. Bunun sonucu olarak, yanlış ve olumsuz yönlere girişim, yersiz ve gereksiz eylemlere yöneliş yaparak, kendimi karanlık ve karamsar özlemlere teslim olma yılgınlığına uğrattım. Aşılması imkan dışı olan engellerle karşılaştım. Zorlu bir özyaşam ağırlığı üzerimde karabaskıya dayanan bir iz bıraktı. İnsanın düşünce derbederliğinin, alışılmadık ölçüleri korkunç boyutlara ulaştımı, insan açmazlar ve çıkmazlar felaketinin, yok olma tehlikesi içinde kalıyor... Çoğu kez, önemsiz, değersiz ve yetersiz görüldüm. Beğenilmeyen, sevilmeyen, arzu edilmeyin bir varlık oldum. Böylece dış dünya benim için bir ızdırap kaynağı oldu. Geleceğe dönük umutlarım kör ve karanlık hedeflere dönüştü. Temelinin var olmakla yok olmaya dayandığı bir mücadele verdim. Kendilerine bilimsellik etiketi yapıştıran dış büyüklerin, gizli küçüklerin, aldatmak için yoksulluk lügati parçalayan nutukçuların, yalanlayıp reddedenlerin, inanıp kabullenenlerin acısını çektim. Öfkeli babanın, gözü yaşlı bağrı yanık ananın, kalbi kırık öğretmenin sıkıntısını yaşadım... Gördüm...Bedenin ruhsuzunu, yüreğin sağırını, kulakların terbiyesizini gördüm...Eridim...Damla damla, ağlayarak, kırılarak, inleyerek ve gülümseyerek...Alacalı, bulacalı cafcaflı, karmakarışık kabuslu günleri çok yaşadım. İçimde üreyen bir umusuzlukla, ıstıraplı bir geleceğin ebediliğinden ruhumun seziş ve duyuşuyla korkuyorumdur. Çünkü, yatacak yerim, yiyecek ekmeğim, çalışacak işim yoktur. Hep, varlıklaşan sevgiyi, sevgileşen varlığı, insan olan genci, genç olan insanı, evrenleşen kişiyi, kişi olan evreni arıyorum... Durgun, yorgun, kızgın, alıngan, çekingen ve utangaç bir insanım. Yalnız iç dünyam çok ayrıdır. Beni dıştan görenler, hemen gaddarlık, ruhsuzluk, sevgisizlik damgasını basıyorlar. Yargılarındaki sefkat eksikliği davranışlarımın oluş nedenini bilmemelerindendir. Tavırlarımın ilgisiz olmasının nedenleri vardır. Zaten ben, görünümdeki ben değilim. Görünen ben sadece bir kılıf, bir kabuktur. Onu üstümden çıkarıp atamıyorum. Ne yapsam bu kabuktan dışarı çıkamıyorum. Çocukları çok seviyorum. Onları görünce bedenimde ve yüzümde yorgunluk izi taşıyan, zindeliğimi yitiren ifade yerine,sessizlik kadar derin bir sevinç belirir. Anneleri çok seviyorum. Onlar kelebekler kadar narin, çiçekler kadar güzel ve kendisi kadar sıcaktırlar. (Cennet anaların ayağı altındadır.") Hz. Muhammed. Sağlam karekterli her insanı severim. Bitkileri de...Hayvanları da... Ama ahlaksızlığa tahammül edemem. Evrensel ve erdemli olmayan herşeye sabrım YOK. Herkes gülmedikçe, mutlu olmadıkça, hür olmadıkça, ben nasıl olayım ki?... Düşünmediğim ne var ki...Çayım soğumuş, düğmelerim de kopuk, hele ayakkabılarım bugün çok kızgın. Yol uzun, ömür kısa, belli değil nereye gittiğimiz. Hep aynı nokta etrafında dönüp duruyoruz. Bir gelen ve bir de geçen gün... Gidenlerden de dönen olmadı. Bihaberiz öte yandan. Hergün binlerce varlık ölüyor. Ama biz hiç ölmeyecekmiş gibi davranıyoruz. Bu kadar da bencillik olmaz ki... Böyle de yaşanmaz ki... Doğaya bile layık bir oğul saygınlığıyla davranamıyoruz. Onu delik deşik, bölük pörçük, kirli paslı hale sokuyoruz. Tanrı bizi affetse bile, doğa bizi affetmez. Neslimizi çabuk tüketir. Güneş dargın, hava ağır, içim ağır, içim dolu...Ders bitmiyor...Yine daldım kendi iç dünyamın karmaşık ormanına. Biricik öğretmenciğim; Eğer bunuyazmakta hata yaptıysam, sizi üzdüysem özür dilerim. Büyükler, özellikle yüksekte iken alçak gönüllü olan büyükler, affedicidirler. Bu onların olgunluk ölçüsüdür. Tasadan ırak günler dileğiyle. Gönlünüz şen, geleceğiniz aydın ve yuvanız mutlu olsun. Eksilmez sevgi ve saygılarımla. Öğrenciniz. Problem insanlar çözüm gerektiren ilginç birer bilmecedir. Çünkü onlar toplumun ortak ıstırabıdır. *** Mektup bu notla sona eriyor. Mektupların üzerine birşey söylemek istemiyorum. Şu kadar ki; O, düşünebildiği günden beri, iyi güzel, doğru, fazilet ve ahlak peşinde koşan birisiymiş. Hedefinde kesin kararlı olmasının, çektiği tüm acılara, zorlanmalara rağmen varlığına asla ihane etmemesinin bedelini canıyla ödedi o.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Arzu Menteşeoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |