"Yumuşak olma ezilirsin, sert olma kırılırsın." -Victor Hugo |
|
||||||||||
|
İnsan bile bile acıtmak ister ya kendi içini, kör bıçakla kazımaya çalıştıkça kendi açtığı yara izini akıtamazken gizli kalmış zehrini, müzik diye dinler kıyametin habercisi derin sessizliği. Usul usul yanaşır yanına, sabırlıdır, yavaş yavaş girer kanına, yanıtlarının yalnız onda saklı olduğundan emin, sayısız sorular fısıldar ya kulaklarına, fark etmeden düşüverirsin bu pamuktan bozma tuzağa, büyür gözbebeğin, büyülenirsin, bakamazsın ışığa, bir yanın burada, bir yarın bilinmeyen uzaklara yolculuğa hazırlanmakta. Ve işte tam da o gün gelir, geleceği günü ancak o bilir, silkelenirsin dökülür ya üzerindeki kirli kibir, gözlerinin rengi değişir, var olan bütün gerçeklerin bir seferde silinir, devrilir kumdan kalelerin, düşlerini sakladığın kavanozlar devrilir, insan işte ancak o zaman “zamAN”a gerçekten yenilir... Kabullenmesi en zor zamAN yalnızlıkla başa çıkamayacağını anladığın AN, ezberlemekten yorulmuşken kendi silüetini, deli olursun ya hani, sormaktan yorulmuşken kendine çektiğin bedelin nedenini, bulamazsın ya bir zaman bir yerlere tıkıp, kaybettiğin hayallerini, nereye taşıyacağını bilemezken bu ağır bedenini, koyacak yer bulamazsın ellerini, o ise sabırlı bir köşede bekler öylece, izler eriyip, tükenmeni, yitip, bitmeni... Aklından geçen her cümlenin sonunda ya üç nokta ya kabusun olan bir soru işareti, bir kutuda bulunca ısınmak için yaktığın düşlerinin küllerini, söndüremez ya yağmur ağaçları bile içindeki ateşi,tıpkı bir kedi gibi sokulur, fark edemezsin onun sinsiliğini, ayırt etmeye çalışırken kulağındaki fısıltılarla kendi sesini, deli olursun ya hani, gittikçe uzaklaşır senden kendine çektirdiğin bu işkencenin sebebi, işte insan o zaman kaybeder dışarıya açılan kapının kilidini... Ellerinde mavi kolyelerin -sayısını bilmediğin, ipleri saçlarından, gözyaşlarını boncuk diye dizdiğin hani ağlamaktan korktuğun AN bir bir boğazında düğümlediğin, duvarında unutulmuş bir ressamın tablosu, dökülmeye hazır artık kolyelerini gizlediğin mücevher kutusu, havada asılı kalmış kaybetme korkusu, dokunmaya çalışma, ele gelmez onun dokusu, yakmaya çalışma, ateş almaz, sana kalan bir kutu yanmış kibrit kokusu... Sense onun varlığından habersiz, küfrederken kendine yerli yersiz, bulamazsın elbette, o ki pili bitmiş bir saat kadar sessiz. Bitkin düşmüşken sen aramaktan artık onu, o sana dokunmaktadır olmasa da kanadı kolu, uyku inat ederken kapatmayı perdelerini yüzündeki iki deliğin, içinden tekrarlayıp durursun sonu yok bu deliliğin! O ise sabırlı, bekler, gitmemekte ısrar eder sen böyle çırpınırsan eğer, doğru zamanı bekler sonunda kazanacağı kaybettiği zamana değecekse eğer, eğersin ya başını çaresiz anlayınca kaybedeceğini bu sefer, zaferini kutlarken o, bir yandan da sana sessiz notalardan sözsüz şarkılar besteler, sol anahtarı kaybettiğini sandığın kilidin yanında, her nakaratta ondan için titrer. Yorgun bedeninle savaştayken sen kapanmasın diye perdeler, her ayrıntı hayat bulur, kararır parmaklarında izmaritten kalan sarı lekeler, saatin tik takları vurur, değişir yıllardır varlığından habersiz olduğun nesneler, delirirsin ya hani, haykırmak istersin artık yeter(!), sesin çıkmaz, matlaşır gölgeler. Öyle yorar ki seni boyunca soru işaretleri, ağır gelip taşıyamaz hale gelince başın incecik bedenini, dayanamaz çekip gider, kucaklarken sen sana bıraktığı dayanılmaz hafifliği, hissedersin bedeninde ağırlığınca bıraktığı ihaneti, bu yaşadığın en sonuncu usulca alır yerini, daha önce yaşamışlığın var ihaneti, bu değildir zaten ilki, yavaş yavaş kabullenirken sen yenilgiyi, o keyiflenir izlerken sayılı seçeneklerinin birer birer eksilişini... Yitirecek daha neyin kaldı diye düşünürken sen, zamanı gelmiş gibi harekete geçer o hemen, sorgularken sen hala hayatı ve kendini, o çoktan hazırlamıştır alnına “suçlu” damgasını vuracak mahkemeyi, oysa sen bilmezsin yargıç da şahitler de ta kendisi. Zaman akar, herkes aleyhine tanıklık yapar, karar alınır, kapanmayan yaralarından bozma bir kelepçe bileklerine takılır, arkandan ne su dökülür, ne ağıtlar yakılır, o hazırladığı ipi cebinden usulca çıkarır, çıplak ayaklarının dibine bırakır, sahnede yalnız sen, finali yapacakken perdeler kapanır, final üçüncü kişiye bırakılır. Alkışlar duyulur, bu iki kişilik intihar oyunundan yalnız bir oyuncu çiçeklere boğulur,yalnız biri kurtulur... Kimin kurtulduğuysa yanıtı olmayan bir sorudur... yeşim kırlı
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © yeşim kırlı, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |