Eğer bir kelebeği sevebiliyorsak, tırtıllara da değer vermemiz gerekir. -Antonie de Saint-Exupery |
|
||||||||||
|
8 Ağustos 2000 5 15 P.M. Dış. IS 125 Otobanı, Lutz, Florida, A.B.D. Robert Metz yorucu bir günden sonra çalıştığı iş yerinden ayrıldığında saat 5'i geçiyordu. Her zaman olduğu gibi IS 125 numaralı otobana çıktı, gözü sık sık 70 milin üzerine çıkmadığına emin olmak için aracının kadranında, evinin yolunu tuttu. Otobanda evin haftalık alışverişini yapması gerektiğini hatırladı, aksi halde eve vardığında Sarah tarafından alışverişe yollanacağı kesindi. Üstelik özellikle bugün karısını kızdırmaması gerekiyordu. Hızlı bir alışveriş yaptı. Aklında o gece vardı. 6 05 P.M. İç. Bayan S.M.'in evi. Eve vardığında saat 6'yı geçiyordu. Üvey oğlu Vincent'ı keyifsiz ve sessiz bir halde bir köşede otururken buldu. Bu durum oğlanın genelde neşeli ve biraz geveze haline alışık olan Robert'ın gözünden kaçmadı. Elindeki alışveriş torbalarını mutfağa taşırken seslendi: -Okul nasıldı Vince? -Berbat bir gündü, Bob. Yanımda oturan Deborah aptalı teneffüste tahtaya "Vince Lilly'i s..miş" diye yazmış. Başım büyük derde girdi. -Bir dakika bekle elimdekileri bırakıp geliyorum. 6 05 P.M. İç. Mutfak. Robert girmiş olduğu mutfakta suratındaki sırıtmaya engel olamadan elindekileri dolaba yerleştirdi. Deborah yaşından iri gösteren, şişman, çilli bir kızdı ve Vincent’ın okula başladığından beri iyi arkadaşlarından biriydi. Deborah’ı ve ailesini iyi tanıyordu, babası araba tamircisiydi ve eski kamyonetini satmadan önce Robert tamirci dükkanının müdavimlerinden sayılırdı. Yeni Toyota pikabını aldıktan sonra pek görüşmeleri gerekmemişti, doğrusu bundan da hayli memnun sayılırdı Robert, adamın elinden düzgün bir iş gelmezdi çoğu zaman. Babasının çok küfürlü konuşan ve aklına eseni anında yapmaktan çekinmeyen bir hergele olduğunu hatırladığında, Deborah’ın yaptığı bu yersiz şaka Robert’a biraz daha anlaşılır ve komik görünmüştü. Elinden gelen en ciddi tavrı takınarak salona döndü. 6 06 P.M. İç. Salon. Robert Vincent'ı dinlemeye hazır olduğunu belli eden bir tavırla kanepeye oturdu, bu sefer her zaman yaptığı gibi bacaklarını sandalyeye uzatmamaya özen gösterdi. 10 yaşındaki Vincent'dan daha önce hiç duymadığı bir kelimeydi bu. Vincent'ın bu kelimeyi adının bulunduğu bir cümlede kullanmış olması bir an olsun komik gelmişti. Diğer taraftan Vincent'ın bu tür kelimeleri kullanıyor olmasını onaylıyor olduğu izlenimini vermek istemiyordu. Ciddi bir ses tonuyla: -Ne kadar ayıp. Bak şu Deborah'ın yaptığına. İyiden iyiye terbiyesiz, kötü bir kız olmuş görmeyeli. Sen ne yaptın peki? - Deborah'a Bayan Everstein gelmeden yazdıklarını silmesini söyledim, silmeyince ben tahtaya doğru yöneldim. Hatırlıyor musun, yeni bir öğretmenin bugün bize ilk dersine geleceğini söylemiştim sana? Adı Bayan Everstein. Sonrası tam bir felaket! O şişko Deborah sersemi beni arkamdan tahtaya doğru itti ve kafamı tahtanın kenarına vurdum. Hiç abartmıyorum, çizgi filmlerde olduğu gibi bir an yıldızları saydım başımın çevresinde. Şuraya bak, kafam hala nasıl şiş! Vincent ayağa kalkıp bir eliyle kafasının tepesini göstererek Robert'ın yanına geldi. Robert oğlanın gösterdiği tarafını okşadı kafasının. Eline küçük bir şişlik geldi. -Ufak bir şiş, olur böyle şeyler okulda Vince. -Dur Bob, daha bitmedi. Ben daha kendime gelemeden Bayan Everstein içeri girdi. Ve... anında tahtada yazanı gördü. "Kim yazdı bunu diye?" bağırışını duymalıydın. Ben orada tahtanın kenarında ayakta kalakalmıştım. Deborah pişkin pişkin benim yazdığımı söylemesin mi, bütün sınıf kahkahayı patlattı. Bayan Everstein önce sınıfa sonra bana bağırmaya başladı, beni disiplin kuruluna bildireceğini söyledi. Daha ilk günden başıma gelene bak! -E, sen niye durumu anlatmadın Bayan Everstein'a? Vincent'ın sesinde ilk defa öfke vardı: -Bob, en kızdığım tarafı da bu işte. Anlatmaz olur muyum, defalarca söyledim Bayan Everstein'a, ben yazmadım, Deborah yazdı diye ama her söylediğimde daha çok kızdı bana. Ona kafa tutmakla suçladı beni, "Yalan söylediğin her halinden belli! Bir kız çocuğu asla böyle terbiyesiz şeyler yapmaz" dedi. Beni susturmak için öyle şiddetli bağırdı ki, eminim bütün okul duymuştur. Sesi titreyerek devam etti: -Ben asla yalan söylemem dedim, hem dedim eğer ben böyle bir şeyi tahtaya yazsam niye Vince yazayım ki ben derim dedim. Bunun üzerine "Utanmaz, hala söylüyor aynı şeyleri, ailenle konuşacağım senin" diye azarladı. Dayanamadım ve ağlamaya başladım. O da beni sınıftan attı. Teneffüste sınıftan atıldığım ve ağladığım için bütün sınıf benle dalga geçti. Korkunç bir gündü, Bob. Vincent'ın gözleri dolmuştu fakat bu sefer ağlamamaya kesin kararlı bir hali vardı. Belki ağlarsa Robert'ında onunla dalga geçeceğinden veya kızacağından korkuyordu. Robert üç yıldan uzun bir süredir tanıdığı bu oğlanın bazen geveze, bazen fazla hareketli bir çocuk sayılabileceğini biliyordu, fakat yalan söylediğine şahit olmamıştı. 3 sene evvel Robert'la ne olursa olsun yalan söylememesi, bu kuralı uyarsa cezasının her zaman daha az olacağı konusunda anlaşma yapmışlardı ve Vincent en büyük haşarılıkları yaptığında bile ilk olarak Robert'a gelip utana sıkıla suçunu itiraf eder, Robert'da annesinden yiyeceği cezayı azaltmak için elinden geleni yapardı. Robert çocukluğunda amcasının onu kaybolan olta takımı yüzünden yalan söylemekle suçladığında nasıl öfkelendiğini hatırladı. Birden içinde oğlana karşı büyük bir şefkat ve öğretmenine karşı müthiş bir kızgınlık hissetti. "Vince, gel buraya" diye seslendi. Onu yanına oturttu ve elini omzuna koydu. Bu haliyle ucuz filmlerde karşımıza çıkan baba pozunda göründüğünü düşündü bir an, eli olduğu yerde güçsüzleşti, sonra nasıl göründüğüne boş verdi. Umurunda değildi, Vincent'ı teselli etmek istiyordu, arkasında duran ve söylediklerine inanan birisinin olduğunu hissetmesini istiyordu: "Üzülme, bir çaresine bakarız bu durumun." Bir süre konuşmadan oturdular. Flashback- Dış. 35 mm'lik filme çekilmiş oyun oynayan iki küçük kız çocuğunun görüntüleri...Gündüz Robert kızlarını hatırladı, yıllardır kendisiyle görüşmek istemeyen kızlarını. Eski karısı Judith'in boşanarak madden, sürekli onu kötüleyerek manen elinden aldığı biricik kızlarını. Boşanmalarından sonra çocuklarından kopmamaya çalışmıştı. Boşanmak tamamen Judith'in kararı olduğu halde bütün suç Robert'ın üzerine yıkılmıştı. Robert'ın onlara her ay eline geçen paranın yarısından fazlasını yollamasına rağmen Judith çocuklarına babalarının yeterli para yardımında bulunmadığını söylemişti hep, o kadar sık söylenmişti ki bu yalan, belki kendisi bile inanmıştı söylediklerine. Hayatında hiç bir konuda bir düzene sadık kalamamış olan Judith, bu konuda -bilinçsiz de olsa- sistematik davranmış, adım adım koparmıştı kızlarını ondan. Sonunda Robert'da hayatın akışına teslim olmuş, elinden hiç bir şeyin gelmeyeceğini kabul etmişti. Aradığında telefonuna çıkmayan ve her fırsatta onu sevmediklerini ve yüzünü görmek istemediklerini söyleyen kızları ile görüşmeyi kesmişti yıllardır. Vincent'a karşı hissettiği artık kendi kızlarına duyamadığı evlat sevgisiydi. 6.21 P.M. İç. Salon -Hayatta her şeyin adaletli olmasını bekleriz, Vince. Bize hakkettiğimiz değeri vermelerini isteriz. Çoğu zaman durum böyle olmaz, birilerine bir haksızlık yapılır. Bugün öğretmeninin sana yaptığı bir haksızlıktı. İnsanların birbirlerine haksızlık yapmasının sebebi genellikle önyargılardır. Vincent'ın dikkatle dinlediğini her halinden belliydi. Robert cümlesini tamamlayıp, daha sonra söylemek istediklerini aklında tartarken, Vincent önyargının ne demek olduğunu sordu. -Önyargı insanın daha önceden yaşamış oldukları sebebiyle yeni bir durum karşısında düşünmeden, yeni durumu değerlendirmeden bir fikre sahip olmasıdır, Vince. Robert ağzından dökülen kelimelerin Vincent’a ulaşmadığını anlaması için çocuğun yüzüne bakmasına gerek bile olmadığını düşündü, cümlesini daha bitirmeden 10 yaşında bir çocukla konuşurken daha iyi anlatım yolları kullanması gerektiğini kendine hatırlatıyordu. Açıklamasını basit bir örnekle anlaşılır hale getirmek istedi: Flashback- Dış. A.B.D.'nin hepsi bir birine benzeyen yürüyüş parklarından biri. Akar su boyunca yürüyen bir çift ve önlerinde biri kız biri erkek, iki küçük çocuk. Kalın ve boğuk bir sesle havlayan bir köpek...Gündüz 6.22 P.M. İç. Salon Mesela... mesela... "Robert önyargıyı açıklayacak iyi bir örnek bulmak ne kadar zormuş diye düşündü bir an, sonra aklına ilk gelen fikre sarıldı: -...Mesela, hatırlıyor musun, seninle ilk tanıştığımız günlerde, -sen 7 yaşlarındaydın o zamanlar- bir parka gitmiştik. Orada kocaman bir doberman görmüştün ve koşup sevmek istemiştin. Köpek bir anda üzerine doğru koşarak ve havlayarak seni çok korkutmuştu. Annen çocukluğundan beri evde olan Jack'e alıştığın için bütün köpeklerin onun gibi iyi huylu olacağını zannettiğini söylemişti. Şimdi çok iyi biliyorsun ki, köpeklerinde insanlar gibi iyi huyluları ve kötü huyluları var. -Ama benim 7 yaşında öğrendiğimi Bayan Everstein o yaşında öğrenememiş, diye itiraz etti Vincent. -Maalesef bazı insanlar, hatta bazen bütün toplumlar önyargıdan kurtulmayı hiç öğrenemiyor Vince. Bayan Everstein'a belki geçmişte çok çektiren erkek öğrencileri olmuştu veya belki sana benzeyen bir öğrencisi çok yaramazdı. Bu onu haklı kılmaz elbette. Neyse, ben onunla ilk fırsatta konuşacağım. Tahmin ediyorum ben yanlış anlaşılmayı açıklayabilirim ona. Vincent biraz rahatlamış görünüyordu. -Bu meseleyi hallettik mi? Vincent başını onaylar şekilde salladı. -O zaman ben yemek hazırlama işine koyulayım. Bana yardım etmek ister misin? Vincent arada sırada yemek hazırlamakta Robert'a yardım eder, diğer ev işlerinde olduğu gibi iyi bir çırak olduğunu kanıtlardı. -Bir sürü ödev var yapmam gereken, Bob. Matematikten iki tane kazık problem var, ama esas Bayan Everstein'ın verdiği ödev zormuş gibi görünüyor. Bana yemekten sonra biraz yardım edebilir misin? Robert prensip olarak çocukların kendi sorumluluklarını kendileri yerine getirmelerinden yanaydı ama Vincent'ın yeterince zor bir gün geçirmiş olduğunu düşünerek, -Tamam, bugün sana yardım edeceğim. Ama önce halledebildiğin kadarını halletmeye çalış bakalım, yemekten sonra beraber bir bakarız. Unutma ki, bir kaç yıla kalmaz benim fazla yardımım dokunmayacak türden ev ödevlerin olacak, dedi. Vincent'ın keyfi yerine gelmişti, içten bir "Sağ ol Bob" çekti ve eve geldiğinde bir kenara savurmuş olduğu okul çantasını alarak odasına doğru yola koyuldu. 6 45 P.M. İç. Mutfak. Mutfağa girdiğinde Robert'ın aklında ne yemek yapacağından çok akşam evden çıkarken Sarah'a nasıl bir bahane uydurması gerektiği vardı. Arkadaşlarıyla bilardo oynamak her zaman olduğu gibi en kolay ve en geçerli bahaneydi, fakat salı gününde olmaları bunu imkansız kılıyordu. Sarah'da çok iyi biliyordu salıların bilardo günü olmadığını. Çarşamba, perşembe, cuma, hatta cumartesi ama pazar, pazartesi, salı değil. Victoria neden kahrolası salı akşamını seçmişti onu çağırmak için? Bugün aradığında sesi ne kadar farklıydı... "Ne bahane bulmalı, ne bahane bulmalı?" Aklına amcası Tom'u ziyaret edeceğini söylemek geldi. Tom bir hafta kadar önce safra kesesi ameliyatı geçirmişti ve hala ağrıları olduğundan yakınıyordu. Yalnız başına yaşıyordu ve Robert'ın onu ziyaret etmesi oldukça iyi bir bahane sayılırdı. En önemlisi Sarah, Robert'ın bütün diğer akrabalarından olduğu gibi Tom'dan da nefret ederdi ve ortada Robert'la gelmeye kalkması veya kontrol etmek amacıyla telefon etmesi gibi bir risk yoktu. Sarah'ın da zaten son zamanlarda hafiyelik huyları pek kalmamıştı. "Ne ilginç" diye düşündü Robert. "2-3 yıl önce gözüm ondan başkasını görmezken hep sadakatimden kuşkulanırdı. Şimdi başka bir kadınla birlikte olurken benimle ilgili hiçbir şey umurunda değilmiş gibi davranıyor. Belki gerçekten umursadığı da yok. İnsan sevmediği birini kıskanabilir mi?" Birden aklına Sarah'ın başka biri ile birlikte olup olmadığı sorusu geldi. Sarah'ı artık sevmiyordu, fakat başka bir erkekle beraber olması can sıkıcı bir durum olurdu yinede. Hissettiği duyguyu şöyle rasyonalize etmeye çalıştı: "Eğer Sarah benim yaptığım gibi sadece cinsel bir haz için başka biriyle birlikte olacaksa, buna hayır demezdim belki. Şu sürekli asık suratına bir miktar gülümseme katacaksa istediğini yapsın. Ama kadınlar bu işi sadece bir kaçamak olarak görememekle sakatlanmışlar. Abazalıktan beraber oldukları ilk erkeğe aşık olduklarını sanıyorlar ve onun için bütün hayatlarının düzenini değiştirmeyi göze alıyorlar. Tek yönlendiricinin östrojen olduğu bir hayat. Bizi de hep s...mizin doğrultusunda gitmekle suçlarlar. Ne saçmalık! Oysa o insana karşı duyacakları ilgi de bir süre sonra son bulacak. Bilimsel olarak aşkın ömrünün iki-üç yıl olduğu kanıtlanmış." Bunları düşünürken aklına Judith'in yaptıkları gelmişti. 41 yaşında bir kadın sırf bir erkeğe ilgi duyduğu için 4 kişinin hayatını hiç düşünmeksizin yıkma hakkını nasıl elinde bulmuştu? Sonuçta o çılgıncasına aşık olduğunu zannettiği ve beraber yaşama planları yaptığı adamda bir süre sonra onu bırakıp gitmişti. Yakın Çekim-İç. Mutfak. Çalan bir telefon (Çaldığı doğal olarak duyduğumuz telefon sesi efektinden anlaşılır) Robert etin yanında pişirmek üzere biber ve domatesleri kesmeye başladığı sırada telefonun sesini duydu. Ellerini kurulayıp telefona doğru yönelene kadar telefonun sesi kesildi. Anlaşılan Sarah işten erkenden gelmiş, yukarı kattaydı ve telefonu cevaplamıştı. Vincent’ın odasında telefon oladığı için bu kadar çabuk telefona bakmış olması mümkün değildi. Robert üzerlerine biraz kekik koymuş olduğu etleri yağsız tavaya yerleştirdi ve salatayı hazırlamaya girişti. Bir süre sonra Sarah asık bir suratla mutfağa girdi. Yeni uykudan kalktığı her halinden belliydi ve kendine geldikçe daha sinirli bir hal alıyordu: -Vince iyice kontrolden çıkmaya başlıyor. Bugün yaptıklarını duydun mu? -Biraz önce onunla konuştum. Deborah'ın kötü bir oyununa gelmiş anlaşılan. Arayan Bayan Everstein mıydı? Sarah sinirli bir sesle: -Evet. Yarın okula gelmemi istiyor... Bu çocuğa haddini bildireceğim, dedi. Robert Sarah'ı sakinleştirmeye çalışan bir tavırla konuşmaya özen gösteriyordu, -Sarah, önce bir beni dinle istersen. Eğer Vince'i azıcık tanıyorsam büyük bir haksızlığa uğramış olduğunu söyleyebilirim. Bayan Everstein onu hiç dinlememiş bile. Bu kadın nasıl öğretmen olabilmiş anlamadım doğrusu... -Sen nasıl bir mankafasın, ben de bunu anlamadım doğrusu. Vince tahtaya bu yaşında bir çocuğun yazmasını bırak, bilmesi bile büyük kusur sayılacak terbiyesiz şeyler yazıyor, öğretmenine kafa tutuyor, yalan söylüyor, daha ne yapmasını bekliyorsun, eline bir makineli tüfek alıp ortalığa ateş açmasını mı? 6 55 P.M. İç. Mutfak. Sarah mutfaktan salona geçtiğinde Robert ne yapması gerektiği konusunda hala tereddütteydi. Salondan Vincent'ın odasına tehditkar bir tonla bağıran Sarah'ın sesi geliyordu: " Vince, çabuk gel buraya!" Robert işin yavaş yavaş kontrolden çıktığını fark etti. Hızlı adımlarla salona geçti. 6 55 P.M. İç. Salon. -Sarah, bir kere olsun beni dinlemeyi deneyecek misin? Robert'ın sesinde adeta yalvarır bir ton vardı. -Bob, bu çocuğu ilgilendiren her konuda kararları alabilecek kapasitedeyim ve senin bu konuya karışmana izin vermiyorum, anlaşıldı mı? Bir sorudan çok bir emirle karşı karşıyaydı Robert. Bu sırada Vincent salona inen merdivenlerde görünmüştü. Adımlarını ağırdan alıyor, annesiyle gerektiğinde kendisine odasına kaçabileceği kadar bir mesafe kalmasına çalışıyordu. Yüzünde ne olacağını kestiremediğini belli eden bir korku vardı. Sarah Vincent'ı nadiren döverdi, fakat cezasının ne olacağı pek belli değildi ve o anda Sarah tamamen kontrolden çıkmıştı artık: -Vince, bugün yaptıklarını duydum. Bir ay boyunca sana hafta sonları dışarı çıkmayı yasaklıyorum ve bilgisayarına gelince... O bilgisayarını da odandan alıyorum. Davranışlarında bir düzelme görüne kadar bu konuda bir daha düşünmeyeceğim. Vincent hala merdivenlerden aşağıya inmemişti, fakat sesinde az da olsa bir rahatlama vardı, hiç değilse dayak yemeyeceği belli olmuştu. -Ama, anne ben hiçbir şey yapmadım ki, bütün suç... Sarah hızlı bir hareketle merdivenlerde duran Vincent'ı kolundan yakaladı. Arkasında sakladığı kemerle sırtına iki defa vurduktan sonra çocuğu bıraktığında hala arkasından bağırıyordu: -Senin yalanlarını duymak istemiyorum Vince. Ağzından bir tek kelimenin çıktığını duymak istemiyorum. Bu konuda bir tek kelime daha konuşmak istemiyorum. Ve bir daha ki sefere sadece iki defa sallamayacağım kemeri. Anlaşıldı mı?. Vince merdivenden yukarıya doğru kaçtı ve üst katta tırabzana sarılarak durdu Annesinin istediği şekilde susmuştu. Yediği dayak o anda umurunda değildi, sadece olanları anlatabilmek, annesinin bir an olsun kendisini dinlediğini görmek istiyordu. Gözleri yaşlarla dolu Robert'a doğru baktı. Robert daha fazla susamayacağını fark ederek: -Sarah, olanları bir defa Vince'in ağzından dinlersen ne kaybetmiş olursun? diyebildi. -Bob, eğer bu çocuğun önünde tartışacağımızı zannediyorsan çok yanılıyorsun. Çocuklarımın eğitimine bir daha karışırsan seni doğduğuna pişman ederim. Senin bu liberal, yumuşak tavırların bütün bunlara sebep oluyor. Vince hemen odana git. Akşam yemeğini orada yiyeceksin. Vincent son bir kez Robert'ın yüzüne baktı. Robert bir şey yapamayacağını belli eden bir tavırla gözlerini önüne eğdi. Vincent o gece, erkekliğinden utanan o gözlerdeki bakışlarla yeni milenyumla tanışıyordu. Robert Vincent'ı savunamadığından büyük üzüntü duyuyordu, fakat biliyordu ki Sarah'ın öfke nöbeti başladığında geri çekilmekten başka yapabileceği bir şey yoktu. Sarah sonuna kadar gitmeyi göze alır, söyledikleri ve yaptıkları ne kadar haksız olursa olsun asla geri adım atmazdı. Robert geçmişte -sırf merakından- Sarah'ın çok haksız olduğu konularda haksızlığını daha sonradan hiç olmazsa fark edip edemediğini denemek için temkinli tavırlarla aynı konuyu açmayı denemişti. Sonuç oldukça basit ve çarpıcıydı: Sarah'da otokritik gibi bir mekanizma mevcut değildi. Kararları açık seçik yanlış da olsa, söyledikleri ve yaptıkları çelişiyor da olsa, Sarah için ağzından çıkan her cümle doğruluğu tartışılmaz bir hal alıyorlardı. Robert'ın aynı konuları tekrar gündeme getirmesi Sarah tarafından bir kavga çıkarma çabası olarak yorumlanıyordu. Çok geçmeden Sarah'ın bağırışları ile başlayan kavganın gidişinde Robert geçmişteki bir takım olayları aşamamış olmakla suçlanıyordu. Robert sonunda çok iyi anlamıştı; ne geçmişi, ne bu anı, ne de geleceği düzeltmesi asla mümkün olmayacaktı. Perdede siyah zemin üzerinde beyaz harflerle sessiz filmlerde görülen türden bir ara yazısı: "Robert neden hep alttan almak yolunu seçiyor? Eğer ilişkileri bu ölçüde işlevsiz ve ikisine de mutluluk getirmekten uzaksa, neden Sarah'dan boşanmayı aklına getirmiyor?" "Boşanmak" Robert için ölümle eş değerde bir sözcük. O bu korkunun temelinde yatan olayları hatırlamak bile istemiyor, boşanmak ihtimalini bu bilinçaltı korku yüzünden aklına bile getirmesi mümkün değil. Çocukluğundan beri hassas bir insan olduğu söylenebilir, annesinden zorunlu olarak ayrılmasından sonra ilişkilerinin bağımlılık temeline oturduğu da açık. Fakat onu anlamamız için çocukluğundan çok yakın geçmişte olanlara dönmemiz gerek: 4 yıl önce olanlar onu derinden etkilemiş, kişiliğinde yaşamı boyunca sürecek belirgin izler bırakmıştı. Flashback- Siyah Beyaz. İç. 9-10 yaşlarında bir çocuk. Yatakta ve sırtı bize dönük. Kamera yaklaştıkça elinde sıkı sıkıya sarıldığı küçük bir oyuncak ayı olduğunu ve çocuğun ağladığını görürüz. Gece Robert babasını çok küçük yaştayken kaybetmişti. Aile bağlarının kuvvetli olduğu İrlanda kökenli bir aileden gelen annesi, üç çocukla -Robert, kardeşi John ve kız kardeşleri Mary- tek başına kalakaldığından bir süre etrafındakilere dert yanmış, dert yanmanın bir fayda getirmediğini anladıktan sonra çareyi John'la Robert'ı amcasının evine göndermekte bulmuştu. Amcasının bir süre sonra eve kendi çocuklarıyla beraber dört çocuğun fazla geldiğini fark etmesiyle, Robert'a yine yol görünmüş, önce babaannesinin ve en sonunda teyzesinin yanına gönderilmişti. Babasının ölümünden sonra çalışmaya mecbur kalan annesi, çocuklarını yaz tatillerinde her gördüğünde, onlara nasıl tekrar onları yanına alacağını anlatı, fakat tek başına Mary'e bile zor bakabildiğinden dert yanmıştı. Robert bir erişkinin gözüyle o akraba evlerinde geçirdiği zamana baktığında, özellikle 4 çocuk yetiştirmiş biri olarak şunları düşünüyordu: Ne annesini, ne de akrabalarını ona yeterince ilgi göstermemiş, sevgisiz bırakmış olmakla suçlayabilirdi. Akrabaları ona ellerinden geldiği kadar iyi bakmaya çalışmışlar, onu kendi çocuklarından ayrı tutmamışlardı, fakat Robert küçük yaşında babasını kaybetmiş ve annesinden ayrılmış olmanın ezikliğiyle, kısmen de bir çocuğun kırılgan hayata bakışıyla hep kendini dışlanmış, sıcak bir yuvadan uzakta hissetmişti. Kaldığı akraba evlerinde evin gerçek sahipleri (kuzenleri, evdeki diğer çocuklar) karşısında kendini aynı evde yaşayan bir yabancı, istenmeyen bir üvey evlat gibi hissetmişti. Bazen odasına kapanır ve yeryüzünde kendisini seven ve terk etmeyecek birilerinin mutlaka mevcut olduğunu düşünür, yatağında saatlerce ağlardı. Lise yıllarında arkadaş çevresi bir miktar genişlemiş, hayatı olduğu gibi kabul etmeyi biraz daha öğrenmiş, yine o yıllarda kendini daha huzurlu bir aile ortamında hissedebilmişti. Flashback-Haziran 1973, Boston, Massachusetts İç. Uzun favorili erkeklerin ve İspanyol paça pantolon giyen kızların katıldığı bir partide genç ve utangaç Robert'ı taşralı olduğunu belli eden kısa saçları ve kravatıyla görmekteyiz. Gece Çoğunlukla zengin çocuklarının kabul edildiği saygın bir üniversiteye kaydolmasını sağlayacak bir burs kazanması Robert'ın hayatında büyük bir değişikliğe neden olmuştu. Bursu kazandığını öğrendiğinde nasıl sevindiğini bugün gibi hatırlıyor. Bu başarısı ona hayatının büyük tuzaklarından biri oldu. Küçük kasabalarda yaşamaya alışmış olan Robert için insanları da havası gibi soğuk bir şehre yerleşmek uyum sorunlarını da beraberinde getirdi. Başarılı bir öğrenci olmuştu hep, fakat devam ettiği üniversitede dersler çok ağırdı, vaktinin çoğunu kütüphanede geçiriyordu. Tarifsiz bir yalnızlık ve kendini küçük görme duygusu içine düştü o yıl, kendini zengin çocuklarının karşısında taşralı, kendinden başarılı öğrencilerin karşısında aptal, sosyal öğrencilerin yanında ise sıkıcı biri olduğunu fark etmiş, gittikçe kendi kabuğuna daha çok çekilmişti. İçine düştüğü bu psikolojik durum hayatının belki en büyük hatasını yapmasına sebep oldu: Arkadaşlarının zorlamasıyla gittiği sene sonu kutlama partisinde tanıştığı Judith'e aşık oldu. Güzel bir kız sayılmazdı Judith, doğrusu ilk anda Robert onu fark etmemişti bile. Judith ise bir köşede oturan Robert'ı kestirmişti gözüne, Robert onu değil. Çekici değildi, ama bir erkeği nasıl tavlayacağını iyi bilirdi Judith, kendine göre gürültülü bir cazibesi vardı. Lise yıllarında eğitimini matematik, coğrafya gibi sıkıcı konular yerine bu konuda -erkek tavlama ve kafalama sanatının incelikleri konusunda- yapmayı tercih etmiş ve doğrusu bir hayli yol kat etmişti. Üst ihtisası ise hangi erkeğin gelecek vaat ettiğini anlamak üzerineydi. Judith tanışmaları için fırsat kolladı önce, fakat birilerinin onları tanıştırmasını beklemek zorundaydı. Yazılmamış olduğu halde her genç kızın bilmesi gereken erkek tavlama sanatının incelikleri kitabında birinci kural erkeklerin peşinden koşan bir kız görünümüne düşmemenin önemi üzerinedir. Partide tanıştığı kızlardan birinin Robert'ın arkadaşlarından birini tanıması Judith'e istediği fırsatı yarattı. Bir süre sonra ikisi aynı masada içiyorlardı. Judith masadakilere önü alınamaz bir gevezelikle anlatmaya başladı; spor malzemeleri satan bir mağazada yeni girmiş olduğu işin ne kadar sıkıcı, müşterilerin ne kadar kaba olduğunu anlattı, eğer bütün gün abaza bakışlarıyla kendisini sıkan patronunu bir ıssız sokakta yakalarsa kafasına indireceği bir beysbol sopasıyla boynunu nasıl kıracağını anlattı ve anlattıklarına herkesten önce kendisi kahkahalar attı. Neşeliydi, sığdı ve bir erkek arıyordu. O gece o barda öpüşmeleri ve geceyi Judith'in bir arkadaşının evinde beraber geçirmeleri için Robert'ın üç bardak bira içmesi yeterli oldu. Robert odasına döndüğünde mutluydu, düşüncelerinde bir tek Judith vardı. Bir kez bulmuş olduğu sevgiyi bir daha kaybetmeyeceğine yemin ettiği günü hatırlıyor hala. Yıldırım aşk zannettiği ilişkilerinde her şey gerçekten yıldırım hızıyla gelişmiş, doğum kontrol hapı kullandığını söyleyen Judith'in ilişkilerinin 3. ayına girmeden hamile kalması Robert'ı zor bir seçimle baş başa bırakmıştı. Bağırmaya benzer bir ses tonuyla konuşmasına alıştığı Judith, bir gece son derece rahat bir tavırla hamile kaldığını, dininin kürtaj olmayı kesinlikle reddettiğini, eğer kendisiyle evlenmek istemiyorsa onu zorlayamayacağını, ama çocuğunu bir daha hayatı boyunca görmemesi için gerekli olan her şeyi yapacağını sakin bir dille anlatmıştı. Ne yapacağına karar vermesi için sadece bir kaç dakika zamanı vardı. Her geçen kararsızlık dakikası bir "Tamam, bu kadar konuştuğumuz yeter, ben başımın çaresine bakarım" veya ağlamaya meyilli bir ses tonuyla söylenen "Tamam, bu kadar konuştuğumuz yeter" cümlesi ile kesiliyordu. Robert, Judith'e ya evlenmeye daha hazır olmadığını, bin bir zorlukla girdiği ve hayatta her şeyden çok önem verdiği üniversiteye devam etmek istediğini -yani gerçeği- söyleyecek ve bunun sonunda doğacak çocuğunu yazgısına terk edecek veya evlenmeyi kabul edecek, bu durumda da eğitimini yarım bırakarak çalışmaya başlayacaktı. Dış. Ortasından çatlak ve yarısına kadar üstü karlarla örtülü bir kilise çanı. Gündüz Robert doğacak çocuğunun kendi yaşadığı terkedilmişliği yaşamasına izin veremezdi, Judith aptal olabilirdi ama aralarında geçen konuşmalarla Robert’ın bu zaafını çözmekte gecikmemişti. Robert bir kez bulmuş olduğu sevgiyi kaybetmeyi göze alamazdı. Karlı bir ekim günü evlendiler. (Şimdi her hatırladığında içini sıkıntı kaplayan o şehirde kar ekimde başlardı!) Judith yıllar sonra içkiyi fazla kaçırdığı bir arkadaş toplantısında o günlerde Robert'ın kararsızlığını bildiğini ve bilerek doğum kontrol hapı almadığını, onu evlenmeye ikna etmenin en kolay yolunun bu olacağını düşündüğünü zekasıyla övünür bir tavırla arkadaşlarının önünde açıklamıştı. Evliliklerinden sonra geçen 13 yıl boyunca verdiği kararın doğru olup olmadığını bir an bile sorgulamadı Robert. Hayat onu bu yöne sürüklemiş, o da elinden gelen en doğru kararları vermiş, olabileceği en iyi baba, eş, vatandaş olmaya çalışmıştı hep, hepsi bu. Üniversiteden ayrıldıktan sonra girdiği fabrikaya her sabah, hatta hasta olduğu günlerde bile vaktinde gitti. İki güzel kızı oldu. Geleceğinin belirsizliklerden uzak olduğunu, ailesinin hep yanında olacağı bir yaşlılığın kendisini beklediğini düşünüyordu ve hayatından en azından hoşnuttu. 4 yıl önce ilk gençlik yıllarından beri çalıştığı General Motors şirketinin tasarruf politikası uygulayarak bir çok kişiyi işten çıkaracağını duyduğunda pek fazla umursamamıştı bu durumu. İşini eksiksiz yapan, hatta kendi çapında ufak yaratıcılıklara bile imza atmış tecrübeli bir işçiyi işten çıkarmakla mı tasarrufa gideceklerdi? Bir sabah genç patronlardan biri kendisine tazminat ödenerek kibarca kapı önüne konulduğunu bildirmesiyle hayatında yeni bir dönem başladı. Bu zor döneminde ona destek olması gereken 13 yıllık eşinin açtığı boşanma davası büsbütün yıkıma uğramasına yol açtı. Bir süre sonra içindeki bütün eşyalarıyla birlikte evini ve taksitleri bitmiş olan yeni arabasını eşine bırakarak ayrılmak zorunda kaldı, dahası fabrikadan aldığı tazminatı avukat masraflarına ve karısına ödemek zorunda kalmıştı. Sonuçta kendini beş parasız sokakta buldu. Başına gelenleri bir kaç ay önce bir yerlerde okusa ne kadar abartmışlar melodramın dozunu derdi; " ucuz hikayelerde olur ancak böyle şeyler!" Dış. Boston banliyölerinden Stoughton’dayız. Tren istasyonundan Brockton’a doğru 100 metre kadar ilerlediğinizde karşınıza çıkan düşkünlerin kaldığı iki katlı yıkık dökük tahta bina. Gündüz Mahkeme haftada bir gün görebileceği çocuklarının ve karısının bakım masrafları için Robert'ı yüklü bir nafaka ödemekle yükümlü kılmıştı. Robert hayatı boyunca hiçbir dönemde düzenli olarak üç aydan fazla çalışmamış olan Judith ve çocuklarının geçim zorluğu çekmemeleri için 42 yaşında yeni bir iş aramaya başlamış, eski alkoliklerin ve düşkünlerin kaldıkları tahta, pislik içindeki bir otel odasında yaşamaya başlamıştı. Depresyonda olduğu ve hayatının en zor günlerini geçirdiği o günlerde, arkadaşları da onunla görüşmeyi kesmiş, onu tamamen yalnız bırakmışlardı. O halini görmeye dayanamadıkları için onu ziyareti kestiklerini düşünüyordu. Boşanmayı istemiş olan ve boşanmadan maddi -manevi bir zarar görmediği aşikar olan Judith'i ise arkadaşları ve akrabaları bir an olsun yalnız bırakmıyor, ona yardımcı olabilmek için çevresinde dört dönüyordu. Robert'a acıklı gelen kendi arkadaşı olduğunu zannettiği kişilerinde evlerini (Judith’in eviydi artık orası, Robert’ın eve girip çıkması da yasaklanmıştı) düzenli ziyaret eden bu kalabalığa dahil olmasıydı. Belki de insanoğlunun en eski ve temel toplumsal davranışlarından biriydi bu: Bir erkeğin güçsüz ve yenilmiş hali öfke ve tepki uyandırırken, bir kadının çektiği varsayılan en küçük sıkıntı hemen yardım etme isteği ve merhamet duygusu uyandırıyordu. Bu dönemde Robert bir psikiyatra gitmiş, depresyon ilaçları kullanmaya başlamıştı. Terapiden fayda görmeye başlamıştı bir miktar, fakat 6 seans dolduktan sonra sigorta şirketi terapiye devam etmesi için doktor ücretinin yüzde 50'sini ödemesini şart koşmuştu. Bu Robert'ın ödeyemeyeceği bir paraydı. Robert o dönemde bile iyimserliği elden bırakmamaya çalıştı ve durumu bir az olsun düzeltebilmek için gelecekle ilgili planlar yapmaya başladı. Fakat 42 yaşında, hayatında bir otomobil fabrikası dışında hiçbir yerde çalışmamış birisi için uygun bir iş bulmanın önceden tahmin ettiğinden daha güç olduğunu fark etti bir süre sonra. İşsiz ve parasız olmaksa tam bir felaketti. Karşısına çıkacak her türlü işi yapmaya karar verdi. Kendisiyle aynı binada kalan eski bir alkolik, restoran sahibi bir arkadaşının yanında çalışacak bir garson aradığını söylediğinde, bu işin tam kendisine uygun bir iş olduğuna karar verdi. Yemekleri ve insanları severdi, daha ne gerekliydi ki bir işi sevebilmesi için? Ertesi gün, restoranda ona verecekleri tek işin bulaşıkçılık olduğunu öğrendi. Düşünmeksizin kabul etti işi, çalışacak ve her şeyi yoluna koyacaktı, sadece zamana ihtiyacı vardı. Eğer işe başladığı ve bunaldığı o akşam restorandan çıkarken Judith'i uygunsuz bir vaziyette, eski şirketinin kendisini kapı önüne koyan genç yöneticisi ile görmese başaracaktı her şeyi düzeltmeyi, bunu bir tek ben değil, gerçek bir hayat sürmüş olan Robert Metz’i kime sorsanız size söyleyecektir. Ama o gece, kahrolası o gece Robert'a son ve kesin darbeyi vurdu. Onları o halde gördüğü ilk anda hiç bir şey hissetmediğine şaşırdı. Böyle olacağını daha önceden biliyordu sanki. Sonra kemiklerini, dişlerini sızlatan bir acı hissetti; bir aldatılmışlık, yaşamının boşa harcandığı hissi. Sorun sadece aldatılmış olmak, bütün hayatını adadığı insan tarafından bir kağıt parçası gibi buruşturulup bir kenara atılmış olmak değildi. Kanun onu kendisini aldatana bakmakla hükümlü kılmıştı. Ne kadar debelenirse debelensin, kaçmasının imkansız olduğu bir kapana sıkıştığını hissetti. Flashback-İç. Robert Metz'in içinde 50*50*60 cm boyutlarında küçük bir buzdolabı, kir ve tozdan rengi kahverengiye dönmüş bir yataktan başka bir şey bulunmayan, camları perde koymaktan tasarruf etmek amacıyla siyaha boyanmış salaş odası. Yerde bir kenara fırlatılmış Ice Rock marka bira kutularının yanında kapağı açık ve boş olduğu belli turuncu şeffaf bir ilaç kutusu. Gece Bir olay çıkarmadan - ne anlamı olacaktı bir olay çıkarmanın?- hatta orada olduğunu eski karısı ve sevgilisine fark ettirmeden oradan ayrıldı, kaldığı eski binaya döndü. Binanın girişinde salondaki koltuklara yayılmış ve kendisini bir bira içmeye çağıran ihtiyarlara nazik bir dille -sesi titriyor muydu o sırada?- çok yorgun olduğunu söyleyip odasına çıktı. Bir şey hissetmeyebilmek için yüksek alkollü, 6 kutusunu 2.19 dolara aldığı ucuz biraları birbiri ardı sıra kafasına dikmeye başladı. 5 dakika sonra dolaptaki üç kutu birayı bitirmişti. Dolapta 3 kutu bira olmuş olmasına aklı takıldı bir an, Judith'le tanıştığı akşam içtiği üç bardak birayı düşündü. Unutmak istedi, başka şeyler düşündü. Lise günlerinde içki içmenin yasak olduğu okul partilerine gitmeden önce arkadaşlarıyla kafayı bulmak için hızlı hızlı içtiği biraları hatırladı. Oldum olası nefret ederdi acele ederek içilen biranın tadından. İçinde hızlı içilmiş biranın verdiği tiksinti ve midesinde bir ekşime vardı. Küçük buzdolabından içine sarı dilimli Amerikan peyniri, salam ve ince bir dilim salatalık turşusu koyarak sabah özenle hazırladığı sandviçlerden birini çıkardı. Sokaklarda iş ararken yemeğe para harcamamak için hazırladığı sandviçler. İŞ BULMUŞTU ARTIK, BAK. Sandviçi yerken yaptığının ne saçma olduğunu düşündü. Sonra saçmalık çizgisinin artık ötesine geçtiğini, çünkü önünde sadece ölümün mevcut olduğunu. Gözlerinden usulca bir kaç damla yaş yuvarlandı. Alkolün verdiği uyuşukluk ve hissizliğin geçmesine fırsat vermek istemiyordu. Kullandığı sinir ilaçlarınıbir bir kutusundan çıkarıp bir gazete parçasının üzerine dizdi. Tam tamına 17 tablet. Eşek cennetini boylamasına ancak yeter herhalde. Önce bir kaç tanesini indirdi midesine. Sonra zorlanarak bir avuç dolusu yuttu ilaçlardan ve birkaç dakika sonra önünde kalan son bir kaç ilacı. İşini sağlama almak istiyordu, Şuurunun yerinde olduğu o son 20-25 dakika içinde kağıda döktükleri hala aklından çıkmıyor: “Evet, her şey bitti, buraya kadarmış. Elveda sevgili dünya” diye başlamıştı karalamaya kağıdı.Edebiyata yeteneksizliğinden oldum olası nefret etmişti, ne kadar isterdi şimdi aklından geçenleri doğru düzgün yazabilmeyi… Aklına estiği gibi yazdı, yapacağı başka bir şey yoktu sonuçta: “Ne hayat hikayesi ama. Ah, zavallı ben! Hiç aklıma gelmemişti böyle son bulacağı. Çok değil bir kaç ay önce gazetede intihar eden insanların haberlerini okuduğumda onları güçsüz olmakla suçlardım. ‘Yaşam bir çok dertle dolu olduğu halde yaşamaya değer, çünkü nefes almaya devam ettikçe bir umut vardır’ veya ‘ölüm dışında her şeye bir çare bulunur’ diye düşünürdüm. Şimdi güçsüz olmayı mı seçiyorum?” “Yarın benim hakkımda da kısa bir gazete haberi çıkacak herhalde, 5, bilemedin 10 satır, Robert Metz’in bunalım sonucu intiharı, vs. Şunu bilmenizi isterim ki bunalımda falan değilim. Güçsüz olduğumdan, acı çekmeye dayanamadığımdan da değil bu seçimim. Doğru, herkesten çok düşünüyorum insanlık halini, herkesten kolay yaşla doluyor gözlerim. Şu anda intiharı seçmemin tek sebebi de başkalarının acılarını biraz olsun azaltabilmek. Ben öldüğümde, karım -eski karım- daha rahat buluşacak yeni sevgilisiyle, çocuklarım okulda babamız düşkünlerin kaldığı bir yerde yaşıyor demek zorunda kalmayacak. Dostlarım –dost bildiklerim- benim yüzümü görmemek için köşe bucak kaçmak zorunda kalmayacak, benim adımı duyduklarında bir suçluluk duygusu çekmeyecekler böylece. Çünkü unutacaklar beni kısa bir süre sonra...” “Belki ancak uzak bir gelecekte fark edebilecek insanoğlu 21 yüzyılın kendisine getirdiği traji-komediyi. Tıpkı kölelik sisteminin, din uğruna yapılan savaşların, bekaret kemerlerinin, tanrılara adamak için insan öldürmenin saçmalığını bugün anladığımız gibi, gelecekte bir gün fark edeceğiz 21 yüzyılda toplumun beklentileri ve kendi istekleri arasında sıkışıp kalan, sürekli haksızlığa uğradığı halde sesini çıkartmasına izin verilmeyen erkeklerin halini. Boğazımdan çıkmasını istediğim bir haykırış, ama parmaklarım hissizleşir ve kafam keçeleşirken, en fazla darağacında boğulan bir insanın son nefesi çıkabiliyor gırtlağımdan...” “Bütün yaşamım boyunca değer verdiğim, bana değer verdiklerini zannettiğim herkesi kaybettim, sabırla, didinerek biriktirdiklerim bir çırpıda alındı elimden. Hani insanları haksızlıklara karşı koruyan dünyanın en gelişmiş ülkesindeydik? Ne kanunlar, ne de toplum yanımda oldu bir an. Zor olanı seçiyorum, sevdiğim yaşamı terk ediyorum...” “İnsanoğullarına sormuşlar, 50 yıl daha mı ekleyelim ömrüne, yoksa tüm insanlığa iletilecek bir tek ses mi çıksın ağzından? Neredeyse tamamı 50 yılı tercih etmiş ve sesleri duyulmadan çekip gitmişler 50 yıl sonra dünyadan. Ben bir tek ses çıkarmayı seçen azınlıktanım. Ey insanlık, duy sesimi, bir ölünün sesi bu sana ulaşan…” Bu son cümleyi yazarken göğsünde bir sıkışma hissetmiş, hemen arkasından şiddetli bir mide bulantısı başlamıştı. Kusma isteğini bastırmak için kağıda bakmayı kesti. Şuuru bulanıklaşıyor, kafasını toplaması imkansız bir hal alıyordu. Söylemek istedikleri tamamlayamadan, kızlarına, ailesine bir şey yazamadan kalem elinden düştü. Kim bilir, belki yazacak fazla bir şeyi yoktu onlara. Sonra... Sonrası karanlıktı. Her şey bitmiş gibiydi... İç. Çarşaflarının, duvarlarının kısacası içindeki her şeyin beyazlığı abartılı bir şekilde göze çarpan bir hastane odası. Penceresinden bakıldığında karla kaplı bir manzara görülüyor. Sabah Büyük bir şans eseri Robert’ı bira içmeye davet eden ihtiyarlardan biri içeri girdiğindeki halinden ve hızlı adımlarla odasına çıkmasından şüphelenmiş, onu tekrar bir bira içip sohbet etmeye çağırmaya karar vermişti. Kapısını vurduğunda cevap gelmemesi üzerine önce kapıyı daha şiddetli vurmuş, yine cevap gelmemesi üzerine 911'i aramıştı. Kendine geldiğinde karanlık bir kış sabahıydı. Hastane odasının penceresinden üzerleri karla örtülü ağaçlar, oldukça uzakta tek tük kırmızı kiremitli evler zorlukla seçiliyordu. Dışarıya baktığı camın üzerine kar taneleri kah hızlı, kah yavaş düşmekte, düştükleri anda camın sıcaklığıyla erimeye başlamaktaydılar. Kahvaltı servisi yapılıyor olmalıydı, ortalık kahve kokuyordu. Odası hemşire bankosunun hemen karşısındaydı. Hemşirelerin birbiri ile gürültülü bir ses tonuyla şakalaşan sesleri rahatlıkla duyuluyordu. İçlerinden biri kocasının her gece sevişmek istediğini söylüyor, diğerleri “dert ettiğin şeye bak” tarzında neşeli karşılıklar veriyorlardı. Bir diğeri eğer bir gün evlenirse kocasının hiç şansı olmadığını, o işi her gün yapmak zorunda olduğunu söyleyince kahkahalar patladı. Robert, önce intihar etmeyi bile başaramamış olduğu için kendini beceriksizlikle suçladı. Sonra yatakta halsiz yatan vücuduna, serumlar bağlı kollarına baktı. Hayatta kalmaya çalışmaktan başka bir şey yapmayan zavallı vücuduna yaptığı büyük haksızlığı düşündü. Ayağındaki hücreler, kolları ve organları kime ne zarar vermişlerdi ölmelerini hak ettirecek? Ölmeye karar verdiğinde hiç onlara danışmamıştı, öyle ya, elleri, kolları da ölmek istiyor muydu acaba? Düşüncesinin saçmalığını fark etti kısa bir süre sonra, o serum bağlı kollar, o kırışmaya başlamış eller kendisiydi ve beyni ne karar verirse itaat etmek zorundaydılar. Yüzünde bir sırıtışla düşüncelerini küçümsedi, “Delirmeye başladım galiba” diye geçirdi aklından. Dışarıdan gelen hemşire sesleri devam ediyordu. Yaşamın kendisini hiç umursamadan devam ediyor olduğunu düşündü. Geçmişte hissettiklerinin tersine büyük bir yaşama sevinci duydu bundan. Yaşamının hiç bir önemi ve anlamı olmadığı düşüncesi özgürleştiriyordu onu. Yaptıklarının, başardıklarının hiç bir önemi yoksa aynı şekilde başarısızlıklarının, yenilgilerinin, hatta yaşadığı felaketlerinde hiç bir önemi yoktu. Tek gerçek bir gün nasıl olsa öleceğiydi. Ölmüş olabilirdi o anda ve penceresine düşen kar tanelerini gören, hemşirelerin neşeli seslerini duyan, gelen kahve kokusunu alan bedeninin orada olmamasından başka yeryüzünde her şey, her şey, her şey aynı olacaktı. Yakın çekim-İç. Bir çocuğun elinde yatay şekilde duran, acemice yapılmış koyu yeşil bir maske. Gündüz- Alaca karanlık Robert’ın aklına yıllar önce -ilkokul son sınıfa giderken- çok sevdikleri öğretmenleri Bayan Wise’ın bütün sınıfa kendi yüzlerini kullanarak maskeler yaptırdığı gün geldi. Bütün sınıf büyük bir keyifle sarılmıştı maske yapma işine, yüzlerinden çıkardıkları maskeler kuruduğunda birbirleriyle keyifle şakalaşıyorlardı. Zeki bir kadındı öğretmenleri, neredeyse her dersinde öğrencilerin ilgisini çekecek bir şeyler bulur, bu yolla onları sıkmadan önlerine yeni bilgi ve beceriler sunardı. Dersin bitmesine on beş dakika kala sınıfın ışıklarını kapattıktan sonra, çocuklardan sessiz olmalarını ve iki dakika boyunca maskeleri incelemelerini, sonra o yüz hakkında akıllarına ne gelirse defterlerine yazmalarını istemişti. Amacı çocukların hayal güçlerini tetiklemekti büyük ihtimalle. Karanlık, yağmurlu bir kış günüydü. Öğretmenlerinin isteği ile sınıf alaca karanlığa ve huzursuz bir sessizliğe gömülmüştü. Robert, maskeyi elinde bir o yana, bir bu yana çevirip incelerken, birden - maskeyi gözleri yukarıya bakar bir konuma getirdiğinde- bir ölü çocuk yüzü görmüştü maskede. Çok korkmuştu. Gözlerinin yerlerinde boşluklar olan o zavallı ölü çocuğa -maske kendi yüzünden yola çıkılarak yapılmış olduğuna göre kendisine- karşı içinde güçlü bir acıma ve sevgi hissetmişti. Yaşadığı olaydan o kadar etkilenmişti ki, öğretmeni tekrar ışıkları yakıp, çocuklara düşündüklerini yazmalarını istediğinde, parmaklarını oynatacak halde değildi Robert. Neyse ki dersin bitimine kadar sıra ona gelmemişti, diğer çocukların da anlatacak çok şeyleri vardı o maskeler hakkında... Bedeninin bir mezarda yatan hali canlandı gözünde. Acı çekmeyecekti o zaman ama nadir mutlulukları, keyifli uyuşuklukları, hiç bir şeyi hissetmeyecekti. “Nasıl olsa gelecek o zamana koşmak niye?” diye geçirdi içinden. Neydi yazdığı satırlarda yaptığı saçma açıklama? Onları vicdan azabıyla baş başa bırakarak onlardan intikam almış olacaktı, öyle mi? Dirisine acımayan, onun ne hissettiğini umursamayan, en ufacık bir sorumluluk duygusu hissetmeyenler ölüsüne mi acıyacaklardı? İnsanoğlu kendi hemcinslerine karşı en acımasız hayvan türü olmalı. Bir kaç hafta geçmeden unutacaklardı ölümünü. Ve insanların gözünü açmak, yanlış toplum ve hukuk kurallarının varlığını fark etmelerini sağlamak?! Ne saçma, ne salakça bir düş. Bu insanlar yüzlerce yıl cadı olduğuna inandığı insanları diri diri yakmadı mı? Kölelik kalkalı ne kadar zaman oldu? Aydınlanma çağında olduğumuz en büyük yalan! Toplumun çoğu hala idam cezasının doğru bir uygulama olduğuna inanmıyor mu? Abuk subuk tarikatlar toplumun büyük bir bölümünü hala dolandırmıyor mu? İnsanların bunlara inanabildiği bir toplum nasıl aydınlanmış bir toplum adını alabilir? Gerçek basit ve kabul etmek zorundayız: Toplum dediğimiz insan yığınları bilgisiz, cahil, en basit gerçeklerden habersiz ve buna rağmen kendi bildiklerinin tek doğru olduğuna şaşmaz bir inanca sahip. Onları yaşadıkları hayal dünyasından çekip çıkarmak için bir mektubu bırak, onlar okumayacak olduklarına göre, mevcut milyonlarca sayfa hakikat bile yetersiz. Kararını verdi: Bir yüce amaç uğruna değil, intihar etmekten veya ölümden korktuğu için de değil, mutlu olmak gibi bir hedef edinmeden, sadece eline verilmiş görmek, duymak, koklamak, tat almak; düşünmek, gülmek, ağlamak, coşmak, radyoda çalan bir şarkıda kaybolmak, parkta gördüğü bir kuşun renklerine doyasıya bakmak, kısacası yaşamak fırsatını sonuna kadar kullanmak için devam edecekti. Hikayenin sonunu merak ettiği için devam edecekti. Yaşamının daha sonraki yıllarında şunu fark etti: Kişilik bozuklukları sebebiyle veya ilgi çekmek için intihara girişenlerin ruhlarına birçok sözde intihar girişimi hiç bir derinlik katmazken, Robert’ı bir kere “ölümünü elinde tutmuş olmak”, “iyileştirmişti”. Hastane odasında seyrettiği bir kısa televizyon haberi dikkatini çekti: Her saniye 115 bebek geliyordu dünyaya. Şöyle düşündü: Her birinin çok değerli bir yaşamı olacak; sevdikleri, sevmedikleri, doğruları, yanlışları, uğruna ölümü göze aldıkları değerleri olacak. Yaşadığı bütün acılar sonsuzluğa akıp giden insanlık serüveninde öylesine basit ve anlamsız ki, onlara bu önemi veren kişi, yani eski Robert Metz olmadığında acıların hiç biri de olmayacaktı. O halde hayatı kendisi için mühim olan eski Robert Metz herkesin istediği gibi "ölmeliydi." Yerine doğan, bir hiç olmanın kıymetini anlamış, hiç bir yerin insanı olmayan ve sadece yaşamı olduğu gibi, tasasızca yaşayan yeni Robert Metz oldu. Hastanede kaldığı günlerde bir psikiyatr tarafından iki kere ziyaret edildi. Düşüncelerini bir düzene sokma fırsatını bulmuştu ve hayata farklı bir anlam veriyordu artık. Bu düşüncelerini başkalarıyla, ama özellikle mesleği açısından hayatın anlamı hakkında bilgi sahibi olduğunu düşündüğü bir psikiyatr ile paylaşmak istiyordu. 10 dakikayı aşmayan bu görüşmeler Robert’da büyük hayal kırıklığı yarattı. Psikiyatr onun açışından büyük bir önem taşıyan ve anlatırken heyecanlandığı hayata verdiği anlamın tamamen değişmesi konusu üzerinde hiç durmadı. Her seferinde konuyu kendi konuşmak istediği konulara getirdi ve aynı soruları sordu. İstediği türden bir konuşmanın mümkün olmadığını anlayan Robert sonunda psikiyatrın sorularına cevap vermekten başka yol olmadığını fark etti. Tekrar, tekrar aynı cevapları verdi: Hayır, ne kendisine ne de başkasına zarar vermeyi düşünmüyordu artık...İştahı, uykusu yerindeydi...Hayır, geceleri ağlamıyordu, arada sırada geçmiş yaşamını hatırladığında hüzünleniyordu, fakat artık her şeyi olduğu gibi kabul etmişti... Bu olanları yaşaması bir fırsat vermişti ona; artık hayata daha gerçekçi ve daha özgür bakıyordu... Gelecekle ilgili planları var mıydı? Elbette, ilk önce bir iş bulacaktı kendine, belki kardeşinin yanına güneye, Florida’ya taşınacaktı... İlk başlarda olanlarda bir suçlu bulabilmek istemişti, bir suçlu bulabilseydi rahatlayacak veya hiç olmazsa unutabilecekti olanları. Ama kimseyi suçlayamıyordu, ne elinde olan tek yaşamı mümkün olduğunca kendi doğrularına göre yaşamaya çalışan karısını, ne onu böylesine kolay işinden atan şirketini, ne de onu yapayalnız bırakan arkadaşlarını. Herkes kendi açısından haklıydı aslında. Bireysel özgürlükten yana olan ve herkesin, her şeyden önce kendine karşı sorumlu olduğuna inanan kendisi değil miydi? Yaşamdan daha fazlasını istemek Judith'in en doğal hakkıydı. Robert'ın bütün varını yoğunu alması normaldi onun açısından, para kazanmayı bilmiyordu ve paraya ihtiyacı vardı. Kanunlar ve toplumun ahlak anlayışı yanında olduğu sürece bir sonraki adımını atarken ne çocuklarını kaybedeceğinden ne de parasız kalacağından korkmasına gerek vardı. Elbette çocuklarını isteyecek ve kendi yanına alacaktı, çocuklar üzerinde kadının daha fazla hak sahibi olduğunu kabul eden yasalar ve geleneklerle yaşamıyor muyuz? Robert para kazanamaz olduğunda kendisine bakacak yeni bir koca bulmak gibi büyük bir derdi de vardı Judith'in üstelik. Şöyle düşündü Robert: “Eğer her zaman bana bakacak birilerinin çevremde olacağını bilsem, çalışır mıydım? Belki evet, belki hayır. Ama insanların çoğunun çalışmamayı seçeceğine bahse girerim.” Hem eğer Judith bu toplum yapısında böyle davranmazsa kendini aptal gibi hissederdi. Arkadaşlarından böyle görüp öğrenmişti, boşanma sırasında kadının malların neredeyse tamamına el koyması ve yinede el koyduklarını yeterli görmeyerek sinir krizleri geçirmesi en eski Amerikan geleneklerinden biri sayılardı, tersi şekilde hareket eden bir kadın belki de kocasını erkek yerine koymayarak ona hakaret etmiş sayılırdı. Judith ise 13 yılını birlikte geçirdiği bir adamdan ona bu şekilde hakaret ederek ayrılmak istemezdi. Doğrusu erkekliğine laf edilemezdi Robert’in, işten atılıp depresyona girmesine kadar kocalık görevini kusursuz yerine getirmişti evlilikleri süresince. General Motors’un elbette kar etmekten başka bir hareket amacı olamazdı, şirketlerin tek var oluş sebebiydi kar etmek. Eğer bir şirket para kazanmak dışında ulvi, ahlaki değerlere göre yapılanacak olursa, kar amacı ön planda olan ve daha çok kar eden şirketlerle rekabet edemeyecek ve kısa zamanda daha karlı diğer şirketler yerini dolduracaktı. Büyük şirketlerin yerini doldurabilmek için can atan, buna hazır yüzlerce küçük firmanın mevcut olduğu tartışılmaz. General Motors reklam kampanyalarında “ İşçiler fabrikalarındaki aydınlatmayı kendileri seçiyor, hatta fabrikanın nasıl çalıştığını, girdilerin maliyetini, müşterilerin yapılan işe ne tepki gösterdiğini bile öğreniyor” yazılarını bulabilirsiniz. Hatta bazen bu söylenenler gerçeği yansıtıyor da olabilir, adamlar işten çıkaracağımız işçilerimizi de bu konuda önceden bilgilendiriyoruz sloganını kullanmıyorlardı ya reklam kampanyalarında. Kanunlar ve toplumu suçlamaksa Robert'ın sevmediği, sık sık dalga geçtiği bir hayata yaklaşış biçimiydi. Şöyle derdi arkadaş toplantılarında: “Kendi üzerine sorumluluk almayı bilemeyen cahiller böyle konuşurlar: Kim suçlu? Toplum suçlu. Yok öyle bir şey! Toplum dediğin tek tek bireylerin toplamından fazla bir şey değil. Eğer bütün ömrümce her senato seçiminde evlilik veya çalışma kanunu değiştirmeye niyeti olmayan kişileri seçtiysem, tek sorumlusu benim başına gelenlerin.” Bir soru aklıma takılıyor ve doğrusu cevabını kolayca veremiyorum: Eğer Robert onaylamıyor olsaydı içinde yaşadığı toplumun yasalarını? Bütün ömrünü radikal partilere oy vererek geçirmiş biri olsaydı ne değişecekti hikayenin sonunda? Bir gün hiç bir şey olmamış gibi hastaneden çıktı. Ambulansla baygın halde hastaneye yatırılan kişiden çok farklı bir kişiydi artık, kafasında aldığı yeni kararları nasıl uygulamaya geçireceği sorusu vardı. Madem damarlarında hala hayat mevcuttu, madem hala nefes almaya devam ediyordu, o zaman yapılabilecek bir şeyler olmalıydı. Sıradan, basit, çevresinde hakkeden herkese mümkün olabildiğince faydalı olabileceği yeni bir yaşam kurabilmekti tek istediği. Kendi adına çok büyük istekleri yoktu yaşamdan, kafasını koyabileceği bir yatak, uğraşmaktan sıkılmayacağı bir iş, bir 37 ekran televizyon ve sohbet edebileceği bir kaç dost. Kardeşi, ve annesinin yaşadığı Florida'ya taşındı. Önce kardeşinin yardımıyla spor otomobiller için çeşitli aksesuar karoseri parçaları üreten küçük bir şirkette iş buldu, sonra yavaş yavaş her şeyi sıfırdan, yeniden kurmaya başladı hayatında. Tutumlu ve çalışkan bir insandı ve çok uzun sürmedi işlerin oldukça yoluna girmesi. Hoşnuttu yaşamından ama bir şeylerin eksikliğini de çekmiyor değildi. 13 yıl karısı ve çocuklarının bulunduğu bir eve dönmeye alışan bir erkek için işinden çıktığında dört duvara bakacağı bir odaya dönmek kolay alışılır bir durum değildi. Tek korkusu yalnız başına yaşlanıp, yalnız başına yaşlılığın dertlerini çekme korkusuydu. Sonra bir gün kendisi gibi boşanmış kişilerin katıldığı bir partide Sarah ile tanıştı. (Ah, böyle bir partiye katılmak için o aptal şirkete para vermek zorunda kalması ne kadar ağırına gitmişti ! Ne var ki yalnızlık canına tak etmişti.) Robert'ın Sarah hakkında ilk düşünceleri sakin, sevginin kıymetini bilen biri olduğuydu. Uzun bir süredir yalnız başına iki çocuğun bakımını üstlenmiş olan Sarah içinse, eski eşiyle kıyasladığında, Robert beyaz atlı prensin ta kendisiydi. O dönemde Sarah, Robert’ı elinden kaçırmak istemediği için olduğundan çok farklı bir kişiliğe bürünmüş, bütün sevimliliğini, şefkatini ve iyi niyetini takınmıştı. Çok geçmeden Robert'da Sarah ve çocuklarına büyük bir sevgi ile bağlandı. Robert, onlara kendini adamakla hayatına o sırada şiddetle aramakta olduğu anlamı verebilmişti. 8 25 P.M. İç. Salon Yemek sofrasına oturduklarında gergin ortam hiç olmazsa Sarah'ın küçük kızı Alison'ın hatırına gevşemişti. Vincent yemeğini annesinin istediği gibi odasında yiyordu. Başka çocuklar için bir cezadan çok mükafat olabilecek bu durum, neşeli sesiyle okulda, sokakta başından geçenleri anlatmaya bayılan Vincent için annesinin de çok iyi bildiği gibi büyük bir cezaydı. Robert'ın gözünde Vincent'ın odasında yalnız ve küskün yemek yiyişi canlandı. Alison, bir süre sonra annesiyle 6 yaşına yeni basan bir kızdan beklenmeyecek sıkı bir pazarlığa girişti. Sarah pek iştahsız bulduğu kızının yemek yemesi için her seferinde bir takım oyunlar bulurdu: O akşam “Eğer yemeğinin hepsini bitirirsen, dile benden ne dilersen” diyerek söze başladı. -Dile benden ne dilersen ne demek? diye sordu Alison. -Benden istediğin her şeyi, her türlü oyuncağı isteyebilirsin demek. Alison bir an düşündü sonra; -O zaman senin kırmızı rujlarından birini istiyorum dedi. Sarah gülerek, -İyi ama benim rujlarımın hepsi kırmızı dedi. -O zaman en kırmızı olanını! -Alison, senin yaşında kızlar ruj sürmezler. -Ama sen dile benden ne dilersen dedin. Hani senden istediğim her şeyi isteyebilirdim? Robert bu hazır cevaplığa gülmeden edemedi. Sarah yenilgiyi kabul etmek zorundaydı: -Peki bu konuyu düşüneceğim, ama önce senin yemeğini bitirmen gerek. Alison kendinden küçük kızların konuşmalarını taklit ederek -Hepsini ham yapacağım anne dedi. Mikroskobik ortamda iki kardeşi çağrıştırırcasına yan yana duran X ve Y kromozomları. “Sorun kadın ile erkeğin bir birinden çok farklı doğalarından kaynaklanıyor” diye düşündü Robert. 6 yaşındaki bu kızın davranışlarını ağırlıklı olarak genetik değilse ne bu kadar belirgin şekillendirebilirdi? Vincent'ı tanıdığında 7 yaşındaydı. Yaklaşık aynı yaşlarda olan ve genlerinin en azından yarısı bir birinin aynı olan bu iki çocuğun gösterdikleri davranış farkları gerçekten çarpıcı boyuttaydı. Daha da ilginç olan Alison’ın Robert'ın kızlarının aynı yaşlardaki tavırlarına benzer tavırları olmasıydı. Vincent 7 yaşlarında iken yıldızların neden gündüz görünmediği, radyoda konuşan adamın sesinin nereden geldiği ile ilgili sorular soruyordu. Daha gürültülü patırtılıydı, ama Robert'ın ilgisini çeken bir şekilde tarih, felsefe, mantık ile ilgili konuları konuşmaya daha meraklıydı. Descartes'ın "Düşünüyorum, öyleyse varım" sonucuna varışını büyük bir dikkatle, üstelik sorduğu sorulara bakılırsa anlayarak dinlemişti Robert'ın ağzından. Alison'ın felsefe, mantık, aletler, gökteki yıldızlar, kısacası soyut her türlü düşünce ilgisini çekmiyordu pek, tarih ise içinde bulunan drama miktarıyla orantılı olarak ilgisini çekiyordu. Brütüs'ün Ceasar'ı öldürüşünü büyük bir heyecanla seyretmişti televizyonda, hatta tekrar tekrar aynı hikayeyi duymak istemişti Robert'tan. Ama daha çok pop şarkıcıları, mankenler ilgisini çekiyordu. Vincent'tan çok farklı olarak daha o yaşında evlerine bütün gelen gideni tanıyor, her biriyle sohbet ediyor, annesine John amcalarının yanındaki kız arkadaşının niye hep değiştiğini, amcasının o kızlarla ne yaptığını soruyordu. (Alison'un bu soruları Robert'a ilk başta sevimli gelmişti. Fakat Sarah'ın aynı akşam çocuklara kötü örnek olduğu gerekçesiyle kardeşi John'un evi ziyaret etmesini engellemek istemesi fikrini değiştirmesine sebep olmuştu.) O küçücük X ve Y kromozomları değilse, neydi bu farkların sebebi? “Genetik hayata yaklaşışımızda daha en küçük yaştan öylesine büyük farklılıklar yaratıyor ki, belki iki cinsin bir birini tam olarak anlayabilmesi hiçbir zaman mümkün olmayacak” diye düşündü Robert. “İşte bu yüzden mutlu bir karı koca ilişkisi isteği hiçbir zaman gerçekleşemeyecek bir düş.” Bu çok umutsuz bir düşünce olarak göründü gözüne. Daha sonra düşündükleri Robert'in karamsar hayata bakışına uygundu: “Ama bu düşünceyi daha da genişleterek iki insanın -erkek veya kadın fark etmez- bir birini asla anlayamayacağı sonucunu çıkarmak da söz konusu olmuyor mu? Farklılıklar her zaman mevcut olacak, o farklılıklara rağmen birlikte yaşamayı becerebilmek başarı. Erkekle kadın, doğa yasaları sonucu birlikte yaşamaya mecbur oldukları için bir çıkar mücadelesine giriyorlar eninde sonunda. Birlikte yaşayan homoseksüel çiftlerin ilişkilerinin fırtınalılık açısından heteroseksüellerin ilişkilerinden altta kalan tarafının olmadığına bahse girerim.” Robert çoğu zaman yaptığı gibi vardığı sonuçlara farklı bir bakış açısıyla bakmayı denedi: Belki yaptığı bütün genellemelerinin başlangıç noktasında bir hata vardı, belki hiçbir birey -bu ister bir yetişkin, ister bir çocuk olsun- genellemelere indirgenemeyecek kadar karışık sosyal, kültürel, genetik ve çevresel faktörlerin etkileşimi sonucunda kuruyordu kişilik denen özellikler bütünü. Belki de, Alison'un rujlarla, güzel görünmekle, kadın erkek ilişkileriyle aşırı ilgili olmasının arkasında daha önce aklına gelmeyen kız çocuğu olmasından başka bir sebep vardı: Annesi. Sarah hayatı boyunca dişiliğiyle ön plana çıkan, erkekleri cezbeden bir kadın olamamanın eksikliğini çekmişti. Hep biraz kaba-saba erkeksi yönleri vardı. Tanıştıkları ilk zamanlarda Robert'a gençliğinde sıska olmasından ne kadar çok utandığını, dolgun hatlı seksi kızları nasıl kıskandığını anlatmıştı. Sarah'ın içinde ki bu gizli kadınsı görünme isteği, kendini belki Alison'un davranışlarıyla ortaya çıkarıyordu. Sarah ilk bakışta Alison'un rujlarla ilgilenmesinden hoşlanmıyor görünse de, gizli gizli -belki hissettiklerinin farkında bile olmadan- hoşlanıyordu kızının bu isteğinden. Onun kendisi gibi ‘erkek gibi’ bir kız olmamasını, onun özendiği ‘hanım hanımcık’ kızlardan olduğunu görmek istiyor içinden. “Çocuklarımız bizim gerçekleşmemiş hayallerimizin bir yansımasıdır ve ister bir anne, ister bir baba en azından örtülü mesajlarla çocuğun kişiliğini belli bir yöne sevk ediyor olabilir” diye geçirdi aklından Robert. Bunları düşünürken tabağında ki son parça eti de midesine indirmekle meşguldü. Lokmasını uzun uzun çiğnemeye gerek duymadan birasına sarıldı. Telaşlı olduğu belli oluyor muydu acaba? 8 50 P.M. İç. Salon -Bob senin annemden başka bir sevgilin var mı? Alison bu beklenmedik sorusuyla bir süredir düşüncelere dalmış olan Robert'ı tam anlamıyla gafil avlamıştı. İçmekte olduğu birayı boğazına kaçıran Robert öksürmeye başladı. Sarah yardımına yetişti: -Hayır, Alison. Bob'un hiçbir sevgilisi yok. Evli erkeklerin sevgilisi olmaz. Hiçbir kelimesinin vurgulanışı özelikle “Robert'ı seven hiç kimse yok” manasını vermek ve rahatsız etmek amacıyla yapılmış gibiydi. Toparlanan Robert kahkahayı patlattı: -Ally, nereden geldi bu soru aklına? Alison'un neden böyle bir soru sorduğunu gerçekten merak etmişti. Acaba Victoria ile olan ilişkisini hissettiren bir davranışta mı bulunmuştu? Veya en kötüsü Sarah'ın bir şekilde bundan haberi mi olmuştu? -John amcamın bir sürü sevgilisi var. Merak ettim acaba seninde var mı diye. Robert sesindeki rahatlamayı belli etmemeye çalışarak: -Ha, şu mesele. Amcan kendisini bir ömür boyu sevecek, ona her yönüyle uygun bir kadını arıyor, Ally Bütün bir ömür boyunca aynı insanı seveceğine, onu sadece ilk tanıdığın dönemdeki haliyle değil, her haliyle seveceğine söz verebilmek çok zor bir şey. Her haliyle kelimesinin söylenişinde Sarah’a bir taş olduğu besbelliydi. Ama Robert'ın fazla iğnelemeye niyeti yoktu bu akşam, uslu çocuğu oynamaya kararlıydı: -Ben tercihimi annenden yana yaptım. Amcana göre çok şanslı olduğumu düşünüyorum, çünkü bütün ömrümce seveceğim ve yanında olmak isteyeceğim bir kadını bulabildim. Söylediklerinin gerçekle uzaktan yakından ilgisi yoktu. İlerlemiş yaşına rağmen her ay yeni bir piliçle çıkmaya başlayan, her yıl yeni bir spor araba alan kardeşinin hiç olmazsa bir süre için yerinde olmak için neler vermezdi. Çocukların ne ölçüde yalan söylediğimizi yakalayabildiklerini düşünüyordu ağzından bu sözler çıkarken. Robert duvar saatinin 9'a geldiğini fark etti ve Linda'yla buluşmasına zamanında yetişebilmesi için acele etmesi gerektiğini hatırladı. Üstelik Vincent'a derslerinde yardım edeceğine söz vermişti. Keyifli bir saat onu bekliyordu. -Peki küçük prenses, bu gün için beni bu kadar sıkıştırmak yeterli sanırım. Yemeğini bitirmiş olduğuna göre sana odana kadar eşlik edebilir miyim? Hem belki...Eğer çok ısrar edersen bir masal okumam da mümkün. -Bu sefer kafadan uydurma masal anlatmayacaksan olur. Anlaşılan uydurduğu masallar Alison'un pek hoşuna gitmemişti. Küçükken Vincent bayılırdı Robert'ın uydurduğu masallara. İşin doğrusu Robert'da büyük keyif alırdı masal uydurmaktan. Klasik masal kalıbı içinde gerçek olayları anlatırdı, kimi dersler çıkarırdı bu olaylardan ve (en azından Robert'ın mizah anlayışına göre) oldukça komik olurlardı. -Peki, peki. Bende sana 397. defa kırmızı başlıklı kızı anlatırım. -Onu biliyorum. -O zaman 465. defa pamuk prenses ve yedi cüceler, haydi fırla! Alison'un odasının yolunu tuttular. Yukarıda Robert önce Vincent'ın odasına uğrayıp her şeyin yolunda olup olmadığını kontrol etti, yarım saat içinde yanına geleceğini haber verdi. 9 15 P.M. İç. Alison’un Odası Robert masal seçiminin zor olacağını tahmin ederek yanına Grimm Masalları kitabını aldı. Tahmininde yanılmadı, Alison anlatmaya başladığı bütün masalları ya önceden dinlediğini ya da sevmediğini söyleyerek reddetti. Alison'un bu oyunu 'Kurbağa Prens' masalına kadar devam etti. Robert o masalı yakın bir zamanda anlattığını çok iyi hatırlıyordu. Alison masalı nedense tekrar istemiş, yine pür dikkat ve keyifle sonuna kadar dinlemişti. Hatta masalın sonunda "Masalların sonunu hiç sevmiyorum, hep mutlu sonla bitiyor" şeklinde bir yorumda bulunmuştu. Robert Alison'a iyi uykular dileyip odasından ayrılırken küçük kızın bu masalı neden böylesine tutkuyla sevdiğine bir anlam vermeye çalışıyordu. Yakışıklı bir prensin bir kurbağa olarak çalılarda hoplayıp zıplaması mıydı hoşuna giden? Yoksa prensesin onu çirkin ve hor görmesi mi? Prensesin söz verdiği halde kurbağayı öpmekten kaçınması mıydı hoşuna giden? Yoksa kurbağa prensin inatçı bir şekilde kapıdan kovulsa bacadan çıkıp gelmesi ve sonunda baştan beri gönülsüz olan prensesi ikna etmesi mi? Şurası kesin: Çocuklar büyüklerin masaldan çıkardığı mesajlarla, mesela sevgiyle herkesin, çirkin bir kurbağanın bile bir prense dönüşebileceği mesajı ile pek ilgili görünmüyorlar... Robert aklından şu düşüncelerin geçtiğini fark etti: "Kaç, kovalasın, oyala, naz yap, sonunda gönülsüzde olsa kabul et. Masallarla bu türden gizli mesajları çocukların beynine biz mi çakıyoruz? Yoksa çocuklar bu yönlenmeyle doğdukları için mi seviyorlar bu masalları?" “Eh, sevgili Vince, yarım saatimiz var ödevlerini bitirmemiz için.” Robert Linda'yı düşündü ve geç kalmamak için telaşlandığını fark etti. 9 35 P.M. İç. Vincent’ın Odası Robert odasına girer girmez Vincent'ın bir sorusuyla karşılaştı: -Bob, sen inanıyorsun değil mi anlattıklarımın doğru olduğuna? Robert, zor bir durumda olduğunun farkındaydı. Tüm kalbiyle inanıyordu Vincent'a, fakat Sarah ile taban tabana zıt düşmesi doğru olur muydu, bundan o kadar emin değildi. Vincent'ın haksızlığa uğradığında bile kendini bir kurban olarak görüp dünyaya küsmemesi daha önemliydi onun için: -Vince, sana tüm kalbimle inanıyorum. Yalnız bazen doğrunun ne olduğunu sadece kendimizin bilmesi yeterlidir diye düşünüyorum. Bazen başkalarına kendimizi anlatmak imkansız bir durum halini alır, özellikle karşımızda bizi dinlemeye hazır kimseler olmadığında. En yakınımızdakiler bile bize inanmasa önemli değil, hayat sonsuza dek doğruyu söylediğini başkalarına anlatmakla geçirilecek kadar uzun değil. Robert bir an durdu ve söylemek istediği cümleyi kafasında bir düzene soktu. Ona göre 46 yıllık yaşamında çıkardığı en önemli derslerden biriydi söyleyecekleri, Vincent'ın da önemini anlamasını, hiç olmazsa yıllar sonra bir gün onu hatırladığında bu cümlesini de hatırlamasını istedi. En ciddi ses tonuyla konuşmaya başladı: -Dinle Vince, yıllar geçse bile üzerinden, bu sözümü hatırlamanı istiyorum: Mevcut durumu değiştiremeyeceksek, ona yiğitçe katlanmayı öğrenmekte bir kazançtır. Elimizde olanlarla ne yapabiliriz ona bakmalıyız. Anlaşılmadığımıza, yanlış anlaşıldığımıza veya bize haksızlık yapıldığına üzülmeyi kesip, bir daha böyle bir durum olmaması için ne yapabiliriz, işte bunu düşünmeye vermeliyiz kendimizi. -O aptal Deborah yanımda oturduğu sürece hiç bir şey Bob, hiç bir şey. Robert tam bu noktada Vincent’a her zaman yapılacak bir şeylerin var olduğunu anlatma fırsatını yakaladığını fark etti: -Aksine yapılabilecek bir çok şey var Vince. Mesela ben yarın durumu sınıf öğretmeninle konuşacağım ve senin yerini değiştirmesini isteyeceğim. Yerin değiştirildikten sonra sana önemli bir görev düşüyor. Eğer sen hiç bir sorun çıkarmazken Deborah sorun olmaya devam ederse, herkes anlayacaktır olayın aslını. Yarın Bayan Eberstein'la da konuşacağım, umarım bana karşı önyargılı olmayacaktır. Annenle de sana verdiği cezaları kaldırması için biraz daha sakin olduğu bir fırsatta tekrar konuşmayı deneyeceğim. Nasıl bu çözümler şimdilik yeterli görünüyor mu sana? Vincent onayladığını belli eder bir şekilde kafasını salladı. -Haydi, şimdi ödevlerine geçelim. Matematiği bitirebildin mi? -Çoktan. Bayan Eberstein'ın verdiği bu okuma parçası ve sorular çok vaktimi alıyor. -Gel beraber okuyup anlamaya çalışalım Verilen ödev 'Kadın Hakları' başlıklı bir yazının okunması ve yazıyla ilgili çeşitli soruların cevaplanmasından oluşuyordu. Amerika'da kadın hakları hareketinin geçmişini ve günümüzdeki durumunu beraber okudular. Yazıdan kadın hakları hareketinin kadınlara yapılan baskılara son vermek, kadınların toplumda erkeklerle eşit hak ve özgürlüklere sahip olabilmelerini sağlamak amacıyla 19 yy.da önce entelektüel çevrelerde başladığını, zamanla topluma yayıldığını öğrendiler. 1. Dünya Savaşı bir dönüm noktası olmuştu. Avrupa'da erkeklerin cephede olmasından doğan zaruret sonucunda kadınlar çalışma hayatında daha çok yer bulabilmişlerdi. A.B.D.’ de kadınlara seçme-seçilme hakkının verilmesinin son yüzyıl içinde gerçekleştiğini, bu hakkın hangi eyaletlerde daha önce ve hangi eyaletlerde en son olarak verildiğini öğrendiler. Yazıyı bitirdikten sonra sorulara geçtiler. İlk soru A.B.D’ de kadınların mal mülk sahibi olma hakkını ne zaman elde ettikleriydi. İkinci soruda kadınların seçme ve seçilme hakkını ilk elde ettikleri eyalet ve tarihiydi. Yazıdan bu tarihleri beraberce çıkardılar. Üçüncü soru bu tarihleri okuyucunun geç bulup bulmadığıyla ilgili bir yorum sorusuydu. Yazıda bu hakların çok geç elde edilebildiği yazıyordu, cevap olarak bunu yazdılar. ‘Anakronizm’ diye aklından geçirdi Robert, bu çok sevdiği kelimeyi hatırlayarak. “Neye göre geç? Tarihi yargılamak bu kadar kolay mı? Eğer kadın hakları için 19 yy. başı geç bir tarihse, zencilerin bu ülkede bir çok haklarını 1960'larda kazandığını nasıl açıklayacağız çocuklara? 1970'lerde zencileri üniversitelere sokmamak için kendi vücudunu siper ederek direnen Alabama Eyalet Valisinin yaptıklarını nasıl değerlendirmemiz lazım?” Bu düşüncelerini doğal olarak kendine sakladı. Vincent’ın ders kitaplarında yazanları öğrenmesi yeterliydi. Hatta 5. sınıfa giden bir çocuk için bu parçanın dili ve içeriği oldukça ağır sayılırdı. Robert eğitim müfredatının nasıl olacağını eğitimcilere bırakmaya karar verdi ve Vincent'a sonraki soruya geçmesini söyledi. Dördüncü soruda kadın haklarının bütün dünyada eşit derecede tanınıp tanınmadığı soruluyordu. -Bu soru kolay diye atladı Vincent, elbette hayır cevabı, geri ülkelerde kadınlar çok kötü koşullarda yaşamaya devam ediyorlar. Yazıda bazı Afrika ve Asya ülkelerinde ki kadınların üzücü durumları örnekleriyle sergilenmişti. Son soruda ise kadınların kazanabilecekleri bütün hakları elde edip etmedikleri soruluyordu. Sorunun cevabını birlikte okuma parçasının son paragrafından çıkardılar. Robert cevap cümlelerinin kurulmasını en baştan beri olduğu gibi Vincent'a bıraktı, o da kitaptaki cümleyi neredeyse aynen geçirdi: -Hayır, günümüzde kadınların iş ve eğitim hayatında savaş vermeleri gereken ve yakın gelecekte elde edecekleri bir çok başka hak mevcuttur. Robert Vincent'ı ödevini güzel bir şekilde bitirdiği için tebrik etti: -Bak, o kadar fazla benim yardımıma da ihtiyacın olmadı, kendin cevapladın soruların çoğunu. Robert o gün ilk defa Vincent'ın yüzünü gülerken gördü. 10 05 PM. İç. Merdivenler. Robert'ın aklında Vincent'ın odasından çıktığında hala okuma parçası vardı. Bir şey rahatsız ediyordu onu, ama ne? Kadın haklarının önemli olduğunun bilincindeydi. Kadınlar, azınlıklar, homoseksüeller bir yana, hapisteki insanların bile haklarını savunmaktan yanaydı; bireysel özgürlüğün artmasını, haksızlıkların en aza indirilebilmesini istiyordu, kısacası insan haklarından yanaydı. Ama özellikle kadın hakları savunucularının bir şeyleri atladığını düşünüyordu. Merdivenleri inerken aklındaki düşünce daha netleşti. Onu rahatsız eden kadınların bir takım yeni haklar elde ederken, tarihten gelen ve temelinde kadın erkek ayrımcılığı yatan, kadını kollanmaya muhtaç bir varlık gibi gören bir zihniyet tarafından yaratılmış ayrıcalıkları bırakmaya yanaşmayışlarıydı. Bu ayrıcalıklar ve haklar hepimizin toplumsal davranışlarımızın içine öylesine sinsice yayılmışlardı ki, onları sorgulamak çoğu zaman aklımızdan bile geçmiyordu. Şöyle düşündü Robert: “Kadınlar bir yüzyılı aşkın bir süredir eğitim ve çalışma hakkına sahiplerse, neden günümüzde hala bir erkeğin kendi isteğiyle boşanma davası açan bir kadına nafaka ödemesi gerekiyor? Judith’den evliliklerinin ilk döneminde en azından bir süre daha, hiç değilse okulunu bitirene kadar çalışmaya devam etmesini rica etmişti, fakat Judith çalışmak istememişti. Bir erkek eğer okumak ve çalışmak istemezse bunun doğuracağı sonuçlara –fakirlik, bir aile sahibi olamamak vs- katlanmak zorundaydı. Kadınlar hem toplumda daha güçlü bir konumda olmak istiyorlar, hem de kanun önünde güçsüz ve bakılmaya muhtaç konumlarını sürdürmeye devam etmek istiyorlar.” Robert’ın aklına kardeşiyle evindeki bir kutlamaya katıldıkları 65 yaşında oldukça varlıklı sayılacak bir bankacıyı ziyaret ettikleri gün geldi. Adam dev bir bahçesi, olimpik bir havuzu olan muhteşem bir evde yaşıyordu ve ilk bakışta imrenilecek bir yaşama sahipti. Fakat saatler ilerledikçe adamın karısının gün boyunca süren ve dayanılmaz bir hal alan kaprislerine katlanmak zorunda olduğunu fark ettiler. İçilen oldukça bir biradan sonra yalnız kaldıkları bir an Robert dayanamamış ve elinden gelen en nazik tavırla adama karısına nasıl tahammül ettiğini sorma cüretini göstermişti. Zavallı adam acıyla gülümsemiş, sonra üzerindeki gömlek ve pantolonu işaret ederek, “Dostum, boşanmayı düşündüğüm anda bütün servetimin bu üstümde gördüğün bir pantolon ve gömleğe ineceğini de kabul etmem gerekir. Bu yaştan sonra buna asla cesaret edemem” demişti. “Eşitlikten söz edelim ama, bir erkek için mevcut kanunlarla maddi, manevi gerçek bir yıkım olacak boşanma silahını kadınlar ellerinde tuttukları sürece, erkekler nasıl evlilikte eşit karar verme hakkına sahip olabilirler?” 10 08 P.M. İç. Salon Salona çoktan varmış, aklında düşüncelerle her zaman oturduğu koltuğa geçmek yerine ayakta durmaya devam ettiğini fark etti. Sarah sofrayı kaldırmadan televizyonun başına geçmiş, yüzünde en ufak bir ifade olmadan bir avukat dizisini seyrediyordu. Robert tabakları mutfağa taşımaya başladı, kafasında fikirler uçuşmaya devam ediyordu: “Dışarı yemek yemeye çıkılacak, kadının istediği lokantaya gidilecek, inerken arabanın kapısını erkek açacak ve hesabı erkek ödeyecek! Eski günlerdeki gibi kadının beraber gelmiş olması bir lütuf olarak kabul edilecek, cinsellik paylaşıldığında kadın bir lütufta bulunmuş olacak, doğal bir ihtiyaç olan cinsellik silahını kadın isteklerini yaptırmak için her an kullanacak, isterse ‘verecek’, istemezse ‘vermeyecek’. Elbette bir insanın canı arada sırada cinsellik istemiyor olabilir, ama Sarah benimle aylardır birlikte olmak istemiyor. Erkek sesini çıkaramaz, aldatırsa suçlu. Erkek kadına hep borçlu, karşılığında kadına bakmalı, korumalı... Tatile yola çıkıldığında hangi yoldan gidileceğine kararı kadın verecek, aksi halde yüzü asılır, ama o bozuk yolda lastik patladığında lastiğin değiştirilmesiyle elbette erkek ilgilenecek.” “Kadınları istemedikleri bir çocuğu doğurmaya zorlamak saçmalık olur, fakat neden bir erkeğin kendi genlerini taşıyan bir çocuğun doğumu hakkında hiç bir söz söyleme hakkı yok? Toplumun düşüncesine göre erkeğin bir kadını hamile bırakmadan önce düşünmesi gerekiyor. Kadın hakları yasa ile güvence altına alınırken, erkekler kendilerini korumak zorundalar! Kadınlar işlerine geldiğinde güçlü ve eşit, işlerine geldiğinde güçsüz ve yardıma muhtaç. Bir yandan daha fazla cinsel özgürlük isterlerken, diğer taraftan onların ahlakı, kutsal sayılan cinselliği devlet tarafından koruma altında, erkeklerse kendi başlarının çaresine bakmak zorunda. Kanun karşısında kim erkeklerle kadınların eşit olduğunu iddia edebilir? Bir polisin arabasını durdurduğu bir kadına ceza verme ihtimalinin bir erkeğinkiyle eşit olduğunu kim söyleyebilir?” Siyah beyaz görüntüler: Hakim karşısında boynunu büken, üzüntülü bir tavırla ağlayan Bayan Auster’in (Paul Auster’in Büyükannesi, namı diğer büyükbabasının cezasız kalan katili) anlık görüntüsü geçiyor önümüzden ve arkasından bir yazı beliriyor ekranda kocaman harflerle: Hakimlerin en temel güdüleri erkeksi (kadını güçsüz görerek kollamaya yönelir tarzda) olduğu sürece, feministlerin iddialarının tam tersine, erkekler için adil bir dünya olmayacak bu dünya! Televizyondan jüri önünde göz yaşları içinde erkek arkadaşının kendisini nasıl taciz ettiğini anlatan bir kadının sesi geliyor ve Robert’ın düşünceleri yeni bir boyuta sürükleniyor: “Kökleri geçmişten gelen bir düşünce ve kadınların erkekler kadar yalan söylemediği inanışı hala sürmekte. Jüriler kadınlara inanmaya daha meyilliler hep. Aynı suç işlendiğinde kadınlar daha az cezaya çarptırılır nedense. İstatistiksel olarak bir kadın katilin ölüm cezasına çarptırılma olasılığı bir erkek katilin ölüm cezasına çarptırılma olasılığının sadece yüzde dördü, ama kimin umurunda? Önyargıları savunmak için bahaneler hazır, kadın cinayetleri daha az vahşi, daha anlaşılır oluyor kimilerine göre. Az vahşi, anlaşılır cinayetler! Söz konusu cinayet bile olsa kadınlar yaptığında en insani olanı yapar!” Aklındaki sorular uzadıkça uzamaya devam ediyordu: “ Neden erkek çocuklar doğaları gereği aktif ve yaramazlarken eğitim sistemimiz dişi özellikleri daha üstün görür? Erkeklere hep doğalarının kötü ve yanlış olduğu mesajı verilir, onlardan kız gibi uslu olmaları beklenir ve aynı anda erkek gibi olmalarını ve her türlü acıya, zorluğa katlanmaları, kısacası duygularını bastırmaları istenir. Erkek doğasıyla toplumun beklentileri arasında sıkışıp kalır en küçük yaşından itibaren. Toplum ve muhtemelen erkeğin doğası kadın erkek ilişkilerinde erkeği girişken, aktif taraf olmaya yönlendirirken bu girişkenliğin sınırının ne olması gerektiğinin nasıl tek belirleyicisi kadın olabilir? Neden taciz davalarının neredeyse tamamında erkekler suçlu bulunur? Kadınlar taciz etmedikleri için mi, yoksa bir kadının tacizini jüri önünde kanıtlamanın neredeyse imkansız olduğunu bütün erkekler bildiği için mi? Neden taciz davalarında suçlanan isim derhal gazetelere çıkarken, dava sonuçlandığında yalan söylediği ortaya çıksa bile suçlayanın kimliğini öğrenemeyiz? Bu kadınların bazılarının yalan söyledikleri ortaya çıktığında bile neden erkekler görmüş oldukları zararı sineye çekmek zorunda kalıyorlar? Hem neden - kadın hakları savunucuları istedikleri kadar bu iddiayı ret etmeye çalışsalar ve bu konuda yapılan ve yapılacak bilimsel araştırmaları engellemeye çalışsalar da - bu tür davaları açanların neredeyse tamamı benzer karakter özelliklerini taşıyan kadınlardan oluşuyor? Erkekler hep aynı karakter özelliğindeki kadınları mı seçiyorlar taciz etmek için? Neden birçok kadın çocuk sahibi olmayı tercih ettiği ve mesleğinde ilerlemeye bir erkek kadar vakit ayırmadığı halde gazetelerde hep işyerlerinde üst düzey yöneticilerin ağırlıklı olarak erkek olmasını eleştiren yazılar sürekli yayınlanıyor? Neden bir boşanma durumunda çocuklar hemen her zaman annelerine veriliyor? Neden bir üniversite dekanı, bir şirket yöneticisi, yetenekleri ve kapasiteleri ne kadar farklı olursa olsun yaklaşık aynı oranlarda kadın ve erkek öğrenci/çalışan seçmek zorunda?Neden annelik izni bu kadar uzun ve babalık izni yok denecek kadar az? Nerede eşitlik? Nerede erkek hakları ?”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Var Samsa, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |