Öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile mesela zeytin dikeceksin. -Nâzım Hikmet |
|
||||||||||
|
Cem Yılmaz’ın kült filmi G.O.R.A.’dan sık tekrarlanan bir replik: Kaptan Logar aşağılamak istediklerine “Sen kahin misin?” diye sorar. Bakmayın siz Nostradamus’un şan ve şöhretine, kahin olmak, gelecekle ilgili öngörülerde bulunmak hoş karşılanmaz yeryüzünün hiçbir köşesinde... Gelecekte olacakları bilmek mümkün değil. Ama iki çay kaşığı matematik, bir tutam zeka, yarım bardak analiz gücü bir tencerede kısık ateşte kabarana kadar ısıtırsak, gelecekte olacaklarla ilgili doğru veya yanlış bir takım çıkarımlarda bulunabiliriz. Ve bu bizi kahin yapmaz, sadece sevilmeyen adam yapar... Pamukova felaketinin gerçekleşmesinden sadece bir hafta önce bir profesörümüz, bir cesaret örneği vererek çıktı televizyonlara ve bir kehanette bulundu: Hızlı trenlerde kaza olması an meselesi. Kulağına melekler mi fısıldamıştı bu bilgiyi? Özel ve dar bir durumu analiz edip, söyledikleriniz gerçekleşmese bile “ben görevimi yaptım” diyebiliyorsanız, çekinmeyin kehanette bulunun. Ama sosyal konularda, toplumun beyninin yıkanmış olduğu konularda kehanette bulunmayın, mutlaka birilerini kızdırırsınız. Doğruyu söyleseniz bile. “Beyni yıkanmış” gibi kaba bir terminoloji kullandığım için kusuruma bakmayın. Ama toplumun neredeyse tüm bireylerinin birbirine benzer düşünüyor olmasını tesadüfle açıklamak mümkün değil bence. Tamam kalabalıklar bulgurla beslendi varsayalım, ama nerde bu iyi kötü bir zekaya sahip olmasını beklediğimiz yüzde kırk? İnsanların beynini kim yıkıyor tartışması konu dışı; basın, çevre vb, ne olursa olsun, herkes bir örnek düşünüyorsa , sistematik veya asistematik bir beyin yıkamasının mevcudiyetini kabul etmek zorundayız. Deneme yapın isterseniz bir gün, bir konu bulun, politik, dinle ilgili, sosyal vs (mesela barlara damsız erkek almama uygulamasının faydaları gibi) ve gelecek cevapları önceden belirleyin. Sonra danışın insanlara ve bırakın konuşsunlar. Önceden bir kenara yazmadığınız bir fikir çıkarsa şaşarım. Dağılalım biraz: Ülkemiz, yakın geçmiş, orta yakın geçmiş vs. Bu çitilenmiş beyin beyazı önyargıların, daha yumuşak ifade ile moda fikirlerin tersine bir şeyler söyleyecek olursanız –benim 8 paragraf sonra yapacağım gibi- tepki görürsünüz en iyimser olasılıkla...Bir ileri aşamada erken öten horozu keserler deyimi ile yaşayarak tanışırsınız. Bir basit örnek: Kıbrıs konusunda, idam cezası, işkence, insan hakları konusunda, Kürtçe eğitim/radyo/televizyon konusunda Türkiye’nin şu anda Avrupa Birliği’nin ite kaka ulaştırdığı doğruları bundan 15-20 yıl önce arkadaş çevresinde söylemek bile tehlikeydi. Şimdi uyguluyoruz. Bu arada ülkemizi doğru yola çekti diye de Avrupa Birliğine demediğimizi bırakmıyoruz, pes. Bir kaç sonraki yazımda Atlantiğin öteki yakasında yer alan, batının insan hakları özürlü dayı oğlunun sorunun coğrafi olarak Avrupa Birliğinde yer alamaması ve bu suretle kulağı çekilememesi olduğuna dalacağım. Bu hızla tez vakitte, tüm politik anla(ş)mazlıklara da çözüm getirmiş olmanın huzuru içinde uyuyacağım... Diyerek kendilerini mantıklı milliyetçi olarak tanıtan sitemizin İzmirli faşolarını da sataşmaktan geri kalmayalım. Sahi, sosyal demokrat alt yapı her bireyin diğeri ile aynı çapta olması beklentisi yarattığı için mi faşo yapar insanları? Yoksa kontrolsüz Kürt göçü mü yeterince kozmopolit olamamış İzmir’i fazla ağır yaraladı, bilemiyorum. Ama sebebi ne olursa olsun, kültürlü bir şehirde doğmak, hatta zeki olmak bile doğru düşünme tekelini vermez insanoğullarına. Sonuçta Uzan’ların en çok oyu aldığı şehirde İzmir’di, unutmayalım. Aklıma gelmişken Uzan’lara Türkiye’de 3 milyona yakın oy çıktı değil mi? Bakalım kaçmış: 2.285.598. Vay be, şu kalabalığa bakın. Gözünüzde yüz kişi canlandırın, sonra 1000, sonra 10000. Yav, 2.285.598 , çok bu ya. İzmir’de sadece 328.338 birey. Bunlar düşündü taşındı. Töbe, demokrasi güzel bir sistem. Bakın bunlar bilinçli seçmen ha, kandırıldık, iki tas yemeğe oy verdik numarası sökmez bana, işte demokrasi, işte halkın seçimleri de… Nerede o oyların sahipleri? Geçen yıllar içinde onların bilinçli ve demokratik oylarını verdikleri müteşebbisi şahsiyelerin çoktandır kanunsuzca sahip olduklarına, devleti âli bir kerelik diyerek kanunsuzca sahip olmuş, yanlış kare yanlış doğru etmiyor, neden kimsenin sesi çıkmadı? Çünkü yeni beyin çitileme makineleri aktifleşmişti bu arada ve bilinçli halkımız Uzanların olduklarından daha kötü (öyle bir şey nasıl mümkünse) olduğuna kanaat getirdi. Unuttular, günlük deyişle. (Bu arada, neden kötünün bile yasal haklarının savunulması gerektiğine inanan bir ben varım bu Bizans topraklarında?) Devam edelim “damdan dama atlar yar” sohbetimize, hep feminist çok bilmişlerimiz mi dağılacak yazılarında. Anlaşılmaz olmak bilgili olmak gibi bir çıkarım yaygınsa bu topraklarda, o halde: Yort Savul, dağılıyorum bugün bende... Halk doğruyu bilmez, hatırlayın, 15 yaşında çocukları asmayayıp da besleyelim mi diye soran bir sayın zata halkımız yüzde 92 destek verdi. Sayın zat o kadar zekiydi ki, dönemin tek kanal televizyonundan yayınlanan konuşmalarında Kürt yoktur, onlar dağ Türklerinin karda yürürken çıkan ayak sesleridir demişti. Batı da yer aldığımız için, Türk olduğumuz için pek fazla duyamıyorduk o zamanlar oralarda olanları, bölgesel köylülerimize beslenme alışkanlıklarını ucuz yeniden kullanım materyalleri (feçes sapiens) ile karşılamaları konusunda nazik uyarılardan bihaberdik. O zamanlar ancak arkadaş çevresinde Kürtçe televizyon olsa, eğitim olsa bu ülke batmaz, aksine kalkınır diyebiliyorduk. Kıbrıs’ta çözümü Denktaş engelliyor, işkence her koşulda kötüdür, idam cezası ile öfke sadece toplumun daha derinlerine kök salar... Bu türden lafları 20 sene önce sıradan bir Türk vatandaşının ağzından duyamazdınız. Denktaş eleştirilmez, işkence kimi zaman gerekliydi vatandaşın gözünde. Şimdi halkın en azından bir kısmı diğer alternatiflerin çözüm olmadığı bilincine ulaştı. Ama şu anda toplumun doğru kabul ettiği fikirleri ifade ettikleri için bir çok yazar ve entelektüel cezaevlerinde yıllarını geçirdi. Evet, erken öten horozu keseriz, çünkü basmakalıp ve daha önce bir milyon kere söylenmemiş cümlelerle düşünemeyiz. Yeni fikirlerden ilk anda nefret ederiz, çünkü düşünmemiz gerekir ve alışmamışızdır o doğamıza aykırı eyleme. Karşımızdakinin bizden farklı düşünmesi, düşüncelerimize saldırdığı manasına gelir küçük beyinlerimizde ve bizde saldırganlaşmaya başlarız refleks olarak... Boş çıkan ve zararlı kehanetler... (Kehanet a la matérialist didactique) Yazının ilk konusu olan kahinlik mesleğinin zorluklarına dönelim /(Kahini Jung’un arketiplerinden biri olarak kullanıyorum laf aramızda): Verilerden çıkaracağınız sonuç karmaşık bir alanda, birçok etmenin bileşkesine aitse, başarılı bir kehanet şansınız düşecektir elbette. Borsaların ünlü kara çarşambasının sabahında nasıl da o gün için olumlu beklentilerini ifade etmişlerdi o kelli felli ekonomistler? Birde ne kadar iyi niyetle yapılsalar da, kehanetler zarar verebilirler geleceğe. Karl Marks, büyük bir düşünürdü, mükemmel bir zekaya sahipti ve geçmişe yönelik toplum yapısı/ ekonomik yapı analizleri insanlık düşünce tarihinin dönüm noktalarındandır. Bunu karşılık geleceğe yönelik yaptığı çıkarımlarla, insanlığın önüne koyduğu hedeflerle insanlığa ondan büyük bir zarar vermiş bir düşünür varolmamıştır tarihte. Düşünsenize adam tarihin felsefesini yazmış, ekonomi desen keza ve diyor ki tarih sınıfsız topluma ilerlemek için mutlaka işçi sınıfının diktatörlüğünden geçecek. Böylece ekonomik sistem mümkün olan en verimli yapıya kavuşacak, bireyler en fazla özgürlüğü bu sistemde kavuşacak. Aklınız yatmasa da itiraz edemezsiniz, koskoca dahi Marks ve melekleri var yanında... :=) Sosyalist/komünist ülkelerde yaşamış yüz milyonlara verdiği zararı geçin. Marks’ın yanlış kehanetlerinin bedelini kanımca tüm dünya hali hazırda ödemeye devam ediyor: Kalabalıkların gözünde bağnazlığı alternatifsiz tek dünya görüşü, insanı hiçe sayan ekonomik yapılanmayı alternatifsiz tek sistem haline getirdi Marks’ın doğruluğuna çok inandığı, oysa kendi psikolojisinin –ve kıskançlıklarının-yarattığı ters ütopya. Baklanın çıkışı Nereden çıktı bu gelecekle ilgili fikir yürütmenin zorlukları üzerine uzun girizgah? (Evet buraya kadarı girişiydi bu yazının, dağılın!) Alışık olmadığınız bir şeyler söyleyeceğim, yavaş yavaş ısıtmaya çalışıyorum sizi. Ama uzattık lafı, babasına yaptığı kabahati itiraf edemeyen çocuk gibi ıkınmanın da alemi yok, işte yeni, yepyeni ve alışılmadık fikir (ta-tam): Yeni bir çağın başlangıcındayız... Erkeklerin giderek daha yoğun bir biçimde köleleştirilecekleri, kanun ve sosyal düzende ikinci sınıf vatandaş olarak yerlerini alacakları yeni bir çağa dört nala ilerliyoruz. Ve üzülerek söylemek zorundayım ki –Kadınların Çağı (k.ç) zannedilenin tersine günümüzden daha acımasız olacak.... Fikri söyledik, şimdi arkasını dolduralım. Aslında erkeğin kötü kullanımı sadece insana özgü bir durum değil. Doğada da erkeğini çiftleşmeden sonra –işlevini tamamladıktan sonra- yiyen örümcek türlerinden tutun, sadece bir erkeğin kabilede varolabildiği, diğer erkeklerin o erkeğin yerine geçmek için bir köşede beklediği ayı balığı türleri var. Bunlar türün iyiliği için geçerli davranışlar. Türün iyiliği için topluluğun hakimi erkeklerin arasından çıksa bile, yine o topluluğun içindeki en kötü durumdaki bireyde erkekler arasından çıkmaktadır. İnsanda da durum böyle. İnsanın insan olması ise erkeğin daha fazla toplumsal feragatiyle gerçekleşmiş olmalı. (Bir önceki hikayemde [Yeni bir çağın başlangıcı/ İlk hikaye- Ucuz bir köle] bu ilk hikaye ile ilgiliydi.) Fakat o dönemden günümüze değin erkeklerin ikinci sınıf vatandaş durumuna düşmemelerini sağlayan iki önemli şansları vardı: Fiziksel güçleri ve ekonomik güce ulaşmalarını engellemeyen bir toplumsal yapı. Marks’ın terimleri ile düşünelim: Ekonomik yapı kültürü ve sosyal yapıyı belirler. Avcı/toplayıcı ilkel insanın çağında avlanma (ve dolayısıyla savaş) aletlerinin erkekte toplanmış olması, kabileyi koruyan erkeklerden bir veya bir kaçına yönetim erkini de vermiş olmalı. Feodal yapıda üretim araçları değişmiş olsa bile, temel gelir getiren kaynaklar ve savaş sanatı erkeğin elindeydi. Hatta bu durumu endüstrileşme çağına da uygulayabiliriz. Erkekler sahip oldukları gücün bedelini binlerce yıl savaşlarda, katliamlarda ilk yok edilecek olmalarıyla, sefalet çekmeleriyle ödediler. Basit bir ifade ile, ayı balıklarında olduğu gibi erkeklerin sadece küçük bir grubu hükmeden, tüm zenginliğin sahibi konumuna gelebilirken, çoğu sefalete mahkum oluyordu. Çocuklar ve kadınlar çağlar boyu kısmen boyun eğen, diğer yandan görece korunan ve kollanan olarak varlıklarını sürdürdüler. İşgal edilen bir şehrin kadınları ve çocukları bir işe yaratılırlardı her zaman. Erkeklerse eğer öldürülmezlerse sefalet, açlık ve hor görülmeyi sineye çekmek durumundaydılar. Günümüzde ve her çağda, bir çocuğunuz daha doğmadan onun cinsiyetini belirleme şansınız olsaydı, istatistik verileri ile açlık/sefalet çekmemesi, savaşlarda ölmemesi ve sonuçta daha uzun yaşaması için tek bir değişken ile anlamlı bir fark elde edebilirsiniz. Bu da cinsiyet olacaktır. Bu söylediğime bütün toplumlarda kadınların erkeklerden daha uzun yaşadıkları verisini katmıyorum bile. Günümüz Üretimin ve kudretin temel yapıtaşının iletişim, hizmet ve bilgisayar klavyesi olduğu çağımızda erkek bütün üstünlüklerini kaybetmekte, üstüne üstlük tarihten kökenini alan handikaplarla donatılmış durumda. İletişim kadının doğal bir üstünlüğe sahip olduğu alan, bir kadın konuşurken de düşünebilir. Hizmet sektörü keza. Bir de sadece kadınların hakkı olarak tanınmış mesleklerin mevcut olduğunu düşünürseniz, günümüzün ve geleceğin toplumlarında çalışmak isteyen kadınların neden asla işsiz kalmayacağını tahmin edebilirsiniz. Karlılık ticari başarı için işe alımlarda işini iyi yapanın tercih edilmesini beklersiniz, değil mi? Ama gerçek tam tersi. İşini iyi yapamayan, yine de o işte çalışmaya devam edebilen milyonlarca kadın var. Örnek mi? Patronu arandığında “Mehmet bey şimdi tuvalette” diyebilen sekreter M. hala işine devam ediyor. Üniversite bir tek kendi hazırladığı çalışması bulunmayan Profesör Ş. kaç erkek meslektaşının önüne geçti? Ya, hepsini bırakın, siz bana bir açıklar mısınız bir insan politikanın tamamen dışından gelip bir ülkeye 1.5 yıl içinde nasıl başbakan olur, tarihte başka örneği var mıdır? Tarihten kökenini alan handikapları biraz açalım: Bir erkeğin en büyük düşmanı her zaman diğer erkekler oldu. Ortamda var olan sahip olunabilecekler için yarışma erkekleri hemcinslerinin kurdu haline getirdi. Bu günümüzde de devam ediyor. Diğer taraftan erkek kadına karşı rekabetçi olamamakla şartlanmış durumda, toplumsal ve içgüdüsel olarak. Çalıştığım iş yerinde ve dünyanın pek çok iş yerinde kadınlar erkeklere rahatlıkla bağırır ve eğer patron konumunda olmayan bir erkek bir kadına bağıracak olursa, kendini kapı önünde bulur. Bir toplantıda bir erkeğin söyledikleri değil, bir kadının giydikleri akılda kalır. Örnekler sonsuz. Diğer bir kaç yazımda daha ayrıntılı ele aldım mevcut durumu... Mikrokozmos olarak aldığımız İZ edebiyata dönelim. Şunu bütün erkek İZ edebiyatçılar akıllarının bir kenarına yazmış olmalı: Dünyanın en iyi yazarı olabilirsiniz, ama erkekseniz kimse sizi kolayca okumaz. Bakın Kafka olabilirsiniz, ama hayatınız bir banka köşesinde geçip gider. Ama dünyanın en kötü yazarı olabilirsiniz, iki cümlede bir gramer hatası yaparsınız, kurgunun k’sinden haberiniz olmayabilir, edebiyattan tek anladığınız ajitasyondur (aklımda iki kadın yazarımız var, çok ünlü çok başarılı) ve siz bir çok satan olabilirsiniz. Neden mi? Kadınlar Ahmet Altan’ı okumak dışında geçen vakitlerini genelde kadınları okumakla geçiriyorlar. Rekabet, ortak duygulanım, ilgilenim vs ne sebeple olursa olsun. Eğer resimlere bakmanın yanı sıra alttaki yazıları da okuyan bir erkekle karşılaşırsanız, -ki nesli tükenmek üzere olan o canlı türünü korunmaları amacıyla yetkililere haber vermekte fayda var- ne okuduğuna dikkat edin: Onlar da tamamen kadın yazarları okuyor. Sebepleri muhtelif. İşte bu yüzden sitede kadın isimleriyle yazı yazan bir çok erkek yazar var. Artık, erkeğin ancak kadınsı bir kılığa girerek varolabildiği, ikinci sınıf yeri kabul ettiği bir çağa ulaştığımızın öncü göstergelerinden bu. Bugünlerde ilericisinden gericisine, sağcısından solcusuna, erkeğinden kadınına, yazarından çizerine, sıvarından bozarına, herkes pek bi kadın hakları havarisi ülkemde de. Aslında bu kadar farklı dünya görüşünün bir araya gelmiş olmasından bile Kadın Haklarının tartışılamaz bir tabu halini aldığı sonucuna ulaşabiliriz. Tıpkı Atatürkçülük gibi her siyasi akım farklı bir şeyler görüyor kadın haklarında veya açıktan bir karşı çıkışın siyasi geleceklerine zarar vereceği endişesi taşımaktalar. Oysa gerçek bir liberal yeni medeni hukukta evliliğin erkekler açısından ekonomik bir batak haline dönüşmüş olduğunu, bir muhafazakar kadının cinselliğini özgürce yaşama hakkını ahlaksızca bulduğunu ifade edebilmeliydi. Bunun yerine genel bir kadın hakları kisvesi altında herkes kendi siyasi mücadelesini veriyor alttan alttan: Muhafazakar kadına doğa dışı bir ahlaki değer biçip, kadın üzerinden kendi bağnaz dünya görüşüne uymayanları cezalandırmayı amaçlıyor, solcu feodal yapının kırılması için o yapıyı destekleyen kanunlara savaş açıyor, özgürlükçü kadın erkek herkes için daha fazla cinsel özgürlük istiyor, feminist ise kadına faydadan çok erkeğe zarar verecek bir değişimin peşinde. Bu görüşler arasında zerre kadar yakınlık yok. Sadece birbirinden bu kadar farklı kalabalıkların bile ortak bir fikirde birleşmiş olmaları, aslında ortada bir fikrin değil, toplumsal bir önyargının mevcudiyetine işaret ediyor. Sırası gelmişken, bir kaç hatırlatma: Bu çıkışımın rahatsız edici geleceğinin farkındayım. Rahatsız ettimse ne mutlu bana, birilerine ulaşabilmenin bir metodu da rahatsız etmektir. Kadınlara karşı bir çıkış değil bu, bunun yine de doğru anlaşılması lazım, hatta bu satırların yazarı kadının sosyal hayatta olsun, cinsel hayatta veya iş hayatında olsun daha fazla hakları elde etmesinden yana. Tek kaygım bu yeni kazanımlar elde edilirken eşzamanlı olarak geçmişten gelen hakların bırakılmaması ile adaletsiz bir durumun ortaya çıkması. Yani geçmişin ayrıcalıkları o sistemin yapısına uygundu, o dönemin adaletsizliğine çözümdü. Örneklerle açalım: Siz çalışma hayatında eşitlik sağladıktan sonra hala erkeğin kadına bakmakla yükümlü olduğu nafaka sistemini sürdüremezsiniz, sürdürürseniz adaletsizlik olur. Bir kadın politikacı olma hakkına sahipse, sırf kadın olduğu için karşısındakinin onun sözünü kesmemesini bekleyemez, kesecektir ve kesmesi onu saygısız yapmaz, sadece politikacı yapar. Politikacılık işine soyunan kadın yumurta yeniyorsa o işte, o da yiyecek. Yazı yazıyorsa bir kadın, gelen ilk eleştiride “olmaz, ben ne güzel şirin şirin yazıcıklar yazıyordum, büyük abilerim ablalarım, koruyun beni eleştirdiler” diye birilerinin yardımına sığınmayacak. İş yerinde eşitlik isteyen kadın işten atılmayı da, yaptığı işin eleştirilmesini de nasıl kabul ediyorsa, kadına özgü sayılan işleri de erkeklerle paylaşmayı da kabul edecek. Cinsel özgürlük varsa, herkese var, kadın ilişkilerinde bekleyen, bakılan, korunan taraf olmak yerine, paylaşan, katkı sağlayan, çözüm üreten taraf olma sorumluluğunu da üstüne almayı unutmamak durumunda. Bulaşıkları yıkamaktan yırtıyorsa, araba lastiği değiştirmenin nasıl yapıldığını öğrenmenin vakti yaklaşıyor demektir. Kadının vücudu kadar erkeğin vücudu da kutsal ve dokunulmaz olmalı. (Erkeğin nerelerde nasıl dayağa, şiddete maruz kaldığını buraya aktarmam yasalarımızda suç oluşturduğu için açıklayamıyorum, kusuruma bakmayın). Kız çocukları okula gönderilmeli ve bunun yanı sıra erkek çocukları da okullarda dövülen, hor görülen konumlarından kurtarılmalı, eğitim sistemi erkek çocuğun zihinsel gelişimine de uygun yapılandırılmalı (Örnek olarak erkek çocuk daha gürültülü öğrenir, daha az titiz defter tutar, ama bunlar kusur değildir aslında: Erkek çocuk eğitiminde farklı olması gerekenlerle ilgilenenlere bu konuda “Raising Cain” isimli kitabı tavsiye ederim). Hukuk herkese adil olmalı, kadının iki göz yaşı damlası ile verilmesi gereken kararlar değişmemeli, kadın tanıklarında erkek tanıklar gibi yalan söyleme yetilerinin mevcut olduğu unutulmamalı. Neden yalan söylesinler ki sorusunu herkes için işletebilmeliyiz. Elbetteki itirazlarımın geçerlilik kazanması için önce kadın haklarının iyi kötü tanınması lazım. Diyarbakır’dan bahsetmiyorum. Batıdan ve ülkemin batıya benzer bir yapıda yaşamakta olan azımsanamayacak azınlığından bahsediyorum. Ve gelecekten bahsediyorum, gidişattan bahsediyorum. Yeri gelmişken iki uzun hikayemin (Kadın Hakları, Geri Dönüşsüzlük) A.B.D.’de geçiyor olmasının sebebini de burada açıklayayım: A.B.D. tüm kontrolsüzlüğü ve iddia ettiğinin tersine bireye değer vermeyen yapısı ile en uç örneklerin, en erken olarak görülmeye başladığı bir ülke. Cinayet cinayettir düşüncesinden çıkılabiliyor kolayca A.B.D.’de, haklı cinayetler, haklı savaşlar vb. Ve kadınların gücü ellerine geçirdiklerinde erkeklerden daha acımasız olabildikleri değil, olduklarının örnekleri ilk A.B.D.’den gelmeye başladı. Irak’taki işkenceleri ile ünlü Cezaevinin komutanın bir kadın olması, en ağır işkenceyi (manevi işkence) bir kadın subayın gerçekleştirmesi tesadüf değil. Bu durum kadın askerlerin sayılarının 7 ye bir oranında olması ile karşımıza çıktı, bir de Amerikan ordusunda tam bir sayısal eşitlik olsaydı varın Iraklıların halini o zaman düşünün.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Var Samsa, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |