Yalnızlık güzel birşey, ama birilerinin yanınıza gelip yalnızlığın güzel birşey olduğunu söylemesi gerekir. -Balzac |
|
||||||||||
|
Ali tüm ömrü boyunca ona ne iş verirlerse yaptı, ama en mutlu olduğu işi ancak 30 yaşına geldiğinde buldu. Kasabanın sahiline bakan, yaz kış müşterisi eksik olmayan bir kahvede çalışıyordu. Çayı tavşan kanı olurdu, masalar temiz. Dükkan sahibi ondan memnundu, mahalleli bu sessizliğe mahkum, kirpi saçlarıyla her zaman bir çocuk şirinliğine sahip adamı seviyordu. Ali’de artık yaşları oldukça ilerlemiş, tek evlatlarının yardımına muhtaç durumda olan anne ve babasına iyi kötü bakabilmekten mutluydu. Kahvenin yanındaki bir apartman dairesine taşındılar, başlarını sokacak bir yerleri, iyi kötü idare edecek kadar gelirleri vardı. Üstelik ciddi bir çay tiryakisi olan Ali için bu iş biçilmiş kaftandı. İnşaat ustası olarak çalıştığı dönemde kazandığı paranın neredeye dörtte birinin çay parasına gittiğini gören Ali, inşaata getirdiği küçük bir tüp ve demlikle başlamıştı gayrıresmi olarak çaycılık işine. Ustalar önce işten kaytarıyor diye birkaç fırçalamış, sonra iş sırasında beleşe gelen çayların keyfi ile seslerini kesmişlerdi. Ama kendi düşüncesiyle yaşı 30’lara yaklaşıp, gücü kuvveti eskiye göre azalmaya başlayınca veya ustaların gördüğü gözle tembellik ve kaytarmacılık illeti iyiden iyiye ayyuka çıkınca, Ali başka bir iş bulmak zorunda kaldı. Kahvede kimi zaman kasabalı Ali’yle şakalaşır, Ali’de onları el kol hareketleri ve mimikleriyle verdiği hazır cevaplarıyla güldürürdü. Gençlerden biri Ali’ye çokca takılır, Ali’yi kızdırmaya bayılırdı. Bu genç bir gün çapkınlık hayatını sordu Ali’ye. Ali duraksamadan eline bir bardak çay alıp, onu gösterdi tek aşkı olarak. Onun çay tiryakiliğini bilenler bir kahkaha patlattılar. Ali’nin belalısı gençte altta kalmadı tabii: „Olum sana aşk hayatını sorduk“ dedi kendinden en az 10 yaş büyük Ali’ye. Ali ısrarla bardağı göstermeye devam edince: „Ne yani bardağı mı s...sun? Eşek yapanı duydum, köpeği bile duydum ama bardakla yapanı duymamıştım, bakim nasıl oluyormuş...“Genç bardağı yandan öpermiş gibi dudaklarına yaklaştırınca, Ali fırlayıp gencin elinden bardağı aldı. Bir süre sonra bu hareket kahvedeki gençlerin Ali’ye günlük takılma hareketleri halini aldı. Artık kahvede bardağı yandan dudaklarına yaklaştırmak gülümsemelere sebep oluyor, karşılığında Ali’nin –artık kızmıyor olsa da sırf adet yerini bulsun diye- sinirli bir tavırla hareketi yapanın üstüne yürümesine sebep oluyordu. Laf açılmışken, aşk hayatı gerçekten nasıldı Ali’nin? Var mıydı veya hiç olmuş muydu hoşlandığı bir kız? Olmayabileceğini düşünmek bile ne kadar saçma, her insanoğlu gibi onunda istekleri ve duyguları vardı. Hoşlandığı, bakmaktan gözünü alamadığı kızlar olmuştu elbette Ali’nin. Ama sevgisini, ilgisini ifade etme şansı yoktu. Sözcükler, ağzınızdan çıkacak en saçma sapan sözcükler bile olmadan ulaşmak öylesine zordur ki karşınızdakine. Dilini bilmediğiniz bir kadını bile etkilemek mümkündür, ağzınızdan dökülen sözcüklerin anlamı olmasa bile karşınızdakine duygularınız, otoriteniz veya cana yakınlığınız sesinizle ulaşır. Ama ya sessizseniz? Sessiz olmak yalnızlığın kaçınılmaz öncülü olmalı... Bir körün veya sağırın algıladığı dünyanın bizimkinden farksız olduğunu kolaylıkla düşünebiliriz. Oysa bizimle aynı sözcükleri duyan, bizimle aynı dünyaya bakan sadece dilsiz birinin bizden çokta farklı bir iç dünyası olmaması gerektiğini düşünürüz. Sözcükleri ifade edememek, daha doğrusu benzer olmasını beklediğimiz fikirleri sadece bizim gibi sesli dile getirememek, insanın iç dünyasında bir fark meydana getirir mi? Konunun uzmanları bir fark olduğuna karar vermiş olmalılar ki, ceza kanunu dilsizleri farklı bir yere koymuş, bir kısmi ceza indirimi hakkı tanımışlar dilsizlere. Ali bir gece rüyasında çevresinde gazetelerde gördüğü ünlü ve güzel kadınlarla sarılmış olarak gördü kendini. Kadınlar onunla yabancı bir dilde konuşuyordu, ona birşeyler söylüyorlardı. Ne diyorlardı? Sabah uyandığında aklında şöyle bir şeyler kalmıştı Ali’nin: EK-ZIS TENS-PI RESIDS-ES SENS. Ali’de onlarla konuşabiliyordu, güzel ve nazik cümleler dökülüyordu ağzından, onların hoşuna giden yabancı bir dilde. Sesi çok tiz, bir çocuk veya kadın sesi gibi çıkıyordu. Bunların hiçbiri onu şaşırtmamıştı rüyası boyunca, ama şaşırdığı şey kendi köyünden bir kızı -kahvenin sahibinin kızı Zeynep’i- rüyasında görmesiydi. Rüyasında onu tanıyordu, ama Zeynep onu tanımıyordu. Çevresindeki herkes yabancı dilde konuşurken, Zeynep Türkçe konuşuyordu. Ona seslenmek istiyordu, „Zeynep ben Ali, babanın kahvesinin çaycısı Ali“ diye, ama ağzından yabancı dilde kelimeler dökülüyordu ve Zeynep dediklerinden bir kelime anlamadan ona bakıyordu. Sonra kız bir yılanın hareketiyle yana doğru eğrilerek kaçıyordu önünden. Cinsel yaşamı ise aşk yaşamı gibi sıfıra yakın seviyede seyretmişti Ali’nin. Gazetelerden veya büyük şehirden gelen açık saçık dergilerden kestiği fotoğraflar, Ankara’ya bir kez gittiğinde milli olmak üzere götürüldüğü genel ev, bir kez de kasabalarına uğrayan bir gavatın iş ayyuka çıkmadan önce neredeyse tüm kasabaya pazarladığı bir kadın. 30 yıllık cinsel hayatın özeti. Ali’de herkes gibi bir kadınla evlenmek, aile kurmak, çoluk çocuk sahibi olmanın hayalini kuruyordu çoğu zaman, ama dilsiz olması ve ailesinin maddi durumu ona bu şansı vermiyordu. Geçen yıllar içinde Ali bu hayallerden tamamıyla uzaklaşmıştı. Bir sabah, erkence bir saatte kahveyi açıp, müşteriler gelmeden ortalığı temizlediği sırada Zeynep’i gördü kapıda. Zeynep ortaokulu bitirdikten sonra babasının isteğiyle okula devam etmemiş, iki yıldır kahvenin üst katından fazla dışarı çıkmadan yaşıyordu. Annesinin genç yaşta ölümünden sonra kardeşlerinin ve evin işlerini görüyordu. Zeynep her sabah babası uyanmadan bakkala gidip evin alışverişini yapardı. O sabah elinde küçük bir naylon torba ile kahveye girdi. Sessizce yanına sokulup: „Ali, bu sigarayı benim için saklar mısın? Babam dışarı çıktığında tek tek alırım senden“ dediğinde, Ali’ye suç ortaklığından başka seçenek kalmamıştı. Kendine uzatılan bir paket yabancı sigarayı nereye sakladığını göstermek istercesine çorabının içine koydu. O günden sonra Ali Zeynep’in yalnız sigara taşıyıcısı değil, dert ortağı da oldu. Babasının baskısından, üstüne binen işlerin çokluğundan ve arkadaşsızlıktan sıkılan kız, 17 yaşının verdiği isyankarlıkla sık sık yukarı kattan doğrudan çayocağına açılan merdivenlerden iniyor, kahvedekilere görünmeden bir sigara içiyor, ses çıkarmadan kendisini dinleyen Ali ile dertleşiyordu. Ali’de bu dert ortaklığından memnundu. Bir taraftan kızın babasına, yani patronuna yakalanmaktan korkuyor, kahveden birilerinin yokluğunu fark etmemesi için sıklıkla salonu turlayıp geliyordu. Diğer taraftan kızın gizlice ocağa inmesi, fısıltıyla konuşmaları heyecansız hayatının en güzel anlarını ona veriyordu. Ali Zeynep yanına geldiğinde önce kızın paketinden hafif eğilmiş bir sigara çıkarıyor, kızın sigarasını yaktıktan sonra kendi Samsun’undan bir tane çıkarıyor, keyifle ama başı öne eğik, nadiren kıza yüzünü dönerek onu dinliyordu. Bazen kızın anlattıklarına hak verdiğini göstermek için kafasını sallıyor, kız babasının azarlarını anlattığında üzüldüğünü gösterir bir şekilde yüzünü asıyordu. Bir keresinde Zeynep kardeşlerinden birinin yaptığı bir yaramazlığı anlatmıştı. Ali eğik kafasını kaldırıp ona bakıp gülümsedi. Kızın da ona gülümsediğini gördüğü an Ali’nin hayatının en mutlu anıydı. VI. „Savcılık mesleği mesleklerin en zorudur, sen bilmezsin Mustafa. Senin işin kolay, avukat olarak sanığı ne pahasına olsa savunacaksın, haklı haksız... Hakimin işi de kolay, karşısına geldiğinde iş aslında çoktan çözülmüş olur. İşin yükünü biz çekiyoruz, tüm delillerin toplanması, sanığın sorgulanması, tanığın dinlenmesi, polisin eksik bıraktıklarının toparlanması.... Üstelik bizim işimiz çift yönlü, sanığın lehine de bir şey varsa, onu da bulup çıkarmak önce bize düşer. Neyse sen de bilirsin bunları, benim anlatacağım başka. Bak öyle bir sıkılıyorum ki bu günlerde, öyle keyifsiz geliyor ki herşey. İki çift laf etmeye uğradın, keyfim yerine geldi biraz... Dur kalkma bir çay daha iç, otur otur... Ne var evladım, suçlu mu getirdiniz? Nedir olay? Bu serseri kız mı kaçırmış? Dilsizmiymiş... Bak bak. Nereye kaçırmış kızı? Yan apartmana mı, yatalak babasının evine mi? Ya bu yalnız dilsiz değil, aynı zamanda gerizekalı... Muayenesi var mı kızın? Temiz mi? İyi bari o boku yememiş... Babası şikayetçi mi? Getirin bakim... Kızım sen ne diyorsun, konuşsana... Vurdu mu birde sana, ne oldu öyle gözünün altına... Ağlayıp durma hadi kızım, anlat... Tamam be adam anladık şikayetçisin alıkoymuş kızını, bırakta kızın da konuşsun, cezası neyse verilecek serserinin... Tamam tamam, zaten dağıtmışsın herifin suratını... Dur ulan, benim yanımda kızına bir de el kaldırıyorsun, bak şimdi... Allahın belası, dur bekle Mustafa, şu kağıdı dolduralım tamamdır... Şu dilsize de bir kaç soru sormayı deneyelim bakalım...Kafanı öyle kaldırıp durma şerefsiz yıkıl karşımdan, götürün bu serseriyi... Poliste de iyi ıslatmışlar ha garibanı...Tutuklayacağız tabi, kaçırma, alıkoyma, dilsiz olmasının indirimiyle 6-7 ay yatması lazım ama... Ama biraz daha yatsın da aklı başına gelsin. Dilsiz olduğu için ikinci duruşmada İstanbul’a yollarız 4-5 ay sonra... Orada da bir sene yatar, daha fazla unutmazlarsa, iyice aklı başına gelir... Gazete de okudun mu Mustafa, bir dilsizi Amerika’da cezası bittikten sonra tam 7 sene cezaevinde unutmuşlar, orada da oluyor böyle şeyler...“ II. Sartre, Simone’u evine bıraktıktan sonra uzun bir yürüyüşe bıraktı kendini. Kafasına geçirdiği eski moda bir kasketin ona Paris sokaklarında tanınmadan dolaşma özgürlüğü verdiğini keşfetmişti bir süre önce. Ama belki de sebep yeni çağın gelişiydi. Geçmişi olmayan, unutan, şehirlerinde yaşayan 20. yüzyılın en ünlü yazarını bile unutan yeni çağın insanları ona bu özgürlüğü vermişlerdi belki de. Paris değişiyordu, tüm dünya değişiyordu. Yalnızca iki yıl önce barikatlar kuran, dünyayı değiştirmeye ant içen coşkulu kalabalık neredeydi şimdi? Kazanamazlardı, yenilmeleri gerekiyordu, yenilmişlerdi. Doğrusu da böylesiydi. Koyu bir materyalist olmasına karşın komünizmin çizdiği dünya resmine inanmıyordu. İnsanların ellerinden en temel özgürlüklerini alan bir sistemin eninde sonunda yıkılacağını görüyordu. Bir hafta kadar önce genç ve zeki bir filozofla tanışmıştı, Emmanuel Todd adında. Genç ve coşkulu, Sartre’ın söylediği neredeyse herşeyin tersini büyük bir keyifle savunan, ama söylediklerinde de bir o kadar haklı görünen bir filozof. Komünizmin, asla yenilmez gözüken Sovyet İmparatorluğunun beklenenden kısa bir süre de nasıl ve neden çökeceğini, hiç bir gedik bırakmadığı teorisi ile ortaya koymuştu bu genç filozof. Diğerleri onu basit bir kilise filozofu sayarak dediklerine kulak asmazken, Sartre dikkatle dinlemişti söylenenleri. Şüphe yok ki haklıydı. Komünizmin çöktüğü bir dünyayı felsefe olarak olmasa da, sıradan insanın gözünde ideoloji olarak materyalizmin çöküşü takip edecekti şüphesiz. Hatta hümanizm bile nasibini alarak unutulmuş, geçmişin tozlu raflarının bir ideolojisi halini alacaktı belki de. Peki ne takip edecekti, ne dolduracaktı bu boşluğu? Sarte fikir yürütmeye devam ettiğinde, ilericilik ile gericiliğin içiçe geçtiği, ilericilik tepsisinde sunulan bir gericiliğin hakimiyetinde bir dünya, bir gelecek resmi ile karşılaşıyordu, ki bu gelecek onu korkutuyordu. Bireysel özgürlük kıyefeti giydirilmiş sınırsız bir bireycilik, insan sevmezlik. Demokrasi yaymak, baskı altında tutulan halkları özgürleştirmek eldivenin altında emperyalizmin yumruğu. Kadın hakları pantalonunun altından sarkan bir yobazlık, erkek düşmanlığı şalvarı. İnanç özgürlüğü kispesi altında bilimi reddeden bağnazlık. Milletini sevmek şapkası altında kafatasçılık, kendine benzemeyen her insana duyulan sınırsız öfke. Herşeyden çok değer verdiği insanlığın kandırıldığı, kafaların karıştırıldığı, en yanlış, en ilkel düşüncelerin altın tepsi de sunulduğu ve kalabalıklara yutturulduğu, bir grup zengin elitin cahil bırakılan kalabalıkları basın yoluyla yönettiği bir gelecek. Gittikçe daha cahil, daha yüzeysel, düşünmeyen, hemcinsleri öldürülürken üç kuruşluk çıkarlarının esiri bir insanlık. Birbirini sevmeyen, öfkeli ama neye öfkeli olduğunu bile bilmeyen, varoluş sorununun tek çözümünün kendine bile bir yararı dokunmayan kiliseye bırakıldığı kalabalıklar. Sartre’ın kabusu. İnsanları uyandırmak, uyarmak için bir şeyler yapmalıydı. Oysa çok zamandır tüm ömrü boyunca inandığı tek tanrısı, bir kılıç gibi gördüğü kalemin gücüne inanmıyordu artık. „Artık kalemimin de, benim de güçsüzlüğümüzü biliyorum. Ne önemi var: Kitap yazıyorum, yazacağım; onlar da gerekli; gene de bir işe yarıyorlar. Yazın hiçbir şeyi, hiç kimseyi kurtarmaz, doğrulamaz. Ama bir insan ürünüdür: İnsan orada yansır, kendini bulur, yalnız bu eleştirinin aynası gösterir insana kendi imgesini. Yazmaktan başka bir şey yok yapabileceğim. “ Bir banka oturdu. Sıkıldığı, kaygılandığı insanlığın geleceği miydi, yoksa kendi geleceği mi? 53 yıl evvel, küçük bir çocukken arkadaşını beklemek için oturduğu bank aklına geldi. Orada, 12 yaşında bir çocuğun atikliğiyle Tanrı üzerine düşünmeye karar vermiş ve basit bir çıkarım gibi „Tanrı yok“ demiş ve bir daha karşılaşmaksızın bu işin bittiğini, bu soruyu kapattığını fark etmişti. 65 yaşında da böyle düşünüyordu ve önünde duran ölümden korkmuyordu. Büyükannesinin dediği gibi: „Kayıp gidin ölümlüler, direnmeyin.“ Direniyordu oysa hala, hala insanlığı kurtarmaya, acıları dindirmeye, içinde kaybolup gittiği insanlık ağacının kurumaya yüz tutan dallarını yeşertmeye çalışıyordu. O milyonlarca atomdan oluşan ağacın bir dalı olmanın gururunu bırakamıyordu bir kenara. Delirerek ölmeden kısa bir süre önce sürücüsü tarafından kırbaçlanan bir ata sarılarak ağlayan Nietsche gibi, varoluşun bir basit parçasına, insan sevgisine sarılıyordu. Oysa içinde insan sevgisi olmayanlara da kızamıyordu. Sessizlik. Tüm parkı dolduran bir sessizlik. Düşünceleri durduran bir sessizlik. İçinde tüm bedenini, oturduğu bankı, parkı ve ağaçları, uyuyan kuşları, gittikçe yaşlanan Simone’u, Vietnam’da yüzbinlerin katline sebep olan Nixon’ı, bir kaç saat önce doğmuş olan Ali’yi ve tüm evreni saran bir sevgi hissetti. V. Ali bir akşamüstü Zeynep’i küçük çay ocağında gözyaşları içinde buldu. Kızın morarmış elleri pislik içinde, gözyaşlarıyla kararmış gözlerinin altında kan oturacağı belli bir yara. Titreyerek ağlıyordu Zeynep. Konuşmayı, bir ses çıkarabilmeyi o anda ne çok isterdi Ali. Ama aslında o anda konuşmasına gerek yoktu, belliydi ne olduğu. Babası ya sokakta yakalamış, ya bir sakarlığına, ya da söylediği bir lafa kızmıştı. Ali usulca onun için sakladığı paketten, bir sigara çıkardı. Onun için, Zeynep için, bakkalın “ne o yabancı sigarayı mı başladın Ali” sorusuna göğüs gererek almıştı o paketi. Kendine de bir Samsun. Zeynep elleri titreyerek yaktı sigarayı, öfkeden hala tüm vücudu titriyordu. “Kıyacam canıma sonunda o olacak. Gerizekalı, gerizekalı, eşşoleşşek. Köle miyim ben be…Kıyıcam canıma kurtulucam.” Sigarasının külü yere döküldü. Ali nasıl teselli edeceğini bilmiyordu. Usulca, korkarak elini Zeynep’in omzuna koydu. Kız bir an ürktü, sonra korkacağı birşey olmadığını hatırladı. Yanağını yasladı Ali’nin eline. Ali’nin eli gözyaşıyla ıslandı. Sessizlik. Kaynamaya başlıyan demlikten hafif sesler geliyor. Duymuyor Ali. Birşey yapması lazım, Zeynep’i kurtarması lazım. Öldürecek kendini, babasının yanında kalırsa kesin öldürecek kendini. Bir yol bulmalı, ama işler bu sefer kalecilikten kurtulmak istediği zaman yediği hatalı goller kadar basit değil. Belki de işler o kadar basittir, neden olmasın? Kaçıracak onu. Babası durumu görünce acıyacak Ali’ye, verecek kızı. Hep acıyıp iltimas geçmediler mi Ali’ye? Elini tutuyor Zeynep’in sıkı sıkıya. Çekiyor onu oturduğu yerden. Kız nereye der gibi bakıyor yüzüne. Merak etme, gel diyor Ali, sessiz diliyle. Zeynep’te bilmeden geliyor. Gidecekleri yer de öyle uzak değil, yandaki apartman. Ali’nin küçük evi. İçinde her zaman sıcak çay, yatalak bir baba ve topal bir anne bulunan. Ali olmadığında kendilerine bakacak kimsenin olmadığı iki şirin yaşlının evi. Zeynep’in babasını bırakın, Cengiz Han’ın orduları gelse onlara ulaşamaz, o evin sessiz kapılarını yıkamaz... Yıkamamalı... Yıkmamalı...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Var Samsa, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |