Hayaller olmasaydı, umutlar dünde kalırdı. - Dolmuş atasözü |
|
||||||||||
|
Dünyanın yuvarlak olduğunun ispatlanmasından az önceleriydi, hattâ eli kulağındaydı bile diyebiliriz. Güneyin insanlarından, tütünün mucidi ‘adı lazım değil’ bey’ in torununun torunu, Ali Kâmil bey o günlerde, gece-gündüz ayırt etmeden kara kara düşünmekteydi. O zamanlar, güneyin en güneyinde yaşamak zorunda olduğundan, gündüzlerin hiç bitmeyeceğini zannederken gece oluverir, gecelerin hiç bitmeyeceğini zannederken gündüz oluverirdi. Güneyin en güneyinde nedense hiç yaz mevsimi yaşayamadı Ali Kâmil bey. Altı ayda bir gündüz olur da, güneşi puslu bulutların arasından görebilirse ne alâ... ‘Güney İnsanının Haklarını Koruma Mahkemesi’ nden çıkan bir kararla, zararlı icatları ve keşifleri yüzünden Ali Kâmil bey, güneyin en güneyine –o zamanlardaki adıyla ‘buzul güneyi’ ne- sürgün edilmişti. Dedesinin –şu, bizim sivri zekâlı, zevk otu mucidinin- yolunu izlediğini sanmayın sakın ! Ali Kâmil bey aslında yararlı, yararlı olduğu kadar ilginç icatların peşinde koşmaktaydı. Fakat, ne hikmetse, o zamanlar bu, bazı çıkar çevrelerinin işine gelmemekteydi. Sürgüne gönderilmeden önce, yani dünyanın yuvarlaklığının ispatından iki yüz yıl önce, Ali Kâmil bey güneyin en güzel bölgesinde : orta güneyde, çam ormanlarının arasında bir kulübecikte yaşamaktaydı. Buzul güneyine sürgün edilmesine sebep olan icatları, işte orada filizlendi.İlk bulduklarına icat demek yanlış olur aslında, bunlar daha çok keşif türü buluşlardı. Siz; yaşlı dünyanın genç insanları, daha iyi bilirsiniz ki, keşif mevcut durumdaki bir şeyi bulup ortaya çıkarmaktır. İşte bu konuda, o zamanlar Ali Kâmil bey’ in üstüne adam yoktu.Tek başına yaşadığı kulübesinden haftada bir-iki kez çıkar, kent yaşamına yeni yeni geçildiği o günlerde, kentin en entel tabakasının uğrak yeri olan sohbet odalarına giderdi. ‘Kahve’ nin çoktan icat edildiği ve ‘bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır’ deyiminin ‘bir tas kahvenin dört yüz yıl hatırı vardır’ diye bilindiği o günlerde, koyu kahvelerin içildiği koyu sohbetlerde, Ali Kâmil bey yeni keşiflerini muhataplarına ballandıra ballandıra anlatır, fakat her seferinde mutlaka ağır bir biçimde eleştirilir, alay edilir, sonra sinirden fitil olmuş bir halde kulübeciğine geri dönerdi Buna karşın, kesinlikle yılmaz, adına yeni yeni ‘masa’ denilmeye başlanan şeyin (eşyanın tekili olan şey) üzerine kâğıtları atar, bütün siniriyle yazmaya başlardı. Yazdıklarının gelecekteki yaşlı dünyanın genç insanları tarafından mutlaka dikkate alınacağını düşünür, onunla avunurdu. Bir seferinde, yine bütün siniriyle kentten ayrılıp çam ormanına daldığında, sinirini üzerinden atabilmek için, kulübesine kadar koşmaya karar verdi. Koşmaya başladı, koştu koştu koştu... Hızını alamadı, kulübeyi de geçti, orta ormana geldi, halâ koşuyor, baktı bunun bir sonu yok durdu. Hem de soluk soluğa falan kalmamıştı. Buna sizin gibi, o da inanamadı, geriye koştu, koşmaya başladığı yeri buldu, sonra hafif bir soluk soluğa kalmışlıkla tekrar ileri koştu ve en sonunda tam bir soluk soluğa kalmışlıkla , koştuğu mesafeyi yüz bin güney insanı adımı ölçtü ki bu bugünkü ölçüye göre on bin yaşlı dünya insanı adımı eder. Bunu üçle çarptı, üç yüz bin güney insanı adımı...Kafası karıştı, kulübesine geri döndü, adına artık masa demeye alıştığı şeyin yanında duran, o zamanki adıyla ‘tabure’ denen şeyin üzerine oturdu, ilerideki günlerde buzul güneyine sürgüne gittiği zaman düşüneceği gibi kara kara düşünmeye başladı. Buzul güneyinde halâ gündüz olduğu halde, orta güneyde hava kararmaya başlamıştı ki, taburesinden kalktı, sivri zekâlı, zevk otunun mucidi dedesi gibi, çam ormanında, ‘buldum buldum !’ diye bağırarak koştu, biraz önce koşmaya başladığı yere geldi. Kafasını kaldırdı, devasa çam ağaçlarına ve araya sıkışıveren ulu çınar ağaçlarına baktı, küçücük parmağını kaldırdı, havada bir-iki kez salladı, ağaçlar kendisini duyuyormuş gibi, ‘sizi gidi sizi !’ diye onlara seslendi. Bu sefer ki keşfine kimsenin inanmayacağını düşündü, üzüldü, ‘ama olsun, belki onlar bana inanır.’ dedi, koşarak kulübesine vardı, kâğıt çoktan icat edildiğinden zorlanmadan, düşündüklerini, bir hokka dolusu mürekkep ve bir kuş tüyü yardımıyla, geleceğin yaşlı dünyasının genç insanlarına yazmaya başladı : “Ben, Ali Kâmil, yeni bir şey buldum ! Bunu sizinle paylaşmak istiyorum, hem belki siz benim bu keşfimi henüz keşfedebilmiş değilsinizdir, beni dikkatle dinlerseniz keşfetme zahmetinden de kurtulursunuz. Bilirsiniz, keşfetmek epey zorlu bir iştir. Neyse sizi daha fazla meraklandırmadan anlatayım : bugün koştum, hem de öyle az bir mesafeyi değil, yaklaşık üç yüz bin adımı. Her yüz bin adımda en fazla birkaç saniye soluklanmışımdır. Yani, neredeyse hiç durmadan koştum. İnanın, bu zamana kadar benim koştuğum mesafeyi koşan bir tek güney insanı dahi görmedim. Bunu çok düşündüm ve sonunda şunu buldum : benim bu kadar mesafeyi koşabilmemin sebebi ağaçlardır. Evet, yanlış duymadınız: ağaçlar... Çünkü ben yaklaşık dört yüz yıldır çam ormanında küçük bir kulübede yaşıyorum ve çitaları, kaplanları gördüm, onlar da benim gibi uzun mesafeleri koşabiliyorlar. Tabii, gözlemlediğim kadarıyla onlar benden daha hızlı koşuyorlar, fakat eminim bunun sebebi onların dört ayağı, benim iki ayağım olmasıdır. Neyse, madem biz bu kadar uzun mesafeleri koşabiliyoruz, etkilendiğimiz ortak bir şey olması gerekir diye düşündüm. Bu da olsa olsa ağaçlardır. Bence ağaçlar, benim koşma performansımı artıran bir şey çıkarıyorlar ve bunu havaya salıyorlar. Bu şey, Aristo’nun dünyanın üç temel maddesi diye tanıttığı maddelerden biri olan havaya benzer olsa gerek. Çünkü havayı göremediğimiz halde varlığını biliyoruz. Ben de bu şeyi göremediğime göre o da hava gibidir. Ben ona bir isim taktım, umarım beğenirsiniz, ona ‘nefes açan’ dedim. İşte, sözün özü, benim bugün üç yüz bin güney insanı adımı mesafeyi zorlanmadan koşmamı sağlayan, havaya benzeyen, adına ‘nefes açan’ dediğim şeydir. Bir gün, bunu siz tekrar keşfettiğiniz zaman, isterseniz adını değiştirebilirsiniz. Ama lütfen, altına ‘İlk mucidi, Güney İnsanı Ali Kâmil Bey’ diye not düşmeyi unutmayın ! Yeni keşiflerimde görüşmek üzere !” İşte bizim Ali Kâmil beyin, buzul güneyine sürgün edilmesine sebep olan şeyler bu ve buna benzer, Güney İnsanının Haklarını Koruma Mahkemesine (GİHKM) göre, güney insanının aklını karıştıracak, boş işlerle uğraşmalarına sebep olacak keşifleriydi. Fakat, Ali Kâmil bey hiç yılmadı, keşiflerine buzul güneyinde de devam etti ve yaşlı dünyanın genç insanları, kendisinin de dediği gibi onunla yeni keşiflerde buluşmaya devam etti.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © İhsan Cihangir, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |