Kitabının bir kopyasını gönderdiğin için sağol. Onu okumakla hiç zaman yitirmeyeceğim. -Moses Hadas |
|
||||||||||
|
Ülkenin neredeyse yüzde seksen’ i yollarda bugün. Bayram tatiliyle öğrencilerin yarı yıl tatili aynı tarihe rastlamış. Memleketlerine gitmeye çalışan öğrenciler, akraba ziyaretleri için memleketlerine giden gurbetçiler, akrabalarını senelerdir ziyaret etmeyen, bundan sonra da pek niyetli görünmeyen tatilciler hep birlikte yollara dökülmüşler. Sinirli ağızlardan çıkan küfürler; kimisi sahibini buluyor, kimisi sahipsiz ortada kalıyor. İnsanlar kime kızacaklarını şaşırmışlar. Eli kolu bağlı, çaresiz beklemek zorundalar, hem de sıfırın altında bilmem kaç derecede... Arabasının kliması çalışanlar şanslı. Isınıp uyuyabiliyorlar en azından. Dağın başında mahsur kalmak diye buna derler işte; hem de bin bir ümitle beklediğimiz iki binli yıllarda... Her ağızdan bir lâf çıkıyor; ‘yarın akşama kadar yol ancak açılırmış’, ‘İlerde kaza olmuş’, ‘Zinciri olmayan kamyonlar yolu kapatmış’... Haber peşinde koşan acar muhabirlerin günü bugün. Otomobillerin arasında dolaşıp; kameralarıyla olayın vahametini kaydetmeye çalışıyorlar. Uyanık olanlarla yapılan röportajlar; yakınmalarla, devlet büyüklerine gönderilen sitemli sözlerle dolu. Olanları normal karşılayanlar var; ‘Burası Türkiye.’ demekle yetiniyorlar. Bu arada saat sabahın altısı olmuş, gün yavaş yavaş ağarmaya başlamış bile. Fakat hiç bir kıpırdanma yok otomobillerde; oldukları yerde duruyorlar saatlerdir. Küçük çocukların ‘çişi’ geliyor doğal olarak; annelerinin kucağında yolun kenarına bırakıveriyorlar. Ya büyükler ne yapsın ? Yakın çevrede ne bir benzin istasyonu var ne de bir dinlenme tesisi; karla örtülü ağaçlar var sadece en işe yarar olarak görülen. İnsanlar, kara bata çıka bir ağaç karaltısına gidip işlerini görüyorlar. Tabii bu arada kimse hijyenden falan söz etmiyor... Sigaraları biten tiryakiler şimdi daha da sinirli... ***** Sinan arkadaki jipin korna sesiyle uyandı. İlk önce tutulmuş bacaklarının ağrısını hissetti, sonra saatlerdir hasret kaldığı bir görüntüyle karşılaştı. Trafik yavaş da olsa çift yönde işlemeye başlamıştı. Önünde hiç araba olmadığını görünce, arkadan gelen korna sesinin sebebini anladı. Dikiz aynasından baktığında kocaman, iri-yarı bir adamın hızlı adımlarla yaklaştığını gördü. Adamın pis ve uzun sakalllarından seçilemeyen yüz ifadesi Sinan’ı bir an tereddütte bıraktı. Sonra, adamın attığı tekmelerle sarsılan arabanın içinde bir kaç saniye daha oturdu; Ebru’nun uyandığını bile farketmeden, hışımla dışarıya çıktı, adamın üzerine yürüdü. “Hey ! Sen kafayı mı yedin yaa ?” Arabasına atılan tekmelerden sonra üzerine yediği küfürler Sinan’ı çileden çıkarmaya yetti de arttı bile. Gözü dönmüştü artık, adamın cüssesine aldırmadan yakasına yapıştı. Ağzından çıkanları tutamıyor; bu zamana kadar hiç farkında olmadığı gücünü adama gösteriyordu. Araya giren de olmadı bir kaç dakika. Sinan ancak Ebru’nun çığlıklarıyla kendine gelebildi. Ebru, arkadaki arabalara koşup kavgayı durdurmaları için yardım istiyordu. Lüks arabaların içindekiler keyiflerini bozmak istemiyorlardı sanki, bön bön bakmakla yetiniyorlardı. Eski model bir ‘Renault’ marka arabadan dış görünüş bakımından Çankırı’lı veya Kastamonu’lu oldukları tahmin edilebilen iki adam indi. Adamların uzun boyları ve kaba görünüşleri Ebru’yu umutlandırdı. Böyle bir kavgaya ancak bu adamlar engel olabilirdi. Kel kafalı olanı bariz bir Kastamonu şivesiyle : “Hemşerim n’apıyonuz ? ayıptır yav ! Koca koca adamlarsınız !” diye bağırdı, kızışmış kavgalarda bu tür çıkışların hiç bir işe yaramayacağını bile bile... Adamın biri Sinan’ı, diğeri de pis sakallı adamı tuttu. Tekmelere, yumruklara engel olabildiler, fakat ağza alınamayacak küfürler havada uçuşmaya devam ediyordu. Taraflar biraz sakinleştikten sonra, kavga tartışmaya dönüştü. Adam Sinan’ı fena halde hırpalamış gibi görünüyordu, burnundan ve patlayan dudağından akan kana zorlukla hakim oluyordu Sinan. Adamın hali de pek farklı sayılmazdı, sigaradan sararmış iğrenç sakalları burnundan akan kanla birleşince daha da iğrençleşmişti. Tartışma fazla uzamadı, tartışılacak pek bir şey yoktu ortada zaten, çünkü mesele gayet açıktı. Arkada bir sürü araba Sinan’ı bekliyordu, sol şerit dolu olduğundan kimse sollamaya da cesaret edemiyordu zaten. Sinan, bu şekilde yola devam edemeyeceğini düşünerek, arabasını yolun en sağına çekti, burnundan akan kana aldırmadan, titreyen elleriyle bir sigara yaktı. Ebru, Sinan’a hiç bir şey söylemeden bir kaç dakika öylece oturmayı tercih etti, ellerini önüne kavuşturdu; olmadı, iki yanına saldı; olmadı. Dayanamadı o da bir sigara yaktı, bütün yeminlerin boşa gittiğini bile bile. Bu arada kimse polis’i aramayı düşünmedi bile. Çünkü bu dağın başında ne bir cep telefonu çeker ne de bir polis devriyesi bu saatte, bu dağın başına gelirdi. Zaten kimsenin polisle falan uğraşacak hali yoktu. Polisten çok bir ambulansa ihtiyaç vardı bu kargaşada. Sinan tam anlamıyla hastanelik olmuştu doğrusu; bunda pis sakallı adamın payı büyüktü tabii; aslında bardağı taşıran iri damla olmuştu adam. Bütün bunların üstüne yollarda geçirilen bir gün zaten ciğerlerini fena halde üşütmesine neden olmuştu; arada bir boğulur gibi öksürmekten kendini alamıyor; öksürürken çıkardığı köpek havlamasına benzeyen sesden dolayı Ebru’dan utanıyordu. Bu arada, Ebru’nun hali Sinan’dan hiç de farklı sayılmazdı; burnunu çekip duruyordu. Bluzunun kol kısmını Sinan’a çaktırmadan selpak mendil gibi kullanıyordu pasaklı kız. Sabahın bu saatinde arabanın içi dışarıdan daha soğuktu. Altmış sekiz model bir arabanın klimasının sağlam kalması beklenemezdi tabii. Yolculuğun başlangıcında –bundan tam yirmi yedi saat önce- “Bizi ısıtacak bir kliması olmasa da; başka bir çekiciliği, gizemi var bu arabanın. İlkellliğin çekiciliği ve ilk olmanın gizemi... Şuna bir baksana, her yeri tarih kokuyor benim güzel arabamın.” demişti Sinan Ebru’ya, Ankara çıkışındaki benzincide beleşe yıkatırken güzel arabasını. Ebru Sinan’ın bu söylediklerini düşündükçe, insanların saçma sapan objelere çok fazla kıymet vermelerinin nedenini şimdi daha iyi anlayabiliyordu. Ona göre insanoğlunun, nesnelerden felsefeye ve felsefeden de nesnelere giden çift yönlü bir düşünce sistemi vardı. Harika bir yetenekti bu aslında. Kendi hayatına baktığında; kendini yeteneksiz hissetti; çünkü onun hayatında insanlardan başka kıymete layık hiç bir şey yoktu. Kendini aşağılanmış hissetti, kırılmıştı, bir kızda olması gereken tüm ince duygulara sahipti çünkü. Sinan’ın bu arabaya kendisinden daha fazla değer verdiğini düşünmek çıldırtıyordu onu. Aklından geçenleri söylemek istedi bir çırpıda, sevgilisinin yaralarını makyaj temzileme mendiliyle silerken. Onu hem dövmek hem de boynuna sarılıp ağlamak istiyordu şimdi. Ne yapacağını, ne diyeceğini bilemez bir halde bir süre daha işine devam etti; artık daha fazla dayanamadı; Sinan’a sitemle çıkıştı : “Yaptığında iş miydi şimdi Sinan ! Şu haline bir bak...” Sinan tüm düşüncesizliği ve kabalığıyla: “Ne varmış halimde ? Hem ne yapsaydım sanki ? Oturup aptal gibi o su aygırının arabamı parçalamasını mı izleseydim ?” Şimdi Ebru daha da kırılmıştı, kendini bu lanet arabadan dışarı atıp ağlamak istedi. Fakat bekledi, duygularına hakim olmasını bilen bir kızdı. Anlık bir kızgınlıkla her şeyi daha da beter bir hale sokmak istemedi. Sinan’ı alttan almanın, şimdilik yapılacak en doğru şey olduğunu düşünerek, titreyen sesiyle : “Ben seni düşünüyorum hayatım, illâ da kavga etmen gerekmezdi değil mi ? Konuşarak meseleyi halledebilirdik. Hem bilirsin, böyle insanlarla dalaşmaya gelmez Sen de gördün, adamda tam ‘bela’ bir tip vardı.” Sinan şimdi daha yumuşak bir sesle : “Haklısın, ama sen de hem bela tip diyorsun hem de gidip konuşabilirdin diyorsun. Bunlar konuşmaktan anlamaz güzelim, bunlara temiz bir sopa çekeceksin. Hem sen benim böyle göründüğüme bakma Ben de fena halde dağıttım o hayvanı, görmedin mi her yerinden kan geliyordu deniz anasının” Sinan’ın son söyledikleri fena halde komik geldi Ebru’ya, biraz önceki kaba davranışının nedeni şimdi anlaşılmıştı. Sevgilisi’nin bir huyunu daha keşfetti, aslında bu erkeklerin çoğunda görülen bir özellikti, buna ‘Maçoluk’ diyorlardı kaba tabirle. Şimdi ortam gerginliğini biraz olsun kaybetmişti. Her şeyi tatlıya bağlamak için, elindeki kanlı mendili bir kenara bıraktı, sevgilisinin boynuna sarıldı Ebru. Kafasındaki tüm kötü düşüncelerden uzaklaşmak istediğinden : “Ben de arabana benden daha çok önem veriyorsun sanmıştım biliyor musun ?” dedi. “Ya saçmalama Allah aşkına ! Bu sadece bir araba, bundan yüzlerce var her yerde. Ama sen bir tanesin güzelim, anlıyor musun bir tane. Yani bu sensin, sen Ebru’sun. Etinle, kemiğinle, ruhunla... Senden başka sen yok ve ben sensiz olamam.” dedi Sinan, sonra Ebru' nun konuşmasına fırsat vermeden: “Özür dilerim, sanırım farkında olmadan seni incittim. Düşüncesizlik yaptım, beni bağışla lütfen.” dedi. Sular şimdi tam anlamıyla duruldu “Bir ara gerçekten kırılmıştım... ama sorun değil... hem kapatalım bu konuyu artık. Önümüzde uzun bir yol var, çalıştır şu ‘sarı vosvos’ u da gidelim hadi.” “Sarı vosvos...! Bunu sevdim.” ***** Antalya, güzel Antalya, cennetten bir köşedir Antalya... Kışın ortasında bile pırıl pırıl bir güneşle karşılar sizi. Girişinde, çam ormanlarının tadına doyum olmaz ferahlığı çarpar, oksijen ciğerlerinize işler, kanınız tazelenir. Arabanızın camını sonuna kadar açıp, tek kolunuzu dışarı sarkıtabilirsiniz şimdi. Hafif bir esinti gıdıklar aniden, canlanırsınız, müziğinizde varsa coşarsınız, acilen sağa çekmek istersiniz. Bu da bir tutkudur, yaşandıkça anlaşılan, yaşandıkça yaşanmak istenen; vazgeçemezsiniz. Tutkuların acizlik olduğunu düşünebilirsiniz. Belki de doğrudur. Fakat yaşadığımız hayat tutkularla doludur, onlarla canlanır, onlarla yolunu bulur. Sinan’ın dediği veya diyeceği gibi ‘Tutku bir gizemdir, insanı alır götürür. Gizem, merak edilir, bunu gidermenin tek yolu tutkuları yaşamaktır.” Sinan bunu hep söyledi, özellikle vazgeçemedikleri şeyler yüzünden kendisini aşağılayanlara. Tamam, kabul ediyordu, her tutku insanın öz varlığına yararlı olmayabilirdi, ama çoğunlukla tutkular yararlı; en azından zararı olmayan şeylerdi. Hep, “ne bileyim, bu bir hobi olabilir veya bir nesne, yapmaktan hoşlandığınız bir şey de olabilir. Belki bu başkalarına anlamsız gelir, fakat onun sizin için bir anlamı vardır ve önemli olan da budur” derdi. Vosvos’ una olan düşkünlüğü de bundan kaynaklanıyordu zaten, diğer insanlar için sıradan bir arabaydı belki, binip bir yerlere gitmeye yarardı. Fakat ekzosundan çıkan ıslığa benzeyen ses bile Sinan’ı coşturmaya yeterdi. Şimdi yollarda geçen otuz saatin yorgunluğunu bir kenara bırakmış, ellerini arabasının geniş direksyonuna dayamış, Antalya’nın girişindeki geniş yolda gazı köklemişti. Ebru, Sinan’ın aksine üç saat önceki pozisyonunda uyumaya devam ediyordu. Sinan, müzikle uyanmaya bayıldığından Ebru’nun da bundan hoşlanacağını düşünerek bir ‘Bon Jovi’ kaseti taktı, takar takmaz kızcağız irkilerek uyandı. Koltuğundan ani bir hareketle doğruldu, önce yola baktı, sonra Sinan’a. Yaşadığı şoku atlatmak istercesine kafasını ellerinin arasına aldı, Sinan’a gittiği belli olan sitemle dolu bir ‘of’ çekti. Sonra dayanamadı, çıkıştı : “Yani harikasın Sinan ! Bravo valla ! Bir insan bu kadar korkutulabilirdi.” Sinan ne diyeceğini şaşırmış bir halde, süt dökmüş kedi gibi bir kaç saniye öylece oturdu. Sonra, işlediği suçtan pişmanlık duyan masum, küçük bir çocuk ifadesiyle Ebru’ya baktı : “Afedersin! Sanırım teybin sesini açık unutmuşum. Seni korkutmak istemiştim.” diyebildi. Ebru hiç bir şey söylemedi, anlık öfkeler onu asla büyük kavgalara sürükleyemezdi. Böyle durumlarda sadece susar, sinirinin geçmesini sabırla beklerdi. Bu kez farklı olarak, hem sustu hem de yanındaki şişeden bir avuç su aldı, yüzüne serpti; boynunu, kulaklarının arkasını ovdu. Ona göre öfke anlık bir kıvılcım gibiydi ve onu söndürecek en etkili şey suydu. Titreyen elleriyle bir sigara yaktı, bir nefes çekti, dumanını Sinan’a doğru üfledi, sonra tatlı tatlı baktı : “Önemli değil !” dedi, gülümsedi. Sinan da ona karşı en tatlı halini takındı, anlamlı bakışlar gönderdi, gülümsedi. ***** Hülya hanım oğlunu ve yanındaki meçhul arkadaşını iltifatlarla karşıladı. Sinan annesinin elini hürmetle öptü. Hülya hanım buna karşılık her zamanki ana sevecenliğiyle oğluna sarıldı, yanaklarından öptü, bavulunu elinden aldı, bir kenara koydu. Evde tek başınayken, sabahın bu saatinde böylesine güzel bir ziyaretçi onu fazlasıyla mutlu etmişti. Ebru’ya baktı, gülümsedi, ‘Hoş geldin kızım !’ diyerek onun da bavulunu aldı, Sinan’ınkinin hemen yanına koydu. Tipik bir anne iç güdüsüyle Ebru’nun gelini olabileceği ihtimalini düşündü. Acaba kimdi bu kız, tutup Antalya’ya getirecek kadar kıymetli olduğuna göre, aralarında mutlaka bir şeyler olmalıydı. Oğlunun parasını yiyen bir flört de olabilirdi, bu düşünce ona hiç hoş gelmedi. Düşündüklerini belli etmemeye çalıştı, misafirlerini kibarca salona davet etti. Önce karınlarını doyurmak istedi, her zamanki ana şefkatiyle. Sinan bunu asla geri çeviremezdi. Ebru’ya sormadan balıklama atladı. Hülya hanım hazırlıksız yakalanmıştı bu sefer. Her zaman Sinan gelmeden önce börekler, yaprak sarmaları, çeşit çeşit tatlılar hazır olurdu. Haber vermeden çıkıp gelivermişti işte deli çocuk. Kafasını karıştıran bir diğer mesele kapının önündeki araba oldu. Acaba kimin arabasıydı ? Kızın olabilir miydi ? Sinan’ın o arabayı alacak parayı bulmasına kesinlikle ihtimal vermiyordu. Bunları bir fırsatını bulduğunda mutlaka soracaktı. Kahvaltılık bir- iki şey hazırladı, bin bir özürle Sinan’ı ve kızı davet etti. Çayları doldururken sabredemedi : “Sinan ! Beni arkadaşınla tanıştırmayacak mısın ?” diye sordu. Sinan’ın yedikleri boğazına duracaktı neredeyse, bunu hiç düşünmemişti. Sanki Ebru’yla annesi kırk yıllık ahbaplarmış gibi davranmıştı şimdiye kadar. Çok büyük bir densizlik yaptığını düşündü. Ne deseydi acaba? Annesinin tepkisinden korkuyordu. Sınıf arkadaşım dese, Ebru ne düşünürdü? Kız arkadaşım dese annnesi ne düşünürdü? Bir an bu şekilde ikilemde kaldı, sonra en iyisinin dürüst davranmak olacağını düşünerek, Ebru’yu annesine tanıttı. Ondan hoşlandığını, şimdilik çıktıklarını söyledi. İleride, belki de ilişkilerinin ilerleyebileceğini de söylemeyi ihmal etmedi. Sinan bunları söylerken Hülya hanımın yüzünde, Sinan’ın hiç beklemediği bir tebessüm oluştu. Annesi; “Sizin adınıza sevindim !” demekle yetindi. Yeme-içme faslından sonra, Ebru uyumak için izin istedi. Hülya hanım ona, Sinan’ın yatağını verdi. Ebru bavulunu aldı, Sinan’ın odasına girdi. Odadaki mis gibi lavanta kokusu kızı cezbetti. İçindeki kadınlara özgü temizlik iç güdüsü dürtüklendi, bir yere kadın eli değdiği zaman ne kadar da güzel oluyor diye düşündü. Odayı baştan aşağı incelemekten henüz pijamalarını giymeye fırsat bulamamıştı ki, Hülya hanım kapıyı çalarak içeri girdi. ‘Sana yastık yorgan çıkarayım kızım.’ dedi. Odanın güneş alan tarafındaki büyük dolabı açtı, açar açmaz bu sefer odaya naftalin kokusu doldu. Hülya hanım, Ebru’nun yatağını hazırlarken vakit kazanmaya çalışıyordu sanki. Her halinden konuşmak istediği, kafasında bin bir tilki dolaştığı belli oluyordu. Ebru, bunu anlayabiliyordu, çünkü kendi annesi de konuşmaya çekindiği zamanlar böyle yapardı. Sanki, bu her annede görülen bir özellikti. Hülya hanım, yatağı hazırladıktan sonra Ebru’ ya döndü, tam ağzını açacakken, Ebru atladı : “Oğlunuzu seviyorum efendim !” dedi. Hülya hanım buna şaşırmadı, bu konuyu konuşmaya sadece kendisinin hevesli olmadığını anlaması hoşuna gitti. “Buna sevindim kızım ! Bak, yanlış anlama ama, Sinan bizim için çok değerlidir. Bu yüzden onun incinmesini asla istemeyiz. Hem duygusal yönden, hem de maddi yönden...” “Siz hiç merak etmeyin, ben de onu – sizin kadar olamasa da- çok seviyorum, çünkü biliyorsunuz anne sevgisi farklı olur. Size biraz kendimden bahsedeyim isterseniz ; ben de sizin gibi Antalya’lıyım. Evimiz ‘Güllük’ caddesinde, ailem bir süreliğine Afyon’daki kaplıcalara gittiler, o yüzden tatilimi sizin yanınızda geçirmek istedim. Babam mühendis, İnşaat üzerine çalışıyor. Yüzüncü yıl bulvarında bir şirketimiz var. Annem ev hanımıdır, üniversitede ‘İşletme’ okumuş. Fakat babam onun çalışmasını istememiş. Ben de -Sinan söylemişti sanırım- ingilizce öğretmenliğinde okuyorum. Ankara’da devlet yurdunda kalıyorum. Yani Sinan kadar şanslı olamadım ben, kendime beraber kalabileceğim iyi arkadaşlar bulamadım. Oğlunuzun arabası için veya parası için falan onunla çıktığımı zannetmeyin sakın !” “Arabası mı? Şu, buraya geldiğiniz sarı arabadan mı bahsediyorsun ? O senin değil miydi?” “Hayır, o Sinan’ın arabası. Yoksa bundan haberiniz yok muydu?” “Bilmem, burdan üç ay önce giderken arabası falan yoktu yani. Ona araba alması için para gönderdiğimizi de hatırlamıyorum.” “Size bunu anlatmama Sinan ne der bilmiyorum ama...” “Söyle kızım lütfen, Sinan o arabayı nasıl aldı. Yoksa aklıma bin bir türlü şey geliyor.” “Bugünlerde çok yaygın olarak oynanan bir oyun var, hani...” “Ne? Yoksa Sinan kumar falan mı oynuyor?” “Hayır, bu bir kumar oyunu sayılmaz. Sayısal Loto. Milli Piyango İdaresinin düzenlediği. İşte ondan Sinan’a para çıktı. Yaklaşık bir buçuk milyar.” “Biliyorum o oyunu, kırk dokuz sayıdan altısını doğru tahmin edene para veriyorlar değil mi? Ama, o da bir tür kumardır be kızım. Para yatırıyorsun ve kazanma hırsıyla her gün milyonlarca paran gidiyor. Sinan’ın bu yaptığı hiç de doğru bir şey değil bence, kim bilir tutturasıya kadar ne çok parası gitmiştir. Ah bu deli oğlan ah. Ben ona sorarım !” “Bunu benden öğrendiğinizi Sinan bilmesin lütfen, çünkü biliyorsunuz, bu hiç hoş olmaz.” “Sen merak etme kızım, ben ona kendi ağzıyla söyletmesini bilirim.” “Teşekkürler efendim, beni çok rahatlattınız.” “Sana bir şey daha sormak istiyorum kızım. Sinan’la çıkıyoruz demiştin değil mi?” “Evet, tabii...” “Ben bu çıkmanın ne demek olduğunu anlamıyorum be kızım, yani flörtü biliyorum. Çıkmak dediğiniz şey de ona benzer bir şey mi?” “Evet, benzer denebilir. Ama birisiyle çıkarken, amaç sadece flört etmek olmamalı bence. İki insanın birbirini tanıması için iyi bir fırsat diye düşünüyorum bunu. Hem bizi liseli gençler gibi düşünmeyin lütfen. Oğlunuzla ilişkim daha çok geleceğe dönük. Yani, en azından ben böyle düşünüyorum.” Ebru’ nun bu aklı başında konuşmaları, Hülya hanımı fazlasıyla sevindirdi. Temkinli davranmak istedi, sevincini gizledi. Daha ismini bile yeni öğrendiği birisine, bir iki güzel laf etti diye övgüler yağdırmak hiç de ona göre bir davranış değildi. Hele de işin içinde oğlu varsa iki kat temkinli olması gerekirdi. Ebru’ nun son cümlesine karşılık : “Sinan’ın da senin gibi düşündüğünden eminim kızım, umarım iyi anlaşırsınız ve mutlu bir beraberliğiniz olur. Sanırım bu, Sinan’ın ilk tecrübesi ve de umarım son olur. Çünkü anlarsın, her biten beraberlik insanda kapanması zor yaralar bırakır. Bizim zamanımızda nişandan dönen çiftlerin, bir daha kolay kolay evlenemeyeceklerini söylerlerdi. Tabii o zamanın kafa yapısına göre, bu daha çok kız için geçerli olurdu. Buna yanlış diyebilirsin, ama unutma kızım, gerçeklik payı da yok değil...” “Tabii, haklısınız aslında, fakat en iyisini bulmak için denemek zorundayız. Gülü seven dikenine katlanır derler ya...” “Peki, sizin adınıza en iyisi neyse, o olsun diyeyim o zaman... Seni daha fazla lâfa tutmayayım, hadi uyu da bir güzel dinlen bakalım.” “Yo, lâfa tutmuyorsunuz, rica ederim... Bu arada, Sinan’ın yerini işgal ediyorum sanırım, o nerede yatacak ?” “Sen onu merak etme kızım. Ben şimdi salonda bir yatak yaparım ona, sen keyfine bak, hadi iyi uykular!” “Teşekkürler! Size de diyeceğim ama, sanırım uyumayacaksınız.” “Akşam yemeği için bir şeyler hazırlamayı düşünüyorum, yaprak sarmasını sever misin ?” “Severim de, lütfen bizim için kendinizi yormayın...” “Rica ederim kızım, yorgunluk ne demek, aksine bu benim için bir zevk...” ***** Hülya hanım penceresinin önündeki koltuğa oturmuş, elindeki örgüyü tamamlamaya çalışırken, oğluna, canından aziz oğluna sevgiyle bakıyordu. Onun için kafasından neler geçiyordu, kim bilir. Bitmek tükenmek bilmeyen mutluluk tabloları... Sonra bazen araya karışıveren, hüzünlü, dehşet verici, ‘Allah muhafaza!’ dedirtecek felaket sahneleri... Perdeye tığı deyince, garip bir çağrışım yaptı beyaz, işlemeli tül perde, gelinliği çağrıştırdı ona, oğlunun evlendiğini hayal ediverdi hemen. Sonra hayırsız bir evlat olduğunu hayal etti, kendini yine bu pencerenin önünde oğlunu ve torunlarını beklerken gördü. ‘Yapmaz benim oğlum...Anneciğini unutmaz.’ dedi içinden. Kapıdaki sarı vosvos geldi aklına, bu kez oğlunu hastanede hayal etti, doktoru gördü: ‘Komada, hayati tehlikeyi atlatamadı...’ diyordu doktor. Oğlunun nasıl araba kullandığını bilirdi, Allah’tan bu külüstür fazla hız yapamazdı, yoksa ‘Allah muhafaza !..’ Bunları düşünürken havanın karardığını fark etmedi bile, karanlık odada zorlukla gördüğü örgüsünü gözlerini kısa kısa örmeye çalışıyorken kapı çaldı. Gelen Asım bey olmalıydı. Kapıyı açmadan, aceleyle Sinan’ı uyandırmaya çalıştı, ‘Oğlum kalk hadi, baban geldi.’ Asım bey kapıdan girer girmez, daha selam bile vermeden, apartmanın önündeki sarı vosvos’ u sordu : “Hayatım, dışarıda sarı bir araba var. Kimin arabası bu Allah aşkına, densiz herif bizim bahçe kapısının dibine yanaştırmış, içeri girebilmek için tüy gibi zayıf olman gerekiyor !” “Sonra anlatırım, sen gir hele içeri, hem ne bu ? insan bir selam verir !” “Ah, tabii af edersin hayatım, ama çok kızdım şu araba işine” “Neyse, gir bakalım içeride seni bir sürpriz bekliyor, daha doğrusu iki sürpriz...” Asım bey hiç bir şey söylemeden ceketini astı, merakla oturma odasına girdi. Şubat 2001, Türkiye-Antalya
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © İhsan Cihangir, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |