Dünya hiçbir padişaha kalmadı, sana da kalmayacaktır. -Nizamî |
|
||||||||||
|
Gerçekten öfkeliyim. Bu insanların nasıl böylesine büyük bir vurdumduymazlık içinde olduklarını anlamıyorum. Defalarca anlattım, inatla uyardım. Ama inkâr etmek için sarf ettikleri gayret hayret verici. Bu durumda, beni neden o şeytani yere gönderdikleri de sadece muamma olarak kalıyor. Üstelik ben, tiksindikleri işlerle meşgul olan, idamlık bir büyücüyüm. Bir mahkûmu oraya gönderip, geri döndüğünde ona inanmamak için özgürlüğü üzerine anlaşan yöneticiler bu şehri yönetmeye devam ettiği için, onlar için öngördüğüm son daha erken ve daha korkunç olmuş olabilir. Bu defterin son sayfalarını, kendimi ve günah sayılan işlerimi ayrıntılı olarak yazıya dökerek harcayamam. Bunun için defterin önceki sayfalarına bakılırsa, sanırım yararlı olacaktır. Gerçi yaklaşan sondan sonra, bulunacak kayıtların kişisel bilgilerde içermesi, yaşam şekliyle ilgili merakları giderebilir. Fakat bu şehrin yıkıntıları arasında aranacak yegâne şeyin, buranın nasıl bir yerleşim olduğu ve bu duruma nasıl geldiği ile ilgili ifadeler içermesi gerektiğini düşünecek kadar endişeli ve tedirginim. Burada yaşayanların, sonsuza dek ayakta kalacak bir şehirde bulunduklarını düşünmeleri, nedense beni sorumlu kılıyor; ben buralı bile değilim. Doğudan batıya dönmek için zamanın olgunlaşmasını bekleyen bir efsuncuyum o kadar. Tarih kayıtlarında pek çok yalan barındırıyorlar ve öyle yazmış olsalar bile, asil ve onurlu bir geçmişleri yok. Nu’karh doğunun doğusunda, insanlığın en eski yerleşimi ama artık kurucularının soyundan gelen kimse kalmamış... Söze böyle başlamayı uygun buldum. --------------------------------------------------------------------------------------------------- Nu’karh, doğu doğusundaki toprakların ortasında, uçsuz bucaksız düzlüklerdeki yirmi yedi Şehir Beyliğinden biridir. Diğer şehir kentlerinin oluşturduğu çemberin merkezindeki iki şehirden biri olması dolayısıyla ilginçtir- diğeri Solom şehridir-. Şimdilerde bu şehrin sahipleri olarak kibirle dolaşanlar, yüzlerce yıl evvel doğudaki kıyılardan toprağa ayak basıp, dehşet dolu İstila Savaşları sonunda Nu’karh ve çevresindeki yedi şehri işgal eden Mumaldi’lerdir. Nu’karh’ın eski halkı ya katledilmiş ya da çareyi kaçmakta bulmuştur… O günler ile ilgili anlatılar, ezgiler ve artık buranın yerli halkı olmuş barbar halkın hikâyelerinde Mumaldilerin, Nu’karh çevresindeki yedi kent dışında, güneydeki Solom’ a da saldırıları olduğu anlatılır. Şehri alıp, halkını yok etmiş, buna rağmen şehirde bir türlü tutunamamışlar. Savaşacak ya da hunharca canı alınacak ölümlüler tükenince, Solom’u düşürdüklerini sanmışlar. Yanılgıları çok heybetliymiş. Şehir duvarları içinde buldukları herkesi katledip kapıları kapatanlar, işte o kapıları bir daha açamamışlar. Tabii ki onlar gerçekleri size anlattığım gibi konuşmazlar. Solom’un günahkâr bir kent olduğundan, şehri ve halkını uslanmaz ‘Şeytanlıklar Yuvası’nı’ ezdikleri gibi mahvettiklerinden (Doğu Denizleri’nde, ufkun ötesinde bir yer olmalı), sonunda ise ibret olması için öyle bıraktıklarından bahsederler. Halk buna inanıyor… İnandırılmış. Ve çok ama çok yakın zamana değin orası asırlardan beri terk edilmiş halde, laneti içinde yaşatarak bekliyordu. Nu’karh’ta eski medeniyetin yaptığı her şeyi yakıp yıktılar çünkü göz alıcılığı onları sinirlendiriyor olmalıydı. Eğer onların anlattıklarını tam tersine çevirerek bir tahmin yapacak olursam, evvel günlerde bu şehir nefes kesici bir zarafetle yükselirmiş diyebilirim. Üzerine kurulduğu engin steplerde, yolunu kaybeden seyyahlara ışıldayan bir toprak feneri kadar dikkat çekici, alımlı ve hayranlık uyandırıcıymış (ülkemdeki Sunattamar ili geliyor gözümün önüne…). Onlar, tiksinti verici bir kenti yıkıp yeniden ve daha görkemli şekilde yapılandırdıklarını söylüyorlar; neden bir türlü onlara inanamıyorum? Sonuç olarak, Nu’karh’ı dümdüz edip, rengârenk ve bir zamanlar görenleri ihya eden siluetini, gri ve çarpık çizgilerle doldurdular. Daha öncede bahsettim; Ben buralı değilim. Bildiğim tüm tanrılara şükürler olsun ki, onlardan da değilim. Gelecekte bir gün, doğu ile batı arasında aman vermeyen Çorak Topraklarda bir yol açılırsa, belki o zaman doğuluların duyacağı Messa Masana ülkesindenim. Ülkem Batı Kıtası’nın doğusunda, Çorak Topraklara komşu bir konumdadır. Batının kuzeyindeki dimdik ve yüksek ağaçların yurdu ile batının güneyindeki nemli ülkede yaşayan ıslak derili halkın vatanı arasına sıkışmıştır. Batı sınırımızda Küçük Kardeşler’ in beş ülkesi kuzeyden güneye sıralanır. Onların ötesinde Büyük Kardeş Ülkesi olarak bilinen Duerir’enn Ahilian Kralı hüküm sürer. Etrafında, yardakçı hükümdarlarıyla on krallık sancağı vardır. Batının kuzeyi, Heybetli ağaçların yurdu dışında bembeyaz ve ısıran soğuk rüzgârlarla doludur. Oralarda kaçaklar dışında kimse yaşamaz, hiçbir hükümdar yönetmez; Çorak Topraklar kadar bilinmezdir. Güneyimizdeki halklar bize yabanıl gözlerle bakarlar, kendi aralarına bizden kimseyi sokmaz, acayip dirliklerini muhafaza ederler. Biz ve diğer on altı ülke, doğuya kayıtsız bir biçimde yaşar gideriz. Hâlbuki iki kıta birbirine kalın ve kırılmaz zincirlerle bağlı; zaman bunun en büyük şahidi. ----------------------------------------------------------------------------------------------------- Batıdan, doğuya ulaşıp onlara bir kanıt olarak geri döneceğim iddiasıyla, belirsiz, kadim ve riskli bir büyüyle geldim. Daha önce yalnızca bir kez denenen, sonucunda ise doğumuzda Çorak Topraklardan başka ülkeler olduğu haberini sağlayan bir büyüydü bu. Fakat korktuğum başıma geldi. İnat ve hırsım yüzünden büyünün riskini önemsemedim. Ama sinir bozucu felaketimi kendi ellerimle hazırlamış olduğumdan, içim içimi yerken, yazgıma boyun eğip, doğunun neresinde olduğumu bilemeden yola koyuldum. Üç sıkıntılı sene dolaştıktan sonra Nu’karh’ ta durakladım. Şehrin içinde, ümitsiz bir çabaya dönüşmüş geri dönüşüm için pek çok materyal olduğunu fark ettim; en önemli görüneni de, gökyüzünde endam eden yedi mor ayında bu bölgede, hep beraber dolunay olarak şehri aydınlatacakları günün yaklaştığı hikâyesiydi. Bu benim için muhteşem bir haber durumundaydı. Zira efsaneleri doğruluyordu ve riski ortadan kaldırıyordu. Bana, batıya yeniden gidebilmemi sağlayacak enerjiyi bahşedebilirlerdi. Fakat bu, sabırla ve zahmetle beklenmesi lazım gelen dört yıl boyunca, tek tek günleri saymak demekti. Kararımı vermek için fazla düşünmem gerekmedi. Ya dört seneyi kabullenecek, ya da o menfur Çorak Toprakları aşmaya çabalarken ölecektim. Tanrılara baş kaldırmaktan korkarak, başıma geleni kabullendim. Lakin dört senedir fark etmedikleri büyücülüğüm, aniden onları çileden çıkardı ve beni yargılamadan idam cezasına mahkûm ettiler. Nu’karh’ taki günlerimi, önemsiz efsunlar ve muskalar hazırlayarak, insanlardan aldığım parayla geçiriyordum. Tabi ki bu gizli bir işti, çünkü büyü tamamen yasaktı. Ama insanlar, birbirinin kuyusunu kazmak için, şeytani her şeye kucak açmaya hazırken, ben ne yapabilirdim ki? Geceleri araştırmalarıma ve gözlemlerime devam ettim. Doğu, Yedi Mor Ay ve Ay Tanrıları ile ilgili kapsamlı bir kaynak oluşturdum. Doğu ile Batı arasına Tanrıların hükmüyle çekilmiş yazgıyı inceledim ve aslında bunun batıya götürülecek müjdeler barındırdığını hayretle gördüm. Hayırlı haberlerle Ülkeme dönersem efsunculara günahkâr yakıştırmaları yapamayacaklarını, içime sığmayan bir sevinç dalgasıyla idrak ettim. Ne yazık ki tüm bilgilerim yakıldı ve ben halka teşhir edilirken külleri rüzgârın yoldaşı olup uzaklara yayıldı; elimde yalnızca bu defter kaldı. Beni kullanmak istediklerini, tutuklanmamın sebebinin kralın çıkarı olduğunu sonradan anladım. Bana hayatımı ancak bir şekilde bağışlayacaklarını anlattılar. Merak beni derinden etkilemeye başlamışken, kral dedikleri uzun boylu, ince ve kötücül bakışlı adam çıkageldi. Tahtının önünde zorla diz çöktürülmüş bekliyordum. Suratındaki sinsi ve şeytani ifadeyi, ancak tüm şartlarını kabul edip ayağa kalktığımda gördüm. Ve zaman zaman uğraştığım kara büyüler adına, iblisin böyle bir suratı olmamasını diledim. Kral bana, Solom’ a gideceğimi söyledi. Bana kendi ilkel inançlarının üç rahibi eşlik edecekti. Böylece kaçma şansımı yok etmeyi planlıyor olmalıydılar. Ama tek başıma Nu’karh’ a bitap bir halde geri döndüğümde, yaptıklarından utandıklarına işaret olacak hiçbir şeye rastlamadım... Fakat bunu sonra anlatırım. Kabul etmekten başka çarem yoktu. Ayların yedisinin de dolunaya yaklaştıkları o zaman diliminde, karşıma çıkan bu melun aksiliği bertaraf edebilme fırsatına dört elle sarıldım. Zira yüzlerce yılda bir gerçekleşen bir karşılaşmadan bahsediyorum. Ulun, Kaholi ve Duradna ( bunlar, aylara koydukları isimlerin üçüdür) yusyuvarlak ve eflatunun saadetine boyanmışken, şehrin uykusunu bozmamak adına sessiz sedasız surlardan çıktık ve güneye giden meşum yolda şüpheli yolculuğumuza başladık. ------------------------------------------------------------------------------------------------------ Üç gün ve dört gece, harap hale gelmiş yolun üzerinde yürüdük. Nu’karh’ a bağlı sayılan arazilerin arasından, toprağa düşmüş kadife renklerin üzerinden, yolumuzu kesen bir akarsuyun yanına ulaştık. “ Bu” dedi rahiplerden biri, “ Nu’karh sınırıdır” elini akarsuya uzatarak. Rahibin söylediğini yolda destekliyordu; akarsuyun üzerinden aşan köprünün öbür tarafında devam eden yol, yabani otlarla sarmaş dolaş olmuş, kırık taş parçalarından ibaret hale gelmişti. Kim bilir kaç asırdır kullanılmıyordu – tabi burada Solom’ a gönderilen talihsiz insanları saymıyorum. Onların varlıkları ve yoklukları birdi. Yakıcı rüzgârlar, çorak ve çatlak topraklar; kuru, yıkılmış ya da özü çekilmiş gibi büzüşmüş ağaç gövdeleri; cansızlık, sessizlik ve insanı ele geçiren garip çöküntünün sahibi olan bu yerde üç gün boyunca dirayetimi koruyabilmeme hala şaşıyorum. Zira çoğu vakit rahipleri- özellikle geceleri- çömelip, kollarıyla dizlerini göğüslerine çekmiş, başları dizleri üzerinde, sallanırken ve sessizce inilderlerken görmüştüm. Bu halleri şehre yaklaştığımızı söylemeleriyle hep daha bir arttı. Ve dördüncü lanetli gece, üçünden geriye hiçbir şey kalmadı... Zar zor seçilebilen yolun kenarında ateş yakmış bekliyorduk, daha doğrusu dinleniyorduk. Dinlenmek, mucize yaratmaya benziyor olsa da, bunu yapmak adına oturmuş ateşe bakıyorduk. Aşınmış ve kırılmış sütunların gri karanlığına ev sahipliği yapan ve eskiden kim bilir hangi şanslı kervan sahiplerini ağırlamış bir kervansarayın renkleri atmış, yabani otlarca sarılmış taş döşemesi üzerindeydik. Sessizlik dahi kimsesizlik yüzünden ürküp betimsiz bir yankısızlığa bürünmüştü; kendi nefesimin sesi havaya karışır karışmaz bitiyordu. Gecenin rahmi orasıydı adeta… Rahipler birbirlerine sokulmuş, hangi tehlikeden ürküyorlarsa ona karşı birlik kurmuşlardı; artık ne uyuyor ne konuşuyorlardı. Sadece şüpheyle çevrelerine bakıyor, en ufak çıtırtıya muazzam tepkiler veriyorlardı. Ben hala yalnızca tedirgindim; fakat ruhumda doğrudan üzerime çullanan bir tehdit oluşmamıştı. Nu’karh’ta anlatılan Solom efsanelerinin gayet etkili olduğunu düşündüm. Çünkü adamlar titriyorlardı. Biri aniden dizleri üstüne eğdiği kafasını şiddetle dikti ve kocaman açtığı gözleri, sönmeye yüz tutmuş ateşin karşısında kızıl bir dehşetle parladı: “ Burada!” dedi titreyen ve şaşkın sesiyle. Çevresine çılgın bir kuşkunun koynundan bakar gibi baktı. Diğer iki rahip irkilerek doğruldu, onu omuzlarından tutup sakinleştirmeye çalıştılar. Şöyle bir şeyler gevelediklerini duydum... fısıldaşıyorlardı: “... Sakin ol Zatar! Sakin ol!... Bu sefer ki son biliyorsun. Bizi seni de bırakmak zorunda bırakma...” Tuhaf şeylere kulak misafiri olmuştum. Daha fazlasını dinleyemedim çünkü sessiz konuşmalarından, benden gizledikleri bir şeyleri tartıştıkları belli oluyordu. Meçhul bir sona ilerleyen kadersiz biri gibi davranıp umursamadım ve uyudum. Sanki ölüme gönderdikleri ben değil de, onlardı. Bunlar üçüncü gece olanlar. Gündüz yola çıktık ve güney ufkunu arkasına almış sıra sıra tepelerin üzerine doğru yürüdük. Toprak hala aynı çürümüşlükteydi. Bazen yolun kenarlarında, sararmış otların içinden görünen mermer kaidelerin ve ya tüm yıkıma diretmiş zarif ve ince bir sütunun, narin bir kemerin kalıntısını taşımasının yitik endamına şahit oluyordum. Daha geride, terk edilmiş sütunların bir arada bekledikleri bazı yerler vardı. Önlerinde uzanan ve keskin hatları yuvarlanmış bedbin havuzların üzerine saldırmış gibi duran koyu renkli ve koca yapraklı bitkiler pis bir laneti yaşatıyorlardı sanki. Gözün her şeyi minik şekiller olarak algıladığı uzaklıklarda ise, zehirli toprağın üzerinde güçlükle ayakta durabilen çiftlik ya da köy evlerinin kalıntıları vardı. İnsan ve yaşam olmayınca en takdire şayanından en basitine kadar tüm el emeği ürünler, iç karartıcı taş yığınlarına dönüyordu. Tepelere yaklaştıkça, perişan eden kokulara karışan ve mide kasıcı kıvamını daha da keskinleştiren bir esans hepimizi bezdirdi. Koklamak yerine, duymak ve konuşmak gerektiğini tahmin edip rahiplerden birine döndüm. Aslında üçüne de döndüm, zira yan yana yürüyorlardı ve asla birbirlerinden uzaklaşmıyorlardı. Benimde umurlarında olduğum söylenemezdi, yanlarında olup olmadığımla dahi ilgilenmiyorlardı. O an niye kaçıp gitmediğimi düşünemedim. “ Solom’a neden gidiyoruz?” diye sormaya cesaret edebilmiştim. Üç rahiple beraber ellerim ve ayaklarım prangalı olarak ağır aksak yürürken, kendime adak olup olmadığımı sormuştum. Bana en azından bunu söyleme borçları vardı. Benim adak değil, büyücü vazifesiyle götürüldüğümü anlattılar. Hayretle karşıladığım bu hikâyeyi anlatırken, anlattıklarına pek inanır görünmüyorlardı. Bana, beşinci hanedanın üçüncü kralı olan korkunç suratlı hükümdarlarının rüyalarına, delirtici kabusların dadandığından bahsettiler. Kâbuslarda, Solom’dan fışkıran bir ateş azar azar Nu’karh’a yaklaşıyormuş ve tam kapılarının önüne konmuş tahtının üzerinde kral, kendinin diri diri yandığını görüyormuş. Kâhinler- önemle onların büyücü olmadığını dile getirdiler- Solom’ u hiç terk etmemiş lanetin artık güçlendiğini ve intikam almak için, bağlandığı yeminden kurtulacağı günün yaklaştığını haber vermişler. Kral, araştırmaları için kâhinleri göndermiş ama dönen olmamış. Sonunda kral, bu lanetin köklerini bulmak isteyerek, İstila Savaşları’nın yazılı olduğu tabletleri araştırmış. Asırlar evvel gerçekleştirilen vahşeti ve kıyımı ballandırarak anlatan yazmanların eserlerini hiç utanıp sıkılmadan okuyan kral, Solom’ un bir efsunla kilitlendiğini öğrenmiş ve büyücülüğün yasaklanışının o zamanlara gittiğini görmüş. Çünkü aynı felaket kendi başlarına gelir diye korkan ataları, -Mumaldi olanlarda dâhil- tüm büyücülerin kafasını kesip, Solom’ un duvarlarından içeriye atmışlar. Tabi bunun bir tehdit mi, yoksa korkudan yapılmış, alelade ilkel bir adak töreni mi olduğu muğlâk kalmış. Yine de şehir onları reddetmiş. Artık Solom yüksek duvarları ardında yatan bir ölü gibi gölgelere bürünmüş. Yüksek tutarlı ödüller konularak, tüm doğu topraklarına yayılan fermana, sayısız büyücü cevap vermiş. Bu efsunu kıracak olan, her kim olursa olsun, cömertçe mükâfatlandırılacakmış. Fakat rahiplerin nezaretinde Solom’ a doğru yola çıkan hiçbir büyücü geri gelmemiş. Rahipler hep aynı şeyi söylemişler: ‘ kapıların önünde yığılıp kaldı.’ Kötü deneyimler ve kararsız bırakan izlenimler sonucunda, büyücülerin çoğu ödülden vazgeçip şehri terk etmiş. Ama zalim kral, bazılarını alıkoyup tutuklamış. Ellerine ayaklarına zincirler takıp göndermiş. Korkusu ile süslediği zalimliği için ne söylenebilir ki? Ve bir gün elinde hiçbir büyücü kalmamış. İşte tam da o günlerde benim foyam ortaya çıkmıştı. Zira büyü hala yasaktı ve büyücülerin getirildiğine dair halk hiçbir şey bilmiyordu. Beni çekemeyen birinin gammazlamasıyla, mahzene düştüm. Yargılanmadım, çünkü kadim bir kanun, yargılama sürecinin büyücülerle kirletilemeyeceğini söylermiş!.. Bana anlattıkları hikâyeyi dinlerken, Tanrıların, yarattıklarıyla eğlenip eğlenmediklerini düşündüm. Zira kral, kara kara bulutlar kafasında toplanırken, bendeniz, altın bir tepside sunulan son umut olarak ortaya çıkmıştım. Akşamüstü güneşi, kendi tenhalığı ile baygın bir aydınlık yaratımı işine dalmışken, tepelerin eteklerine vardık ve kızıla çalan doğu ufkunda, güneşin düşüşünü gördüğümüzde tepelerin ardına bakıyorduk. Kıvrıla kıvrıla yukarıya tırmanan yol- ki bir patikadan farkı kalmamıştı-, tepelerin öbür yanında, geniş basamaklar halinde aşağıya iniyor ve düzlüğe indikten sonra, bükülmeden ileriye, Solom’ a uzanıyordu. Solom... Öyle bir şehrin, zamanın tozları altında boğulmuş kalmış halini görmek içimi acıtmıştı. Düzlüğün içinde yayıldığı kadar, gökyüzüne doğru da yükseliyordu. Surları, burçları, kuleleri, kubbeleri; alacakaranlıkta yüzeyine kazınmış gibi duran gölgeleri önemsemeyen heybetli cümle kapısının yolun sonlanması için gerekli sebep olduğunu gösterircesine dikilmesi ve terk edilmiş havasıyla matlaşan siluetinden kurtulup yansımaya uğraşan akşamüstü ışığının nezihliği... Solom eski zamanlarda kudretli bir şehir olmalıydı. Henüz görmediğim, ama hayaliyle bile mest olduğum caddeleri, pencereleri, huzurlu bahçeleri; yerleri kaplayan muazzam taş kaplamaları, surların içinden fırlayıp, dört yana baş kaldırmış devasa kubbelerin ortalarından çıkan, yırtıcı tırnakları andıran tuhaf minareleri; gecenin ve gündüzün ışımalarını berrak huzmeler halinde yansıtan duvarları ve sokakları dolduran latif parlaklığın hayat dolu kıvamı. Merdivenleri, heykelleri, havuzları, kemerleri, revakları ve meydanları ile adeta bir düş şehriydi. İlahi sarı ışıklarla taçlanmıştı... Ama tepenin üstünden baktığım şehir, Solom’ un iğreti bir tezahürüydü sanki. Gri ve koyu tonlarla düzlüğün üzerine oturmuş, somurtkan karanlığıyla üstüne düşmeye cüret eden ışıkları yutuyordu. Açıkçası ben, hüzünlenmiştim; ama rahipleri fısıldaşırken ve titrerken buldum. Açıklayamayacağım bir sebepten ötürü çok fazla korkmuyordum. Şehir bana lanetli görünmüyordu: olsa olsa talihsiz demiştim kendi kendime. Tepeden aşağıya inip, şehrin o takdire şayan cümle kapısının önünde durduğumuzda, artık benimde hissettiğim bir baskı kulaklarıma abandı. Şehrin surları çevresinde dört dönen bir rüzgar vardı sanki. Kapı kapalıydı... O üç ahmak rahibin oyunları o kadar acınansıydı ki, onları yere serip üzerlerinde dikildiğimde hiç üzülmedim. Bu ufak ayrıntıyı şöyle anlatabilirim: Ben kapıya dönmüş, acaba nasıl açılır diye düşünürken, üçünün arkamda sinsi sinsi konuştuklarını duydum. Kapıyı açma sırası kimde diye tartışıyorlar diyerek eğlendim kendi kendime. Lakin ense kökümden yayılan bir uyuşma ile titredim ve sanırım sadece cılız bir inleme koyuverdim. Meğer ‘Zatar, sıra sende’ diye kararlaştırdıkları buymuş: enseme, yanlarında taşıdıkları asanın mermer sapıyla vurmak ve beni bayıltıp şehrin içine atmak( Boğazım kesik olarak tabi). Böylece hızla Nu’karh’ a geri dönüp, yeni bir hayal kırıklığını haber vereceklerdi. Zavallı ve ahmak rahipler Solom’ da her ne bela varsa, onu uyandırmaktan korkuyorlardı. Ve buraya getirdikleri herkesi, denemesine fırsat vermeden öldürüyorlardı; barbarların korkusu düşünerek hareket etmek için değildir. Bu sözümü bir kenara yazın. Kendime geldiğimde biri ellerimi, biri ayaklarımı tutuyordu. Üçüncü- Zatar- elinde bir hançer, boğazıma doğru yaklaşıyordu. “ Kendine geliyor! Çabuk ol!” Kendime gelmiştim ve uzun süredir hissetmediğim kadar öfkeliydim. Gerçek öfke, iblisin elindeki ateşlerden bile daha yakıcıdır, fakat bir saman alevi kadar ancak ayakta kalır. O ufacık zaman aralığını yakalayıp kullanabilen bir kişi, gerçek bir uzmandır. Nu’karh’ ta o kadar çok denemiştim ki öylesine öfkelenmeyi, çoğu zaman bitap düşüp vazgeçmiştim. İşte o anda kabaran öfkemi duyumsadım ve kendime geldim; övünmek gibi olmasın ama uzmanlığımın farkındaydım. Bir iki saniye içinde, elimi ve ayağımı tutan zavallıların kafatasları, birbirlerine çarpıp çatladı ve kan sızdı gözlerinin arasından. Öfkemin son demlerinde Zatar’ın elindeki hançeri, avucunun içinden derisinin altına sızdırıp, Zatar’ ın acı haykırışları arasında tüm vücudunda dolaştırdım. Zatar bir kan fıskiyesi gibi önüme düştü ve öldü. Eylemimin sonuçlarını ve muhasebesini yapacak değilim. Öfke kişiyi yönlendirirken, kişi ancak kukladır. Öfke lütfetmiş ve gücünü uzmana bahşetmiştir, daha doğrusu ona göstermiştir. Kişi, bir daha ki sefere öfkeyi yakalayıp yakalamama konusunda karasızlığa düşecektir böylece. Varın gerisini siz düşünün. Ben devam edeyim... Aslında anlatacak çok bir şey kalmadı. Şehri bir virane halinde bulduğumu tahmin edersiniz. Ancak garip olan şehrin, hayal ettiğim gibi olmasıydı, tek farkı renkleri ve canlılığıydı; çünkü burası cansızdı. Cümle kapısının önüne yığılmış cesetler vardı. Şüphesiz rahiplerin öldürüp içeriye attığı talihsiz insanların cesetleri… Bir tehlike bekleyerek sokak sokak dolaştım gece vakti. Çıt çıkmıyordu. Ayağımın altında ezilen tozlu yolun sesi bile süratle yitip gidiyordu. Solom’da ki laneti hissediyordum. Ve biliyordum ki, beni yönlendiriyordu. Kafamda zıplayan sorulardan haberdardı ve cevapları nerede bulacaksam, oraya sürükleniyordum. Şehrin altına inen basamaklar gördüğümde durdum. Büyük bir meydanın tam ortasındaydı. Etrafımda uzun ince pek çok yapı dizilmişti. Üç mor ayın ışığıyla puslu aydınlıklardan bakan kuleler ve kemerler... Basamaklardan aşağıya inmeye karar verdiğimde, arkamdan uluyan yankılı bir ses duymuştum. Kararımı onamakta, bu olağanüstü ses yardımcı olmuştu. Aşağıya açılan, iki kanatlı kapının kolları yerde paramparça duruyordu ve basamaklar karanlığa iniyordu. Aklıma basit bir görme büyüsü geldi. Görme büyüsü çevreyi değil, karanlığın içini aydınlatır. Böylece ışıksız bir yerde dahi, gözün bildiği aydınlığın dışındaki ışıklar size yardımcı olur. Açıklaması biraz zor... Çevreyi yeşile boyayan görme büyümle aşağıya kadar inebildim ve zemine adımımı attığımda, akıl almaz bir genişlik hissine kapıldım. Yarattığım ışıkla ancak bir iki adım önümü ve çevremi görebiliyordum. Ama eminim orası, çok çok daha büyük bir yer. Zeminden fısıltılar yükseliyordu. Soluduğum hava ıslak ve pis kokuluydu. Tedirgin olmuştum. Hala ölmemiştim ve ölümü beklerken, ölemediğim her an, karnıma daha şiddetli ağrılar saplanıyordu. O sırada gazaba gelmiş bir haykırış duyunca çığlığı bastım. Çok kudretli bir tonu vardı. Kafam patlayacaktı sanki. O ses tüm salonu doldurdu ve ‘işte!’ dedim kendime, ‘ ölüm sana geldi.’ Böyle söyledikten sonra tüm kaslarım gevşedi. Gözlerimi kapatmış bekliyordum. Galeyan dolu sesin uluyuşu duruverdiğinde gözlerim hala kapalıydı. Sesin yankıları hala yankı buluyor, görünmeyen duvarlara çarpıp tuhaflaşıyordu. “ Sen doğulu değilsin!” dedi bilinmezliğin derinlerinden gelen tok bir ses. Ben konuşamadım. Şaşkındım, ruhum sarsılıyordu. Ses bir daha konuştu: “ Sen Mumaldi de değilsin!” Mumaldi kelimesini kükreyerek söylemişti. Onlara kızgın olduğu belliydi,“ ben Solom Kralı Herhudya’ nın lanetiyim. Yedi ayın bir araya gelmesini bekledim...” sonra bir süre sustu, yankısı ‘bekledim’ demeye devam etti. Ve başka bir kelime duydum açık seçik, ama yanlış mı duyduğumu anlayamadım... “ bekledik!”... Binlerce ağızdan çıkmış korkunç bir uğultu. Açıklama isteyecek cesareti bulamadım. Nasıl bulabilirdim ki? Benliğimde biriken bilinmezlik tortusu, kabaca elini kalbime attığında, bir şeylerin değiştiğini fark ettim: biliyordum. Göğsüme, nereden çıktığını asla göremediğim bir el dokununca, ruhuma pek çok şeyin aktığını hissettim. Hınçla akan bir şelalenin altında, omuzlarıma vuran suyun baskısına karşı durmaya çalışır gibiydim. Zar zor ayakta durabiliyordum. Başım dönüyordu ve heyecanım yüzünden, neredeyse kalbim patlayacaktı. Ardı arkası gelmeyen vakitler harcanıyordu ve ben kapana kısılmış, çaresizce bilmek için zorlanmaya devam ediyordum. Sonunda, kendimi o kadar çok sıkmıştım ki, haykırarak ağlamaya başladım. Etrafımı sarmış melun yankıların arasına benim zavallı hıçkırıklarımın akisleri karışıyordu. Acı çekerek karanlığa düşüyordum. Fakat acı aniden kesilince ve kendimi gökyüzü altındaki toprakta ve büyük cümle kapısının önünde haykırırken bulunca, bir hayli afalladım ve şaşırdım. Ayaklarımın dibinde, içlerindeki kan tamamıyla boşalmış ve mora dönmüş üç rahibin bedeni duruyordu. Gökteki üç ay onları nurlandırıyordu. Ama ben onları değil, hatırladıklarımı düşündüm ve telaşa düşerek Nu’karh’ a doğru koşmaya başladım. Elimde sıkı sıkı tuttuğum şeyin farkında değildim. --------------------------------------------------------------------------------------------------- Nu’karh’ ta beni kimseler dinlemedi. Başıma gelenlere asla inanmadılar ve üç rahibi öldürmek suçundan beni yeniden zindana attılar. Üç rahip ortaya çıkana kadar serbest kalamayacağımı söylediler. Israrla onları bulamayacaklarını söyledim ama nafile. Benim geri dönüşümü iyi bir işaret olarak gördüler ve kalabalık bir heyetle Solom’ a gidiyorlar. Onları orada Kral Herhudya’ nın ölü ordusu karşılayacak. Çünkü bu gece Yedi Mor Dolunay Gecesi. Solomlular, Alameti bekledikleri yüzlerce yıl boyunca, bu gece için hazırlandılar ve sadece intikam almakla yükümlüler. Zamandan Azade Kral Herhudya’nın aklıma yüklediği onca şeyi Nu’karh’ın doğulu hâkimlerine söylemedim. Bilmeyi hak etmediklerini anladım. Aslında Zamandan Azade Kral’ın, kadim zamanların heybetli efsunlarına vakıf olduğunu ve Mumaldiler için çok ağır bir yenilgi tasarladığını söylesem bile, bu kimsenin işine yaramaz. Karşılarına çıkacak felakete habersiz yakalanmaları soğuk bir ölümü geciktirecektir.- ki bunu hak ediyorlar- Herhudya sadece tek bir şeyden yoksundu ve Yedi Mor Ay’ın dolunay gecesinde öfkesini kusacağı yerin neresi olduğunu işaretlemesi gerekiyordu. İşaretledi de… Heyet geriye döner mi emin değilim. Ama ben, güç ile ışıldayacak böyle bir gecede geriye, Messa Masana’ ya, güzel şehrim Porald’a dönüyorum. Halkımın gözünü bağlamaya çalışan yobazların haksız olduğunu ispatlayacak olmanın şevkiyle yerimde duramıyorum. Loncam yeniden baskıdan kurtulacak ve efsuncular lisanlarını geliştirmek adına gizli saklı çalışmayacaklar. Nu’karh’a beni getiren büyünün günahkârlarca kullanıldığını ve uğursuzluk taşıdıklarını söylerlerdi. Yasakladıkları pek çok büyüden biriydi anlayacağınız. Ama işte başarıyla, güzel haberlerle dönüyorum oraya; Kral Herhudya, pek çok görü sundu bana. Kendi başına gelenlerin arasında ülkemin parlak ve kudretli geleceğine dair görüler sundu havsalama. Messa Masana’nın yükselişini benim bir sözüm başlatacak ve ülkemin yükselişini onlara tek tek anlatacağım. Böylece eski erdemli günlere dönerek, bağnazlığı sonsuza dek gömeceğiz. Mumaldili barbarlara gelince: Onları tüm içtenliğimle uyardım, ama kibirle burun kıvırdılar. Artık geleceğe bakmalıyım. Sözleri söylemeli ve kapıyı açmalıyım. Söylediklerimi dikkate alsalardı, kurtulma şansları doğardı. Ama başta da söylediğim gibi, sonları çok daha erken ve korkunç olacak. Hemen ölmeyecekleri kesin, çünkü ölüler intikamlarını yavaş yavaş alacaklar. Yüzlerce yıl önce bugün için öldürülüp bekletilenler, o talihsiz meydandaki merdivenden gecenin altında çıktıklarında ve elimdeki madalyonun çağrısına doğru gürleyerek geldiklerinde, kimsenin geriye dönüşü olmayacak...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Burak Mollamehmetoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |