İnsan melek olsaydı dünya cennet olurdu. -Tevfik Fikret |
|
||||||||||
|
Nisan’ın on üçüydü. Dışarısı kuru bir soğukla sarmalanmış, bahar gününün sıcaklığı gece yarısı olana değin yitmişti. Binlerce yıl görmüş harabe surların içinde hapsolmuş evler, omuzlarını birbirlerine vermiş tir tir titriyordu. Baharın ortasında böyle bir soğuk tuhaftı. Aksaray’da, Valide Sultan Camii’nin karşısındaki hanların birinde, bordum katının acımasız ayazında biri geceliyordu. Depodan bozma boyaları dökük odada, çok eski bir masanın başında oturmuş istenen teslimatı hazırlıyordu. İri parmaklı ve kıllı elinde tutmaya çabaladığı kalemi, ince bir kağıt şeridin üzerinde gezdirdi. Kalın bileği kıvrak olmadığı için yazısı oldukça berbattı. Ne var ki eli, havanın donduruculuğu sebebiyle titremiyordu. Eli seğiriyordu… Yüreği kırılgan bir biçim almış, benliği yerle bir olmuştu. Ruhu kireçleşmiş, içindeki renkleri irkilerek terk ederken beyaza dönmüştü. Gerçekte bu aklaşma arınmanın yüceliğine ulaşmayla değil, perişanlık ve korkunun zifiri ağzında bütün manayı kaybetmekle alakalıydı. Sabahın alaca karanlığına gözlerini açtığından beridir hiçbir nefesini eskisi gibi alamıyordu. İnsanlar eskisi gibi görünmüyordu gözüne… Yaşamın sıcaklığı soluyor, kalabalıkların, var olana kayıtsız yaşamlarından giderek uzaklaşıyordu. Bütün gün o kalabalıklara özenmiş, hurafelerin ve bağnazlığın süreklilik kattığı hayat döngüsüne geri dönemeyeceğini bilerek kahrolmuştu. İnsanları kandırarak ele geçirdiği payenin cebbarlıkla kazandırdıklarını, böylesi açık bir vicdanla daha fazla isteyemeyeceğini hissetmişti. Adamın insanlığı, gözündeki perde ortadan kalkınca ah ederek hortlamıştı. Yeisi kabararak gönlünü ürpertiyordu. Bundan sonra anlıyordu ki, cehennemin alevlerinden onu kurtaracak hiçbir şey yoktu. Üstelik muskalar hazırlayarak emrine çağırdığını iddia ettiği cinlerin varlığına dair en ufak bir bilgisi bile yokken atıp tuttuğu günleri, pişmanlıkla ve tövbelerle hatırlıyordu. Şimdi insanların arasına karışıp telaşla ‘vallahi bunların hepsi gerçekmiş!’ dese garip kaçmaz mıydı? Şahit olduğu bilgiyi kiminle nasıl paylaşacaktı? Sırlarını birilerine açma hevesini doyurmazsa ne melun bir felaketin ruhunu kaplayacağından neredeyse emindi ama çaresizdi. Bu çılgına çeviren gerçek ve yıllardır inançları istismar ettiği sömürücü faaliyetleri onu yapayalnız bırakmıştı. Ölüp gitse kimse ne yüzünden olduğunu bilmeyecekti.. Bu sabah uyandığında, ‘tik takları’ odayı boğan kurmalı masa saati henüz zırıldamamıştı. Saat adeta, sessizlikte uğursuzluk peydahlıyordu. Sabah namazına daha bir saat vardı. Kan ter içinde yataktan çıkıp, yorganın altındaki sıcak mahmurluğu geride bıraktığında derin bir nefes almıştı. Bir kabustan uyandığını anlayıp şükretmişti, çünkü bal gibi farkında olduğu yobazlığının cezalandırıldığını düşünüp ödü kopmuştu. Ne melun bir rüyaydı! Cami, üç katlı evinin hemen karşısında, yüksek kavak ağaçlarıyla karartılmış mütevazı bir bahçenin ortasındaydı. Bahçesinde, nice muhterem Zat’ın kavuklu mermer taşlara dayanmış mezarları vardı. Tek şerefeli minaresi apartmanların arasında zorlukla yükselen bir kazığı andırıyordu; geceye yöneltilmiş bir mızrağı… Camiye gitmeden evvel abdestini almış, kıyafetlerini giymişti. Kabusunda onu ürperten ve feci bir tehdit misali yüreğine çöken olayı çarçabuk unutmuştu. Yobazlığından ve istismar kabiliyetinden, sırf bir rüya gördü diye vazgeçecek değildi. Sabah ezanını, onun o enfes tınısını katlederek okuduktan sonra cemaatin başına geçip namazı kıldırdı. Rükular ve secdelerin nihayete erdiği, herkesin dizleri üzerine çöküp Yaradan’a günahlarını affetmesi için yakardığı vakitte, en önde ve tek başına dua eden hoca efendi şiddetli bir haykırışla salavat getirdi. Ardından yeniden salavatı haykırdı.. sonra yeniden ve daha da çığırarak.. toplamı on üç kişi olan cemaat ürpererek sindi ve hocanın bitmeyen salavatlarının korkusuna kapılmamak için beraberce salavat getirdiler. Hoca efendi diz üstü çöktüğü yerden sarsılarak kalktı, titreyen sesinin çaresizce tutunduğu salavatları caminin duvarlarına çarptırarak dışarıya çıktı. Ayaklı bir karabasan uyanıkken bile peşindeydi, hoca efendi panikleyerek karnındaki ağrıları hissettiğinde böyle düşünmüştü… elindeki beyaz kağıdı sımsıkı tutuyordu; parmak eklemlerini beyazlatacak, yüzündeki tüm kanı kalbine dolduracak denli sıkı… Gece yarısı yaklaşıyordu.. Şimdi ne olacaktı? Bundan sonra hayatına nasıl kaldığı yerden devam edecekti? İnsanoğlunun hayatını sınırlandırmış bazı kurallar ve bilinmeyenler vardı. Ve bu olgular insanın daha öteye gitmemesini sağlayan kalın, yüksek ve kadim duvarlardı. Duvara tırmanabilir ama ardını veya ardındakini göremezdiniz; hatta tırmandığınız duvardan düşer ve hayatınızı cesaretiniz gömülmüş vaziyette kendi kabuğunuz altında geçirirdiniz. Böylece meraklı olmaya tövbe etmiş olurdunuz. Adam duvara tırmanmış, dahası ardındakileri görmüş gibi davranan aşağılık bir sahtekardan fazlası değildi. Filhakika hem eğlenip hem de para kazanmasını ustaca becerebiliyordu. Lakin artık onun için ne duvar kalmıştı, ne de hakikat. Başına geleceklerin hesabını dehşet içinde yaptığında, binlerce yıl pişmanlık içinde ağlasa bile kurtulamayacağını idrak etmişti. İnsanları kandırıp haklarını gasp ettiğini şimdi kabul etmesinin ve dahi üzüntüden kahrolmasının işe yaramayacağı kesindi. O halde muazzam mahvı adını seslenmeden evvel bir kurtuluş planı tasarlamalıydı. Yeterince kesin, oldukça radikal değişikliklere kalkışabilmeliydi. Benliğinin ikileme düşmesine imkan tanımadan harekete geçmeliydi. Çıkış noktası seçilmişliğiydi. Bu alemdeki nice insan arasından onu tercih etmiş, rüyasında ona seslenmiş, bizzat kendi ağzıyla hoca efendiye talimatlarını bildirmişlerdi. Niye korkuyordu? Aslına bakılırsa bu ender kazanılan bir mükafat değil miydi? Mutlu olmalıydı.. neden mutlu değildi? Vicdanı ne diye her meşgalesine ve bulduğu mazeretlere kulp takıp duruyordu.. … Bütün gün evinden çıkmaya cesaret edemedi. Hacı misi kokulu yatak odasında, yere serdiği seccadenin üzerinde saatlerce dua etti, namaz kıldı. Gözyaşları içinde tövbe üstüne tövbe ederken çektiği azabın şiddeti o denli yakıcıydı ki, bir süre sonra kendisini günahsız, saf, hak yememiş ama yine de böylesi bir eleme kurban seçildiği için sabır dileyen bir inanan olarak görmeye başlamıştı. Yazdığı onca muskanın, aklına fitne sokup günah işlettiği sayısız insanın ve kendi azgın şehvetine kurban ettiği zavallı kadınların hesabını soracak mevkie yalvardığının ayırtına dahi varamayacak oranda mahvolmuş ve ürkmüştü. Sabah namazını kıldırtırken ve dizleri üzerinde son dualarını etmekteyken o kağıt yoktan var olup önüne düşmüştü ya, işte o vakitten beridir üzerine sinmiş üşümenin devası yoktu. Canı yüreğinden çekilip geri gelmiş gibiydi. Kendisini odasına kilitleyip, seccadeye ikiyüzlü imanıyla zincirlenmişken, o kağıdı, gördüğü ilk çöp tenekesine attığını sürekli olarak beynine hatırlatması gerekti. Zira seccadenin altından duyduğu hışırtıları hayra yorabilmek için bir nebze dahi dirayeti kalmamıştı. Seccadenin ucunu yavaşça kaldırıp altına baktı. Nefesini asırlardır tutuyormuşçasına gerilen sinirleri, yakılan kağıtların kara kalıntıları misali ince ve kırılgandı. O öğlen vakti hoca efendi, yeniden zıvanadan çıkan aklının işkence çeken kıvrımlarında sıkışmış ve haykırarak salavatlarını tüketmişti. Uyandığında –yada ayıldığında akşam olmak üzereydi. Odasındaki çek-yatta gözlerini açmıştı. Çevresinde endişeli yüzlerinde merak kıvrımları şekillenmiş camii cemaati dikiliyordu. Hepsi geçmiş olsun dileklerini saygı ve samimiyetle ilettiler ama sabırlarına daha fazla gem vuramadılar. “Hocam geçmiş olsun. Öğlen ve ikindiye gelmeyince merak ettik. Sabah camiden alel acele çıkmışsın. Merak edip buraya geldik ama seni baygın halde bulduk. Hayırdır inşallah..” Hoca bozuntuya vermemişti, hatta daha ileriye giderek mevkiini kuvvetlendirme uğraşına girişmişti: “Hayırdır arkadaşlar. Sizler yabancım değilsiniz. Cenabı Hakkın yarattıklarıyla aramda perde olmadığını bilirsiniz. Hamdolsun bir cümle mahlukatın aracılığı için seçilmişiz Yaradan tarafından.. çok şükür! “Lakin bazen faka bastırıyor mübarekler, namazı kıldırtmadılar bana. Eve gelip ibadete vurdum kendimi, aman diledim. Onlar da gelip önümde diz çöktüler ve pişmanız dediler. Ne diye bana musallat olursunuz dedim bende. Bizi gönderenlere ‘O mübarek bir adam, biz ona bulaşmayız’ dedik ama dinlemediler. Affetmek büyüklüktendir hoca efendi, sen bizi affet ki bizim de halimiz yaman olmaya..’ dediler. “E ne yapaydım? Kapandım secdeye ve yalvardım Yaradan’a. O’da –çok şükür- kabul etmiş olsa gerek ki bende bir vecit hali uyandı ama ben bayıldım.” Pişkin ve otoriter gülümsemesi odayı doldurdu. Çevresindeki herkesin ona hayranlıkla baktığını görünce keyfi palazlandı ve yattığı yerden kalkıp oturdu. Bayılmasının sebebini unutmuştu. Nefsi okşandıkça endişeleri uzaklaştı ve yerini doymak bilmez tatminsizliği aldı. Lakin çevresinde toplanmış saygılı cemaat, hocanın yüzündeki renk yeniden atınca suskunlaşmıştı. Akıllarına görünmeyen mahlukatların imgeleri yerleşti ve fısıldayarak salavat getirdiler. Hoca efendi ise sabitlediği gözlerinde bomboş bir bakış yaratmıştı. Ağzı çarpılır gibi açılmış ama ıkınmaya benzer bir ses çıkarmaktan ötesini becerememişti. Cemaatten biri tedirgin ama meraklı bir sesle ‘hoca efendi?’ demişti. Hoca efendi cevap vermedi, hala ileriye bakan donuk gözleri, ruh beyazı bir soğukluğa çalan yüzünde giderek derinleşiyordu. Cemaatin arasında biri vardı ki ne insandı ne de fani. O doğrudan hoca efendiye bakarken, gözlerindeki ısrarla hoca efendinin kalbine bastırıyordu. Hoca efendi cemaatten kimsenin onu görmediğini biliyordu. Dili kurumuştu; karnına ağrılar saplanmış, biten salavatları yerine daha başka dualar söyleme aciliyetine sarılmıştı ama sadece ıkınabilmiş ve ‘Bizi hor görmüş olman vallahi affedilmeyecek. Çektiğin azabı çok mu sanıyorsun be gafil? Yemin olsun, senin başına geleceklere! İşkencen en derin cehennem çukuruna sığmaz olacak. Çünkü sen bağnazlık ettin ve hak yedin. Şimdi o kağıdı tut ve sana indirilen yere git. Yemin olsun gelmezsen başına geleceklere…’ diyerek onu hiç işitmediği bir sesle azarlayan sesi dinlemek zorunda bırakılmıştı. O, rüyasındaki varlıktı… Bütün gün yaşadıkları şu anda içine tıkıldığı odada aklına gelenlerden daha katlanılabilirdi. Akşam çöktüğünde hanın bodrum katına inip bu metruk odayı bulmuş ve aynı rüyasındaki gibi onu bekleyen masayı ve yanına hiç almasa da ondan evvel her yere ulaşan kağıdı görmüştü. Masanın üzerinde bir kandil, muska bezi ve ince bir kağıt şerit vardı. Kalem tam şeridin yanına koyulmuştu. Sandalyeye oturup yazmaya başladı. Rüyasında ona ne denmişti: “Bu kağıda onu çizdik. O ki gözün perdesinde asılı bir asalaktır ve hem görünür hem görünmez. Yemin olsun ki bize de fenalık etmekte! Lakin Yaradan’ın kuralları yıkılmaz; haşa yıkılamaz. “Onun içindir ki sen bizi ona musallat edeceksin. O elbet senin alemine sukut edecek ve o zaman sen onun üzerine bizi salacaksın.” Eli sinirden seğirirken başına gelecekler için tasa etmeden duramıyordu. Masada duran kağıdı almış ve önüne koymuştu. Üzerine bir resim çizilmişti. Yere oturmuş ve bir elinden destek alan güzeller güzeli bir kadın. Rüyasında gördüğü zaman kasıklarında bir yanma olmasına nasıl engel olamadıysa, şimdi de nutkunun tutulduğunu onca korkusu arasında zevk alarak hissediyordu. Şehvetin damarlarında seraplar oluşturmasına engel olamadı. Bir anlığına etrafına örülmüş uğursuzluktan sıyrıldı ve hırıldadı. Lakin benliği kalbini zehirli iğnelerle uyarmış gibi irkildi ve kızın ağzının iki kenarından akan şeye dikkat etti.. kandı bu. Ne melun bir oyunun içinde olduğunu endişeyle düşünerek irkildi. Ve beklenmedik bir zamanda içinde biriken tüm dehşeti geri geldi, resmin cazibesi alevlere teslim olmuştu. Hemen işe koyuldu. Resmin üzerine musallat olunacak canlının adını yazdı. Rüyasında ona söylemişlerdi, kağıtta resmi olanın ismi ‘Lud’assal’ dı.. sanılanın aksine tek ve yok olmamak gayreti bahşedilmiş bir cehennem tohumuydu. İnsanların taktığı ismi vampirdi. Tarihten evvel ve tarihin içinde pek çok kereler başka başka yerlerde, çok farklı topluluklar içinde göründüğünden, masalları çoğaldıkça yarattığı korku da çoğaldı ve aslında hiç olmamış türdeşleri için hikayeler ortaya çıktı. Halbuki Lud’assal tekti ve yok olmamak gayretindeydi. Savılabilirdi o kadar. Hoca efendi kime yöneldiğini bilmediği koruyucu kelimeleri yazdı. Bu işlem iki saatini almıştı. Eli ağrıyordu ama duramazdı. Gece yarısı yaklaşıyordu. Resmin altına kimlerin musallat olacağını yazdı, liste hayli kabarıktı. Ardından ricalar ve yakarışlarla korunmasını sağlayacak koruyucu kelimeler döküldü kaleminden. Daha evvel haiz olmadığı bilgeliğin kelamını yazıp idrak ettikçe hayretler içinde kalıyor, hem üzülüyor hem seviniyordu. Önceden yazdığı muskaların ne kadar yalan ve sahte olduğunu gördükçe kahroluyordu. Şüphesiz kahroluşu, elinden çıkan günahkar ve pislik dolu işleri yüzünden değildi. Bu gizleri daha önceden de bilebilir, hatta daha da kudretli, korkulan ve bu yüzden hürmet gören bir zat olabilirdi. Ve şimdi ona öyle geliyordu ki, başının altından çıkan işler yüzünden kesinlikle yanacağını daha iyi anladığına göre, kocabaş hırsı ve küplere sığmayan kibrini bir zırh olarak kullanamazdı. Kendi yazgısının basiretsizliği için sessizce ağladı. Yanacağı sonsuz işkencelerin hayallerini kurdukça daha çok yakardı içinden ve tövbe etti durmadan. Fakat belki de bu iş onun kurtuluşu olurdu. Günahlarının bedelini böyle ödettiriyorlardı muhakkak. Ve doğuştan gelen ve hep içinde olduğunu bildiği ama bir türlü doğru kullanamadığı kabiliyetini takdir etmek istiyor olmalıydılar. Kısacası aklını başına getiriyorlardı. Seçilmişliğinin sebebi başka ne olabilirdi ki..? Sonra kağıt şeridi yazıyla doldurup, beze sararak bir üçgen muska yaptı. Gece yarısı kapıdaydı; hava çok soğuktu ve bahar için bu pek normal değildi. Hoca efendi üzülüp sevinmek arasında bocalayarak işini bitirdi ve üzerine kelimeler işlediği kağıdı kandilin alevinde yaktı. Rüyasında bildirilen yakma duasını söyledi. Çok açıktı işte; sırlarını onunla paylaşmışlardı; ondan gayri hangi ben-i adem bilirdi ki yakma duasını? Hürmet ettikleri ne kadar da açıktı böyle. Demek gerçekten muhteşem bir kudreti vardı.. kağıt yanarken kendi kendine hayret etti. Havaya yanan kağıdın kokusu karışmıştı. Hoca efendi şimdi daha gururlu ve kibirli oluvermişti. İşe başlarken ruhuna hayatı zindan eden endişe ve korku zilletinden eser kalmamıştı. Zira muskayı üzerine asmasını ve çağırma duasını okumasını söylemişlerdi. İşte! Onun çevresinde toplanmak ve onu başları olarak görmek için hocanın onları kendisine çağırmasını istiyorlardı. Ne büyük ihsandı bu Yarabbi! Göğsü kabararak beklerken artık mutluydu. Yaradan’ın oyunlarından habersizdi. Üzerine astığı muskanın kan emici mahluku kendine çektiğini bir an bile düşünmeyecek kadar gaflet içindeydi. Diğer alemin canlıları düzeneklerinin ortasına eski bir kaşar misali hoca efendiyi koymuşlardı. Görünen ve görünmeyen diyarlar arasında gidip gelen kan meraklısı mahluk muskanın kokusuna tepki vermeden duramazdı. Ve gözün önündeki perdenin görünen tarafına geçtiğin de, yanan kağıdın dokusuna saldıran alevler nasıl kağıdı kapkara edip yok etmişlerse, cinlerde aynı şekilde bu mekruh yaratığa musallat olacak ve varlığını bütün alemlerde bir süreliğine zararsız kılacaklardı. Sonu yaklaştıkça aklıda yiten hoca efendi o denli böbürleniyordu ki kendiyle, akşama doğru odasında onu azarlayan varlıkların nasıl olup ta kendisini mükafatlandırmak isteyeceklerini akıl edemiyordu. Halbuki O, alelade ve ziyan olması her alem ve bütün yaratıklar için sorun olmayacak güç meraklısı, hırslı ve kibirli fanilerden biriydi. Onun gibi binlercesi her zamanda ve her yurtta olurdu; Arabistan, Moğolistan, Yakutistan, Anadolu, Afrika, Transilvanya ve Acem diyarı, onun gibilerin fenalıklarına kurban giden günahsızlarla doluydu. Hepsi, zamanı gelince kullanılmak üzere bekletiliyor gibiydiler. Ve istisnasız hepsi, şimdi hoca efendinin düştüğü yanlışa mutlaka düşerdi. Hoca efendi ne ise, sonu da öyle hazırlanmıştı. Fakat onun gaflet uykusu bitmemiş aksine son nefesini harcadığında da onu sersemletmişti. Ne yazık ki boynuna saldıran güzel suretli yaratığın önüne atılan bir yemden ve bilinen ve bilinmeyen tüm hayatların toplandığı kara çukurda bile rağbet görmeyecek bir zavallıdan fazlası değildi…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Burak Mollamehmetoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |