"Bana ev hikayesinden söz açmayın. Artık benim oraya gideceğim yok!" Fuzuli, Leyla ile Mecnun |
|
||||||||||
|
Kış henüz yeni yeni bitmekteydi. Yağan son kar beş gün önce erimişti. Güneş ara sıra bulutların ardından şöyle bir başını uzatıyor, ama hemen ardından saklambaç oynuyor gibi geri çekiliyordu. Gündüzleri sıcak olan odalar geceyle birlikte soğuyor, her soluk alış gecenin karanlığına su buharları bırakıyordu. Emir de pek hoşuna gitmese de hasta olmayayım diye yorganla yatıyor, minicik bedeni onun altında eziliyor gibi oluyordu. Titremesi artık geçmişti geçmesine, ama nedense kendini çok korunmasız hissediyordu. Başından aşağısı korunaklı bir yerdeydi ama başı, yay gibi kaşları ve yeşil gözleri ile etrafa terör estiren yüzü korunaksız, en ufacık darbeye açık öylece bekliyordu. Yorganı başını da örtecek biçimde üzerine çekti. Ne olur ne olmaz deyip bacaklarını bedenine doğru büktü. Ellerini de sıktı ve gardını aldı. Artık kendisini daha hazır ve güçlü hissediyordu. “Senden korkmuyorum Yeşil Canavar, hadi ortaya çık da gününü gör,” diye inledi. Üniversite okuyan ve aynı odada kaldıkları ablaları bu gün orda olsaydı, Emir’e Yeşil Canavar’dan daha korkutucu bir davranışta bulunabilirlerdi, ama neyse ki yurdun soğuk odalarında üşümekle meşguldü onlar. Uzunca bir süre yorgan altında öylece bekledi. Sonra sıkıldı, sidiği geldi, su saçtı… En sonunda, “Böyle olmaz,” deyip yorganı başından indirmeye karar verdi. O an aklına silahları geldi. Geceleri kılıcından tutun da, okuna, silahına varıncaya kadar her bir şeyi yatağına doluştururdu. Ama bugün ne olduysa olmuş, bir savaşçının yapmaması gereken bir unutkanlığa teslim olmuş, silahlarını yanına almamıştı. Acaba kalksa, ilerideki oyuncak leğeninden silahlarını birer birer alsa, sonra amansızca canavarı bulup kafasını kesse ve rahat etse ne olurdu? Canavar silahını almaya çalışan bir savaşçıya saldırıp tahtalıköye göndermez miydi? Elbette yapardı bunu. Onda onur ne gezerdi!? O yüzden bunun riskleri vardı. Hani yatak da pek güvenliksiz sayılmazdı. Canavar birkaç kere yatakta onu korkutmaya çalışmış, ama saldırmamıştı. Belki bugün bir ilk yapar ve korunmasız birisine ilk ve son saldırısını düzenlerdi. Herkeste Emir’in bu haline üzülmüş gibi yapar, ardından kıs kıs gülerdi. “Hayır, burası daha korunmasız,” diye inledi. Bacaklarının arasından dışarı fışkırmak isteyen bir şeyin acısı tüm bedene yayılıyordu. Bir de üstüne üstlük altına işerse insan arasına çıkmaz olurdu. “Keşke akşam bütün silahlarımı yanıma alsaydım,” diye düşündü. Ama bu geçmişte kalmıştı ve artık zaman geri getirilemeyeceğine göre (ki ara sıra bir zaman makinesi yapmak gibi fikirler aklına gelmiyor değildi), şimdi önüne bakmalı bir çıkar yol bulmalıydı. Belki de en iyisi hızlıca odadan çıkmaktı. Sonuçta Yeşil Canavar odanın dışında hiç görülmemişti. Hem o zaman tuvalete gidip işer, mutfağa gidip su içer, ardı sıra odasına gelerek ışığı yakıp silahlarını alır, gereken dersi ona verdikten sonra mışıl mışıl uyurdu. İyi bir zamanı bekleyecek ve hızlıca yataktan fırlayacaktı. Yatağın yamacına yaklaştı ve bütün cesaretini topladı. Kalbi daha hızlı atmaya başlamıştı. “1…” oda sanki daha çok kararmış gibiydi. “2…” odanın her yerinden ona doğru minik, sperm hücrelerine benzeyen ışık tanecikleri geliyordu. “3…” bütün tanecikler birleşmiş, yemyeşil bir hal almıştı. Ne oldu ne bitti anlayamadı ama yataktan da kalkamadı. Sanki onu yatağa zincirlemişlerdi. Bu, bu bir korku muydu yoksa? Olamazdı! Ama eğer öyleyse herkes onunla alay ederdi. Açıkçası bu feci bir durumdu. Gerçi kimsenin bundan haberi olmaya bilirdi, ailesine sıkıca tembih ederdi. Ama şu gururu yok muydu? İşte ondan dolayı utançla dolaşırdı sokaklarda. Tekrar hazırlandı. Gevşeyen yumruklarını yeninden sıktı. “1…” ortamda bir değişiklik yoktu. “2…” sidiği daha bir şiddetlenmişti sanki. “3…” yeşil canavarın yüzünü görüverdi. Nasıl da çirkindi öyle! Her yerinden salyalar akıyordu. Hareket edemiyordu. “4…” diye mırıldandı ve yataktan fırladı. Sanki maratona çıkmış gibi hareket ediyordu bacakları. Boşlukta gibiydi. Yorganın üstünde olmamamsı hafifletmişti onu. Ayakları birden yere çakılı kaldı ve aniden düşüverdi. Kendini hemen toparladı. El yordamıyla kapının yerini aradı ve biraz uğraşarak da olsa kapıyı açtı. Artık daha güvenli bir yer olan ara holdeydi. Odasına göre daha soğuktu burası. Verdiği her nefes karanlıkta beyaz bir buhara dönüşüyor, ışık gibi parlayarak tavana doğru yükseliyordu. Bu yaptıkları onu çok yormuş, soluk soluğa kalmıştı. Sırtını duvara yaslayarak öylece bekledi biraz. Öylesine bir zifiri karanlığın içindeydi ki, bir süre sonra gözlerinin bile kapalı mı yoksa açık mı olduğunu anlayamadı. Gözlerini elleriyle yokladı. Eliyle dürtüklediği gözünden şarıl şarıl yaşlar aksa da bir süre sonra buna da aldırmadı ve bir eli gözünü ovalayarak, diğerini ise duvara dayayarak alt kata inen merdivenlere doğru yürümeye başladı. Korkunun kahredici nüveleri yüreğinde bir yer ediniyor ve oradan tüm bedenine doğru genleşiyordu. Merdivenin başına geldiğini, önden duvarı yokladığı elinin boşluğa düşmesiyle anladı. Birkaç basamak aşağıya indi. Merdivenin ilk basamaklarını azardan bir ışık aydınlatıyordu. İlk düzlüğe kadar indi artık salonu daha iyi görebiliyordu. Işığın açık bırakılmasına bir anlam veremiyordu, ama her nedense bu, korkularını da hafifletiyordu. Artık iyiden iyiye yaşlanmış olan babası minik bir lambanın ışığında, yemek masasının üzerine dosyaları yaymış çalışıyordu. Aslında babası burada çalışmazdı. Kendine ait çalışma odasına girer, saatlerce çalıştığı işyerinin işlerini hallederdi. Zaten babasını dinlenirken pek az görürdü Emir. Onun hayatı sanki sadece çalışmaydı. Artık babasını hep bu halde görmekten şaşkınlığa düşüyor, bir ömrün nasıl salt çalışmaya adandığını anlayamıyordu. Her on dakikada bir belini tutuyor, gözlerini ovalıyor, oflayıp pufluyor ama çalışmaktan da asla taviz vermiyordu. Görünene bakılırsa çalışmak babası için bir erdem, bir hayat tarzıydı. Emir’in anladığına göre çalışmak uykusuz kalmakla aynı şeydi. Kendisi asla uykusuz kalmak istemez, zaten bunun için çabaladığında da daha ne olduğunu bile anlamadan kendisini farklı bir yerde buluverirdi. Merdivende dikilmekten ayakları ağrısa da buna pek aldırmıyordu Emir. Kendisinin geldiğini fark etmeyen babasına daha bir dikkatli baktı. Her zaman olduğu gibi bedeni bunca çalışmaya isyan bayrağını çekiyor, ağrı ve sızılarla bunun böyle gitmeyeceğinin işaretlerini veriyordu. Yüzü yorgunluğun ve uykusuzluğun bütün izlerini yansıtıyordu. Alnı kırışmış, avurtları sarkmış, gözaltlarıysa biraz morarmıştı. Masaya her an yapışacakmış gibi eğik duruyordu. Bu yüzden kamburu çıkmıştı. Çalışmasının her anında ve yerinde nasıl bir disiplin varsa, aynı şekilde kötürüm bıraktırıcı bir itaat vardı. Bu ise onu küçültüyor, olağandan büyük olan vücudunu küçük gösteriyordu. Eliyse ara sıra yoğun olmakla birlikte sürekli bir şekilde titriyordu. Emir, bir an gidip babasının bacağına çimdik atmak istiyor, bu da olmadı artık dışarı fışkırmak isteyen sidikle ortalığı yıkamak istiyordu. Yeter ki bu dayanılmaz çalışmayı bıraksın ve burada duran oğlunun farkına varsındı. Merdivenin basamağına oturup elini yanaklarına dayadı. Ne zaman fark edilirse o zaman kalkacak, yanına gidecekti. Ama fark edilmezse de ne yapsın o da şuracığa akıtıverirdi. Neyse ki bekleyişi uzun sürmedi ve bir gerinme anında oğlunu fark etti Hasret. Kendi babasının yıllarca bekleyip büyük bir sevinç çığlığıyla taktığı ismi gibi oğluna bakındı. “Bu saatte ne yapıyorsun Emir?” “Şey baba, çişim geldi. Susadım. Ama biliyor musun buraya geldiğimden beri seni izliyorum ve sen beni hiç fark etmedin. Çünkü çok yorgunsun. Ben seni izliyordum.” “Üzgünüm Emir. Ama ne yapalım ki çok işim var. Bunlar ertelenemez işler. Ama neyi fark ettim biliyor musun?” “Neyi?” “Bence sen büyümemişsin.” Doğrusu Emir’e bundan daha büyük bir hakaret edilemezdi. Hani bunu babasından başkası söylese aniden gider kafasını kemirir, olmadı tokat atardı. Ama babasına karşı büyük bir saygısı vardı. O her şeyden önce Emir gibi dayanıksız değildi; saatlerce uykusuz çalışıyordu. Emir, biraz da çekinerek, “Ben büyüdüm baba,” diye söylendi. “Hayır, büyümemişsin,” diyerek kesin ve kararlı bir son nokta koydu Hasret. “Ama niye öyle olsun?” Hasret, ilk önce uzun bir konuşma yapmak istercesine soluklandı ve gözünü boş alanlara doğru kaydırdı. Tavanda şu an yanmayan ahizeye bakındı. Koltuk desenlerindeki korkutucu biçemleri inceledi. “Çünkü…” durdu. Emir ile aralarında yapacağı konuşma açısından fazla olan bir uzaklık vardı. Emir’i yanına çağırdı. Doğrusu mutlu olmuştu Emir bu çağrıdan. Hemen yerinden kalktı ve babasının yanına doğru hızlıca koşmaya başladı. Babasının kucağına denize atlar gibi balıklama atlamıştı. Hasret ise el yordamıyla onu tuttu ve kucağına oturttu. Önce yanağına bir öpücük kondurdu. “Ne zaman ki yorgun olanın baban değil de bir insan olduğunu düşünür ve hissedersen, benim gibi gördüğün her yorgun insana aynı duyguyu beslersen büyüyeceksin Emir.” Hasret bunu söyledikten sonra biraz saçmaladığını, küçücük bir çocuğa anlayamayacağı kadar karışık laflar ettiğini düşündü. Ama çocuğunun bir şekilde bu söylenenleri anlamasını istiyordu. “Olsun, ben yine de büyüdüm,” diye söylendi Emir. “Hem artık Yeşil Canavar’dan korkmuyorum.” Eğer babası Emir’i biraz daha yakından tanısa ne kadar büyük bir itiraf duyduğunu daha iyi anlardı. Korkusuz Emir, önceden bir canavardan korktuğunu itiraf etmişti. Hasret itirafın önemini anlamamış vaziyette, “Kimmiş o?” diye söylendi. “O bir canavar baba. Kocaman boyu, uzunca kulakları, sipsivri, kırbaç gibi kuyruğu var. Öylesine güçlü ki, bizim evimizi rahatlıkla tek eliyle kaldırabilir. Bu canavar beni ara sıra korkutuyor. Şey… Korkutmaya çalışıyor, ama ben korkmuyorum. Çocukken korkuyordum. Ben asla korkmam. Çünkü ben cesurum; aynı senin gibi.” “Aferin Emir, sakın korkma!” Emir şaha gelmiş, babasından böyle bir söz duymanın sevincine kendini kaptırmıştı. “Ama artık yatman gerekiyor. Şu ihtiyaçlarını karşılayalım ve sonra seni yatıralım.” Önce tuvalete gitmek isteyen Emir, nedense bir türlü çıkmak bilmiyordu. Islık çalıyor, poposunu bir o yana bir bu yana sallıyor, ama son damlayı bir türlü getiremiyordu. Hasret ise çocuğunun bu haline bakıp istemsizce gülüyordu. Neyse ki Emir’in su içmesi kısa sürmüştü de yatak odasına doğru gitmeye başlamışlardı. Artık yatağına yatırılmış ve öpücüğünü almış olan Emir gözlerini kapamaya başlamıştı. Ama birden ne olduysa olmuş aniden fırlamıştı. Yatağın üzerine dikildi. “Bir savaşçı asla silahsız olmaz baba! Az daha unutacaktım bunu.” Babası hak vermek zorundaydı ona. Hemen silahları yerinden çıkarttı ve oğlunun yanı başına yerleştirdi. Silahlarına sıkıca sarılmış olan Emir babasına pür dikkat kesilip yarı uyuklar vaziyette, “Baba, gerçekten de herkes senin gibi yorgun mu? Kimse uyumuyor mu yani?” “Uyurlar canım oğlum, uyurlar uyumasına da, uyandıkları her an bunun bedelini öderler. Ama uyuduklarında hangi rüyayı görürler biliyor musun? Çocuklarını! Onların sevinç içinde koşmasını izlerler ve uykularını alırlar.” “Neden böyle baba?” “Çok basit aslında. Aynı seni korkutmaya çalışan canavar gibi uyku uyutmayan canavarlarla savaşıyorlar. Bu canavar onlar biraz uyumayagörsün hemen gelip bağırıp çağırmaya başlıyor. Onlar da ne yapsın senin gibi silahları olmadığı için bunu kabullenip uyumaktan vazgeçiyorlar.” “O canavarı da geberteceğim baba.” “Eminim bunu yaparsın, hadi artık uyu.” Babası gidene kadar uyuyor numarası yapan Emir, kapının kapanmasıyla yanında değişik bir koku duyumsadı. Silahını kavradı ve hızlıca sağ tarafına döndü. İşte ordaydı. Yeşil Canavar ellerini açmış Emir’i boğmaya yelteniyordu. Canavarın uzana ellerini görür görmez kılıcını yorganın altından çıkarttı ve canavarın elini kesiverdi Emir. “Ha ha! Ahmak canavar beni korunmasız zannettin değil mi?” Canavarın kesilen elinden ortalığa saçılan kanlarını görmese üzerine saldırabilirdi Emir. Ama vicdanı buna elvermedi ve onun ağlayarak yanından gitmesini pür dikkat inceledi. “Biraz daha büyüyeyim babama ve diğer insanlara eziyet eden Rüya Canavarı’nı da öldüreceğim. En güçlü benim!” Yorganı tekrar üstüne çekti, silahını elinden bırakmadan yanına koydu. Canavara bir daha sefer gelişinde acımayacaktı. Dışarıda ise yağmur yağmaya başlamış, rüzgâr ise bulduğu her delikten içeri uğultulu biçimde girmeye başlamıştı. Duyduğu bir uğultuyla gözlerini kapadı ve amansız bir yolculuğa çıkıverdi Emir. Artık daha cesur bir çocuk olmuştu. Hasret odadan çıktığında elini duvara yasladı ve başını eğdi. Yorgunluğu boğazına asılmış bir zincir gibi yere eğiyordu artık onu. Ama direnmeli, artık verilmesi gereken kararı vermesi gerekiyordu. Yıllarca emek verdiği işyerinin sahibi olan Sabri Bey, “kriz”i mana ederek işyerini aniden kapatıp kaçıp gitmeyi düşünüyordu. Bunu Hasret’e anlatmış, “tek çıkış yolunun bu olduğunu”, özellikle “çalışanların tazminatlarını ödemenin imkansız olduğuna” onu da inandırmak istiyordu. “Tek ikimiz bileceğiz bunu, sana ihtiyacım var, sensiz olmaz bu iş. Eğer sen de, “Evet,” dersen, emin ol ömrünün sonuna kadar yetecek parayı sana vereceğim.” Çalışanlar ise toplu izine çıkartılacak, ama gediklerinde ne bir iş ne de tazminat bulacaklardı. “Bu kadar parayı ödemem imkânsız,” deyip kestirip atıyordu. Daha doğrusu bunca paranın ödenmesi ardından don külot öylece ortada kalacağın belirtiyordu. Bu ise ona yapılan bir “haksızlık” olurdu. Çünkü yılların emeğiyle kazanıp biriktirmişti bunca parayı. Hem işçilere verecekti de ne olacaktı ki? Sefil yaratıklar bu paraları harcayıp bitirecekti. Oysa, oysa kendisi bu paraları kendisi için saklamayacak, yeni bir işyeri açıp insanlar iş imkanı sağlayacaktı. Bu ise gayet iyi bir tavırdı. Ne kadar soylu ve iyi niyetli bir insandı o! Gerçi bunu da yapmazdı ama ah şu vatan sevgisi yok muydu? Hasret bunu yapmanın biraz namussuzca olduğunu düşünüyordu. Sabri Bey’e göre olayın aslı öyle değildi. Bunları yapmak asla namussuzca bir iş olamazdı. Tam tersi vatana millete hizmet, namuslu olmanın daniskasıydı. Bununla ilgili bir kararı vermek Hasret’e çok zor geliyordu. Sanki kafası ikiye bölünmüştü ve birbirleri arasında savaşıyorlardı. O ise ne tarafta olduğunu bilmiyordu. Sabri Bey’in yanında olursa, aldığı parayla ailesi oldukça iyi bir yaşam için gerekli olan parayı elde etmiş olacaktı. Bu parayla çocukları sorunsuz biçimde okurdu. O an gözünde onların mezuniyeti canlanıyordu. Onlarla “kendi” evinde yaşayışını düşlüyordu. Bu mutlu bir ailenin tablosu olurdu. Fotoğrafın bir de öbür yanı vardı tabi. Bu yaşanan mutluluklar kimlerin üzerine bina edilecekti? Kaç tane yitip giden yaşamın üzerine heybetli biçimde dikilecekti bu saray! Kaç aile düşkünlüğün kollarında bir yer edineceklerdi? Bu sefer de kendi çocukları gözünün önüne geliyordu. Hepsi bitkin, hepsi pişman… Sanki babalarına hesap soruyorlardı. Onun boğazını sıkıp kendi sefil kalışlarının sorumluluğunu ona yüklüyorlardı. Ya Sabri Bey onu da ekip kaçıp giderse ne olacaktı? O zaman bütün umutları bilinmeyen uzak yerlere uçup giderdi. Bu düşüncelerle yavaş yavaş merdivenlere doğru yürümeye başladı Hasret. Her adımında geleceğinin olası ezikliğini ve yapabileceği şeyin titremesini hissediyordu. Merdivenlerden indi, geçici çalışma masası olan masaya geçti ve oturdu. Kalemi pek de istemeyerek eline almaya çalıştı, ama kalem önce masaya, oradan da yuvarlanarak yere düştü. Kalemin düşüşü sanki onun yaşamının bir parodisi gibiydi. Kendini görüyordu onun hareketinde. Düşmek ona ifade edilemez bir acı veriyordu. Sanki başını eziyorlardı! Başını sımsıkı tuttu ve masaya yasladı. O an ona öyle geliyordu ki biri gelip başını kesecek. “Bunu hak edecek ne yaptım ki?” Her hareketinde bu cezanın kabullenişi vardı. Birisi gelecek ve cezayı verecekti. Ama kimsenin de geldiği yoktu. Onun yerine boğuk bir ses geldi. “Buradan bakınca gerçekten çok kötü görünüyorsun. İnsan sana bakınca acıyor.” Konuşan kişi konuşmasını bitirir bitirmez bir hareket yaptı. Dikkatlice izledi onu Hasret. Daha minicik bir çocukken bir arkadaşı da “birisini öldüreceğim” der, sonra havada bir daire çizip ortasından sıkılmış yumruğuyla çizgi geçirirdi. Bu küçük Hasret’i korkuturdu. Aynısını şimdi de hissediyordu. Aynı korku, aynı heyecan… “Sen hala burada mısın?” “Yok canım az önce geldim. Biliyor musun az önce minik oğlun bana kılıcını salladı? Babasının düştüğü duruma düşmesin diye, “Ahh!” diyerek kolu kesilmiş numarası yaptım. İnan senden daha cesur bu çocuk. Hem ayrıca ayıp ediyorsun, gitmemi istemeyen sendin. Sana yardım ediyorum ölümlü.” “Bana yardım ettiğin falan yok,” diyerek kestirip attı Hasret. “Beynimi bulandırmaktan başka yaptığın bir şey yok.” Kendini onunla yapılacak bir konuşmaya hazır hissetmiyordu. Bitmek bilmeyen o konuşmalara girerlerse ne olurdu? Buna dayanamıyordu. Söylediği her söze sanki otomatiğe bağlanmış bir kişiden cevap geliyordu. “Beynini mi bulandırmıyorum? İşte insanlar hep böyledir. Onlara yardım eden herkesi damgalarlar. Ne acı bir durum.” “Git çabuk buradan!” “Nereye?” Bir anda ortaya çıkıvermiş olan adam bu sözle birlikte kahkahalarla gülmeye başladı. Onun bu tavrı Hasret’i daha fazla korkutuyordu. “Cehennemin dibine. Çünkü, çünkü hak ettiğin yer orası.” “Bana haksızlık yapıyorsun. Esasta senden çok farklı bir insan değilim. Hatta ortak yanımız çok fazla.” “Hayır! Seninle aynı olamam. Senin gibi bir aşağılık olamam. Hatta… Hatta sen yoksun. Evet, sen yoksun. Sen… Hayaldin. Zaten olamazsın ki.” “Ya! Hep öyledir zaten. Bana bir “yoksun” dersiniz ben de yok olurum. Bana bir baksana! Gerçekten yok muyum? Bu kadar sahte mi görünüyorum? Sana bir şey söyleyeyim mi? Senin şu anki halinden daha gerçeğim ben. Senin tutunacak bir dalın bile yok. Kimden yardım isteyeceksin? Hı? Kim var sana yardım edip seni anlayacak? Ben söyleyeyim: hiç kimse yok. Ama bana bak! Ne kadar rahatım. Ne kadar güçlüyüm. Ama sakın kendine bakma! Yani, ne diyeyim… Kendini görsen üzüntüden kahrolursun. Bitkin ve yok olmuş bir adam. Dehşet bir şey bu! Seni gördükçe titriyorum. Hâlbuki doğru seçimi bir yapsan önünde ne güzel bir yol açılacak. Sana garanti veririm ki iki yıl içinde eski güzel yıllarına geri dönersin. Zaten gençken nasıl olduğunu sen daha iyi bilirsin. Hatta bana bak kendini görmüş gibi olursun. O yıllar ne kadar güzeldi değil mi? Yapamayacağın hiçbir şey yoktu. Annen ve baban sana iyi bir eğitim verdiler ki oğlumuz iyi bir yaşam sürsün. Ama şimdi iyi ki ölmüşler. Bu halini görmelerini istemezdim.” “Hayır,” diye cevap verdi Hasret. “Benimle gurur duyarlardı. Onların en büyük isteği benim namuslu bir adam olmamdı. Ve ben… Ben namuslu bir adamım.” “Vay be! Bunu söylerken bile düşünüyorsun. Ama haklısın. Zor bir karar. Yalnız şunu unutuyorsun. Sana namuslu olmanı söyleyen baban, yaşamda başarılı olmanı da söylemişti. Yaşamda başarılı olmak ise her şeyden önce bazı şeylerden vazgeçmekle mümkündür. Önünde bir hedef vardır ve bu paradır. Sana babanın söylemediği ama gerekli olan başka bir şey söyleyeyim. Paraya ulaşmak için her şey mubahtır. Bunu unutma tamam mı?” “Para her şey değildir!” diye bağırdı Hasret. Ama bunu söylerken anlayamadığı bir utanç hissediyordu. “Hım! Şu klasik söz! Doğru her şey para değildir. Mesela nedir para olmayan? Çocuklarının okuması için gerekli olan şey. İnanabiliyor musun? Veya yeni bir ev! Ne yaparsın. Gider birisinden ev istersin, satıcı da hiçbir şey istemeden evin anahtarını verir sana. Ne kadar güzel! Dünya böyle olsa ne güzel olurdu değil mi? Bende kendime bir tane ev alırdım. Bir de yazlık. Araba, değerli eşyalar, bankalarda para… Üzgünüm tekrar para dedim. Başka?... Sıkıldım bu işten. Hayal kurmak bana göre değil. Ben gerçeklerle uğraşırım. Sana da önerim gerçekçi ol.” “Ben zaten gerçekçiyim. Onur da bir gerçektir. O olmadan insan yaşayamaz; yok olup gider.” “İnsanın gülesi geliyor bu dediklerine. Açık söyleyeyim, ben onurlu biri sayılmam. Ama asla yok olma gibi bir derdim de olmadı. Sense yok oluyorsun. Yavaş yavaş yok oluyorsun. Seni diriltecek olan şeyse sana hak ettiğin şey olan, paranın verilmesidir. O parayı alırsın, istediğini yaparsın. Düşünsene! En büyük kızın okuldan mezun olmuş. Kendine güveni tam! Ona para veriyorsun ve o da istediği işi yapıyor. Şu an berbat bir yurtta, sefaletin daniskası olabilecek geleceğini düşünüyor. Ne talihsiz kız ki, hak ettiği üniversiteye gitmektense, kaldırım mühendisi dalında master yapacağı bir üniversiteye yazıldı. Ama gelecek yıl için hala şansı var. Güzel bir okul. İstediği her şey elinin altında. Yurt dışı gezileri, bitmek bilemeyen düşlem gücüyle evrenin sırrı üzerine yaptığı araştırmalar. Ah, ah! Ne güzel olurdu. İnan ara sıra ben de düşlemini kuruyorum evrenin. Sizin yıllar süren yolculuklarınızla ulaştığınız yere ben bir adımda gidiyorum. “Oğulların ise daha şanslı! Çünkü onlar daha küçükken paraya kavuşuyor. Yani daha güzel bir gelecek önlerinde. Ha, bir de Emir. Onun ne kadar mutlu olacağını geceleri onunla konuşan birisi olarak senden daha iyi biliyorum.” “Bunları nerden biliyorsun sen? Onların ismini ağzına bile alma!” “Bilmek benim işimdir dostum! Onlara yazık ediyorsun. Onların umurunda bile değil sizin şu şirket işiniz. Hatta hiç haberleri bile olmaz. Sana hep saygı duyarlar. Ama onlara istediklerini verirsen! Bu olmazsa yüzüne bile bakmazlar. Bir babaları mı varmış, nerde? Nereye saklanmış? Yoksa şu karşımdaki insan mı? Yani şu bitmiş adam.” “Ben daha bitmedim. Hala onlara bakabilirim. Onlar da çalışsınlar. Kazansınlar. Kendi yaşamları bu. Benim verebileceğim… Benim verebileceğim işte bu. Benim… En değerli şeyim onlarımdır. Ama lütfen bu şekilde olmasın. Ben bir kenarda oturayım. Öylece!” “Devir oturma devri değil dostum. Kalkıp çalışacaksın. Çalacaksın çırpacaksın. Yani para kazanacaksın. Bunu her şey için yapacaksın.” “Benim bütün gücüm tükendi,” diye söylendi Hasret. “Ben… Ben çok kötüyüm. Ah! Ne yapmalıyım bilmiyorum. Bütün gücüm çekiliyor vücudumdan. Lanet olsun! Haklısın. Yok olup gidiyorum.” “Hayır! Daha yok olmuyorsun. Son bir şansın var. Evet, son bir şans!” “Nedir o?” “Çok basit. Masadan yavaşça kalk ve sakin bir biçimde telefonun başına git. Kime telefon edeceğini biliyorsun. Ona telefon et ve yanında olduğunu söyle. Paranı al ondan. Onlar senin hakkın. Al ve sonsuza kadar mutlu ol. Benim bu iyiliğimi de asla unutma!” “Bunu… Bunu yapamam!” “O zaman yok olup git lanet olası!” Bu sözle birlikte yok olan evdeki davetsiz misafir oldu. Bir anda anlaşılmaz biçimde ortalıktan kaybolmuştu. Gelişine nasıl şaşırmamışsa, gidişine de aynı şekilde şaşırmadı Hasret. Söylediği son söz ise bir yerlerinden bir parça alıp gitmişti sanki. Vücudu biraz önceki gergin halinden yavaşça kurtuluyordu. Giderek rahatlıyor ve sakinleşiyordu. Ama her an bedeninin kontrolünü kaybediyor, kendini boşlukta sallanıyor gibi hissediyordu. Masadan kalkmak istiyordu. Kalkmak ve belki de bilmediği yere doğru gitmek… Belki Emir’in yanına giderdi, ya da diğer çocuklarının ve karısının yanına. Telefon da hiç uzak değildi. Ama her nedense hiçbir yerini hareket ettiremiyordu. Gözleri masanın ortasına yoğunlaşmıştı; masanın ortasında duran kuru ekmek parçasına… Sanki her şeyin çözümü ordaydı… Uzun bir süresini oturarak geçirse de sonrasında bir hareketle kalkmak istedi. Ama bunu yaptığında hiç beklemediği biçimde yere yuvarlandı. Işık görünmez oluyordu artık. Önünü görmesini sağlayacak bir şey yoktu. Etrafı bir anda yoğun bir ses kaplamıştı. Her yerde o kahredici çığlık vardı. Bedeni titriyor, nereye olursa oraya gidip saklanmak istiyordu. Gözünü açtı. Yukarı baktı. Az önceki adam eline bir bıçak almış öylece dolaşıyor odanın tepesinde. Sanki bir ışık gibi parlıyordu o. Etrafında ise giderek karanlık örülüyordu. Yaklaşıyor, Hasret Bey’in göğsüne elini sokuyor, sıkıyor, gülüyor ve geri çekiliyordu. Duvarlara gidiyordu o vakit. Aile bireylerine ait resimleri teker teker getiriyor ve gösteriyordu Hasret’e. Çıldırıyordu o zaman Hasret, kalkıp o resimleri onun elinden almak ve istediği bir geleceği yaratmak istiyordu. Elini yere yaslıyor ve kalkmaya çalışıyordu. Sanki eli yere batıyordu. Gözlerini kapatıp hayal olmasını dileyerek yeniden açtı. Ne kadar da büyümüştü etraf. Kendisi ne kadar da küçük! Az sonra ezecekler sanki onu. Birisi gelip yanlışlık üzerine basacak ve ezilip gidecek. Sonra o genç adama baktı yine. Elinde Emir’in resmi… Sonra yere attı onu. Çerçevesiyle yere düşen resmin camları Hasret’in üzerine sıçrıyor ve vücudunu kesiyordu. Sonra parıldayan bıçağı gördü. Kuyruklu yıldız gibi üstüne doğru geliyordu. O an bir dilek tuttu ve tam kalbine doğru girdi bıçak. Başını sağa dönüp son bir kez daha yerde duran Emir’in resmine baktı. Nasıl da gülümsüyor… O da gülümsedi, gözlerinden yaş döküldü ve gözleri asla kapanmadı…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Mikail Boz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |