Bir karanlığın içinde yavaş yavaş kendime geliyorum. Önce burnum işe koyuluyor. Kokluyor tüm odayı. Şaşırtıcı ama hiçbir koku yok. Burnumla etrafı görmeye çalışıyorum. Olmuyor. Sonra yavaş yavaş derim karışıyor işe. Etrafta hafif bir hiçlik var. Ama yine de tam değil. Emin olamıyorum. Tıpkı yaşayıp yaşamadığımdan emin olamadığım gibi... Daha sonra kulaklarım sessizliğin sesini yutuyor. Yine hiçbir şey anlamıyorum. Yavaşça ağzımı açıyorum. Havada bir tatsızlık dolanıyor. Dilim bu tatsızlıktan uyuşuyor. En sonunda gözlerim giriyor devreye. Kolaçan ediyor etrafı. Tek görebildiğim kör bir karanlık. Tabi buna görmek denirse. Dipsiz, sonsuz, uçurumlarla dolu, koyu bir karanlık... Olmayışı olduruyor duyularım. Karanlığı görüyorum. Kokusuzluğu kokluyorum. Tatsızlığı tadıyorum. Sessizliği duyuyorum. Hiçliğe dokunuyorum. İşte bu hayatı yaşıyorum. Sensiz geçen her gün böyle bir odaya kilitli, dolduruyorum günlerimi. Bunların hiçbiri korkutmuyor. Yalnızlık da korkutmuyor. En çok korkutan, tüm tüylerimi diken diken yapan o his oluyor. O his ki tüm kayboluşları, tüm özlemleri, tüm acıları, tüm kaçışları barındırıyor içinde. Alışamıyorum bir türlü o hisse. Aylar geçşe de, her şeye, o korkunç odaya bile alışsam da alışılmıyor o hisse. Sen bilemezsin sevgili. Yaşayan biçare aşıklar bilir. Leyla bilir, bülbül bilir, bilir aşıkı olmadan da seven, aşıkı tarafından sevilmeyip onu delice seven bilir bu hissi. Oturup kaldın yüreğime. Sıkıntılar, azaplar çektiriyor sensizlik. Gitmek bilmiyor. Kavuşma gününü bilmeden beklemenin azabını sen bilmezsin sevgili. Ama ben bilirim. Geleceği bile bilinmezken kurulan düşleri bilirim ben sevgili. O düşlerin kırılışını, parçalanışını, kalbe saplanışını sen bilmezsin sevgili. Belki hiç kırılmadı düşlerin. Belki hiç beklemenin düşünü bile kurmadın. Tüm bu cümleler belkiyle başlasa da tek emin olduğum cümle var. Sen böyle sevilmenin kıymetini bilmedin sevgili.