..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim. -Cervantes
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Sevgi ve Arkadaşlık > Haşmet Şenses




19 Mayıs 2010
Mutluluk  
Haşmet Şenses
Uzun terasın genişleyip küçük bir alana dönüştüğü ön tarafta gördüm onu yeniden. Üst yanından aşağı uzanan şeritli, mordan kırmızıya gökkuşağı desenli hırkasıyla, boyunu aşan parmaklıkların önünde plastik bir sandelyeye yerleşmiş görünce, nedendir bilmem, sevindim.


:AGBD:
Uzun terasın genişleyip küçük bir alana dönüştüğü ön tarafta gördüm onu yeniden. Üst yanından aşağı uzanan şeritli, mordan kırmızıya gökkuşağı desenli hırkasıyla, boyunu aşan parmaklıkların önünde plastik bir sandelyeye yerleşmiş görünce, nedendir bilmem, sevindim.

Üç saate yakın süren yolculuk boyunca, birkaç sıra önümde, arkası bana dönük, uslu uslu oturuşuna tanık olmuş, yalnızca bir kez, yemek vagonuna geçerken yüzünü görmüştüm. Kısa kesilmiş siyah saçların çevrelediği ince bir yüzü, hüzünlü açık yeşil gözleri vardı. Çocuk sayılacak yaşdaki bir yüzde, böylesi bir ifade hiç görmemiştim.

Yolculuğun geri kalanında, camın dışında akan manzaranın içinden bu yüzün belirdiğini görüyor, sık sık dönüp, beraberindeki yaşlı kadının yanında sakince oturuşuna bakıyordum.

Önce ova ve bitmek bilmez tarlalar, sonra hafifçe yükselen seyrek ağaçlı yamaçlar, döne kıvrıla yavaşça dikleşen tepelere doğru içinden geçtiğimiz çam ormanı, en sonunda uzak tepelerin kuşattığı dev bir çanağın içini andıran düzlük… Durmaksızın değişen ne varsa, bir gökkuşağının içinden geçiyordu zihnimde.

Düzlüğün ortasındaki eski istasyona inişimiz, ardından teleferik binasına kadar yürüyüşümüz boyunca da, önümde bir yerlerdeydi hep. Herkes ayrı vagonlara yerleşince gözden yitirdim.

Onlarca metre yukarıdaki kaya kütlesinin kenarına sıkışıp kalmış tesislere varıp platforma çıktığımda, çanağın bu en yüksek noktasından diğer tarafa bakmak için sabırsızlanıyordum.

Platform, sağ yanı dik ve sarp kayalardan bir uçuruma bakan, sol yanıysa, boydan boya kafe ve restoranların sıralandığı uzun bir terasa açılıyordu. Diğer yamaca bakan genişçe ön tarafına kadar, terasta benden başka birkaç kişi daha vardı. Çoğunluksa, vagonlardan iner inmez ortadan kaybolmuştu sanki. Kalan o birkaç kişi de, kafelere, restoranlara attılar kendilerini. Diğer uca kadar tek başıma yürüdüm.

Yaşlı kadın nerelerdeydi bilinmez ama, küçük bir gökkuşağı gibi tek başına oturmuş, önündeki güzelliğe dalmıştı kız. Az bir açıyla yüzünü yandan görebiliyordum. Minik, ucu yukarı kalkık burnu, görünümü koklamaya çalışır gibiydi. Orada hemen arkasında durup, bakmakta oluğu şeye göz attım. Sanki sessiz bir orkestra vardı ve o tek notayı bile kaçırmadan, her şeyi tüm duyularıyla yakalamaya çalışıyordu.

“Biliyor musunuz, burası kışın da çok güzeldir.” dedi, hiç kıpırdamadan.

İki adımda yanına geldim.

“Bana mı söyledin?”

“Başka kimse yok ki!”

Gerçekten de öyleydi.

“Siz olduğunuzu hissettim. Buraya gelip de, şu güzelliğe ilgisiz kalamayacak başka kimse yoktu o trende.”

“Belki ilk kez geldiğim içindir.”

“İlk olmasa da böyle yapardınız.”

Ağır, özenli bir edayla yüzünü bana çevirdi.

Doğrusu, bu küçük insana ne diyeceğimi bilemedim. Gerçekten bir çocuk muydu? Şaşırmış, kalakalmıştım.

“Ama beni hiç tanımıyorsun ki.”

“Aynı trendeydik... ve sizinle bir kez de göz göze geldik.”

Yeniden önüne döndü. Onu izlemeyi sürdürürken, bir şey daha söylemesini bekledim. Oysa, hiç konuşmamışız, dinlediği konser hiç kesintiye uğramamış gibiydi.

Bir sandalye çekip yanına oturdum. Kollarımı parmaklıklar üstünde kavuşturup, onun yaptığını yapmaya başladım ben de. Olağan bir doğa görünümünden öte, tanımlanması güç bir mutluluk ve huzur duygusu vardı her yanda.

Terasın ön tarafı çok dik ve yüksekçe bir uçurumla bitiyordu. Buradan sonrasıysa, az bir eğimle, değişik ağaçların çevrelediği, bir kilometre kadar uzaktaki krater gölüne kadar alçalan çam ormanıydı. Mayıs güneşi altında ışıldayan yeşil sular görünümün en alçak noktasını oluşturuyor, diğer yanda, orman, zirveleri karlı sıradağların eteklerine kadar her yönde yoğunlaşarak yayılıyordu.

Belki dünyada böyle yerler çoktu. Ama hiç biri buranın aynısı değildi. Tıpkı oralarda da olduğu gibi, sonsuz değişim süreci içindeki doğa, bu gün ki biçimini vermişti buraya. Bütünüyle benzersiz…

Küçük kızla aynı müziği duyuyordum.

“Buraya yalnızca yiyip içmeye geliyorlar. Bütün bildikleri bu.” dedi, sonunda.

“Nereden biliyorsun?”

“Neredeyse yılın her mevsimi bir kez geliyorum. Hep böyledir. Önce midelerini düşünürler. Hiç şaşırmayın, ilk gelenler bile, önce bir iki kadeh içkiye koşarlar. Sonra gelip bir göz atarlar, ve hemen içeriye, tıkınmaya…”

“Senin gibi duyarlı bir kızın ağzına hiç…”

“Yakışmıyor…Boşverin umursamıyorum.”

“Arkadaş sayılırız.”

“Öyleyse dinleyin.”

Yüzünü yeniden bana çevirdi. Etrafla bir ilgisi kalmamış gibiydi. Sandalyesini azıcık bana doğru döndürdü. Dikkatle dinlediğimi göstermek için ona doğru eğildim.

“Yanımda gördüğünüz kadın babaannemdir. İyi bir insandır ama hiçbir şeyden anlamaz. Babamı göreyim diye buraya getiriyor beni. Ne zaman gelmeye karar versek üzülürüm ve o da buna bir anlam veremez. ‘Hem ister, hem de sevinmez.’ diye düşünür. Oysa gizli bir sevinç kaplar içimi.”

“Ben de pek anlamadım.”

“Anlayacaksınız.”

Arkadaki kafenin cam kapısına bir göz attı.

“Şimdi içeride o, babamı çağırmaya gitti. Arka tarafta bir otel var, babam orada barmendir. Ben girmek istemedim diye kapris yaptığımı sanıyor. Ne düşünürse artık. Oysa ben babamı severim. Ama buraya onu görmeye gelmiyorum. İçimi sevinçle dolduran şey, burada olmak. Sonundaysa hep mutsuz oluyorum. Belki bunu anlayabilecek birisi öğrenirse dedim, paylaşabileceğim birisi yani… her şey değişebilir o zaman.”

Yüzüme içimi parçalayan, büyümüş de küçülmüş bir insanın derin hüznüyle, yalvarır gibi baktı.

“O kişi olmayı çok isterim. Hem iyi bir sırdaşımdır ben.”

Anlamlı bir biçimde göz kırptım. Aldırmamış gibi dudak büktü. Karşımda bir yaşıtım varmış gibi utandım, sustum.

O da sustu. Konuşmaya başladığında, ağır, ciddi bir havayla söylüyordu sözünü:

“Burada tanışmışlar.”

Soran bakışlarla baktım, içinde ışıklar yanıp sönen, açık yeşil gözlerine.

“Annemle babam… Sonra evlenmişler. Başlangıçta her şey o kadar güzelmiş ki… Babam anlatırdı. Artık hiç sözetmiyor, ama ben de biraz hatırlıyorum. Sonra ayrılmışlar, her halde anlamışsınızdır.”

Başımla evet dedim, gözlerimi kaçırarak.

“Ne yazık! herkes sizin gibi düşünüyor. Kimse benim kadar bilemez. Söylediğim zaman yüzlerine bakıyorum, her şeyi anlıyorlar sanırsınız. Hiçbir şey anladıkları yok oysa.”

Yine derin bir sessizliğe gömüldü. Dönüp, yüzeyinde, yeşilin tüm tonlarında kımıldanan, yanıp sönen, ışıltılardan gölgelere, gölgelerden ışıltılara dönüşen göle baktı bir süre.

“Sözünü etmeden önce, belki bir annem olmadığını sanmışsınızdır. Keşke öyle olsaydı.”

Onaylamayan bir ifadeyle kendimi geri çektim. Konuşmama fırsat vermedi.

“Yerimde olsaydınız, siz de böyle derdiniz. Ben burada doğmuşum, anlıyor musunuz? Babam gözlerimin rengini gölden aldığını söylerdi hep. O buralıdır. Burada büyümüş, yüzlerce, binlerce kez bakmış o göle. Yazları sularında yüzermiş, anneme kıyısında evlenme teklif etmiş. İnanabiliyor musunuz, peri masalı gibi. Ölene kadar diye söz vermişler, sonsuza kadar diye… Oysa şimdi adlarını bile anmıyorlar birbirlerinin. Hiç yokmuş gibi davranıyorlar. Annemi bir görseniz. Nerde o masallardaki kadın, nerde… Neyse işte, sonuçta bunlara dayanamıyorum.”

Susunca, söyleyeceklerinin bittiğini düşündüm.

“Bu sırrını paylaşmakla umarım ki seni mutlu etmişimdir.”

“Tam değil,” dedi, “müziği sever misiniz?”

“Elbette.”

Söze nereden gireceğini bilemedi. Sanki sözlerini anlayamayacağım kuşkusuyla, uzun uzun baktı yüzüme.

“Keman dersleri alıyorum. Annem müzisyen olmamı istiyor. Kendisi de çalarmış eskiden, ama devam etmemiş. Benim daha iyi olduğumu söyler hep. Babam da öyle. Babam, tanıştıklarında resim yaparmış, ama annem onun aslında bir şair olduğunu söylerdi. Neyse, bunlar hep eskidenmiş.”

Cam kapıya çevirdi bakışlarını, rahatlamış olarak döndü.

“Onların yaşamında güzellik adına bir şey kalmamış. Anneme bir parça çalsam, içimden kopup geldiğini anlamaz. Onun için varsa yoksa yanlış notalar, doğru notalar…Her şey kusursuzluktur ona göre. Yönettiği bankanın işleri düşlerine girer. Bir de düşüp kalktığı o adam… Finans uzmanı mı ne! Babamsa buraya gelen saygın kişilerin sırdaşıdır. Mutlu ve anlayışlı gözükür her zaman. Oysa içindekileri, derinlerindekileri ben biliyorum. Tıpkı o göl gibi…”

Gözüyle işaret ettiği yere baktım.

“Ayrılmalarından birkaç yıl sonraydı, her zamanki gibi burada oturuyordum. Yine yaz başıydı ve aşağıdan kuş sesleri geliyordu. Wolkman'imi kulağıma takmış, Mozart dinliyordum. Sıcağa karşın, kendimi iyi hissediyordum. O büyülü seslerle göle doğru bakıyordum, hiç gözlerimi ayırmadan… Notalar aradaki boşluğu dolduruyordu sanki. Sonra o seslere tutunarak, göle doğru sürüklendiğimi farkettim. Bir süre sonra kıyısındaydım. Yemyeşil sular, baktıkça içine doğru çekiyordu sanki beni…Sulara bırakmamak için zor tutuyordum kendimi.
Orada öylece dururken, dinlediğim seslerin müzik değil, nereden geldiğini anlamadığım bir insan sesi olduğunu ve bana gölle ilgili, çok eski, kimsenin bilmediği bir öyküyü fısıldadığını anladım.

Çok eskiden, diyordu ses, burada, dibinin nereye kadar gittiği bilinmeyen bir krater varmış. İnsanlar merak eder, yanına kadar yaklaşır, ama eğilip bakmaya cesaret edemezlermiş. Bu insanlardan bir genç, kraterin yakınlarında gezerken, dünya güzeli bir kız görmüş ve ona aşık olmuş. Kız da onu sevmiş, daha ilk görüşünde… O gece sarmaş dolaş yatmış, uyumuşlar, kraterin yanında. Mutlu uykuları boyunca, görülmedik bir yağmur yağmış, bütün sular krateri doldurmuş saatler sonunda. Uyandıklarında, çevrelerini kuşatanların şaşkın bakışları altında, yemyeşil suları ışıltılar içinde oynaşan bir göl bulmuşlar yanıbaşlarında.

Ne oldu anlamadan, ses boğuklaştı, uzaklaştı. Kendimi gümbürtüyle göle düşerken buldum. Yüzeye temas etmeyi beklerken, suların çekildiğini ve boşluğa yuvarlandığımı anladım.

O anda ne oldu, biliyor musun?”

“Ne oldu?”

“Uyandım.”

Oturduğumuzdan beri ilk kez güldü. Tıpkı bir çocuk gibi, olması gerektiği gibi, hınzırca…

“Demek bir düşmüş…”

“Walkman’imin pilleri bitmiş meğer.”

Ağzını çarpıtarak güldü bu kez, biraz dalgın…

“Biliyor musunuz, ne düşündüm o zaman. İnsanlar bu peri masalının sonunu görebileceğim, hiç bitmeyecek piller yapabilecekler mi acaba?”

Şaşkınlıkla bakıyordum gözlerinin içine.

“Kimbilir.” dedim güçlükle.

“Umarım yaparlar. Adını da… mutluluk koyarlar.”

Artık benden bütünüyle kopmuş gibiydi. İlk gördüğümdeki gibi uzak… Gözlerinde belirsiz ışıklar ve gölgeli yansımalar yer değiştiriyordu.

Birkaç dakika sonra arkamızdan birilerinin sesi duyuldu. Yaşlı kadın, yanında orta yaşlarda bir adamla geliyordu. Biz dönünce durdular. Kız mekanik bir oyuncak gibi yerinden kalktı.

“Yazık! Keşke kemanımı getirmiş olsaydım. Deminden beri kafanızı şişirdim. Küçük bir şey çalar, özür dilerdim sizden. Artık benden alacağınız olsun.”

Gülümsedim. Karşılık vermek istedi, ama başaramayarak, bakışlarını göle doğru çevirdi.

“Biliyor musunuz, ” dedi, göle bakmayı sürdürerek, “ onlar yalnızca bakıyorlar.”

Ardından kararlı bir biçimde babasına doğru yürüdü.

Adamın eğilip onu öpmesini bekledi. Babası kızın kulağına bir şeyler söyledi ve kız yalnızaca omuz silkti. İçeri doğru yöneldiklerinde adamın, “Arkadaşlarını yaşıtlarından seçmelisin.” dediğini duydum.

Onlar gittikten sonra içeri gidip bir bira aldım ve terasa döndüm. Birayı içerken bir şey düşünmeden oturdum, manzaraya baktım.

Işıltılara… Gölgelere… Gölden yansıyan, hiç durmadan akan, değişen, dönüşen her şeye uzun uzun baktım.

Terasın sol yanında, dipte, dik kayalara yapılmış, kıvrılarak inen bir merdiven vardı. Yüzlerce basamakla aşağı inilebiliyordu. Oradan bir patika, ormanın içinden göle kadar uzanıyordu.

Merdivenlere ve yola üşenmedim, ama içimde sürüp gitmekte olanların yitip gideceği kaygısıyla vazgeçtim. Küçük kızın özenle kurduğu paylaşıma ihanet edecekmişim gibi geldi bana.

Düşününce, belki tam tersini yapmalıydım. Ama gitmedim işte. Bira bitince, içeri girip tren saatlerini öğrendim. Bir saat daha orada kaldım ve dışarı çıkmadım. Kafede oturup geleni geçeni izledim, sesleri dinledim. Kızı, babasını ve yaşlı kadını bir daha görmedim. Birkaç sigara ve bir bira daha içtim, zihnimdekilerin dağılıp gitmesine izin verdim.

Erken döndüğüm için, teleferikte benden başkası yoktu. İstasyonda da yalnızdım. Tren geldi ve beni alarak yoluna devam etti. Bilet alıp tek başıma olacağım bir kompartıman buldum. Başımı arkaya yaslayıp, akıp giden manzaraya daldım.

Uzun süren dağlar bölgesinden sonra, ovaya inmek üzereyken uyuyakaldım.

Düşümde küçük kızı gördüm. Suları yeşil gölü gördüm. Kıyısındaydım… Sularında yitip gittim bir ara. Sonra her şey geri sarılan bir film gibi gersingeri aktı. Boşlukta sürüklenerek yüksek terasta buldum kendimi.. Bakmakta olduğum yeşillik uzaklaştı, ufaldı ve kısacık kesilmiş siyah saçların çerçevelediği bir yüzün ortasında, iki küçük ışıltıya dönüştü.

Sonra kalkıp uzaklaştı kız. Ardından seslendim, dönüp baktı. Gözlerinden ışıltılar ve gölgeler geçti peşi peşine.

“Biliyorum,” dedim, “onlar yalnızca bakıyorlar, asla görmüyorlar.”

Güçlü, kesintisiz bir ışıltıyla parladı gözleri sonunda.



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Tavşanlar ve Bir Ayrılık
Hurda
Götürülüş
Çözülüş
Krem Renkli Kedi
Durmuş
Bir Balık Öyküsü
Sabah Akşam Mozart
Sercan
Alaaddin'in Uykusu

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
İstila [Şiir]
Krallar, Duvarlar, Köpekler [Şiir]
Lütfen Kapatın Ekranı ve Bir Şans Verin Kendinize [Deneme]
Kulelerin Dışında [Deneme]


Haşmet Şenses kimdir?

Görüntülerin giderek hızlandığı, belleği ve bilinci dumura uğratan bir girdaba dönüştüğü günümüzde, yazının yavaşlığında soluklanmak ve direnmek için yazıyorum.

Etkilendiği Yazarlar:
Klasikler, gerçekçi ve toplumcu sanatçılar, ressamlar, müzisyenler ve dünyayı anlamaktan ötesini, onu dönüştürmeyi öngören tüm insanlar, sanatçılar, düşünür ve bilim insanları...


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Haşmet Şenses, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.