Sorularla dolu bir kitap... hiçbir zaman eksiksiz olamaz. -Robert Hamilton |
|
||||||||||
|
Komutanın kaçıncı uyarısıydı. Yine de daha dikkat kesildiler adımlarına. Arazi taraması yapan on kişilik bir ekiptiler. Görevleri geçiş güzergahı üzerindeki mayınları temizlemekti. Küçük bir dikkatsizlik, feci kayıplara neden olabilirdi ve bunun bilincindeydiler. Kırsalda ilerlemenin güçlüğüne ve havanın azizliğine rağmen vazifelerini layıkıyla yerine getirebilmek için taramayı genişletmişlerdi. Daha geniş bir alana yayılmak uygun olacaktı. Belki risk artacaktı ama operasyona çıkacak askerlerin güvenliği açısından da şarttı bu. Komutan hiç olmadığı kadar endişeliydi bugün. Nedenini bilmiyordu. Öğrenmek de istemiyordu açıkçası. Ama hislerini dışarı yansıtmamayı onun kadar kimse başaramazdı. Sert çehresi, hiçbir duygu kırıntısı barındırmıyordu, yüzünün bir kere bile güldüğü görülmemişti. Bu fazlasıyla sessiz adama karşı, askerler belki de bu yüzden korkuyla karışık bir saygı besliyorlardı. “Kötü bir şeyler olacak!” diye geçirdi içinden. Sezgilerinin bu defa onu yanıltmasını umdu. Gözleriyle çevreyi kolaçan ettiğinde canlı hiçbir şey göremeyişi, ayak seslerinden başka ses duyulmaması onu büsbütün huzursuz ediyordu. Bütün tabiat susmuş, onları izlemekteydi sanki. Tamamen mayınlara odaklanmış olduklarından nasıl bir yerde bulunduklarına, arazinin biçimine dikkat etmemişlerdi önce. Lakin komutanda bu gibi huzursuzluk belirtileri ortaya çıkınca, çevreye başka türlü bakındı. Durdukları yer haricinde her taraflarında yükseltiler vardı ve sanki bir çanağın içindeydiler. Pusu yemeye o kadar elverişli bir yerdeydiler ki... Tecrübesizliği, neredeyse felaketleri olacakken, gökten kutlu bir emir almış gibi haykırdı. “Siper al!” Erler daha ne olduğunu anlamadan üzerlerine mermi yağmaya başlamıştı bile. Yalnızca bir “Ah!” diyebildi komutan. Hasan ve Yahya... İki yiğit er, gözlerinin önünde devrilmişti. Beyninde bir yanardağ patladı. Sağ yanında... Soğukkanlılığı elden bırakmaması gerektiğini biliyordu. Kinini şimdilik içine gömdü ve askerlerine buyruklar yağdırmaya başladı. “Kayada kal, çıkma... Başını koru!” Karşılıklı yakılan kurşunlar bir netice vereceğe benzemiyordu. Kapana kısılmışlardı burada. O anda hepsinin yüreklerini ağızlarına getiren bir şey oldu. Hiç ummadıkları bir er -daha fazla yerinde kal buyruklarını dinleyecek değildi- bağırdı. “Vatan için!” En son ileri atıldığını gördüler. Sürekli gözleri gülümseyen bu ufak tefek ama kelimenin tam anlamıyla delikanlı gence arkadaşları da Şair diye hitap ederlerdi. Kafasını kağıtlardan kaldırdığı yoktu. Eğitimlerde en geride kalır ama pes etmez, nefes nefese de olsa tamamlardı talimi. İlgileri, tavırları, hareketleri farklıydı. Lakin kişiliğiyle herkesin sevgisini kazanıyordu. Okulu bitirir bitermez, ilerleyen aylar içerisinde askere gitmek arzulamış -ailesinin telkinlerine rağmen- kutlu vazifesini yerine getirmek için hiç vakit kaybetmemişti. Halbuki erteletebilirdi. Tabii kalem rüyalarına girmeseydi... O andan itibaren yazgının, kalemin peşine düştü Şair. Memleketine döneli beri sürekli haberleri takip etmekte, şehitleri duydukça benliğini tuhaf bir ürperti sarmaktaydı. Yine bir şehit haberiydi. Gözucuyla annesine baktığında kadıncağızın yanaklarını ıslatan gözyaşlarına şahit olmuştu. “Hayır anne... Görmüyor musun? Diri onlar!” “Öyle oğlum, doğru da... Üzülüyor insan, elimde değil.” O gün içi biraz rahatlamıştı Şair'in. Demek onların diri olduğunu gören sadece kendisi değildi. Şehit, orada, tabutundan kalkmış, ağlayan küçük kızının boynuna sarılmış, duruyordu işte. “Şaiiiir!” Kalbinin altına yediği tek kurşun... “Olamaz!” dedi komutan. Kurtlar gibi saldırdı kalan yedi askeriyle birlikte. Yükseltiyi kurşun yağmuru altında hızla aştılar. Mucize gibi attıkları her mermi hedefini buluyordu. İşte az ileride Hasan ve Yahya önlerindeydi. Geride kalmış bedenleri toprağı sularken onlar nasıl savaşabiliyorlardı ki! Gördüklerine aldırmadı komutan. Bir kutlu cinnetin doruğundaydı. Diğer askerlerin de çılgınlıkta ondan aşağı kalır yanları yoktu hani. Mermi seslerine, naraları ve öfkeleri karışıyor; yaklaşan helikopterin sesiyse kalleş korkusunun rengini daha koyu kılıyordu. Hıyanet -her zaman yaptığı gibi- geri çekilmeye, sınırın dışına doğru kaçmaya başladı. Çok kayıp vermiş ama istediğine de ulaşmış, bir milletin yüreğine od düşürmüştü. Efsanelerden fırlamış bir canavar gibiydi komutan. Yüzü gözü kan içinde, henüz can çekişmekte olan Şair'in yanına diz çöktü. Diğerleri de hilal şeklinde etraflarını sarmışlardı. Bayrak gibiydiler. Şair, komutanın koluna sarıldı. “Komutanım!” “Korkma oğlum, seni kurtaracağız.” “Gerçekmiş efendim, kalem gerçekmiş!” “Evladım nefesini tüketme, dayan.” “Avuçlarımda komutanım, ellerimde... Ben vazifemi tamamladım, kalemi sahibine vermeliyim, yardım edin!” Hiçbir şey hissetmediğini düşündükleri komutanlarının ağladığını gördüklerinde hepsinin boğazına bir yumruk oturmuştu. Arkadaşlarının kanı yerde kalmamıştı ama böyle bitmemeliydi. Bir ayin hazırlığı içerisinde gibiydiler. Şair'in gaipten gelen sesi, her birini büyüleyici bir atmosferin derinliğine çekiyordu. “Anlamıyorsunuz, kalemi ona vermeliyim...” Çok kan kaybediyordu, acı son kaçınılmazdı ve ölmek üzere olan Şair'in bu sözleri artık bilincini iyice yitirmeye başladığının göstergesiydi. Belli ki yaşadığı şokun etkisiyle söylüyordu bunları. Ama koluna öyle bir sarılmıştı ki -yerinden koparmak istercesine- ciğeri dağlanıyordu komutanın. Gencecik yaştaki bu pırlanta gibi çocukları toprağa verecek olmak dayanılır gibi değildi. Delirmek böyle oluyordu demek ki! Sonsuz bir boşluğa düşüyor gibi... Etrafına sıralanan erler, tarihin bilinmeyen bir devrinden bakıyorlardı şimdi. Her biri kılıcını kuşanmış, at binmiş savaşçılardı. Bu deliliği daha fazla içinde taşıyamadı komutan. Silahını çıkarıp beynine dayadı ama tam tetiği çekecekken müdahale ettiler. “Kes şu kolu asker ya da kafama bir kurşun sık!” “Kendinize gelin komutanım, yapmayın.” “Onlarla birlikte ölemedim ama evlatlarımın ellerini bırakmayacağım. Size emrediyorum, kolu kesin!” Az evvel ki canavar tekrardan sahnedeydi. “Kesmezseniz ölümümün mesuliyeti sizdedir. Asker tereddüt etmez, görevini yap.” Hepsi birbirine baktı ve gözler kıyamete çevrilir gibi Deli Mehmet'in çakmak gözlerinde buluştu. Mehmet, kasaturasını çekip bir adım öne çıktı ve komutanın buyruğunu, huşu içerisindeki bir kulun saflığıyla yerine getirdi. Fırtınaya inat sükuta boğuldular. Şair'in sımsıkı tuttuğu kolu bedeninden ayrılırken zerre ses çıkarmadı komutan. Bu manzara karşısında askerler donakalmıştı. Şair'in dudaklarından kelimeler döküldü; son sözleri... “Vatan sağolsun! Kalem artık sahibinin elinde...” Şair, Göktuğ'u parmaklarının arasına yerleştirip damlayan kanla gayba şu mısraı kazıdı. “Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı...”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Umut Salih Tiryakioğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |