"Leyla'nın işi naz ve işve; Mecnun'un gözü yaşı çeşme çeşme..." -Fuzuli (Leyla ile Mecnun) |
|
||||||||||
|
Nil’in on yıl önceki hayatı hakkında hatırladıkları zaman zaman belleğini yoklayıp geçiyordu. Van’da yaşayan bir ailenin en küçük kızıydı Nil. Uzun boylu değildi. Bir buçuk metreyi aşan bedeni hiç de görkemli bir güzelliğe sahip değildi. Ancak hilkat garibesi de değildi Nil. Açık kestane rengi saçları omuzlarından aşağı birkaç parmak kadar dökülüyordu; ve on yıldır hiç uzamamıştı saçları. Alnı genişti ve alnının tam ortasında içinden tırtıklı bir hançer geçen hilal şeklinde bir doğum lekesi vardı. Nil büyüdükçe doğum lekesi de büyümüş, ondört yaşındayken neredeyse tüm alnını kaplamıştı. Ona kimsenin yakından bakamamasına neden olan parçası gözleriydi Nilin. Gözleri binlerce cam kırığından oluşmuş gibiydi, ve genelde mavi mavi parlardı. Ancak kızınca, yada üzülünce o mavi cam kırıkları nefreti odun gibi yakan koca kızıl alev kuleleri gibi kızıl kızıl parlardı. Ancak maviykende mavinin huzur vericiliğine sahip değildi Nil’in mavi gözleri. Elmacık kemikleri çıkıktı. Sanki doğum lekesine atılmak üzere bekleyen gerilmiş iki ok gibi uçları doğum lekesini hedefleyecek biçimde duruyordu. Burnu küçük ve kemerliydi, Nil’in bedeninin en güzel kısmı da burnuydu. Burnu sanki Nil’in hayatının bir özetiymiş gibiydi. İki yanında fırtınalı okyanus mavisi gözler, kayalık gibi duran elmacık kemikleri ve fırtına bulutlarının ardına saklanmış hançerli hilalin ortasında yapa yalnız ve sevimli bir ada gibiydi burnu. Van’ın adı çoktan unutulmuş bir köyünde doğmuştu Nil. Nil’in son kez anne yaptığı kadın her hangi bir köylü kadından farklı değildi. Altı kez doğum yapmış, ve her doğumdan sonra aldığı kilolar onun bedenini hiç de terkedecekmiş gibi görünmüyordu. Adı Zeynep’ti ve yüzyılların içine saklanmış eğitimsiz bilgelerden biriydi. Her hangi bir konuda her hangi birine vereceği yerinde bir öğüdü mutlaka vardı. Nil’den daha kısa boyluydu. Yüzü sıradandı. Elleri vefasız emeğinin izleri olan nasırlarla kaplı ve kup kuruydu. Ancak her şeye rağmen bedeninin sağlığı ve gücü yerindeydi. Nil’i ilk gördüğünde korkmuş, ve bir ay neredeyse her zaman isteri krizleri geçirmişti. Krizlerin çoğunda: “Her şeyi yaratan yüce rabbim! Neden ben? Neden biz?” diye haykırmış, ancak bundan kimse bir şey anlayamamıştı. Nil’le birlikte büyüyen doğum lekesini her gördüğünde tüyleri diken diken olur; ve gözlerini hemen başka bir yana çevirir, ve bir süre dalıp giderdi. Nil’in babası hayat yoldaşının bu durumuna hep üzülmüş; çare aramadık kapı bırakmamıştı. Hocalar, şeyhler, her hangi birinden duyduğu “derin hoca” dediği her zata baş vurmuş, muskalar yazdırmış; ancak hiçbir sonuç alamamıştı. Nil üç yaşındayken çare arayışını bir anda kesmişti. Musa yakışıklıydı. Yaşadığı köyde bileğini bükecek kimse yoktu. Zaman zaman ikinci bir saban bulur, tek başına kendini sabana koşar; ve iki öküzün çektiği sabanla yarış yapardı. Ve eğer morali iyiyse öküzlerin kaybetmek dışında hiç seçenekleri yoktu. Uzun boyluydu. İlk bakışta göze çarpan yanı donuk buz mavisi gözleriydi. Nil gözlerinin rengini kısmen babasından almış gibiydi. Ancak Musa’nın bakışlarında derin ve bilgece bir huzur vardı. Yüzü yuvarlak ve genişti. Burnu isyankar biçimde yüzünden yukarı fırlamıştı. Elmacık kemikleri burnunun isyankarlığından sinmiş gibi belirsizdi. Ailesine sadık bir eş ve babaydı musa. Hani arada bir, bir aylığına dağlarda yaşama merakı olmasa hiç kusuru yok gibiydi. Bu dağlarda yaşama merakı da Nil’in doğumundan sonra ona peydah olan bir alışkanlık olmuştu. Nil büyüdükçe Musa daha sık dağlara çıkar olmuştu. Dağlarda ne yaptığını kimseler bilmezdi. Nil kardeşleri hakkında çok fazla bir şey hatırlamıyordu. Ne zaman onları düşünecek olsa gözleri doluyor, ısrar ederse boğulurcasına ağlıyordu. Ve gün geçtikçe hepsini birer birer unutuyordu. Bir gün, en sevdiği ablasının adını bir süre hatırlayamayınca üzüntü ve korkunun karışımı bir dehşete kapılmış, ve o gün ilk kez iki ayağını da çitten dışarı atmayı başarmış; hatta iki adım atabilmiş, ancak, üçüncü adımı atamadan kendini çitin güvenli sınırına fırlatmıştı. O zaman zelihayı hatırlamış, ve onu unutmamak için tüm duvarlara bulabildiği her şeyle Zeliha’yı yazmıştı. Nil zeliha’yı ikinci annesi gibi bilirdi. Ne zaman üzülse, ne zaman gözleri dolsa Zelihanın küçük kucağı onun yegane iltica kentiydi. En çok orada huzur bulurdu. Zeliha’nın kucağında huzursuz mavi bile huşu içinde huzur bulurdu. Zeliha Nil’in bir büyüğüydü. Nil uyanıp da kendini yapa yalnız bir adada bulmadan önce onaltı yaşındaydı, ve Musa inatla görücülerin tümünü kapıdan çeviriyordu. Zeliha peri padişahının kızı kadar olmasada yaşadığı köyün en güzel kızıydı. Yüzü dümdüz, ve ela gözlerindeki dingin bir huzur herkesi ona bakmaya zorluyordu. Saçları kalçalarına değin düm düz uzanıyor, bedeninin her deviniminde yada her rüzgar esişinde büyülü bir su gibi sakin sakin salınıyordu. Bedeni perilerinki gibi narin ve kırılgandı. Ancak en az annesi kadar güçlü, ve özellikle Nil’e karşı en az annesi kadar anaçtı. Gök gürültüsünün sesi hala uzaktan uzağa odayı dolduruyordu. Nil yaşadığı kulübenin penceresine doğru yürüyüp pencereyi sonuna kadar açtı. Önce havayı kokladı, sonra özlem ve huşuyla gökyüzüne çevirdi yüzünü. Bulutlar hala uzaktı. Yağmur daha bir süre yağmazdı. On yıllık yalnızlığına içerleyip derin bir iç çekti Nil ve acıktığını farketti. Nil’in yiyecekleri de en az Nil’in adaya gelişi kadar ilginçti. Sevdiği her şeyi bulabiliyordu. Avluda antik çağdaki Babil halkının sunaklarına benzeyen bir taş vardı ve o taşın üzerinde günde üç dört kez yiyecek bilinmeyen bir şekilde peydah olurdu. Nil bir çok kez yiyeceği getiren gücü görmek için sunağa yakın bir yere saklanmış, önceleri arkasında bir çıtırtı duymuş kafasını çevirdiğinde hiçbir şey görememiş, yeniden eski konumuna geldiğinde ise sunak yine yiyecekle dolmuştu. Bir süre sonra çıtırtıları dikkate almayıp başını çevirmemişti. Ancak bu kez çıtırtılar Nil’in daha önce hiç duymadığı bir hayvan ulumasına bırakmıştı yerini. Nil çaresiz kulübesine kaçmıştı. Ulumanın kaynağından hiçbir haber çıkmayınca dışarı çıkmış ve sunağı yine yiyecekle dolu görmüştü. Bir süre sonra ulumayı da dikkate almamış, o zamanda ulumaya eşlik eden çitlerin kemirilmesi Nili yine korkudan dehşete düşürmüş ve kulübesine kaçırtmıştı. Ancak yine hiçbir şey olmamış, dışarı çıktığında sunağı yine yiyecekle dolu görmüştü. Daha sonra, Nil hiçbir şeyi dikkate almayıp beklemeye karar vermişti. Eğer o uluyan şey ona zarar verecek olsaydı zaten zarar verirdi. Amaç yalnızca korkutmak olmalıydı. Hiçbir şeye aldırmadan beklemiş taki omzuna dokunan gölgemsi bir pençeyi hissedinceye kadar. Başını çevirdiğinde gördüğü şey karşısında dayanamayıp bayılmış. Ayıldığında nasıl geldiğini bilmediği halde kulübesinde olduğunu farketmişti. Gördüğü şeyi çok kıt hatırlıyordu. Tüm bedeni parlak bir sıvıyla kaplı, sekiz kollu, iki kafalı, her kafasında üçer boynuz bulunan yaratığın ne olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu. Hatırlayınca yine bayılmanın eşiğine gelmiş, o yaratığı aklından kovmaya karar vermişti. Ve o günden sonra yiyeceğinin kaynağını merak etmemişti. Beş yıldır hiçbir şey sormuyor, hiçbir sorüya da yanıt aramıyordu. Anlaşılan olağanüstü bir şeyler vardı, zamanı geldiğinde her şeyin yanıtını birileri ona bildirecekti. Ölünceye kadar orada yaşayabilirdi ancak Zeliha’yı gerçekten özlüyordu. Onu bir kez daha görebilmek için hayatının geri kalanını verirdi. Gök gürültüsünün sesi biraz daha yakına gelmiş, ve Nil geçmişi düşünüp dururken hayli vakit geçmişti. Yüzüne düşen ilk yağmur damlasıyla kendine geldi. Dışarı çıkıp sunaktan yemeğini almaya gitmek için kapıya yöneldi. Kapıyı açtı ve sunakta hiçbir şey göremedi. Önce acaba henüz vakti gelmedimiki diye düşünüp bulutların arkasına kaçmış güneşe baktı. Vakti gelmiş, hatta geçmişti bile. Kafasını ileri geri sallayıp durumu anlamaya çalıştı. Tekrar baktı, bir şey yok. Gözlerini açtı kapadı; tekrar baktı, yine bir şey yok. Yavaş ve geri adımlarla kulübesine girdi. Kapıyı kapatırken daha önce hiç duymadığı kadar sert bir gök gürültüsü duydu. Ancak garip bir şey vardı vgök gürültüsünden önce gelmesi gereken ışığı görememişti Nil. Ve odanın arka tarafındaki camdan baktığında kulübenin ardını çevreleyen çitin paramparça olduğunu gördü. Daha ona şaşırmaya kalmadan yerde sürünerek kulübeye doğru ilerleyen üçgen kafalı sürüngen bir şey gözüne çarptı ve Nil donup kaldı. Yaratığın ağzı açılıp kapanıyor, ıslığa benzer bir sesle bir şeyler söylüyordu. Nil kendini şiddetle sarstı, yetmedi çimdikledi. Kendine gelmesi gerekiyordu. Korkunun ona hiç faydası yoktu. Camı açmasıyla üçgen kafalının ağzından yayılan çürümüş ceset kokusu Nili dehşete düşürecekti ama mide bulantısı imdadına yetişti. Allahtan midesi boştu. Ve yaratığın sesine kulak verdi. Islık gibi bir sesti gerçekten. Sanki kendi içinde yankılanıyor, kreşendo ve dekreşendolarla sarsılarak bir şeyler söylüyordu. Nil iyice kulak kabarttı ve duyduklarını anlamamakla birlikte sözcükler çelik hançer gibi zihnini tırmalıyordu. Şunları duymuştu Nil: “delantis andulis, fertaris kelandila.” Yaratık bunu söylüyordu ve başka bir şey söylemiyordu. Ve sözcüklerin her harfi yaratığı biraz daha ileri itiyordu. Nil yaratığın gözlerine bakınca yüksek perdeden bir çığlık attı. Çünkü yaratığın gözlerinde kendi gözlerini görmüştü. Aynı cam kırıkları ve aynı alev kuleleri. Yaratığın sakin halini merak etmeyi sonraya bıraktı ve On yıldır kuş seslerinin dışında ilk sözcüklerdi Nil’in duyduğu bu sözcükler. Zihnini tırmalama etkisiyle birlikte nilin aklına çivi gibi kazındı sözcükler. duyduğu sözcükleri aklına iyice yerleştirmek için hafif sesle tekrar etti: “delantis andulis, fertaris kelandila.” Sonrasını hatırlamak için Nil’in ayılması gerekiyordu. Çünkü olanlar artık Nil’in dayanma gücünün çok ama çok ötesindeydi. Nil sözcüklerin son hecesini de söylediğinde olanlar gerçekten korkunçtu. Devasa yaratık önce geriye doğru bükülmüş, daha bükülme tamamlanmadan patlayıp binlerce parçaya bölünmüştü. Ve parçalardan bazıları Nilin yüzünü bulmuştu. Eğer uyandığında yüzündeki kokulu parçaları farketmese Nil hepsinin birer düş olduğunu düşünecekti. Ancak leş kokulu et parçaları Nilin yüzündeydi ve koku odayı açık cama rağmen doldurmuştu. Nil ilk olarak yüzündeki kokuşmuş parçaları camdan dışarı atarken bir kez daha şaşıracaktı. Çünkü yaratıktan hiçbir iz yoktu. Ancak yüzündeki parçalar yaratığın varlığının kesin kanıtıydı. Nil bir süre şaşkın şaşkın baktıktan sonra kokuşmuş et parçalarını dışarı attı, ve bir kez daha şaşırdı. Homurtu gibi bir ses duydu, attığı parçaların üzerine alevli, kızıl bir yel çöküp parçaları yok etti. Homurdayan yel Nil’in yüzüne yaklaşırken Nil yalnızca korku ve dehşetten yerinde heykel gibi çakılı kaldı. Artık daha fazla korkamazdı. Çünkü korkunun en uç sınırı çoktan koca bir yalan olmuştu. Yel homurdayarak, ancak korkan bir çocuğa yaklaşır gibi yavaş yavaş Nile yaklaştı. Yel Nil’e dokunduğunda homurtu yerini tatlı bir mırıltıya bıraktı ve bir annenin yeni doğmuş bebeğini nazikçe okşadığı gibi yel Nil’in yüzünü okşadı. Kızıl yel işini bitirdiğinde Nil’in yüzündeki canavardan artakalan çürümüş et kokusu ve kandan bir iz kalmamıştı. Sonra aynı mırıltıyla odayı şöylebir dolaştı, Nil’in yastığının üzerinde biraz oyalandı ve geldiği gibi kayboldu. kızıl yel gittiğinde odadaki koku ve Nil’in yastığının üstündeki kanlar gitmiş, odaya ilk baharın çiçek kokularına benzer bir koku dolmuştu. Nil tekrar dışarı baktığında çitin yeniden yerinde olduğunu görecek, ve aklı karışacaktı. Çit sapa sağlam yerindeydi ve sanki hiç kırılmamış gibiydi. Açlığı sunaktaki yiyeceklerin kokusunu Nil’in burnuna taşıdı ve Nil bir kez daha şaşırıp dışarı çıktı. Yağmur hala yağıyordu. Sunak yiyeceklerle doluydu ve küçücük, kristal bir şişe yiyeceklere eşlik ediyordu. Nil şişeye kuşkuyla baktı. Ve üzerindeki “önce bunu iç Nil” yazısını görünce dudaklarını uçuklatacak bir ürperti geçirdi. Şişeyi parmaklarının ucuyla tuttu ve şişenin eline tırmanmak istediğini sandığı bir ürperti daha geçirdi. Kapak kolayca açıldı ve Nil şişenin içindeki kahverengimsi sıvıyı içince kendini tuhaf hissetti. Sanki devleşmiş gibiydi. Yağmurun yere biriktirdiği bir su birikintisinde yüzünü gördüğünde birazcık şaşırır gibi oldu. Çünkü yüzü, parçalanan yaratığa benziyordu. Ve içinden kopan bir sesle: “sitnaled siludna, siratref alidnalek.” Dedi üç kez ve her şey normale döndü. Elinde şişe yoktu. Şişe hiçbir yerde yoktu. Nil şaşırmaktan ve korkmaktan vaz geçti artık. Bir şeyler onun yerine karar veriyordu ve o yalnızca sırası geldiğinde hamle yapıyordu sanki. İsyan edeceği, itiraz edeceği hiç bir yol bilmiyordu. Bilse bile ne yapabilirdiki? Sonra yaratığın söylediklerini hatırlamaya çalıştı, ancak zihnine kazıdığından emin olduğu halde bir hecesini bile hatırlamıyordu. Canı sıkıldı. Dudaklarını büzdü. Yiyecekleri kulübeye götürüp karnını doyurdu. Başına gelen onca olaydan sonra Nil kontrolsüzce yemiş, ve bir süre sonra uykuya yenik düşmüştü. Nil kocaman bir çiçek tarhında ilerliyordu. Renk renk çiçek vardı ve hiç birinin kokusu bir diğerine benzemiyordu. Her yer çiçekti. Nil çiçeklere dokunmak için elini uzattığında çiçekler eğilip kaçıyordu. Nil ne zaman yürüse çiçekler Nil’in ayağının altından çekiliyor, ona adım atabileceği kadar yol açıyorlardı. Nil etrafı şaşkın gözlerle incelerken ufuk çizgisine doğru biri kırmızı biri beyaz iki sütun gördü. Dikkatle baktı ve sütunların yeryüzündenmi yükseldiğini, yoksa gökyüzünden mi yere düştüğünü anlayamadı. Çünkü sütunlar hareketliydi. Zaman zaman sütunlar iç içe geçiyor, sanki biri saldırıyor ve diğeri kendini savunuyormuş gibi bir görüntü çıkıyordu ortaya. Nil merak etti, orada olmak istedi; ve orada oldu. Sütünlardan biri alevdi, diğeri su. Alev çiçekleri yakmaya çalışıyor, su alev yere inmeden yolunu kesiyordu. Yere dokunduklarında alev ve su bir birine karışmadan bükülüyor, sanki bir çember oluşturuyorlardı. Nil sütunların nefes aldıklarını anladı. Nil sütunlara yaklaşırken Nil’i ilk farkeden alev sütun oldu. Gökyüzüne yükseldi ve Nil’in kafasını hedefleyip aşaı doğru hızla inmeye başladı. Su hiç beklemeden Nilin başının üstünde yerini almıştı. Ancak alev Nil’i yok etmeye kararlıydı. Su ve alev birbirine çarptığında korkunç bir tıslama çıktı ortaya. Su ve alev sütunlar birer küre olmuş ve ikiside Nil’e daha yakın olmak için savaşıyordu. Nil “saklan!” diy ses duydu su şırıltısından gelen. “nereye” diye düşündü Nil; ve sudan kopan birkaç damla su bir çiçek kümesine doğru uçtu. Nil hiç düşünmeden oraya doğru yürüdü. Buradaki çiçekler biraz garipti. Çiçeklerin kökleri toprak yerine kurumuş iki ağaç kütüğüne tutunmuştu. Ağaç kütükleri açılıp Nil’i aralarına aldılar. Ve çiçekler Nil’in üstünü örttü. Nil çiçeklere baktığında onları sanki tanıyormuş gibi bir hisse kapıldı. Sonra kısık gözlerle su ve alev sütunlarına baktı. Alev sütun yoktu ortalıkta. Su yavaş yavaş yaklaştı, ağaç kütüklerine ilk damlalarını bıraktığında kütükler canlanıp birer insan oldular. Nil onların annesi ve babası olduğunu anladığında, çiçeklerin dördü yere düşmüş ve kurumuştu bile. devam ediyor. bu sadece ilk sayfaları.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © mahmut dağ, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |