Doğaüstü henüz anlayamadığımız doğal şeylerin adı. -Elbert Hubbard |
|
||||||||||
|
Global ekonomi tabiri en otantik Türkçe sözcükler kadar lisanımıza yerleştikten sonra, kahvehanedeki gazeteci sabah müşterileri kendi aralarında münazara yaparak, Türkiye’nin ekonomik felakete sürüklendiğinden bahisle global ekonomiyi yerden yere vuruyorlardı. Kahveci Recep, hemen global ekonomiden yana tavır koyup, “elleşmeyin ona, o benim veli nimetim,” diyerek müdahale ediyordu. “Onun sayesinde müşterilerim arttı. Şimdi müdavimlerin yanı sıra global ekonomi işsizleri de müşterim oldu…” Kahvehanedeki müdavimler ile global ekonomi işsizleri farklı tiplerdi. Kahvehane, müdavimlerin konsomasyonluk yapan aktrisler gibi o masa benim bu masa senin sürekli hareket halinde kumar oynadıkları bir yerdi, ama yeni müşterilerin yedikleri global darbeden sonra işsiz, parasız günlerinde sığındıkları ve pinekleyerek vakit geçirdikleri bir yerdi. Çalıştığı bankanın işten attığı ilk elemanlardan biriydi; belki de ilk elemandı. Bankanın kredi işlemlerine bakıyordu. Banka müşterilerinden onu, yirmisi birden gelip de onları oturtmak için koltuklarının, sandalyelerinin yetmediği, onlarla sohbet etmesini bile engelleyen telefon zillerinin ardı ardına çaldığı günler geride kaldı. İnsan, ne oldum dememeli, ne olacağım demeli, derler ya… Bora, Allah şahidimdir, tek bir insana bile riyakârlık etmeden, kibirlilik taslamadan, elinden geldiğince yardımcı olmaya gayret etti. İşsiz kalır kalmaz yeni bir iş bulmak için uğraşmaya başladığında kendine güveni tamdı, tabii ki kurduğum dostluklara da… Onların gözünde itibarlı bir adamdı, birinden biri bir iş verirdi nasıl olsa. Bu inançla tanıdık tanımadık herkese başvurarak günde sekiz saatini bu insanlarla buluşabilmek, görüşebilmek ve işleri için nasıl katkılar sağlayabileceğini izah etmekle geçirmekteydi. Banka uzmanlığından, iş arama uzmanlığına terfi etmişti. Yeni mesleği bu olmuştu. Ama ne yazık ki, ceketinin önünü ilikleyip karşılarına dikildikçe işsizliğinin sürmesi için ileri sürdükleri mazeretler, güncel hafızasında tam bir mazeretler dağarcığı oluşturmuştu. Üstüne üstlük, sanki eski ilişkilerinde karşısında çektikleri ezikliklerin hıncını çıkartırcasına akıl danışanlar akıl vermeye, eskiden kredi açmasını isteyenler borç ister diye kaçışmaya, eskiden geniş çevresinden yararlanıp kardeşine, evladına iş buluvermesini isteyenler iş isteyecek diye uzaklaşmaya başladılar. Birdenbire herkesin gözünde işsiz, akılsız, parasız, serseri bir kişi olup çıkmıştı. Ekmek aslanın ağzında değil, midesindeydi; al alabilirsen. Yeni bir iş bulmak altın madeni bulmakla eşdeğerdeydi. Yani global kriz çarptı mı iki seksen yere seriyordu adamı, bir daha da belini doğrultturmuyordu. Neyse, konuyu dağıtmayalım. Bu global ekonominin bir kurbanı olarak kahvehane alışkanlığı edindikten sonra, usul usul kumar oynanan masalara sokularak, bu kumar denilen şeyin ne menem bir şey olduğunu çözmeye çalıştı. Kumar oynamaktan anlamıyordu. Bildiği tek oyun bilgisayarda oynanan tavla oyunuydu. Sıkkın olduğu zamanlar birilerine hakaret edip rahatlamak için, internette bayan nikiyle tavla oynayarak, sanal zamparalarla kavga edip küfürleşerek rahatlıyordu. Karısı bu rahatlama biçimine müdahale edip karşı çıkınca, o da internetteki rahatlamaya son vererek rahatlama tekniğini karısının kendisine tatbik etmeğe başladı. Artık, sıkıldığı zamanlar şakayla karışık, “ne haber kız orospu,” diyerek bir laf atıp, küfür darağacındaki bütün küfürleri ardı ardına sıralayarak hem karısını güldürüyordu, hem de kendini rahatlatıyordu. Karısı, yeter artık bu kadar küfürbazlık, diyerek bozuk çalınca da maçlara gitmeye karar vermişti. Neyse… Katlama denilen bir oyunu öğrendi ilk evvela. Onun zekâ düzeyine göre çok kolay bir oyundu, üstelik kazandırdığı para adamı ihya ederdi; “ben bu aptalları kolayca söğüşler, geçimimi bile bu oyunla sağlarım,” diye düşünerek, art arda birkaç oyun seyredip cıcığını vıcığını öğrendikten sonra ilk katlama oyununu oynadı. Oynadı oynamasına ya, hayatının en şanssız gününe denk gelmişti o oyun, neyi var, neyi yoksa ütüldü. Beş parasız kaldı. Karısı parasızlıktan bir nebze olsun kurtulalım diyerek evden, ev için gereği olmayan bir şeyler satmayı önerdiğinde, teklifinin üstüne balıklama atladı. Karım ev için en gereksiz şeyin bilgisayarı olduğunu söyleyince itiraz etti. İtirazı kabul edilip, elbirliğiyle evdeki eşyalardan diğer en gereksiz şeylerin kitapları olduğuna karar vererek hepsini satmaya götürdü: Kendini bildim bileli haftada bir âdetinin okunmuş halini raflara istifleyerek biriktirdiği için dört beş çuval doldurmuşlardı. Her kitabın etiketinin bir bölü üçü fiyatıyla alıp bir bölü iki fiyatıyla satan kitapçılar olduğundan, o dükkânlardan birine götürdüğü kitapların etiket fiyatlarının bir bölü üçünü hesaplayarak parasını ödediler. Tam bin lira… Kahvehaneye uğramak, evine uğramak kadar hayatının normal uğraklarından biri olmuştu. Cebindeki bin liranın özgüveniyle kasılarak girdiği kahvehanede, sanki onu bekliyorlarmış gibi, kumara başlayabilmek için bir kişi bekliyorlardı. Şansı yaver gider de, iyi kâğıt gelirse geçen gün ütüldüğü iki yüz elli lirayı geri alırdı, ama şansım gene kötü giderse bir yüz lira ütülüp kalkardı masadan, karısına da dokuz yüz lira tuttu sattıklarım der, dokuz yüz lira teslim ederdi. Kendini bu şekilde programlayarak oturdu masaya. Oyun başladıktan itibaren kâğıtlar, geçen oyundaki kötülüklerinden dolayı özür dilemeye başladılar. İlk üç partide tam dört yüz lira kara geçti. Kalkması gerek ama kara geçer geçmez kalkmak da adamlara ayıp olacak şimdi. Dördüncü ve beşinci partide sayısı bittikçe oyunun cazibesi ile gözü karardı ve katlamaya girerek az önceki dört yüz lirayı geri verdi. Altıncı partide ne oldu bilmiyorum; her el tam bittim diyecekken birisi bitiyordu. Bu durum oyunu öyle bir hale getirdi ki, ortada biriken para tam beş bin liraydı ve bunun dokuz yüz lirası ona aitti. Son elde kâğıt bir gelirse, beş bini alır kalkardı ve evin en az altı aylık sıkıntısını bitirirdi. İçinden, hayatında hiç etmediği kadar dualar edip iyi kâğıt gelmesi için yalvardı, yakardı, hatta istediği kâğıt geliverirse bir daha kumar oynamamaya namusu, şerefi üstüne yeminler verdi. Kumar masasında edilen dualar ters tepti tabii ki ve Allah, berbat bir kâğıt ile cezalandırdı onu. Erkekliğe bok sürmemek için kazananı tebrik edip sırıtarak kalktı masadan, kahvehaneden çıktı. Dışarıda bulduğu karanlık bir köşe başında hüngür hüngür ağlayarak vicdanımı rahatlattıktan sonra eve gitti. Cebinde kalan yüz liraya yakın parayı, uyduracağı yalanın sağlıklı olması için eve girmeden önce bodrum kattaki kendi kömürlüklerine sakladı. Eve girdiğinde de karısınıı, parayı düşürdü mü, yoksa birine mi çarptırdı bilemediğini söyleyerek kandırdı. Duyduğu aşırı üzüntüden dolayı beni teselli eden karıcığı, “Üzülme kocacığım, evimizde satacak şey çok. Yarın götürür bilgisayarını satarsın,” deyince, ‘bu cezayı hak ettim,’ diye düşünerek sesini çıkartmadı. Ertesi günü bilgisayarı, yazıcısını, ekranını, klavyesini, hoparlörlerini, güç kaynağını, hatta bir topa yakın A4 kâğıdıyla beraber ambalajlayıp bilgisayar satıcılarından, bilgisayar tamircilerine, bilgisayar tamircilerinden eski eşya alınır, satılırcılara kadar her yerde dolaştırdı, ama yüz liradan daha fazla para veren birini bulamadı. Onun bu dünyadaki en değerli eşyasının ederinin bu kadarcık olması çok ağrına gitti, vaz geçti satmaktan. Eve de götüremezdi tabii ki, o da kahvehaneye götürüp, Recep’e bir kenarda birkaç gün durması için ricada bulundu. Kabul edince adamın depo ve kömürlük olarak kullandığı küçük bir kilere onları da sıkıştırıp koydu. Eve gidip bodrumdaki parayı almak için aşağı indiğinde orada onlara ait ya da komşulara ait bir sürü eski eşya birikmiş olduğunu gördü. Onları bir hurdacı çevirip satmayı kararlaştırarak parayı aldı, karısına verdi, bilgisayar bu kadar etti diyerek. O da bu kadar ucuza gitmesine üzülür gibi yapıp timsah gözyaşları döktü. Sanki Allah göndermiş gibi, dışarıdan, “eski bilmem neler alırım, eskicii,” diye bağıran bir hurdacının sesini duyarak fırladı ayağa, pencereden el işaretleriyle beklemesini söyledi, sonra aşağı koşturup adamı bodruma sokarak gördüğü her eski şeyi arabasına taşıttı. Verdiği parayla bir hamal tutup taşıdığı eşyaları arabasına taşıtamazdın, çaresiz alıp soktu cebime. Eve gidip karısına teslim etti bu parayı da. Yarım saat geçti, geçmedi, evin zili çaldı. Alt kat komşusuydu gelen. Kapıyı açan karısına, bodrumdaki boş aygaz tüplerini sattığını söyleyerek onu şikâyet ediyordu. Karısı bir yanlışlık olduğunu söyleyerek, “tüpün ederi ne kadar?” diye sorduğu adama, hurdacıdan aldığı paranın üstüne bir on lira daha ekleyerek ödedikten sonra, gerçekten yanlışlıkla olduğuna ikna olan adamcağız evinin yolunu tuttu. Karısı eldeki parayla birkaç gün evi idare ederken, o da dışarı çıkmadı, ama enteresandır, kahvehane ve kumar masası burnunda tütmeye başladı o birkaç günde. Bir fırsatını bulur bulmaz kaçtı kahvehaneye. Ama o da ne! İki tane polis memuru, kahvehanenin kapısı önünde olay yeri incelemesi yapmaktaydı. Sokulup ne olduğunu öğrenmek istedi. Öğrendim de: Gece yarısından sonra kahvehaneye giren hırsız ya da hırsızlar, onun bilgisayarla birlikte kahveci Recep’in para edebilecek nesi varsa, çay, şeker, v.s. alıp götürmüşlerdi. Recep, “alıp götürmedin bilgisayarını, hırsızları çektin mekânıma. Senin yüzünden bin lira zararım var!” diye söylenerek ona kızıyordu. Allah’tan onun zararı yüz liradan fazla etmeyen bir bilgisayardı. Neyse hikâyeyi daha fazla uzatarak sizlerin de sinirlerinizi bozmayayım. Sonuç bölümünü yazayım hemen: Bu yaşam biçimi içerisinde evdeki eşyalar teker teker satılmıştı. Eşyalardan elde ettiği paraların kumara kaptırdığı bölümleri üzülmesine sebep oldukça, üzüntüden içki içerek eve gidiyordu ve o kafayla bıdı bıdı eden karısıyla kavgalar çıkartıyordu. İçki, kumar, kavga… Ev kirası ödenemez olmuş, ev sahibi evini boşaltmaları için sıkıştırmaya başlamıştı. Karısının kendi annesinden borç alarak kirayı götürüp yatırması için teslim ettiği parayı da kumarda yedikten sonra yüzsüzlüğe vurup gelmişti eve, ama toplayacak pılısı pırtısı bile kalmayan karısı evi üstündeki bir etek bir tişörtle terk etmişti. Suçlayamıyordu onu. Kendini suçlamak yerine de sabahçı gazeteci kahvehane müşterileriyle ağız birliği yaparak Global Ekonomiyi suçlamayı tercih etmeye başlamıştı. Kahveci Recep arada sırada müdahale edip, “global ekonomi iyidir, müşterilerim kalabalıklaşıyor…” demeye devam ediyordu. *
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Kemal Yavuz Paracıkoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |