Dünyada birbirinin eşi ne iki görüş vardır, ne iki saç kılı, ne de iki tohum. -Montaigne |
|
||||||||||
|
İlkokula başladığım yıl, yeni bir eve taşımıştık. Oturduğumuz evin halk arasında ‘Yatırlı Ev’ diye yaygın bir ünü vardı. Bahçeli, bahçesinde birer elma ve vişne ağacı olan, iki katlı, oldukça eski ve metruk bir evdi. Babam kiralayıp da oraya biz taşınıncaya kadar uzun süredir hiç kimse orada oturmaya cesaret edememişti. Babamın ve babamın telkiniyle de annemin öyle şeylerden korkusu yoktu. Benim ve ablamın korkup korkmadığımızı ise hiç kimse sormamıştı! İlk taşındığımız günlerde, korkudan bahçeye bile çıkamamıştım. Annemin dizi dibinden ayrılmayan, evin uslu çocuğu oluvermiştim ve bu yeni kişiliğimden dolayı ebeveynim pek memnundular. Annemin dizi dibinde çıka gire bahçe korkusunu yendikten sonra o eski haylaz çocuk geri geliverince, bu defa da kısa süreli iyi çocuk rolü oynamış bir sahtekâr olduğuma karar verilmişti. Annem, beş vakit namazında bir kadındı ve namaz saatlerinde kendisi abdest almadan önce ibrikle su bırakırdı bir yerlere; yatırın o suyu kullanarak abdest aldığına inanırdı. (Yıllar sonra ibrik içinde bıraktığı o suların kullanılıp kullanılmadığını sorduğumda, annem, dolu bıraktığı ibrikleri her defasında boş olarak geri aldığını söylemişti) Esin ablam benden beş yaş büyüktü. O, on iki yaşlarındayken, beni, annemin de zorlamasıyla, Kütahya’da bayram nedeniyle kurulan bir lunaparka götürmüştü. (Esin ablamla el ele yaşadığımı hatırlayabildiğim ilk ve tek birliktelik odur.) Bir çadırdaki illüzyonist gösterisine sokmuştu beni. Sahnedeki sihirbaz, şapkadan tavşan çıkartırken ben korkudan zırlamaya başlamıştım. Kızcağız gösteriyi sonuna kadar seyredemeden çıkmak zorunda kalmıştı. Eve döndüklerinde, ”senin yüzünden...” diyerek anneme şikâyetlere ve sitemlere başlamıştı. Korkudan evin içine girmeden, bahçede oyalanıyordum. O arada çişim gelince de, annemin ibrikle su bıraktığı o köşeye çükümü çıkartıp işemeye başlamıştım ki, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki askerlerin giydiklerinin aynısı olan bir şapkası ve askeri kıyafeti olan bir asker gelmişti yanıma ve “buraya işeme, git, helâya işe!” diyerek kıçıma hafif bir şaplak vurmuştu. “Avludaki asker amca işiyorum diye beni dövdü,” diye zırlayarak annemin yanına kaçmıştım. Annem, beni teselli etmek yerine, beni döven “yatır amca” için dualar okumaya başlamıştı. Ablam, henüz yok edemediği Luna Park öfkesiyle, “o asker seni inşallah çarpar da, ağzın burnun bir yana kayar, böyle olursun inşallah,” diyerek suratına takındığı garip mimikleri gösteriyordu. Üst üste iki kez yaşadığım korku travmaları umurunda değildi. O da, aslında haklı olarak on iki yaşlarında bir çocuğun mahrum edildiği eğlencenin kızgınlığını yaşıyordu şu an; benim yaşadığım sarsıntıları filan anlamasını beklemek, ona haksızlık olurdu. Evin avlusundaki elma ağacı verimsizdi. Her yıl bir dolu çiçek açar, çiçeklerin meyveye dönüşme dönemleri yaklaştığında ise bütün çiçekler bir dökülür, geriye tek tük ham elma kalırdı. Onları da kuşlar gagalayıp dökerlerdi. En sonunda babam, ağacı budamaya karar verdi. Hemen o gece yatır amca annemin rüyasına girmiş, “söyle o kocana, elma ağacımı kesmesin!” diye tembih etmiş. Annem, sabah ezanında uyanır uyanmaz, babama, “kesme o ağacı; yatır rüyama girip, kesmesin, diye tembih etti,” dedi. “Ağacı kesecek değilim hanım, dallarını keseceğim,” diyerek kesme kararından dönmek istemeyen babamı, zar zor ikna etti. Babam, ağacı budama fikrinden vaz geçti. Elma ağacı, ilk baharda gene öbek öbek çiçek açtı. Biz, gene elma vermeyecek nasıl olsa diye beklerken, o kadar çok meyve yaptı ki, ham elmaların ağırlığından ağacın dalları yerlere sarktı. Babam, bu defa da, ikisi, üçü bir arada olan elmaların bu kadar sıkışık olurlarsa tam olgunlaşmayacaklarını ve kızarmayacaklarını, seyreltilmesi gerektiğini söylemeye başladı. Annem hemen o gece, yatırı gene rüyasında görmüş, elmaları seyreltmek için hazırlanan babama, “yatır, söyle kocana, elmaları seyrelteceğim diye sakın yolmasın, dedi, ” diyerek mani olmaya çalıştı. Babam bu defa söz dinlemeyerek kararını uyguladı. Bu yatır amcanın bu şekilde annemin rüyasına girmesinden çok kısa bir süre sonra birkaç elma tırtıklamak için bahçedeki yaşlı elma ağacının üzerine çıkınca, çıkmamla düşmem bir oldu ve sağ kolum kırıldı. Annem babama köpürmeye başladı: “Gördün mü, söz dinlememenin ceremesini çocuk çekecek senin yüzünden!” Tam da okula başladığım, okuma yazma öğrendiğim dönemdi. Sağ elimi kullanamam üzerine, okula gitmekten kaytardığım o günlerde, ablam Esin sağa sola yatık eğri büğrü çizgiler çizdirerek sol elimle yazmayı öğretirken, Luna Parkta ki illüzyonist gösterisinden onu mahrum edişimin öcünü alıyordu. Abla mıncıklamaları sonrasında epeyi zorlandıktan sonra sol elimle yazı yazmayı becermiştim ya, yazı yazmaya da epeyi bir kinlenmiştim. Ya beynimdeki yatkınlıktan dolayı, ya da edinilen alışkanlığı terk edememem nedeniyle solak kalmıştım. Ablam ortaokulu bitirmiş, "Ebe Okulu”nu kazanmıştı. Şimdiye kadar onun okulu için oturmak zorunda kalmıştık şehirde. Ömür boyu solak olmama sebep olan kaza ‘yatır amca’ya mal edilince ─oysa onun bir suçu yoktu─ , ablamı götürüp yeni yatılı okuluna yerleştirir yerleştirmez babamın görev yaptığı İncikköyü ilkokulunun lojmanına taşınmaya karar verilmişti. İncik köyünden Sabuncupınar nahiyesine gidilen yol, dar, taşlık bir patikaydı. Her tarafta çam ağaçları, yok, meşe ağaçları... Tam hatırlamıyorum, ama köylülerin geçim kaynağı meşe kömürü üretimi olduğuna göre meşe ağaçları olmalıydı. Neyse! İlkokul öğrencisiydim. Babam bu patika yoldan ormanı aşarak Sabuncupınar kasabasına maaşını almaya giderken, -buraya taşınmadan önce Sabuncupınar istasyonundan köye kadar bu yolu her gün yürüyormuş adamcağız- elimi tutar, beni de sürürdü yanında. Orman arazisi içinde, derin bir yarın öbür tarafında yer alan kayalıklarda irili ufaklı sekiz on tane ayı olurdu. Oradaki mağaralar inleriydi. İlginç olan, insanlara hiçbir zararları dokunmazdı. Bu Sabuncupınar yolculuklarımızda, “ayılara bakalım” diye tuttururdum. Yarın beri yanına, uzaktan bakmaya giderdik. Ayılar kayaların üzerinde güneşlenirlerdi. En irileri olan boz ayı, gerçi hepsi siyahlı kahverengili, boz ayılardı, ama o en irileriydi, iki ayağı üzerinde dikilir, bize seslenirdi! Bize selam veriyor sanırdım. (Kendilerine yaklaşmamamız ve yavrularına zarar vermememiz için bizi tehdit ettiğini anlamam uzun yıllar sonra mümkün oldu.) Köylüler sık sık anlatırlardı. Anlatılanlar bir efsaneymiş gibi gelirdi bana: Köydeki en güzel kadını kaçırmış bu ayılardan birisi. Aylarca ininde hapis tutmuş. Kadının kaçmaması için inin ağzına dev bir kaya parçası dayar, avlanmaya öyle çıkarmış. Ormandaki en güzel meyveleri toplar getirir, kadına ikram edermiş. Kadın, kendisine âşık olan ayının aşkına karşılık veriyormuş gibi yaparak kaçabilmiş en sonunda. Bu efsaneyi, her duyuşumda tüylerim ürperir, ayılar tarafından kaçırılma korkusunu hissederdim. Bunun, ayı bulunan her yere ait insan - ayı ilişkileriyle ilgili, sanki her kadın aynı macerayı yaşamışçasına anlatılan çok yaygın bir hikaye olduğunu, yıllar sonra, anlamıştım. Bu ormandaki kayalık ayılarından başka bir de, bizim köyün ayıları vardı. Onlar ellerinde silahlarla sık sık sürek avına çıkarlardı. Bu ayıların bir gün, domuz avına çıktıklarında bulup getirdikleri kurt yavrularının başlarını dere kenarında taşla ezişlerine şahit olmuştum. Nasıl olduysa, bir tanesini kapmış, kaçırmış, odamın kapısını kilitleyerek yavruyu onlara teslim etmemek için direnmiştim. Onu elimden almayı beceremeyen ayılar, bir ara punduna getirip almak umuduyla biraz bakmama izin vermişlerdi. O yavruyla aynı yatakta yatıyordum. Çay kaşığıyla ağzına akıttığım sütle besliyordum onu. Pamukla siliyordum kahverengi kadifeler gibi parlak tüylerini. Gösterdiğim bu sevgi nedeniyle, babam, tehlikeli oluncaya kadar büyütmeme izin vermişti. Kahverengi gözleri ışıl ışıl bakardı, beni sevdiğini belli etmek için. Sonra bir gün, bahçedeki kümesten eksilmeye başlayan piliçlerin vebali ona yıkılarak, babam ikna ettiği için kendi kendine bakacak hale geldiğine karar vermiştik. Ormana götürmüştüm onu ve “bizim köyün ayılarına yaklaşma,” diye sıkı sıkıya tembih ederek serbest bırakmıştım. Sözümü dinleyip onlara hiç sokulmamıştı. *
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Kemal Yavuz Paracıkoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |