En büyük mutluluk ve en büyük sıkıntı anlarında sanatçıya gereksinme duyarız. -Goethe |
|
||||||||||
|
Yaşamını, doğadaki bilinmezler ve kendisi arasında bir çeşit diyalog/monolog oluşturarak sürdüren; hayatta kalabilme gücünü, doğanın öğretisinden alan, deneyen ve bulan ilk insanlardan; bilgi ağacının meyvesini yiyerek dünya cehennemine sürgün edilen Adem ve Havva öğretisine; Antik Yunan felsefeleriyle Batı’ya ve sonsuz bilgelik ile Doğu’ya, çağların iktidarına, savaşlara, dinlere, ekonomik doktrinlere doğru yolculuğu boyunca bilgi; bir ‘araç-amaç’ çelişkisinde yön buldu: Bilgi ve eğitim, insana öz-bilinç ve yaratıcılık kazandıran dinamik bir süreç midir? Yoksa insanın benliğine, kararlarına, seçimlerine, davranışlarına ve nihayetinde varlığına müdahale ederek, toplumun ve iktidarın zorunlu gidişatına uymayı dikte eden bir sistem midir? Bu çelişkiye dair yükselen seslere bir göz atalım: Sokrates, erdemli bireylerden oluşan bir toplum temelinin ancak iyi bir eğitim ve ‘bilgi’ ile atılacağını savunur. Platon ise; hocası Sokrates’in zamanın iktidarı tarafından cezalandırılması ve ölüme mahkum edilmesine karşı duyduğu öfke ile ‘bilgi’ yi hocasının sezgisel bakış açısıyla yeniden yorumluyordu: Platon bilgiyle donatılmış örgütlü yapıyı yüceleştirdiği ‘Devlet’ adlı yapıtında; eğitimi, çeşitli yetenek ve hevesleri olan bireyleri ‘bilgelik, cesaret, ölçülülük ve adalet’ erdemleriyle donatmayı savunur. Dünyayı yorumlama ve birlikte yaşayabilme pratiklerine baktığımızda; Antik Yunan’da, rahat giysileriyle ve peşlerinde öğrencileriyle ormanlarda ya da heykeller arasında dolaşarak, düşünce üreten filozofların buraya sığdıramayacağımız kadar çok ve önemli söylemlerinin yüzyıllarca Doğu’da ve Batı’da iktidar, eğitim, bilginin paylaşımı, okul ya da ekol kavramlarına ışık tuttuğunu görmekteyiz. Öyle ki tüm dünya ‘bilgi’nin peşinde koşar. Çünkü bilgi ‘güç’tür. Güç kavramının iktidarla, devlet yapısıyla, hükümetlerle, medyayla, dinle, toplumla ve bireyle olan ilişkisini yaşamımızın her anında anlıyor ve hissediyoruz. Sözel kültürün egemen olduğu ilk toplumlarda daha yaşlı ve daha deneyimli insanın daha küçük insana verdiği eğitimden, dinsel eğitimle özdeşleşen Ortaçağa, oradan bilimsel buluşlara, kültür ve sanatın en yüce değer olduğu Rönesans ve Reforma, ekonomik, askeri, endüstriyel ve siyasal yapının öne çıktığı Modernizme geldiğimizde de insan ve insan çelişkisi ile tüm bilgi sistemlerinin yeniden tartışmaya açıldığı yepyeni düşüncelere doğru yola çıkıyoruz. Dinsel eğitim, aristokrat ve seçkin eğitimi, hümanist eğitim, teknoloji, sanayi devrimi, aydınlanma, modernizm ile geldiğimiz noktada küreselleşme ve büyük bir hızla büyüyen bilgi teknolojileri bu yolculuğun duraklarını anlatır. Ve anlıyoruz ki; her toplum kendi değerleri içinde, kendine özel kişilikler yetiştirmek için çaba gösterir. Eğitim; kişinin genleriyle başlayıp yaşamının bitimine değin süren zaman aralığında, sosyal ve bireysel gelişimin sağlandığı, toplumun değer yargılarının ve yaşama kolaylıklarının edinildiği bir süreçtir. İktidarın devlete değil, halka ait olduğunu savunan 18. Yüzyıl düşünürü Jean –Jacques Rousseau, bu yolculukta dünyaya çok önemli bir şey söylüyordu: Rousseau’ya göre eğitim, toplumun, dini, felsefi, ahlaki ve politik sistemlerinin çocuğa kabul ettirilmesi açısından değil; çocuğun serbest gelişimini, "doğal gelişimini" sağlayıcı bir düzen yaratmak ile mümkündür. Şimdi kendimize dönüp bakalım. Eğitim tarihimizde, Halk Evleri ve Köy Enstitüleri, toplumdaki eğitimin ne kadar önemli olduğunu ortaya koydu. Bu kurumların varlığı eğitimin öncesi ve sonrası arasındaki farklılığı net bir şekilde gösteriyor. O zamanki sistemle birlikte sorgulandığında, Cumhuriyet döneminin eğitim alanında yaptığı devrimlerin önemli yansımaları olarak bu oluşumların; gelişmiş dünya ülkeleriyle paralel, yeni siyasal yapılanma ve yeni üretim biçimleri önerileri bugün daha iyi anlaşılmaktadır. Bu kurumların varlığından rahatsız olanlar hemen müdahale edip kapatılmasına karar verdiler. Onun yerine sisteme uygun, uysal kişiler yetiştiren bir sistemi var ettiler. Ancak örgün eğitimin 5 yıla çıkarılması ve sonraki yıllarda anaokulu eğitiminin yaygınlaşması ile görece daha iyi bir sistem oluştu. Anaokulları program ve yapısal biçimleri açısından çok iyi ve bilimsel olmasa da; çocuklar, müzik, resim ve oyun ağırlıklı, özgür ve sınavsız eğitim almaktan mutluydular. Her sabah sevinçle okullarına gidiyorlardı…Ama ilköğretimle birlikte bu sevinç bir süre sonra ‘okul fobisi’ne dönüşür. Okul, sanat dallarının varlığını kabul eden programlarıyla yeni düşüncelerin deneysel alanlarının yaratıldığı ve deneysel alanlardan yeni özgürlüklerin ve nesnelerin var edileceği yerler olmalıdır. Oysa bugün okul ailelerin ve toplumun çocuklarını hapsettiği bir yer olma işlevini sürdürmektedir. Okulun, öğrenciler tarafından sevilen yönü: arkadaş gruplarının, oyun alanının varlığı, yaparak ve yaşayarak öğrenmektir. Sevilmeyen yönü ise; militarist anlayışla, dayatma, özgürlüğün olmayışı, sınavların varlığı ve ezberciliğin düşünme, yorumlama ve yapmanın önüne geçmesi… Okul açıldığında öğrenciler bir süre mutlu olurlar. Ortamın değişikliği, sosyalleşme, yeni gelenleri tanıma, oyunlar ve öğretmenler ilgilerini çeker. Daha sonraları bu duygu yerini disipline, ezberciliğe, zil seslerine, aşırı yazma, çizme işine bırakır ki; artık sevinç ve mutlu olmanın azaldığı, sıkıcı anlar başlamıştır. Oyun, beden eğitimi, müzik eğitimi, resim ve diğer sınıf içi çalışmalar yerini okumalı ezberciliğe bırakır. Böylece yaşamsal olan derslerin ve bilgilerin yok oluşuyla eğitim iflas etmiş; eğitilenin kişiliği dumura uğramaya başlamıştır. Artık bu öğrenciler, okuldan, kitaplardan nefret etmeye başlamışlardır. Sabah kalkmak istemez, okula gitmek istemez, okulla ilgili her şey onu yaşamdan soğutmaya başlar. Ders saatleri bitmez, zil bir türlü çalmaz. Zil çaldığında da arenaya çıkan bir boğa gibi kapıya koşarlar. Hafta sonu ve kar tatilleri, sel ve deprem felaketleriyle girilen zorunlu tatiller, bayram tatilleri kısacası ‘okulsuz hayat güzeldir’ hali, çocukları sevince boğmuştur hep. Yılsonu geldiğinde ise, o duyulan heyecan, kitapları ve defterleri parçalayarak, oturduğu sıraları devirip yazı tahtasını tekmelemeye, çöp kovasını dolapların camlarına atmaya dönüşür ki görülmeye değerdir. Öğretmenlik yaptığım yıllar boyunca gözlemlediğim bu eylemlerin düşünülmesini ve bunun altında yatan gerçeğin açıklanarak topluma sunulmasını isterdim. Neden böyle? Öğrencilerin bilinçaltında ne var? Oysa çocuklar şöyle de olabilirdi; okula severek gidiyorlar, yaparak yaşayarak öğreniyorlar. Ürettikleri şeylerle övünç duyuyor ve erdemli olma yolunda aydınlığa doğru barış içinde dengeli bir yaşam sürüyorlar. Beş yıllık zorunlu eğitim 1997 yılında gelişmiş ülkeler baz alınarak 8 yıla çıkarıldı. Bunun anlamlı ve açıklanabilir en önemli yanı; öğrencinin seçeceği meslek grubu hakkında bilgi edinmesi, kendini bir sonraki adımına hazırlaması ve en önemlisi zorunlu eğitim yaşının 7 yaştan 15 yaşına kadar sürmesi idi. Bu yaşlar arası çok önemlidir. Çünkü öğrenciler her ne kadar ‘cinsel eğitim‘ programda olmasa da ‘ergenlik dönemini’ okullu yıllarda yaşıyor ve aşıyorlardı. Burada arkadaş ilişkileri önem kazanıyor; toplumsal ve sosyal olma hali onu sokaktaki rastgele bilgilerden kurtarıyordu. Bu sosyal ortamda bilen bilmeyen ikilisi birbirlerini eğitiyorlardı. Peki ya şimdi? 4+4+4=? Dört artılar çocuğun gelişim ve değişim yaşları baz alınarak hazırlanmış bir program. İlk dört’e başlama yaşı aşağı çekilerek, erken çocukluk eğitimi kaldırıldı. Burada amaç çocuğun çocukluğunu yaşamadan ömür boyu çocuk kalmasını sağlamak olsa gerek! Açılımına baktığımızda bir insan ve toplum kronik olarak nasıl yok edilirin formülü bu. Kıyım şurada başlıyor: altı yaşında bir çocuk sabah erken uykusundan kaldırılarak, zorla bir okul yaşamının içine atılacak; okuma yazma, sınavlar, idareciler, müdürler, müfettişler, büyük çocuklar, servisler, kar, yağmur, soğuk, çantanın ağırlığı, ödevler vb. büyük ve tekinsiz bir dünyanın içine atılacak. Tam özgürce eğitildiği çağda bu sıkıcı militarist öğretilerin içinde kalması düşündürücü… İki, üç, dört ve sonunda “oh be zorunlu gidiş bitmiştir!” diyecek. İşte ileriki yaşlarda okuldan, kitaplardan, okumadan, yazmadan nefret edip; kitapları yırtıp şiddet yaratacağı dönemlerin tohumu böylece atılmış oluyor. Açıktan, uzaktan, sanal okuma döneminin ikinci dörtlük dönemi başladığında ise, kitaplar ve bilgisayar gereklidir. Öğrenci görünürde özgürdür. Başka işler de yapabilir, sokak onundur, iyisi ve kötüsüyle. Kontrollü sosyal alandan (okuldan) kurtulmuş aileye ve sokağına bırakılmıştır. Başıboş ve doludur. Oysaki okul; her ne kadar olumsuz yanları olsa da sosyal bir kurumdur. Ve en iyi sokaktan çok daha iyidir. Bu ikinci dört yılda öğrenci ve ailesi şaşkın haldedir. İlk dört yılda edindiği arkadaşlarının kimisi bir işte çalıştırılıyor, kimisi evliliğe hazırlatılıyordur… Dört artının son parçasına gelelim; kimler kalmış kimler elenmiş belli değildir. Kim sınavı verdi kim nereye girdi; kocaman bilinmez bir kırılma. Kimisi evlendirilmiş, kimisi çocuk işçi, kimisi hatip, kimisi imam, kimisi kör, topal kalmış. Kimisi gelmiş yirmi yaşına ama henüz daha ‘açık dört’ artının 2. sınıfında sayıyor. İşte dört artı dört artı dört artı dört’ün, 12 yıllık zorunlu eğitimin hazin sonu bu! Güle oynaya ömür boyu okullu olundu; ya da daha doğru bir tanımla 4+4+4= 4 oldu. İktidar ard arda yeni referandumlar yaparak mevcut sistemi sorgularken, bir yandan militarist anlayışa eleştiri getiren önlemler alırken, neden eğitim için daha özgürleştirici bir sistemi savunmadı ve getirmedi? Gelinen noktada eğitim sistemi de sömürü düzeniyle birlikte dönüşüm geçirir. Sistem, kendine göre insan yetiştirmek için, eğitimle istediği gibi, günün koşullarına göre oynayarak insanın kişiliğini zedeliyor. Burada insan yaşamının sağlığı hedefleneceğine, otoritenin çalışma ve sömürü dişlileri daha iyi dönsün diye çalışılmıştır. Eğitimin en büyük hedefi olan ‘insanın toplumsallaşması’ yerine, daha tutucu, kapalı, sorunlu, bencil, köleleştirici, ötekileştirici, cinsiyetçi, sınıfsal katmanlara ayırıcı hastalıklı bir toplumun var edilmesi mi amaçlanmıştır? Ekonomik ölçüsüzlüğün yaşandığı toplumlarda eğitimden söz edilebilir mi? Şunu sormalıyız: Neyin eğitimini vereceksiniz insanlara? Daha çok sömür zengin ol, önüne geleni ez, yok et eğitimi mi? Diğer yoksul kesime de; yaşamak için sebat et, ekmek çal, su bulursan elini yüzünü yıka, ekmeğin içine katık olarak ot koy, karnını doyur, bu dünya varlıklının o ebedi dünya senindir eğitimini mi?! Eğitim, düşüncenin eyleme dönüşme halidir. Günümüz eğitim sisteminin, yaşamsal yanının olmadığını, üretici eyleme dönüşmeyen; kısır statükocu bir anlayışın depolandığı beyinler yetiştirdiğini görmek zor değil. Peki bu değişim programının mimarı kimler olmalı? Eğitim programı tarihsel süreç içerisinde değerlendirilmeli ve aydınların eğitim alanında söylemleri incelenerek; öğrencinin kendine ve doğaya karşı bilinçlenmesine yönelik çalışılmalı. Hazırcılığın yerine; çantasını kendisi taşıyarak, yaşadığı çevredeki olanakların farkındalığıyla öz- yaratıcılığını geliştirip; var olan araç ve gereçleri kullanarak; yeni şeyler var ederek; kendi emeğinin değerini bilmesi ve emeğiyle var ettiği nesneye bakarak mutlu olması amaçlanmalı. Okul eğitimi, deneme- yanılma yöntemleriyle; yaratıcılığı odak alan bir sistemle, içinde hiçbir zorlamanın olmadığı bir programla yürütülmelidir. Çocuklara özgürce düşünebilecekleri, yaratıcılıklarını geliştirici ortamlarda, sınav korkusu yaşatmadan eğitim verilmelidir. Her çocuk kendine özeldir ve her çocuğa göre pedagojik donanımlı öğretmenler olmalıdır. Romanlardan, öykülerden ve anılardan duyup bildiklerimizin ötesinde hala yaşanan bir talihsizlik vardır: köylerde ve kırsal çevrede kız çocuklarını öğretmenler görüp okula kaydetmesin diye sekilerin altına saklarlarmış. Okula gider okuryazar olur, erkeklere mektup yazar, iş bulur başkaldırır düşüncesiyle okumasını istemezlermiş. Şimdi ise, tüm çocuklar cahil kalma özgürlüğüne terk edildiler! Yazımı Bertolt Brecht’in ‘’Öğrenmeye Övgü’’ şiiriyle noktalıyorum. Öğrenmeye Övgü En kolaydan başla öğrenmeye Zamanı şimdi, vakit geçti deme! Öğren ABC’yi. Yeterli değil bu, ama öğren onu! Başla öğrenmeye, sabırla! Sen her şeyi bilmelisin. Yönetimi sen almalısın. Sen sefaletteki adam, Öğren! Sen hapisteki adam, Öğren! Sen mutfaktaki kadın, Öğren! Sen atmış yaşındaki, Öğren! Yönetimi sen ele almalısın. Siz evsizler barksızlar-Okula gidin! Siz soğuktan titreyenler bilimle donanın! Siz açlar al kitabı eline silahtır O. Yönetimi sen ele almalısın. Utanma sor, yoldaş! Bırakma başkalarının sana anlatmasını, git kendin öğren! Eğer kendin öğrenmediysen bir şeyi onu bilmiyorsun demektir. Hesapları kontrol et, Onu sen ödeyeceksin. Parmağını hesaptaki bütün kalemlerin üstüne koy, Ve sor, nereden çıktı bu? Yönetimi sen ele almalısın. Bertolt Brecht Çeviren: Anna Çelikel-Murat Çelikel Gelecek güzel günlere. Canip Doğutürk Kaynak: 1. B. Akarsu, Felsefe Terimleri Sözlüğü, _İnkılâp Kitabevi, _İstanbul, 1998, s. 68.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Canip Doğutürk, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |