Doğallık sahip olunan değil, kazanılması gereken bir erdemdir.
-Cervantes |
|
||||||||||
|
“İnsanlık anıtı” Türkiye’ye ters bir rotada dikilmiştir. Bu heykeli yapan bir insan, insan sever, doğasever, evrene ve tüm insanlığa sımsıkı bağlı; taşla mermerle yoğurmuş yaşamını; kimi yönleriyle anarşist belki; çünkü o bir sanatçı, dünya üzerindeki, ruhunu taşa, boyaya ve kağıda aktaran bütün sonsuzluk savaşçıları gibi…Herkesten başka bir yerdedir sanatın savaşçıları…Çünkü siz uyurken onlar size sizi anlatacak en güzel rengi, en doğru kelimeyi, en çarpıcı görüntüyü ve taştaki en doğru formu ararlar..ve bizim sanatçımız da aradı durdu; yol uzun, gece karanlıktı ve bir gün bir karar verdi; istediği şey güzel bir şey… Bir anıt.. Şimdiye kadar birlikte yaşadığı canlılar için; paylaştığı, sevindiği, üzüldüğü, mücadele ettiği, nefret ettiği, ölesiye sevdiği, vazgeçemediği bu diyara dair bir canlı türünün yüceliğini, güzelliğini kutlamak için… DÜŞÜNEN, HİSSEDEN, RUHU VE AKLI OLAN İNSAN DENEN CANLI İÇİN BİR ANIT… Ama belki bizim sanatçımız biraz delidir, belki uzaylılarla işbirliği içindedir, bu anıt topraktan tüm yeryüzüne yayılan bir zehirle tüm değerlerimizi yok edecek, din, dil ve ırk: bize işe yarar hiçbir şey bırakmayacaktır! Bu anıt –nasıl oluyorsa!- kültür varlıklarına zarar verecektir! Kim bu insanlar! Heykel yapan, resim yapan, kitap yazan, düşünen, konuşan? Kimiz biz? Ve bu adam kim bu heykeltıraş; onun yaptığı yanlışsa BİZ KİMİZ? İşte manzara bu! Bakalım çevremize; kendiniz için kurduğunuz kentinize; sanatsal yapıların üstüne giydirdiğiniz arabesk kondulara; on yıllar öncesi kurulan gecekonduların ‘gökdelenlere’ dönüştürüldüğü; alt yapının olmadığı yerlere; güneşi, yolu ulaşımı felce uğratarak, eski güzelim kentleri dönüştürdüğünüz mega köyler ucube değil mi? Perdelenmiş yapılarıyla, yollarıyla, alışveriş merkezleriyle, İstanbul Müftüsünün de sitem ederek, birçok cami mimarisinin tuhaflığına değindiği gibi; camilerin ibadethane olmaktan çıkıp; ticaret haneye çevrilmesi; kaldırımların orta yerine konulan duraklarıyla, kamu alanları ve parklarını mafyaya teslim edenlerin ‘kentleri’ ‘ucube’ değil mi? Son yüz yılın başından sonuna doğru uygarlıkların beşiği olan üç yanı denizlerle çevrili İstanbul’u ve Anadolu’nun dağlarını, ormanlarını, kıyılarını yağmalayan kim? Beton yığınları ile kıyı şeridini yok edip, ormanları yok eden, insanları dengesiz bir ekonomiyle yönetip kültürsüzleştiren, onları keyfi ya da zorunlu göçe zorlayan sistem ‘ucube’ değil mi? Bu anıtın çevreye, insanlığa, sit alanına ve diğer kültür varlıklarına ne zararı var? Zararlı olan bunca çarpık yapılaşma varken, istenildiği zaman gerekli gördükleri ticari yapılara yer açılırken; nasıl olur da bir sanat yapıtına, üstelik mimari açıdan ‘İslam uygarlığının’ o anıtsal, ritmik, soyut tonlarını barındıran; bu çağdaş yoruma, soyut bir anıta nasıl yer verilemez ! Ve bu anıtı yapan heykeltıraş bu ülkenin vatandaşı değil mi, okullarında okumadı mı, Mehmet Aksoy bu topraklarda yaşamıyor mu? Bu anıt sıradan bir yapı mı, bu eserin sanat değerine kim karar veriyor? Ve siyasal erk kentsel alanları, yapıları kendi anlayışı doğrultusunda kararlarla inşa ve imha edebilir mi? Bu ne kadar etik. Eğer böyle olursa siyasal erkler her değiştiğinde popüler söylence olan ‘Neron un Roma’yı yakması’ gibi yapılırsa sonuç nereye gider? İnsanlık anıtı, zorlu çalışmaların sonucu olarak bu duruma getirilmiş ve az bir zaman sonra da bitirilecekti! Anıtın bu aşamasından sonraki ‘yıkma kararı’ bir insanlık suçundan, emeğe saygısızlıktan ve sanat adına emek veren; insanlık için çabalayan yıllardır bu ülkenin vatandaşı olan, oy veren; bu ülkenin binalarını yapan, değerlerini savunan; bu ülkeyi tanıtan, bu ülkeyi seven onca insana haksızlık ve ihanet değil mi?! Ve bu nasıl tuhaf bir çelişkidir? Bir yandan “sanatçı açılımı” dedikleri; masalara su ve pahalı örtüler koyarak davet edilen sanatçılara ne yapabiliriz diye soruldu. Bu neydi? Sanatçıları avutmak mı? Bu mudur sanatçı açılımı? Gün geldiğinde; hem birikimiyle, hem de heykel alanında kendini çoktan kanıtlamış olan bir heykel sanatçısının yaptığı bir heykeli yıkmak mıdır “SANATÇI AÇILIMI” ? Sonra bir diğer çelişki: İstanbul’un tarihi değerleri, İstanbul’un temsili dediniz. Avrupa karşısında, Batı karşısında bizim sanat ve kültür değerlerimizin, tarihimizin yüceliği dediniz. En iyi şekilde tanıtılmalı, anlaşılmalı dediniz. Turizm politikaları inşa ettiniz. Peki, Kars’ın İstanbul’dan ne farkı var? Kars da Türkiye’nin bir kenti değil mi? İstanbul’da korunan tarihi değerlerin Kars’ta yapılmaya çalışılan bir heykelden bir anıttan ne farkı olabilir. Hatırlayalım, Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldığında şehri dolaşıyor; şehir Bizans anıtları ile dolu! Hipodrom şimdiki Sultanahmet Meydanı. Burada üç anıt var: biri III. Tuthmosis Dikilitaşı, bu görkemli sütun, Mısır firavunu III. Tuthmosis’in Güneş Tanrısı Amon Ra’ya hediyesidir. İmparator Konstantinus’un ise Konstantinopolis’i kutsamak; kentini aydınlatmak için bu kente hediyesidir. Dikilitaşın üzerinde Mısır hiyeroglifleriyle Tanrı Ra anlatılır ve alt kaidelerinde de oldukça belirgin şekilde Bizans İmparatorlarının Hipodrom’da atlı araba yarışlarını izlerken tasvirleri kazınmıştır. Fatih Sultan Mehmet bunları gördü elbette; kent onundu ama o sütunun değerini anladığına şüphe yok. Fatih Sultan Mehmet Mısır Dikilitaşı’na ucube demedi. Onu koruma altına aldı ve çevresini çok değerli Osmanlı yapılarıyla çevirdi. Tüm yazılı ve görsel kaynaklar bunu gösterir ve en önemli kanıt günümüzde Sultanahmet Meydanı’nda yükselen o sütundur. Yapılan şeyler insan içinse eğer yerinde kalmalı ve hayat bulmalıdır İnsanlık Anıtı. Yok, eğer amaç bütün insani olan değerleri yıkmaksa; tarih, insanlık ve gelecek kuşaklar bu eylemi affetmez. Kaldırma ve yıkma kararı bir ihanettir; kültür ve sanata günümüz erklerinden daha fazla değer veren köklerimize de ihanettir. Bir kez daha düşünmeye çağırıyorum bu erk olan erki. ‘İnsanlığı’ yıkmayın! Fransa’nın nasıl ki Auguste Rodin’i varsa; bizim de Mehmet Aksoy’umuz var. Ve dediniz ki Ebul Hasan el-Harakani hazretlerinin türbesinin yanında UCUBE gibi bir şey! Ama şu gayet açık; Ebul Hasan el- Harakani’nin kim olduğu ve türbesinin nerede olduğunu belki de çoğu kişi bilmiyordu. Ama ucube(!) gibi yükselen İnsanlık Anıtı ile birlikte türbe de gerçek değerine ulaştı. Barışın simgesi olarak modern ve soyut formuyla İnsanlık Anıtı'nın bulunduğu tepe ve karşısındaki Kars Kalesi’nin görkemli klasik yapısı çok güzel bir birliktelik bir siluet oluşturmuştu kuşkusuz. Ayrıca burada çok güzel bir duygu, bir felsefe birlikteliği ve düşüncelerin birliği var. Bu görsellik önemliydi. Yani çok eski zamanlara ait çok önemli bir düşünce yapısının temsili; İslam medeniyetinin en önemli mimari yapılarıdır Türbe’ler. Ve onun yanında yükselen bir soyut anıt: ikisinin birlikteliği birbirinin değerini düşürmez. Bu düşünce bağnazlıktan başka bir şey olamaz. Sultanahmet Cami Külliyesi ve Ayasofya birlikteliği gibi, Caminin yükselen minareleri ile Mısır Dikilitaşı ve Örme Sütun’un kaynaşması gibi. Biz nasıl ki geçmiş yüzyıllarda yapılan olumsuzlukları yargılıyorsak; gelecek kuşaklar da bizi sorgulayıp, yargılayacaklardır. Günümüzde gerçekler önceki yüzyıllara göre daha şeffaftır. Yapılan hatalar artık gizlenemez. Yüzyıllar öncesindeki bilinçli insanların, erklerin bu ülkedeki karşılığı bilinçsizlik olamaz artık. Bu kadar ucuz olamaz bir sanat yapıtına bakış, bu kadar da basit olamaz yıkmak, yok etmek! Savaşlar sürüyor hala, ama aynı zamanda insan hakları ve barış düşüncesinin egemenliği de her geçen gün artıyor. Ve dünyanın dört bir yanı barış için dikilen anıtlarla dolup taşıyor. Dünya tüm farklılıklara karşın bir bütündür. Teknolojik gelişmeler uzağı yakınlaştırdı. Görünmezi görünür, bilinmezi bilinir kıldı. Yaşadığımız yüzyılda hepimiz her yerdeyiz aslında. Dünya üzerindeki ülkelerin her birinde, farklı dil, din ve ırktan insanlar birbirleriyle paylaşım içinde çok kültürlü bir yapıya sahip. Artık o eski erişilmezlik ve aynılık yok. İnsanlık yaratılışı gereği farklılık gösterse de temelde ihtiyaçları benzerdir. Aynı çalgılarla şarkılar söyleniyor, aynı ayaklarla koşuyor aynı ellerle üretiyor, ürettiklerini dünyanın diğer ucundaki insanlarla paylaşıyorlar. Ortak değerlere önem veriliyor. İnsanlık bir arada yaşamanın yollarını arayıp buluyor ve artık bunun değerini anlıyor. Popülizm her geçen gün biraz daha önemini yitiriyor. Böyle bir dünyanın Türkiye’sinde bu yüzyılda hangi bahaneyle bir anıtı yıkıyoruz biz. Vurgulamak gerekir tekrar: imar kurallarına uymuyor gerekçesiyle mi! Hayır çünkü kentin dört bir yanı imar kurallarını yıkmış, çiğnemiş bina ve yapılarla dolup taşarken; insan şöyle bir titremeli en azından dürüst olmalı! Yazıma ısrarla eklemek istiyorum çünkü dürüstlük işte budur: "Burayı kentsel dönüşüm çerçevesinde yaptırdık. Burada bir insanlık anıtı olsun, insanlığın değerlerini yitirdiği, savaşan dünyada, Sarıkamış’ta 90 bin askerimizin şehit olduğu, acıların çekildiği bu coğrafyadan insanlık mesajı verelim istedik. Gerek Ermenistan’daki, gerekse Iğdır’daki soykırım anıtlarına karşı soykırım yapılmadığının anıtını yaptırdık. Çünkü soykırım anıtları bize göre halklar arasında kan davasını pompalıyor. Bundan dolayı yargılanacaksak yargılanalım. Ucube deniyor ama anıt daha tamamlanmadı. Erzurum’daki Anıtlar Kurulu bunun yapımına izin verdi. Aradan 3 yıl geçtikten sonra birileri politik müdahale ettiler. Anıtlar kurulu sadece bu parseli tescilledi, sit alanı ilan etmedi ama anıtın yapılmasına da karar verdi. Ben dünyaya Türk insanının soykırım yapmadığının anıtını yaptırdım ve bölge barışı için mücadele ediyorum. Yıkılacaksa da saygı duyarım. Maalesef ülkemizdeki en önemli sorun ön yargılardır."..Kars’ın o zaman Ak Parti’li şimdi Chp’li eski belediye başkanı Naif Alibeyoğlu’nun yıkma kararı üzerine açıklaması. Ve şimdi de yine Ak Parti’li şimdiki Kars belediye başkanı Nevzat Bozkuş’un yıkma kararını savunması: "Konu bugün gündeme geldi. Zaten 2006 yılında kültür varlıkları bölgesine yapıldıktan sonra şikayet edilmiş. O şikayetin üzerine Erzurum Kültür Varlıkları Kurulu tarafından da yıkılma kararı alınmıştı. Konu tamamen Kültür ve Turizm Bakanlığı'na iletilmişti. İlgili komisyonda kararını alarak yıkılmasına karar vermiştir. Tabi şimdi bu karar elimize ulaşmadı. Ulaştığında da -Sayın Başbakanımızın da bilgisi var- sonuçta oradan kaldıracağız. Hiç kimse kanunun üstünde değildir. Kanun ne diyorsa onun olması gerek. Eğer mevzuata aykırı ise yapılmaması gerekirdi". Farklılıklar ortada. Ve insanı şok eden şey; bir heykelin, bir anıtın KÜLTÜR VARLIKLARI BÖLGESİ’ne ters düşmesi… Heykel nedir? Kültür varlığı nedir? Sit alanı nedir? Kültür ve Turizm Bakanlığı ne yapar? Erzurum Kültür Varlıkları Kurulu neden kurulmuştur? İçinde bu kadar çok ‘kültür’ geçen kurullar, komisyonlar, bakanlıklar işte haliniz budur! Neron’un, Roma kentini yeniden yaptırma düşüncesiyle yaktırdığı bilinir. Yaktırma eyleminin hatasını anlayıp bir suçlu bulamayınca, kendisini cezalandırarak yaşamını kendi hançeriyle sonlandırdı... Bunun için yeni ilkel popülist kararlarla yeni karanlıklar yaratılmamalı. Ve ben Dünya coğrafyasından dışlanarak, kirletilmiş bir köşede utanarak yaşamak istemiyorum. İSTEMİYORUZ! İnsanlık anıtı yıkılırsa bir gri toz bulutu bir ‘sis’ saracak etrafı Tevfik Fikret’in anlattığı gibi; Sis Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman, beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan ağırlığının altında herşey silinmiş gibi, bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü; tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar! Ama bu derin karanlık örtü sana çok lâyık; lâyık bu örtünüş sana, ey zulümlér sâhası! Ey zulümler sâhası... Evet, ey parlak alan, ey fâcialarla donanan ışıklı ve ihtişamlı sâha! Ey parlaklığın ve ihtişâmın beşiği ve mezarı olan, Doğu’nun öteden beri imrenilen eski kraliçesi! Ey kanlı sevişmeleri titremeden, tiksinmeden sefahate susamış bağrında yaşatan. Ey Marmara’nın mavi kucaklayışı içinde sanki ölmüş gibi dalgın uyuyan canlı yığın. Ey köhne Bizans, ey koca büyüleyici bunak, ey bin kocadan artakalan dul kız; güzelliğindeki tâzelik büyüsü henüz besbelli, sana bakan gözler hâlâ üstüne titriyor. Dışarıdan, uzaktan açılan gözlere, süzgün iki lâcivert gözünle ne kadar cana yakın görünüyorsun! Cana yakın, hem de en kirli kadınlar gibi; içerinde coşan ağıtların hiç birine aldırış etmeden. Sanki bir hâin el, daha sen şehir olarak kuruluyorken, lânetin zehirli suyunu yapına katmış gibi! Zerrelerinde hep riyakârlığın pislikleri dalgalanır, İçerinde temiz bir zerre aslâ bulamazsın. Hep riyânın çirkefi; hasedin, kâr gütmenin çirkeflikleri; Yalnız işte bu... Ve sanki hep bunlarla yükselenecek. Milyonla barındırdığın insan kılıklarından Parlak ve temiz alınlı kaç adam çıkar? Örtün, evet ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir; örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi! Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar; Katil kuleler, kal’ali ve zindanlı saraylar. Ey hâtıraların kurşun kaplı kümbetlerini andıran, câmîler; ey bağlanmış birer dev gibi duran mağrur sütunlar ki, geçmişleri geleceklere anlatmaya memurdur; ey dişleri düşmüş, sırıtan sur kafilesi. Ey kubbeler, ey şanlı dilek evleri; ey doğruluğun sözlerini taşıyan minâreler. Ey basık tavanlı medreseler, mahkemecikler; ey servilerin kara gölgelerinde birer yer edinen nice bin sabırlı dilenci gürûhu; “Geçmişlere Rahmet! ” diye yazılı kabir taşları. Ey türbeler, ey her biri velvele koparan bir hâtıra canlandırdığı halde sessiz ve sadâsız yatan dedeler! Ey tozla çamurun çarpıştığı eski sokaklar; ey her açılan gediği bir vak’a sayıklayan vîrâneler, ey azılıların uykuya girdikleri yer. Ey kapkara damlarıyla ayağa kalkmış birer mâtemi sembole eden harap ve sessiz evler; ey her biri bir leyleğe yahut bir çaylağa yuva olan kederli ocaklar ki, bütün acılıklarıyla somutmuş, ve yıllardır tütmek ne... çoktan unutulmuş! Ey mîdelerin zorlaması zehirinden ötürü her aşâğılığı yiyip yutan köhne ağızlar! Ey tabi’atin gürlükleri ve nimetleriyle dolu bir hayata sâhip iken, aç, işsiz ve verimsiz kalıp her nâmeti, bütün gürlükleri, hep kurtuluş sebeplerini gökten dilenen tevekkül zilleti ki.. sahtedir! Ey köpek havlamaları, ey konuşma şerefiyle yükselmiş olan insanda şu nankörlüğe lânet yağdıran feryât! Ey faydasız ağlayışlar, ey zehirli gülüşler; ey eksinlik ve kaderin açık ifadesi, nefretli bakışlar! Ey ancak masalların tanıdığı bir hâtıra: Nâmus; ey adamı ikbâl kıblesine götüren yol: Ayak öpme yolu. Ey silahlı korku ki, öksüz ve dulların ağzındaki her tâlih şikayeti yapa geldiğin yıkımlardan ötürüdür! Ey bir adamı korumak ve hürriyete kavuşturmak için yalnız teneffüs hakkı veren kanun masalı! Ey tutulmayan vaatler, ey sonsuz muhakkak yalan, ey mahkemelerden biteviye kovulan “hak”! Ey en şiddetli kuşkularla duygusu körleşerek vicdanlara uzatılan gizli kulaklar; ey işitilmek korkusuyla kilitlenmiş ağızlar. Ey nefret edilen, hakîr görülen millî gayret! Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasî mahkûm; ey fazilet ve nezâketin payı, ey çoktan unutulan bu çehre! Ey korku ağırlığından iki büklüm gelmeye alışmış zengin – fakir herkes, meşhur koca bir millet! Ey eğilmiş esir baş, ki ak pak, fakat iğrenç; ey tâze kadın, ey onu tâkîbe koşan genç! Ey hicran üzgünü ana, ey küskün karı koca; ey kimsesiz; âvâre çocuklar... Hele sizler, hele sizler... Örtün, evet, ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir; Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi! Tevfik Fikret 1902 Canip DOĞUTÜRK 2011
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Canip Doğutürk, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |