Mutlu insanlar tatlı şeylerden söz ederler. -Goethe |
|
||||||||||
|
Anam hep uyarırdı “Elinizde yiyecekle sokağa çıkmayın; yere düşer, üstüne basılır günah olur. Birinin canı çeker, gözü kalır, o daha da günah” diye. Gerçekten göz hakkı diye bir şey vardır. Göründü ya da kokusu duyulduysa pişirdiğinden, yediğinden komşuya da tattırılır. İnsanın canı da her şeyi çeker. Çocuğuz, dinlemezdik. Yarım dilim ev ekmeğine salçayı sürdük mü soluğu kapının dışında alırdık. Mahallemizde, bu konuda en hassas insan komşunun oğlu Hasan’dı. Kapının dışında hep beni mi beklerdi bilmem, sokağa adımımı atar atmaz görür, “Mehraba!” der siteme başlardı: - Göz hakkı diye bir şey vardır, sana öğretmediler mi? Benden bir kaç yaş büyüktü; çekindiğimden miydi bilmem, hemen yarısını koparır uzatırdım. Kimileyin çevrede on tane çocuk olurdu ama, önemli değildi. Elimdekinin yarısını ona verince göz hakkı konusunda bilgisiz biri olmadığım varsayılırdı. Kimi zaman ortalıkta göremezdim onu, ama o beni görür, arkalarda bir yerlerden o bilmiş sesi duyulurdu: - Mehrabaaa! … Bir gün yine sokağa çıktım, erik yiyorum; akıllanmayacağım ya! İtalyan eriği. Aksilik de üç tane almışım. Bizimki “Mehraba” dedi yanaştı. Tek olunca birini uzattım. Eriğe küçümseyerek baktı: - Tek olur mu? Ananın memesi tek kalır ya! Bilmiyor musun? Ben bu o olayın erik sayısına göre düzenlendiğini nereden bileyim. Hem ikisini verirsem bende tek kalacak; derken o hemen çaresini buldu. Çakısını çıkardı, üçüncüsünü ikiye böldü, ikimize de birer buçuk İtalyan eriği… “O zaman birer tanesi yarım kalmayacak mı?” dedim. Kalmazmış. Hani okulda iki buçuk alınca üç oluyor ya, bu da ikişer sayılırmış. … Bir gün bir tanıdığın düğününe gittim, oturuyorum, ta karşıdan beni görmüş, çıktı geldi “Mehraba” dedi, oturdu. Baktım sürekli sağı solu gözlüyor. Çevrede yiyecek içecek satan var mı diye bakıyormuş. “Çok mu acıktın?” dedim. - Yok yok, dedi, senin için bakınıyorum. Bir şeyler al ye diye. Benden, göz hakkıyla idare edecek bir şey çıkmayacağını anlayınca bakınmayı bıraktı, o sıra gelen gelinle damada dikkat kesildi. Bir ara döndü: - Ben de evlenicen. Hani böyle küçük yaşta evlenme lafı edenlere “Öttün mü?” derler ya, bizimki de ötmüş olmalı, “Evlencem”e devam: - Gönlüm Sibel Can’da. Ünlü sanatçıdan bahsediyor sandınız değil mi? Yok o değil. Bildiğiniz Sibel Can o zamanlar daha dünyada var yok. Bu bizim köyün en zengini Eyüp Can ağanın biricik kızı Sibel Can. Yine de alçaktan uçmuyoruz anlayacağınız. Ama ne denir: - İyi, güzel kız. - Yalnız, bu konuda annemin bazı çekinceleri var. - Nesinden çekiniyor, yiyecek mi ananı? - Yok, ondan değil. Zengin kızı ya, “Altın salkım çok isterler, kaldıramayız.” diyor. Hem yalnız bu değil. Anam “Zengin gızlarının eli çifte çubuğa yatkın olmaz. Onlar telli nalınları giyip avlularda gezinmesini bilir.” diyor. Bir de annem, “Gelin dediğin her işi yapmalı, kocasını rahat ettirtmeli” diyor. - Anan çok şey istiyor. O kadar işi Eyüp ağanın bedelleri bile yapmaz, değil kızı. … Hasan kararlı mı kararlı. İlle de kahvede oturup keyfine bakacak, Sibel hayvana haşata, çifte çubuğa bakacak; gül gibi geçinip gidecekler. Çünkü bunu başaramayana, köyde “İşi bozuk adam!” diyorlar. Hasan göz hakkına çok önem verdikten başka bu konuda da titiz. Anasının üzerinden isteklerini sıralıyor: - O öyle görmüş, yaşamış, “Ben hem süs devesi, hem de yük devesi isterim!” diye tutturuyor. Yani hem çok güzel, hem de çok çalışkan olacak. Senin anlayacağın benim annem, gelinin hem varlıklı, hem çalışkan hem de güzelini sever. - Sen ne düşünüyorsun? - Büyük sözünü dinlememek günahtır! … Köyde kız çokmuş ama, şimdilik en uygun aday Sibel Can’mış. O zaman Hasan yaşça daha küçük. O senden büyüktür, diyecek oldum, sözümü kesti. Babaannesinin, “Yaşlı garı alan zengin olur.” sözünü anımsattı. Fakat annesinin çekinceleri mi ağır bastı yoksa başka bir şey mi oldu bilmiyorum, Sibel Can’la bir türlü evlenemedi. Sonunda ne mi oldu? Eyüp ağanın kızı Sibel Can, yalnızca bir yüzüğe köyün öğretmenine vardı. Tabii, Hasan delendi! … Bir gün bizim kapının önünde oturuyorum. Hasan “Mehraba” dedi, geldi; yanıbaşıma oturdu. Önce elimdeki kocaman salatalığa bakıp, böl işareti yaptı. Artık, bir yandan avucumdaki tuza bana bana salatalık kemiriyoruz, bir yandan da söyleşiyoruz. Bizimki öğretmene çok kızıyor; beleşçi olduğunu düşünüyor. Bir gün yolda karşılaşmışlar, bu “Mehraba” demiş, sözde o da “Mehraba” diye karşılık vermiş. Bizimki “Beş yıl anlattığın yalanları dinledik, bir şeycik demedik. Ama bu son yaptığın çok ayıp oldu” diyecekmiş, vazgeçmiş. Söylediğine göre, beleşçinin seviyesine inmek istememiş; ama bu son merhabası olmuş. … Bu kadar saçmalığa akıllıca bir karşılık verilmez, diye düşündüm: - Köyde güzel kız çok ya, öğretmen Sibel Can’ı göz hakkı saymış olmasın? Bir an elindeki salatalığı kafama indirecek sandım; neyse ki, yere çarptı, terslendi: - Acı be!
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2025 | © Mehmet Önder, 2025
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |