Kötü insan korkuya itaat eder, iyi insan sevgiye. -Aristoteles |
|
||||||||||
|
2. Bölüm için; http://www.izedebiyat.com/yazi.asp?id=108856 *** 3. Bölüm Evin kapısından girdikten sonra çantasını portmantonun yanına bıraktı, anahtarları da anahtarlığa. Aslında bırakmasam diye düşündü, evden çıkarken sürekli unutuyordu çünkü anahtarlıklarını. Ama geri dönmeye üşendi. Odasına doğru yürürken mutfaktan gelen sesleri duydu, annesi mutfaktaydı. Ne annesinin yanına uğradı, ne de seslendi. Üşeniyordu her şeye, muazzam bir üşengeçlik dolaşıyordu vücudunda. Doğruca odasına gitti. Odasına gireli oldukça uzun zaman olmuştu. Karnı da acıkmıştı. Acaba annem ne yemek yaptı diye düşündü. Mutfağa gitmeye karar verdi. Uzandığı yatağından doğruldu, sanki çok yaşlıymışçasına zoraki adımlarla mutfağa yürüdü. “Duyduğuma göre beni 3, babanı da yüzlerce kez unutmuşsun!” dedi annesi mutfağa girer girmez. Olduğu yerde durdu, anlam veremedi bir an “Ne?” diyebildi sadece. “Diyorum ki, elalemin insanlarını hatırlarsın, anneni babanı unutursun zaten!” sesinde bir annenin kızdığı zamanlarda sesini yüklediği mana vardı. Düşündü. “Ama anne” dedi “insanlık hali, neleri unutmuşum görmedin mi, bir sürü şeyi, insanı unutmuşum”. Kısa bir sessizlik oldu, annesi ocakta yemeğini çeviriyordu. “Sen doğur, büyüt, yetiştir, aman eksik bir şeyi kalmasın, aman hastalanmasın, başına bir hal gelmesin, aç açıkta durmasın, adam olsun diye uğraş, beyefendi annesini aklında tutamasın! Sonra da pişkin pişkin insanlık hali desin, insan hiç annesini unutur mu evladım? Sen kesin ben yaşlanınca huzurevine de verirsin beni, babandan bahsetmiyorum zaten, o adama yazık değil mi? Beni geçtim onu kesin vereceksin huzur evine belli baksana!”. “Abartmıyor musun anne” diyebildi. Bir tabak aldı dolaptan, annesine uzattı. Annesi yüzüne hala geçmemiş siniriyle baktı, tabağı elinden aldı. Ocaktan yeni indirdiği yemekten koydu. “Abartıyormuşum, dil de maşallah pabuç olmuş!” çekmeceden çatal çıkartıp çocuğunun önüne koydu. Başını yemeğe gömdü, yerken aklına geldi. Onu ve babasını unuttuğunu nereden biliyordu? Nereden öğrenmişti annesi onu unuttuğunu? “Anne” diye seslendi, “sen nereden öğrendin unuttuklarımı?”. Geçtiği odadan mutfağa dönen kadın cevapladı, “Bilmiyor musun? Büroya giden kişinin baktığı tüm unuttuklarıyla alakalı unutulan kişiye bilgilendirme gider. Araştırmadın mı bunu?” Başından kaynar suların döküldüğünü hissetti o an. Yanıyordu teni, beyni. Yani unuttuğu herkese bilgilendirme mi gitmişti? Olamazdı böyle bir şey, olmamalıydı. Cevaplayamadı annesinin sorusunu. Yutkundu. Aklında filizlenen korku saçaklarını seyretti o an. Unuttuğu herkes, herkes artık düşman olacaktı ona. Annesi bile böyle davranıyorsa, sıradan bir insan nasıl davranırdı kim bilir? Kimleri unuttuğunu saymaya başladı. Saydıkça daraldı, daraldıkça bunaldı, bunaldıkça kaçmak istedi, kaçmak istedikçe bir şey yapamayacağını gördü, gördükçe çaresizliğini yaşadı. Düşünürken eve gelen babasını fark etmedi doğal olarak. Eve yeni gelen adam, mutfakta dalgın oturan çocuğunu görünce yanına yürüdü. “Yüzlerce unutursun beni ha, yazıklar olsun!” diyerek sert bir tokat yapıştırdı suratına. Daldığı yerden sıçrayarak babasına baktı çocuk. Sıçradı. Kan ter içerisindeydi, hatta o kadar yoğun terlemişti ki, yastık bile neredeyse sırılsıklamdı. Gördüğü kötü rüyanın etkinsinden kurtulamamıştı ki, bulunduğu yeri kavramak için sağına soluna bakarken yanı başında sandalyede oturan dedeyi gördü. Bir kez de dedeyi görünce sıçradı. “Korkuttun beni dede, aşk olsun” diyebildi elini göğsüne götürerek. Yattığı yerde doğruldu, alnındaki ter damlalarını sildi. Saatine baktı, 14.03’ü gösteriyordu. Çok uyumuşum diye düşündü. Kafasını toparlamaya çalışıyordu, gördüğü rüyadan, dün baktığı sayfalardan sonra zihni de aklı da karmakarışıktı. Bu kadar etkileneceğini, unuttuklarının bu denli etkisinde kalacağını tahmin etmemişti. Nasıl bir yola girmişti, hayatı bundan sonra nasıl devam edecekti, aynada yeni tanıdığı yüzüne nasıl bakacaktı? Sorular, sorular, sorular. Aklını zapt ediyordu. Sakalını okşayan dede karamsar bir bakışla, “Uyarmaya çalışmıştım evladım, geçmişin anahtarı belki de bu yüzden elimizde değil. Hafızamıza belki de bu sebeple bu denli az hükmediyoruz. Etrafına bak istersen, hayatında görebileceğin en mutsuz insanlar, unutamayan insanlardır. Geçmişinden ayrılamayan insanlar mutsuzluğu en çok giyen insanlardır.” Dedenin söylediklerini düşündü. Haklıydı. Geçmiş her ne kadar güzel anılarla dolu olsa bile, bir o kadar da unutulmak istenen şeylerle doluydu. Hatırlanmak istenmeyen şeyleri bilinç zamanla yok ediyordu, silinmiyordu onlar fakat bulunmayacak bir yerlere gidiyorlardı hafızada. Hafıza çok odalı bir saray gibiydi. En bilinmeyen odalarında en kötü, en kullanılmayan ama atmaya da kıyılamayan eşyalar duruyordu. Sessizlik içerisinde bir süre beklediler. Yaşlı adam, gencin kendisine gelmesini, düşüncelerini toparlamasını istiyordu. Nihayetinde onun hayatıydı ve bir önceki gün istediği şey onu şu an bulunduğu vaziyetten daha elim bir hale taşıyabilirdi. Kendisinin unuttuklarına katlanamayan bünyesinin, bir başkası tarafından unutulma ihtimaline karşı nasıl bir tepki verebileceğini ise daha önceki tecrübelerinden çok iyi biliyordu dede. İnsanoğlu bir başkasının kendisi hakkındaki düşüncelerine o kadar önem veriyordu ki, kendi düşüncelerinden ziyade, bir başkasının düşüncelerine göre kendini yontuyordu. Kendini başkalarına göre yontan birey, nihayetinde de mutsuzluğa mahkum oluyordu. Telaşla sordu dedeye “Bu baktıklarımla alakalı olarak, unuttuğum kişilere bir bilgilendirme gidiyor mu acaba, böyle bir şey mümkün mü?”. Dede gülümsedi, “Böyle bir şeyin olması kime ne fayda sağlar ki, bizim amacımız insanlara yardım etmek, kötülük etmek değil.” Ferahladığını hissetti. Annesi bilmiyordu onu unuttuğunu, babası ona tokat atmayacaktı unuttuğu için. Bir nebze olsun keyiflendi. Yattığı yerden kalkıp masada duran suya doğru yürüdü, çok susamıştı. İki bardak içti. Bardağı masaya koyarken, masanın üzerinde duran deftere gözü takıldı. İsmi okudu. Onun defteriydi. Onun unuttuklarıydı. İşte yine aynı noktada buldu kendini. Az önce yakaladığı bir yudum keyif kaçtı. Düşüncelerle sarılmış buldu etrafını. Sorular bir yağmur gibi yağıyordu beynine ve cevap şemsiyesi yoktu. Korunaksız bir şekilde soru yağmurunda sırılsıklam oluyordu. Bakmalı mıydı onun unuttuklarına? Dede onu çok samimi şekilde uyarmıştı dün ve hala uyarmaya devam ediyordu. Bakma demiyordu kesinlikle ama bakmasının onun üzerinde bırakabileceği izleri anlatmaya çalışıyordu. Dedenin anlattıklarının yanında, kendi unuttuklarının bünyesinde bıraktığı derin etkiyi de düşündükçe dedeye hak vermeye başlamıştı yavaş yavaş. Ne kadar seviyor olsa da onu, ayrılmışlardı. Üzerinden hayli zaman geçse bile hala onu unutamamıştı. Tertemiz sevmişti, sevmişti ama bazen sevmek yetmiyordu. Bazen sen ne yaparsan yap, ne kadar çabalarsan çabala, her şey senin istediğin gibi gitmiyordu. Senin istediğin gibi gittiğinde de karşındaki için işler yolunda olmuyordu. Bir terazi gibiydi aşk oyunu, bir denge oyunuydu. İki taraftan birisi ağırlığını yitirirse (yani sevgisini) o terazi dengesini yitiriyordu. Öyle olmuştu. Bir kişi çok sevince, karşısındakinin eksikliğini dolduramıyordu. Ayrıldılar. Daha doğrusu kız ayrıldı, çocuk hala onunlaydı. Her yere götürüyordu onu, kız bilmiyordu. Her anında taşıyordu onun varlığını, kızın haberi yoktu. Böyle bir hastalık haline çevirmişti içerisinde aşkını. Yara kapanmaya yüz tuttukça, kaşıyordu. Kanatıyordu. Hiç iyileşemeyecek bir yara haline dönüştürüyordu onu. Bedenindeydi. Hiçbir zaman izinin kaybolmayacağı bir yara haline dönüşüyordu kız, bilmiyordu. Deftere dalmış çocuğun omzuna dokundu dede. “Bakıp bakmamak senin elinde olan bir konu evladım, biliyorsun. Şu an bakmadın henüz, içinde bulunduğun anı bir değerlendir istersen. Şu an ki durumunu gördükten sonra, bir de deftere baktığın andan sonra oluşabilecek durumları göz önüne alarak tekrar kendine bir bak. İhtimalleri düşün. Hayat senin hayatın çocuğum, sen nasıl yaşamak istiyorsan öyle yaşarsın. Bunun için de bunun kararını sen vereceksin.” Hala deftere bakıyordu. Düşündü. Ne kaybedebilirdi ki? Onu görmüyordu, onunla konuşmuyordu. O zaten hayatında yoktu, belki onun düşüncelerini görebilirse tamamen hayatından onu çıkartabilirdi. Gerçekten istiyor muydu bunu peki? Kararsızdı. Voltaya başladı, sessizliği adımlarının sesi bozdu. Bir süre böyle yürüdükten sonra ani bir hareketle masaya yöneldi. Sandalyeye oturmuş dedenin dizleri önüne çöktü. Gözleri yaşarmıştı. “Bakalım dede, kanıyor zaten, bakalım da kurtulayım bu yaradan.”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Caner Almaz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |