Olgunluğa erişmemiş şairler ödünç alır, olgunluğa erişenler çalar. -George Eliot |
|
||||||||||
|
başıboş kalan iç dürtülerin uyandırdığı endişeli ruh halinden ileri gelir.” Meydan Larousse UYKUSUZLUK Yorgundum keyifsizdim üstelik üç gecedir de uykusuz... Bu yüzden uyurum sandım. Bu halet-i ruhiyeye aldanıp saatlerce boş yere yattım. Hiç olmazsa yorgunluğumu giderseydi... Gün ağarmaya başlayınca baktım ki boşu boşuna yatıyorum hala, kalktım ben de. Gerçi ayakta olmamın da bir anlamı yoktu. Amuda mı kalksaydım? Köprü kurmayı denesem mesela, jimnastikçi kızlarımızın yaptığı gibi belimi geriye atıp. Farklı bir bakış açısı yakalayabilir miyim? 360 derece ile bakabilir miyim? Peki yan gelip yatsam. İşte bu açıyı hiç kestiremiyorum. Zaten ben nasıl yan gelinip yatıldığını da bilmiyorum. Bu anlamsız gidişata ne yatay ne dikey ne de çember olarak müdahale edebiliyorum. Yandan yandan müdahale konusunda hiçbir fikrim yok. Müdahale etmeye de halim yok. Bu kelimeyi yazmak bile yordu beni? Doğru mu yazdım diye kalktım sözlüğe baktım. Mü’yü buldum. Sonra müde’ yi buldum. Baktım müdehale diye bir şey yok. Birkaç sayfa geri dönüp müdahaleyi buldum. Bir sürü uğraştım durdum alt tarafı bir kelime için. Bu kadarla kalsa yine iyi. Kelimenin öz türkçesini de denedim. Ama istediğim randımanı alamadım. Burada durup düşünmek gerekir. Ben deminden beri ne yapıyorum? Aklım sıra espri yapmaya çalışıyorum. Bir kere bütün bunlara espri demek için bin tane şahit lazım. O kadar şahidi ben şimdi nereden bulurum? Şayet bunlar espri olarak kabul görülür ise o bin kişinin ben aklına şaşarım. Onlar da bana şaşar, “sabahın köründe zorun ne?” Uykusuzum. Ve hiç uykum yok. Hiçbir halim de yok: Bana ...... Bende...... Benden...... Kim çeker bu kadar halsiz birini? Hem niye çeksin, ben bile çekemedikten sonra kendimi...Ben en iyisi esprilerden sorumlu devlet bakanımızı ve beraberindeki bin kişilik heyeti yolcu edeyim... Her şeyi bir kenara bırakıyorum ve pes ediyorum. Zaten hangi zaman diliminde olduğumu da karıştırdım. Geçmiş zaman geniş zaman şimdiki zaman birbirine girdi. İşin içinden çıkamıyorum. Geriye dönüp bakmaya halim kalmadı. Ben artık yalın olmak istiyorum. Keyfim yok, mecalim yok, uykum hiç yok. Uyusaydım zaten bunlar olmayacaktı. Bütün bu saçmalıkların hesabı uykusuzluktan sorulsun. Uykum beni terk etti. Üç gündür eve uğradığı yok. Kim bilir nerelerde sürtüyor? Benim uykum sürtüktür biraz, bilirim. Dönünce suratına tüküreceğim. Benim de bir gururum bir haysiyetim var. “Onun yüzünden düştüm bu hale. Bir şöyle söyledim, bir böyle... Aslında, no problem.” “Aslında, no problem” Azıcık saçmalamaktan kimseye zarar gelmez. Bana da zarar vermez. Ne demiş Ludwig Wittgenstein, “Başardığın, başkalarına, senin için ifade ettiğinden daha fazla bir şey ifade edemez. Sana neye mal olmuşsa, onlar da o kadar ödeyecekler.” Buna şu yüzden değindim: Ortada başarılmış bir şey yok. İfade ettiğim bir şey de yok. O halde alacak-verecek hesabımız kalmamıştır. Bu defter burada kapanmıştır. Yeni bir sayfa açalım.... Ataç Bey...Ataç Bey benim genel yayın müdürüm olur. Ben hayatımda bu kadar şirin bir müdür görmedim. Onun pek konuşkan biri olduğunu söyleyemem. Ama iyi bir dinleyicidir. Yardım severdir sonra. Elinden geleni esirgemez. Benim kafam bir konuda karıştığı zaman ona danışırım. Hemen sorar, “Ne yapmak istiyorsun?” Yeter ki ben ne yapmak istediğimi bileyim. Mimikleri ile anlaşırız daha çok. Kullandığı vücut dilini de yabana atmamak gerekir hani. Beni her zaman can kulağı ile dinlediğini biliyorum. Kayda değer laflar ettiğimde sevincinden dört köşe oluyor. İstiyor ki ben hep iyi şeyler söyleyeyim. Gönül ister ki hep iyi şeyler söylensin. Ama olmuyor işte...Ataç Beyin bir sürü meziyetinin yanı sıra tek bir kusuru var. Gerçi bu kusurun müsebbibi de benim. Benim sustuğum yerde onun uykusu geliyor. Suskunluklarımı fırsat bilip gözümün önünde horul horul uyuyor. Sanki bana nispet yapar gibi. Ama bu gün bu mümkün olmayacak. Ben burada uykusuzluğun kahrını çekerken onun karşıma geçip uyumasına engel olacağım. Bu kahrı birlikte çekeceğiz. Yani Ataç Bey sizi uyutmamak için elimden geleni ardıma koymayacağım. Şimdiye kadar ardıma koyduğum bir şey yok zaten. Ne var ne yok her şey ortada. Susmamak lazım. Bir sustuk mu, esnemeler başlar, yataklar serilir... Susmamak lazım. Ne olmuş yani, benim sürtük uykum sizin uykunuzu da ayarttı ise...Demek sizin uykunuzun da iradesi zayıfmış...Er ya da geç, elbet dönecekler... Sizi bilmem ama Ataç Bey, ben kendi uykumu zincire vuracağım. Bakalım bir daha olur olmaz öyle kaçabilecek mi? “Onun yüzünden düştüm bu hale. Bir şöyle söyledim, bir böyle. Aslında no problem” Bu nakaratı dilime doladığım da iyi oldu. Kaynayıp gidiyor arada. Susmak yok. Uyumak yok Ataç Bey...Uykuya mahal yok... Elmalı Pasta yapmasını bilir misiniz siz? Ben annemden öğrendim. Şimdi siz, benim mutfağa gidip malzemeleri hazırlayacağımı düşünüyorsunuzdur. Ben mutfağa gideyim de, siz de bu fırsattan istifade, yatıp uyuyun. Pışııık... Yemezler. Benim uykum dönene kadar size de uyku yok. Nefes aldırmayacağım size. Kafanızı kaşıyacak zaman bile vermeyeceğim...Ben bu kadar acımasız mıyım? Öyleyim... Yıllar önce kardeşimi de uyutmamıştım. Eskişehir’deydik. İstanbul’a tren ile dönecektik. İstasyonda bir banka oturmuş trenin gelmesini bekliyorduk. İkimizin de uykusu vardı. Bıraksalar oracıkta uyuyacaktık. Kimsenin tuttuğu yoktu aslında. Lafı uzatıyorum sizi uyutmamak için. Bir cümle bir cümledir. Yabana atmamak lazım. Alın size beş cümle. Neyse, biz cebimizdeki son parayı biletlere vermiştik, İstanbul’a dönmemiz ve bu yüzden uyumamamız gerekiyordu. Ben gözlerimin kapandığını hissettikçe ayağa kalkıp biraz turluyordum. Ben, kendi uyumama engel olabiliyorum diye, kardeşim yumdu gözünü açtı ağzını. Kardeşim ağzını açarak uyur. Sonunda onu da uyutmadım. Benim acımasızlığım ta oralardan başlar. Uyumamak lazım. Yoksa tren geçip gidecek. Millet gidecek aya biz kalacağız yaya. Elalem gider Mersin’e biz gideriz tersine. Zırt Erenköy! ... Teyzemler Erenköy’de otururdu. Ben o zamanlar ilkokul birinci sınıftayım. Babam her teyzemlere gidişinde ablamı da götürürdü. Ben de arkalarından ağlardım beni de götürün, diye. Ben gittiğim yerde uyuyup kalıyormuşum. Sonra da beni bir türlü uyandıramadığı için kucağına alıp taşımak zorunda kalıyormuş babam. Bu yüzden götürmek istemezmiş beni gezmelere. Ben de bunun üzerine, ağlayıp zırlayarak, kesinlikle uyumayacağıma dair yeminler ettim. Babam, “Bak, bu sefer de uyursan seni bir daha hiçbir yere götürmeyeceğim” dedi. Erenköy’e teyzemlere gittik otobüs ile. Saatler geçtikten sonra benim uykum gelmeye başladı. Babama da söz vermiştim oysa. Sanki inadına uykum geliyordu. Onlar televizyonda bir film seyrediyorlardı. Ben de babama bakıyordum gözlerimi sonuna kadar açarak. Aklım sıra uyumadığımı gösteriyorum. En son işte, gözlerimi öyle kocaman kocaman açtığımı hatırlıyorum....Babam beni yine otobüslerde kucağında taşımış....Sabah kendi yatağımda uyandığım zaman anladım bunu.... Ben sözümü tutuncaya kadar babam beni hiçbir yere götürmedi... O yüzden uyumamak lazım... Ne o Ataç Bey, kaşlarınızı havaya kaldırıp, gözlerinizi kocaman kocaman açıp bakıyorsunuz...Uyuyup kalırsanız ben de sizi bir daha hiçbir yere götürmem... Babama da güvenmeyin, çünkü babam çoktan uyudu... Uyanmamacasına uyudu... Bizimse gidecek daha bir sürü yerimiz var? Moda da halamlar, Ümraniye’de küçük halamlar, Gültepe’de amcamlar, Bebek’de amcamın kayınbiraderi... Laf aramızda Bebek’teki hısımımızı hapse atmışlar. “O şimdi hapiste” Ne çok anlatılacak şey var?... Ama uyumamak lazımmış... Bunu babam söyledi... Ataç Bey, ben hala yorgunum, hala keyifsiz ve uykusuz...Yatağa uzandığımda, bu sıkkın halimle bir sürü kabus görürüm diyordum, kendime. Bir uyusam görürüm de. Kabus görmek bana iyi gelir. Bütün sıkıntımı atmak, içimi kırıp dökmek, midem bulandığında kusmak gibi... Ben psikolog olsaydım bütün hastalarıma elinizden geldiğince bol bol kabus görün, derdim. Şimdi farz edelim ben doktorum, hasta geldi, karşımdaki koltuğa oturdu: -“Buyurun, nedir derdiniz?” -“Geceleri kabus görüyorum doktor bey, pardon doktor hanım, çok korkunçlar, her şey üstüme üstüme geliyor, boğulacak gibi oluyorum, şurama bir ağarlık çöküyor, nefes alamıyorum, bağıracağım bağıramıyorum, ay, diyorum biri görse de kurtarsa beni, öleceğim yoksa, kimseye sesimi duyuramıyorum, siz yalnızlık nedir bilir misiniz, kimseye dokunamıyorum, parmağımın ucunu dahi oynatamıyorum, bir ağarlık çörekleniyor ki üstüme anlatamam” -“E, ne güzel anlatıyorsunuz işte” -“Güzel anlatıyor muyum gerçekten? Siz de çok yakışıklısınız hani doktor bey...ay, pardon doktor hanım... ben asistanınıza demiştim onu... İşte böyle çok korkunç kabuslar, her gece görüyorum, her gece, kan ter içinde uyanıyorum, acaba kocam beni aldatıyor mu?...yani evlensem, diyorum, kocam beni aldatır mı?...evlenmesem mi?...evde mi kalsam?.... ay, ne yapsam?....İşte böyle doktor hanım...Bu gibi sıkıntılarım var... Bu yüzden mi kabus görüyorum sizce?” - “Ağırlık çörekleniyor üstüme, demiştiniz, değil mi?” - “Evet doktor hanım” - “Çörekleri fazla yiyorsunuz, bu da ağırlık yapıyor, az yiyin biraz” - “Ay, bu yüzden mi?” - “Bu yüzden tabi.” - “Ben de sanmıştım ki......” - “Hiç sandığınız gibi değil...Endişelenecek bir şey yok. No problem” Ben psikolog olmaktan vazgeçtim. Ben hasta olacağım. Kabus gören bir hasta olmak istiyorum. Korkunç kabuslar görüp kan ter içinde uyanmak istiyorum. Çünkü ben her kabustan çıktığımda “Oh be! Dünya varmış.”derim. Dünyanın var olduğunu, varoluşumu hep bir kabustan uyanınca anlarım. O kadar boşu boşuna yattım yatakta. Hem uyuyamadığıma hem de kabus göremediğime hayıflanıyorum. İçimi kırıp dökecek yer arıyorum. Biliyorsunuz Ataç Bey, bakmayın öyle, sizi uyutmayacağım için zırvalıyorum...Bir “Oh be! Dünya varmış” diyemedim... - “Bir varmış bir yokmuş...” - “Nasıl yani?” - “Evvel zaman içinde...” - “Hem var hem yok mu?” - “Bir tane Keloğlan varmış...” - “Anne var mı yok mu?” - “Bu Keloğlan annesini çok severmiş” - “Annecim, ben de seni çok seviyorum. Var mı yok mu?” - “Bir gün bu Keloğlanın annesi çok hastalanmış. Keloğlan da annesine doktor bulmak için dere, tepe, düz gitmiş, şehre varmış... ......” - “Anne? Var mı yok mu?” - “.......” Annem de uyudu.Yine biz kaldık baş başa. Ben hala yorgunum, hala keyifsiz ve uykusuz... Üç gündür gözüme uykudan başka her şey giriyor. Niye bu kadar zor oluyor? Yaşamaktan bahsediyorum. Niye bu kadar zor? Kolay gibi görünüyor değil mi? Ye iç sıç. Yat kalk uyu. Oldu da bitti. “Oldu da bitti maşallah, damat olur inşallah.” Olur olur damat da olur. Gelin adayı zaten müstakbel kocasının istiharesine yatıyor... Damatta olur, gelin de olur. Ne oluyor, ne bitiyor, bir çük kesmeyle? Ben olsam kestirmem. Ben olsam olsam ne olsam? Doktor mu olsam? Şarkıcı mı olsam? Yoksa ataç ticaretine mi bulaşsam? Ataç Beyin de uykusu gelmiş. Ben de en iyisi biraz uyusam artık diyorum. Şöyle bol kabuslu bir uyku...Üstüne sıcak bir duş... “Oh be! İki kere dünya varmış.”... Bir duştan önce bir duştan sonra... Bir varmış bir yokmuş... Var mıymış?... Yok muymuş?... Anne, Keloğlan, hasta annesine doktor bulmuş mudur? Sürtük uykum yuvaya döndü...Seni sürtük seni... “Senin yüzünden düştüm bu hale. Bir şöyle söyledim, bir böyle. Aslında no problem....” Yorgunum, keyifsizim, üç gecedir de uykusuz... Şimdi biraz uyumak lazım... İyi uykular..... Zehra Erkuş
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © zehra erkuş, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |