İste, sana verilecektir; Ara, bulacaksındır; Çal ve kapı sana açılacaktır -İncil |
|
||||||||||
|
Bu, keyifli dost sohbetleri arasında anlatılan acayip hikayelere benzer yanıyla hafif gülümseten, ama içinde ve üzerinde bulunduğum melun bina yüzünden, gülümsemeyi çılgınlıkla boğan ellerin bezdiren mırıldanmalarını kafamın içine sokuşturan, benzerini daha önce hissetmediğim bir iç sıkıntısını besleyen bir hikayeydi. Keşke anneannemlerin köydeki bu evine gelmemiş olsaydım diye başlıyorum söze; keşke onları şehirden kaçıp kafa dinlemek için yanıp tutuştuğuma dair o denli ikna edici sözlerle kandırmasaydım. Onların yıllar evvel göçtüğü ve terk ettiği bu evi asla bilmeseydim. Ah, keşke bina bu kadar bakımlı olmasaydı da bunca yıldan sonra, ben de talihsiz ruhuma ‘hadi geri dönelim’ diyebilseydim. Lakin araba gürültüleri yoktu, insan kalabalıkları kendi gri sokaklarında kalmıştı ve akşam vakti ulaştığım o kasvetli bahçe, hiçbir soruya mahal vermeden korkunç bir huzur yayıyordu rüzgarın titrek omzunda. Kendimi dinlemek için yaratılmış muazzam tenhalıkta kuru otları ve bahçe duvarlarını sarmış sarmaşıklarıyla, içimdeki sıkıntıdan daha verimli gibiydi. İlk gecem, sessizlikle keskinleştirilmiş ferahlık duygusuna teslim oldu. Rüyam, tüm yaşamım boyunca asla o kadar aydınlık, berrak ve gerçek olmamıştı. Ama sabahın ılık ışıkları görünmeseydi de, kendimi uyandırmayı hiç düşünmeseydim diyorum şimdi. Çünkü ev odalar içinde, fareyi kendine çeken peynir misali, merakı çaresiz bırakan gizemlerini sermişti önüme aydınlık vakti. Ben bir insandım ve korkuyu bile merak ederdim. Her odada gıcırdatmadığım ahşap döşeme parçası kalmayana dek, vaktin nasıl haince geçtiğini hissetmeden dolaştım. Odalar eskinin küfüyle kokmuyordu, pencerelerde yıllanmışlık tozları birikmemişti. Ne örümcek vardı, ne de boydan boya uzattığı ağları. Eski Rum Evlerinin mutenalığı ile müstesna hayatların izlerini taşıyordu. Menteşeler bile gıcırdamazken, nasıl eski bir ev olabilir ki bu dememe ramak kalmıştı doğrusu. Öyle ki, sanki anneannemler komşu ziyaretine gitmişlerdi de, akşamdan evvel geleceklerdi; ev temizdi. Anneannemler şehre göçeli kırk yıl, evin ise nereden bakılırsa bakılsın yüzyıllık olduğu bana defalarca anlatılmasa, şu anda herkesten habersiz birilerinin burada yaşamını idame ettirdiğine yemin edebilirdim... Bir virane beklerken, bir ev bulmuştum. Bu şaşkınlıkla dolaştım. Toprak üstündeki üç katıda gezdim ve şaşkınlığım daha da pervasızlaştı. Peynire yaklaşıyor gibiydim, çünkü aşağıya inen merdivenler aklımı çeldi. Hiçbir korku filminde tasvip etmediğim bu eylemi ben de gerçekleştirdim. Ve bunu yaptığımı bile bile, tetikte olan benliğimle aşağıya yöneldim. Toprağın üstünde açılmış ve mazgallarla kapatılmış boşluklardan tozlu bir ışık düşüyordu içeriye; geniş bir boşluğa ve ona açılan ahşap kapılara. Ayağımın altında çıtırdayan ve kırılan kurumuş yapraklar vardı, ve telaşla duvarda sürünerek yukarıya tırmanan minicik yeşil sürüngenin ıslak derisi gözüme ilişince, tam da bu ortama uygun bir inlemeyle dirildim. Buna rağmen neden merdivenlerden en aşağıya, bodrum katın altındaki meçhul boşluğa, toprağın daha da içine girdiğimin hiçbir mantıklı açıklaması yok. Çekilmek gibi çılgınca bir fikre kapılmıştım. Korkuyu besleyen ve bunu göstere göstere bana hakim olan bir çekilme, bir arzu vardı. Ve o arzu bana karanlığı sundu. Merdivenin son basamağını indim ve yön duygumu sadece ayaklarımla bastığım tabandan anlayabiliyorken, engin tarlalarında hasat vaktini bekleyen ürpertilerin arasındaydım. ‘Çık yukarı!’ diyen mantığım karanlıkta kaybolmuştu; ‘ bana gel’ fısıltısıyla gönlümü çelen melun ise, karanlığın yüzü gibi, karanlığın içinden türemiş bir pırıltı gibi beni bekliyordu... O dehşet mahzeninde adımlarım kararsızlık içinde birbirini takip etti. Ellerim, zifiri karanlık içinde tutunacak bir şeyler aradı. Aklım ise karanlıktan nasıl da korkmadığından dem vurarak övgüler diziyordu kendine, ve sanki sırtını sıvazlayan bir el vardı, gölgeli bir perdenin ardına gizlenen... Çığlığım beni terk etmeden evvel, karanlıkta cismini göremediğim soğuk ve pütürlü bir taşın yüzeyine parmaklarımın ucuyla dokunmuştum. Bir titreme sardı beni, hezeyanlar arasında boşluğa düştüm. O boşlukta pek çok şey gördüm, taştan bana fütursuzca akan onlarca imge doldu kafama ve çığlığım bitene kadar terk etmedi beni. Vahşet ve kan bürümüş bakışlar bana baktı kızıl gözleriyle karanlıkta. Kovalamalar; bir gece ve bir gündüz gördüm. Köşeye sıkıştım ondan sonra, katillerim çevremi sardı ve biri kılıcını savurdu... Bir yemin ettim son nefesimde ve öldüm... Ağlayarak kaçtım. Kalbim göğsümde hırpalıyordu beni. Karanlığın bir köşesinde bekleyen merdivene koştum. Yere düştüm ve duvarlara çarptım. Ellerime yapraklar takıldı ve ıslak sürüngenlere dokundum iğrenerek. Çılgınlığım hortlamıştı. Merdivenleri dört ayak üzerinde çıktım. Bodrum kata nefes nefese ulaştım, beynimdeki damarlar dengesiz bir sıcaklıkla basılmış kanımla yanıyordu adeta. Mazgaldan sızan ay ışığını gördüm, ve tam o anda, olmaz olası hikayeyi anımsadım. Karnıma bir ağrı saplandı ve bakışlarım donuk ay ışığına bakarken titreşti. Toprağın üstüne çıktım; Giriş katına. Eve gitmeliydim, bin bir hile ile yaşayan doymak bilmez kente dönmeliydim. Fakat sabah olmadan imkansız olduğunu bilmek, çaresizlik ve lanetlenmişlik içinde beni eline aldı. Ağlamam sızlanışlara döndü ve odama döndüm. Gece yarısını geçmiş zamanın dinginleştirdiği aklım gülüyor şimdi bana. Saflıktı kandığım, hayal gücü kontrolü ele alıp damarlarıma heyecan tozu serpmişti. İmgeler ise, bana anlatılanlardan öte bir şey değillerdi. Kara gölgeler zihnime sızmış, anlatılanları görmüş, tatminle sırıtıp betimi benzimi attırmıştı. Şimdi sıcak yorganın altında, temkinli ruhumu küstahça önemsemeden ışıkları bile kapatmışken, uykuyu bekliyorum. Torbasında düşleri taşıyan cinleri hayal ediyorum. Bu odayı unutur gibiyim; kayganlaşan zihnimin söyledikleri muğlaklaşıyor. Uyuşuyor bilincim... bir kapı: ardında rüya bahçeleri bekler. Güneş kapıyı çalıp mahvedene dek sürer bu özgürlük. Aslında hala imgeleri düşünmüyor değilim... kırpışıyor kanatları aklımın kıvrımlarında; ama uyku da var şimdi... bekle, geliyorum. Gözlerimi dehşetle karanlığa açtım, çünkü bir ses duydum. Sinir bozucu ürpertiler vücudumda yükseldi ve alçaldı. Ses aşağıdan geldi. Ses, sessizce geldi. Süründü ve bir şeyleri tıkırdattı. Bekledi ve dinledi. Beni mi dinliyordu? Biliyor muydu beni; onu dinleyen beni? Bir tehdit kanımda; yayılıyor ayaklarıma ve kollarımdan parmaklarıma... Uyu diyorum aklıma, geçti. Olmuyordu işte! Bir nefeste kat ettim odayı bir uçtan bir uca. Lamba apaydınlık bir ışık saçtı; elim düğmede kaldı, yadırgadım ışıklılığı. Uykumla korkum ters düştü: ışık altında uyunmaz, rüyalar ışıktan doğmaz. Savsataydı şüphesiz uykumun söyledikleri, o kendini düşünür, beni değil. ‘Ses mes yok işte, nefesinden gayri.’ Nefret ediyorum muammadan. Geçmek bilmez kara dakikalar içinde yalnız kalmış ben, ansızın çıkmış ve şimdi beni aldığım her nefeste işkence çekmeye zorlayan kabussu tıkırtıyı tedirginlik içinde yeniden duymayı beklerken, pür dikkat kulaklarım, yerin yedi kat aşağısını dinler gibi yanıyor ve zonkluyordu. Yine de boyun eğdim uykuya. Sıcak yatak ve soğuk gece durdular karşımda. Korku bir iblis, canıma susamış: uysan bir dert, uymasan ayrı bir dert. O tıkırtı çıkmıyor kafamdan, hele o söylenti. İnanılır mı böyle şeylere bu zamanda? Önemsemem öyle lakırdıları ben; geldiği gibi gider. Lambayı yeniden kapatırken silkeledim titrek ruhumu cesurca sözlerle. Oda böylece bana uydu ve koyulaşan gölgelere çarpmadan yatağa doğruldum yeniden. Peki neden bir mum yaktım yatağımın ucunda? Güzel, loş ışıklar yüzüyorlar odanın içinde. Ne aydınlık ne karanlık şimdi... ama bu karanlıklar değil mi her şeyi aynı kılan? Korkulur mu ışıksızlıkta bir tıkırtıdan ya da bir insandan? Ne farkları var, maddesizlik ‘duyulara aldırmam ben’ diye kıkırdarken? Kat kat karanlık, alev yükünce kasvet. Özlem değil mi ki karanlığı şeytani kılan? O halde üzülme aklım: ışıkla boşluk kol kola. Çek yorganı kafana, düşler bahçesine dal. Tıkırtılar gecenin muzipliği, sinsilik ve yaklaşma hayal gücümün kisvesi. Sus diyorum sana! Sabah olacak mutlaka. Ah aklım, habis denizlerde yelken açan ve damarlarıma dehşeti salan sensin. Her şeyi birbirine bağladın: sesler ve ayak sürümeler. Hayır! Tıkırtılar ve kapıda esen rüzgar sadece onlar. Yenilmem ben sana. Düsturum budur benim. Koyu gölgelerle giydirsen de beni, çığlık atmam karşında. En kötüsü beklemek. Belirsiz, garip akımlarla yıkanan benliğim ya uykuyu ister, ya da aklıma uyar da, delicesine ürpermek için benden izin bekler. Her nefesimi saydım ve en çok nefeslerimi duydum yattığımdan beri. Dışarıda tedbirli sıkıntısıyla gece var, içeride kasvete kapı açan mum ışıkları titreşir. Zaman yavaşladı adeta; kum taneleri teker teker kafama düşüyor ve vuruyor acımadan. Nefret ettim beklemekten. Son bir kontrol uykudan evvel. Tek ses nefesim. Temkinle çıkıyor ciğerlerimden; oda emin değil yaptığından. Uyuştu aklım gizem dehlizlerinde. Fakat gerçek şu ki, tam uyku dumanları bilincimi boğuyorken, uzandığım yerde zıplamayı beklemiyordum, ve inleyerek sesi bir daha duymayı bekledim, duymayı hiç istemeyerek. Bir adım... Bir adım daha. Koridorda çınlayan topuklar. Bir adım daha... Merdivenin yarısında artık. Beynim yerinden oynayacak. Dur kalbim; sensin beni çıldırtan, gecenin zehrini içime salan.. Ah! Bir adım daha gölgelerin arkasında. Şimdi kapımda... İnandığım her şey kırılıyor, zifiri seslerin garazında. Heyecan ve kahır şimdi ruhumda dirilen. Dirayetim yanıyor, korkunç düşüncelerin isli salonlarında... Tanrım! Kapı açıldı; sessizce, bin yıllık bir sabırla sanki: acelesizce. İçeri dalan rüzgar tez elden dikti tüylerimi. Fısıltılar ve ayak sesleri... kulağımdaki basınç ne korkunç, titreşimler beynimde yankılanıyor. Dünya uzaklarda adeta, beni terk etti; bir kuyunun dibinde, soluk ve baygın bir hayat sunuyor şimdi bana: kısa, zor ve umutsuz. Odamda şimdi... biliyorum. Görmem gerekmiyor, görmeye cesaretim yetmiyor. Ben yorganın altında kesik kesik soluyorum, o ise karşımda yankılarla ciğerlerini genişletiyor. Fısıltılar çılgınlaştı. Ümitsizlik yoğunlaşıyor; her zerresiyle beni karanlığa gömüyor... Yorganı çekiyor üstümden! Yardım et Tanrım! Çığlığım duyuluyor, başımın üstündeki yorgan saçlarımın üstünden sıyrılırken. Görmek istemeyen gözlerim çıplak kaldılar artık. Sarsılıyorum... sarsılıyorum. Göz yaşlarım inat ediyorlar, süzülüyorlar durmadan. Göz kapaklarım seğiriyor ağrıyla. Kalbim artık dermansız. Bakmıyorum hala karşımda durana. Son ana dek düşmeyen bir kale mantığım. Beynimin içinde haykırıyor, derimin altında yankılanıyor: Bir mezar... Mezar üstünde bir ev... Evin içinde bir oda... Odanın içinde kızgın ve öfkeli bir ölü... Hurafe bunlar diyor bana hala. Salak mantığım benim! Duymadın mı çığlığı mı? Tatmadın mı dehşetimi? Hissetmiyor musun kasılan karnımı acılar içinde? Bak öyleyse! Kimin bu beyaz el, kalbime uzanan?
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Burak Mollamehmetoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |