Kitabının bir kopyasını gönderdiğin için sağol. Onu okumakla hiç zaman yitirmeyeceğim. -Moses Hadas |
|
||||||||||
|
Karanlıktı. Kalabalık, büyülenmiş gibi tek bir noktaya bakıyordu. Dev ışıldaklar çevresine toplananları, gece karanlığında üzerine ışık tutulan tavşan sürüsüne çevirmişti. İş makineleri, ağır ve kendinden emin kepçelerini toprağa daldırıyor; kepçelerindeki toprağı kamyonlara boşaltıyor; bir iki kepçeyle dolan kamyonlar çukura inen dik patikadan tırmanıyorlardı. Her şey çabucak olup bitiyordu. Dolan her kepçe, çukuru derinleştiriyor; çevreye nemli toprak kokusu yayılıyordu. Yapılan bunca işe karşın ortalıkta kimsecikler görünmüyordu. Araçların operatörleri karanlıkta oturdukları kabinlerinin içinde kaybolmuşlardı. Sanki makineler insanlara değil insanlar makinelere tabiydi. Sondaj makinesi her tarafı titreterek toprağı deliyordu. Kaldırım boyunca uzanan demir parmaklıklara dayanan insanlar parmaklıkların sallanışına ayak uydurmuş; titreşiyorlardı. Cadde, tren istasyonlarına konan bozuk parayla çalışan masaj makinelerinin devasa bir modelinin üstüne oturtulmuş gibiydi. Her zaman ışıl, ışıl parlayan dükkânlar karanlığa gömülmüştü. Her ortamdan kendine göre keyif vesilesi olacak bir şeyler çıkarmaya alışık ahali, kadın, erkek, çoluk çocuk sırtını titreşen parmaklıklara dayamış; kulak tırmalayan iş makinesi gürültülerini bir açık hava konseri dinlermişçesine huzur içinde çekirdek çıtlatarak izliyordu. Daha dün geceye kadar gövdesine tuvalini dayadığı ağacın, henüz kanaması dinmemiş kütüğüne tabure niyetine oturmuş bir sokak ressamı, çevresine toplanmış kalabalığın hayran bakışları altında eflatun-kızıl, yeşil-sarıya boyanmış dağ, nehir ev resimleri yapıyor. Müdavimlerini inşaat çukuruna kaptıran çay bahçesi sahibi, dışında herkes hayatından memnundu. O, da oluşan bu olağanüstü duruma ayak uydurmuş. Çay bahçesinin kapısına sandalyesini çekmiş, elinde ince belli çay bardağı; bacak, bacak üstüne atmış: ‘Bu keyif, çaysız olmaz’, dercesine dışarıda toplanmış kalabalığa satılacak üç beş çayın peşine düşmüştü. Çevredeki apartman balkonlarına, demliklerini ellerinin altına getirmiş; binalarının temellerini sarsan titreşimlerin keyfini çıkarmaya çalışanlar doluşmuş. Seyyar satıcılar, karanlığın yer tezgâhlarındaki mallarının defolarını görülmez kıldığı için memnun… Kesilen ağaçların duvar diplerine yüz üstü yatırıldığı kaldırımlar daralmış. Akşam yürüyüşüne çıkanlar, ehli keyif izleyici topluluğu içinden güçlükle geçiyor. Kesilmiş bir ağaç gövdesi bitişiğinde bir kedi ölüsü… Önlüğü çemen kokuları yayan bir pastırmacı, dükkânını kapatmak üzere, kaldırıma çıkardığı camekânlı tezgâha dizdiği pastırmaları topluyor. Karşı kaldırımdaki fırının vitrindeki ekmeklerin üstü beyaz bir bezle örtülmüş. Yüzyıllardır hasretini çektiği Demirci Kevork Ustanın zarif kızı İnce Kilisenin anısına, hürmeten zanaatkâr çocuğu, Döner Kümbetin karşısına kilise görünümlü bir saat kulesi dikilmiş. Sadık âşık Döner Kümbet ve bin yıllık aşka vekâlet eden kilise görünümlü saat kulesi, bu olup biteni yıllardır her türlü yağmayı yıkımı görmeye alışmış hüzünlü gözlerle izliyor. Hangi alt geçit açılırken hangi gömüsünün yağmalandığını Döner Kümbet’e, hangi vesileler bahane edilerek ikonalarının, fresklerinin söküp çalındığını, yerinde yerler esen İnce Kilise’nin artık kim bilir hangi yapının duvarlarına yamanmış taşlarına sormalı. Kilise görünümlü saat kulesinin kapısının üstüne bir zamanlar Müdafaayı Hukuk cemiyetine ev sahipliği yaptığı yazılmış. Bu tek göz odada onca kişi nasıl toplanmış bilinmez. Saat kulesinin yanı başına atına atlamış, yüzünü Döner Kümbete dönmüş Atatürk heykeli dikilmiş. Dağ… Uzaklardan erişilmez görünen ulu dağlar, siz ona yaklaştıkça gözünüzün önünde ufalır giderler. Eteklerine vardığınızda: ‘Uzaklardan bu denli heybetli görünen dağ bu muydu?’ demeden, edemezsiniz. Şehir ilçeleriyle birlikte her cepheden bir başka güzel görülen böyle bir ulu dağın eteğine kurulmuştur. Dağ gibi bir dağ... Ege kıyısında, İç Anadolu bozkırında adına dağ denilen yükseltilerden daha ulularını eteğine çakıl taşı niyetine toplamış. Yamaçlarındaki karlar, eriyip şehrin musluklarından akan dertliğe derman, hastaya şifa sulara dönüşse de; dört mevsim kalkmıyor. Madrabaz tüccarlar ödemeye niyetli olmadıkları borçları için: ‘Erciyes’in karı eridiğinde, söz borcumu öderim’, demeleri bundan. İnsanımızın verdikleri sözleri çabucak unutmalarını çok, çok eskilerde balık olduklarına yormamıza yeter mi bilmem bu ulu dağın etekleri bir zamanlar buraların deniz olduğunu ispatlayan kum ocaklarıyla çevrili. Dağın iki yanını kaplayan kum ocakları yıllardır kazılıp kapatılan yeniden kazılıp yeniden kapatılan kaldırımlar sayesinde köşe dönen inşaatçılara sermaye olmuş. Son yapılan kazılar hepsinden beter. Şehrin altı ayrı noktasında çukurlar açılmış altgecidi, hafif meşrep metroydu derken şehir alt üst olmuş; dağ eteklerindeki kum ocaklarının kumu yetmez olmuştu. Şehre bakan yamacındaki yaylasında yazları toplanan Kurultaya katılan binlerce kişinin açık havada estire, estire hacet gidermesinden; her kurultay ardından kamyonlarca naylon torba çer çöpün eteklerine bırakılıp gidilmesinden muzdarip olan dağın iyice tepesinin tası attı. Ulu bir dağ, tepesinin tası attığında ne yapar. Volkanikse patlar. Zamanında, insan insan olmadan önce, uyumakta olduğu iç denizden yükselip patlamış. Bir zamanlar Hıristiyanların, Roma zulmünden korunmak için sığındığı peri bacaları onun küllerinden oluşmuş. Patlamayı geçin, zamanında patlamış bir kere. Hiddetinden zirvesindeki karları alaşağı edip; yolları tıkasa… Mevsimlerden yazsa zirvede kalmış birkaç öbek kar ne işe yarar ki. Kızgınlığını çığ olup akıtamaz. Koskoca dağ, elbet yapacak bir şeyleri olacak. Yamacında koyun otlatan yabana yazıya attığı kovanlardan bal toplayan Yörüklerle haber saldı şehrin ileri gelenlerine. Ya şehrin dört bir yanında açtıkları çukurları kapamak için eteklerinden kum çekmekten; Kurultay toplayacağım deyi yaylalarını kirletmekten vazgeçecekler ya da o yapacağını bilirdi. ‘Muhafazakâr’ tanınan şehrimizde : ’kâr’ kısmı kimselere kaptırılmasa da ‘muhafaza’ kısmına kulak asılmazdı. Şehrin, ayakta kalmayı başarmış eski taş binaların bulunduğu semti bitpazarı diye anılmaya başlamış o güzelim evlerin birçoğu tavuklara kümes olmuştu. Selçuklu Kümbetlerinin, tarihi açık hava tuvaletlerine dönüşmesine; tarihi kale surlarının, önlerine dikilen iğrenç beton binalarla gölgelenmesine, yıllara meydan okuyan o güzelim süslemelerinin tenekeden uyduruk sucuk, pastırma reklâmlarıyla kapatılmasına ses çıkarmayan bir zihniyet ulu bir dağın feryadına mı kulak verecekti. Kumlar çekilmeye dağın eteği çepeçevre kirletilmeye devam edildi. Ulu bir dağa sözünden dönmek yaraşmaz o da yaptı yapacağını: Eteğindeki kar sularını geriye kalan, kum yataklarından süzmeden saldı şehre. Şehirli şaştı kaldı. Bunca zaman içtikleri Tekir yaylası suyu içilmez olmuştu. Her şeyin bir kolayı vardı. Bastılar kloru, bastılar kloru. Güzelim tekir yaylası suyu heder oldu gitti. Tam bir yıldır, geçmiş dönem kalelerinin istihkâm çukurlarından bin beter bir çukur şehrin en işlek caddesini boydan boya bölüyor. Bu durum şehrimiz muhafazakâr esnafının ‘muhafaza’ kısmını geçin, ’kâr’ kısmına da dokunmaya başlamıştı. Karşı kaldırımdaki fırından ‘tüfek ekmeğini’ alan vatandaş ‘hafif meşrep metroyla’ bir durak gidip, sonra karşı yönden geçen bir başka vagona atlayıp aynı durakta inecek; fırının karşısındaki pastırmacıdan ekmeğinin arasına 50 gr pastırma alıp; yiyebilecekti. Gerçi yılı dolmasına karşın ortada ‘hafif meşrep metroya’ ait Süveyş kanalı gibi açılmış yol inşaatından başka bir iz yoktu. Şimdilik bu işlemi belediye otobüsleriyle yapmak zorundaydılar. Pratik düşünceli olmakla övünen halkımız ilerde bu duruma bir çare bulur muydu? Bilinmez. Görünen oydu ki ortasından Süveyş kanalının geçmesi ‘iki kere ikiyi, satarken başka; alırken başka hesaplayan cadde esnafımızın işine yaramamıştı. Dükkânlar ardı ardına devredilmeye başladı. ‘Vehbi’nin kerrakesi’ sonunda ortaya çıktı.’ Şehrin alış veriş dünyasının uzağına ardı ardına iki büyük alış veriş merkezi açılmıştı. Şehrin ileri gelenlerinin ortaklığıyla yapımına bir yıl önce başlanan dev alışveriş merkezlerine ‘Avangalist’ olmasıyla övülen halkımız elbette teveccüh gösterecekti. Çocuk… Sevgili Amcaoğlum Recep, 06.06.2006 Günler çok çabuk geçiyor. Tatil yaklaştı. Siz buralara geleceksiniz. Bu mektubumda geçen hafta yaşadıklarımı anlatacağım sana. Geçen hafta sonu ailecek Gültepe parkına pikniğe gittik. Parkın çeşmesinden su doldururken Arkeoloji müzesinin tam parkın karşısında olduğunu gördüm. Öğretmenimizin bizi götürmek istemiş, ancak kimse katılmadığı için gidememiştik.Babamdan beni müzeye götürmesini istedim. Babam, hele mangal işini halledelim, düşünürüz dedi. İsteksizdi. Biliyorum niyeti yemekten sonra kafasının altına az önce oynadığımız topu koyup çimenlere uzanıp uyumaktı. Annem piknik tüpün üstünde demlenen çayı bardaklara boşaltmadan: Hadi gidelim baba. Dedim. Çayı da içerse hiç şansım kalmayacaktı. Annem, götür çocuğu da gezi versin dedi. Babam, girişin iki milyon olduğunu duyunca girmekten vazgeçti. Ben bir milyona gezdim. Ben en çok Karun hazinelerinin parçalarını, bir de dört tarafında dokuz heykelcik olan kral mezarını sevdim. Her vitrinin üstünde içindekilerin hangi dönemden kaldığı yazıyordu. M.Ö.1900’lü yıllardan kalma olduğu yazılan altın süs eşyalarının yanında toza bulanmış sinek ölülerinin aynı dönemden kalma olup olmadıklarını merak ettim. Soracak kimse yoktu. Benden başka ziyaretçisi olmayan müzeden çıktığımda bahçesindeki kral mezarı üzerinde mangal yakan müze bekçisine, çekindim soramadım. Müze binası pek büyük değildi. Binanın arkasındaki boş arazinin ortasında, odaları çatısı yıkılmış yan duvarları ayakta kalmış eski, taş bir bina vardı. Etrafına iskeleler kurulmuş bu tarihi binanın restore edilip yeni müze binası olacağını düşündüm. Cesaretimi toplayıp mangalda pişirdiği sucuğu tüfek ekmek içinde afiyetle yiyen müze bekçisine sordum. Bekçi, önce ters ters baktı. Sonra o tarihi binayı, yıllığı bir dolu Yuroya özel bir hastanenin kiraladığını söyledi. İsmini verdiği hastane bizim evin karşındaki kebapçının üstüne şube açmıştı. Annem dördüncü kardeşimi orda doğurmaya hazırlanıyor. Geçen mektubunda, ‘Oralarda Nerüyon?’ yazmışsın.’Nerüyüm?’ Tatil yaklaştı sizlerin izne geleceğiniz günleri iple çekiyoruz. Gelirken ne getiriyim, yazmışsın. Hiçbir şey getirmene gerek yok. Geçen gün artarda şehrimize iki büyük alışveriş merkezi açıldı. İçinde her şey var sen gelirken Yuro getir yeter. Sizinle ortak para birimine geçtik sayılır. Babam evimizin de, dükkânımızın da kirasını Yuro olarak ödüyor. Dükkâna koyduğu malları da öyle… Henüz yamula patlıcanını, fırından ekmeği YTL ile alıyoruz. Onları da Yuro ile satın alacağımız günler yakın. Ben de haftalığımı Yuro olarak isteyeceğim. Sen Almanya’dan geldiğinde harçlıklarımızı birbirine katıp birlikte harcarız. Yeni açılan alış veriş merkezlerinden ilkinin açılışını Seda Sayan, ikincisinin açılışını da Başbakanımız yaptı. Birincisinin açılışı daha kalabalıktı. İki açılışta da ortada bir sürü kara gözlüklü adamlar dolaşıyordu. Korumalarmış. Başbakanı anladım da Seda Sayan’ ı halktan korumaya ne gerek var. Onun halktan korunmaya ihtiyacı yok ki. Geçen hafta okul olarak ikisini de gezdik. Gerçi babam onların açılmasıyla işlerinin daha da düşeceğini söylüyor ama ikisi de çok güzel olmuş. İçinde türlü çeşitli giyecek ve içecek dükkânları var. Dükkânların birinde bizim bir kaşığa kırk tane düşen mantımıza benzer bir şey satılıyordu. Kaşık büyüklüğündeki bu garip mantının adı Ravyolle’miş. Öğretmenimiz, Marka Sı pancar adlı mağazada satılan bir takım elbisenin fiyatını sordu. Tezgâhtar fişli mi fişsiz mi diye sordu. Fiş almazsa öğretmenimiz bir maaşıyla alabiliyormuş. Yine de pazarlık etti. Babam geçen gün dükkâna toptancıdan mal alırken söylemişti: ‘Bu şehirde cemaat, kaç rikaet kıldıracağının; pazarlığını imamla yapmadan Cuma namazına bile durmazmış.’ Bu çarşılardaki mağazalar sayesinde sizin oralarda ne varsa bizim buralarda da olacak. Öğretmenimiz haklıymış. Geçmişi tarih öncesine dayanan kentimizle ne kadar övünsek yeridir. Hasretle geleceğin günleri bekliyoruz. Seni seven amcaoğlun… Bayram. Not: Recep, Mektubum biraz garip oldu. Biliyorum. Geçen gün Öğretmenimiz Kompozisyon ödevi olarak bir yakınınıza mektup yazın demişti. İçinde selam, sabah yerine bir hafta önce yaşadığımız olaylar olacakmış. Bende sana yazdım. Ödevleri daha sonra bize dağıttı. Araya gitmesin diye babamın Amcama yolladığı mektubun içinde sana yolluyorum. Öğretmenim mektubumu çok beğenmiş. Sekiz vermiş. Bir tek ‘Yuro’ u yanlış yazmışım. Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öper; cümlemizin cümlenize selamlarını iletirim. Tekrar seni seven amcaoğlun… Bayram. Kayseri/ 2006
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hardal Biber, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |