Bu hafifçe kenara itilecek bir roman değil. Daha büyük bir şiddetle uzağa fırlatılmalıdır. -Dorothy Parker |
|
||||||||||
|
Gemiyi en son terk edenlerden biri bendim. Belime bağlanan kemerle vinçle çekip indirilirken gözlerim yuvalarından çıkacakmış gibi oldu. Gemi çok büyük ve hangarı çok derin olduğu için karaya ayak basmam zaman aldı. Liman, üzerinde dalgalı siyah lekeler taşıyan kocaman beyaz bir bayrakla kaplı gibiydi. Beyaz zemin üstüne siyah iri lekeler taşıyan kızgın gövdelerimiz birbirine sürtünüyordu. Şanslı olanlarımızın yanına karşı cinsten bir beden düşmüştü. Burnumun dibine dek sokulan bedenlerin yaydığı kokular dayanılır gibi değildi. Yukarı doğru kaldırdığımız başımızın üstünde bardak dibi gibi parlayan gözlerimizle hayretle etrafı süzüyorduk. Burun deliklerimiz iştahla açılıp kapanıyordu. Sıkıştırıldığımız alanda kuyruklarımızı bile sallayamıyorduk. Kızgın güneş altında bir süre bekletildikten sonra bizi demirden, sürgülü kapılı, ince uzun odaların içine tahta bir yolluktan yürüterek bindirdiler. Kafalarımızı, içinde yem dolu kovalar asılı bölmelere daldırdık. Hemen aşağıdaki yalaklar su doluydu. Burnumuzun önünde o nazenin kalçalar yerine soğuk demir levhalar vardı. İri bedenlerimiz nerdeyse biribirine bitişik yanyana dizilmiş, arada dar bir koridor bırakacak bir biçimde iki sıra halinde o demir kutunun içine yerleştirilmiştik. Alelusul çiğnediğim yemleri midemin derinliklerinden çıkarıp yeniden çiğnemeye başlayıp; henüz tadına varmıştım ki, altımızdaki ahşap zemin sarsılmaya başladı. Sallanan bedenlerimiz biribirine çarpıyordu. Yolculuğumuz bitmek bilmiyordu. Yorulan bedenlerimizi zorlanarak da olsa ahşap zemine bırakıyorduk. Yattığımızda, kalçamız üç aşamada sindirip dışarı attığımız yemlerden arta kalan pisliklere batıyordu. Alışkın değildik böyle bir duruma. Yerimizden kalkarken; otururken olduğundan daha da zorlanıyorduk. Hem yerimiz çok dar hem de altımızdaki zemin sarsıldığından dengemizi kaybediyorduk. Dışarısını göremiyorduk. Görseydik bile etrafımıza öküzün trene baktığı gibi bakamazdık. Çünkü biz her ne kadar öküz olsak da bakmamız beklenen o trenin içindeydik. Nihayet deniz aşırı bir ülkede mensubu bulunduğumuz gıda devinin kurduğu entegre besi çiftliğine varmıştık. Bizler yeni bir ülkede yeni bir neslin yetiştirilmesinde öncülük yapacak öncü öküzlerdik. Benzer bir merasimle vagonlardan indirildiğimiz de güneş tam karşımızdaki tepelerin ardından yükseliyordu. Işıktan kamaşan gözlerimizi, uzun, beyaz kirpiklerle süslü göz kapaklarımızı açıp kapayarak sulanmaktan korumaya çalıştık. Bizimle ilk kez karşılaşacak şirketimiz çalışanları bizi sağlıklı görmeli, beslemeye değer bulmalıydı. Biz onurlu, bilinçli, obur öküzlerdik. Yaşam guruları bizi eğitmişti. Yaşamımızın amacını biliyorduk. Yemyeşil domates ve patates fideleriyle çevrili bir çiftliğin ortasında yeralan üstü çinko kaplı beton yatakhanelerimize -siz yatakhane dediğime bakmayın bu beton bina tam anlamıyla bizim tek yaşam alanımızdı.- yerleştirilmeden önce ayaklarımızın uyuşukluğu geçsin diye şöyle alelusul bir dolaştırılıverdik. Bu bizim için olağanüstü bir durumdu. Varlığımızın tek nedeni olan gövdemizdeki et yığınları eksilmesin diye fazla hareket ettirilmezdik. Cinsel aktivitemiz bile sınırlanmıştı. İçimizden damızlığa ayrılan soyumuzun gerçek temsilcisi bir kaç şanlı boğa dışında tümümüz ilk cinsel deneyimizin ardından kısırlaştırılırdık. Sürekli cinsellik peşinde koşmamız et verimimizi düşürüyordu. Bizi yetiştiren, dünyanın her tarafına yayılmış yetiştirme çiftlikleri olan gıda devinin bize haksızlık ettiğini söylemek insafsızlık olurdu. Yaşamdan bir kez de olsa haz duymamızı engellemiyorlardı. İsteseler bunu da engellerdi. Limanda duymaktan haz aldığım kokulardan bahsettiğimde de cinsiyetimi anlamış olmanız lazım. Ben kapalı anlatımlardan hoşlanmam. Mensubu olduğum şirket gibi açıklık yanlısıyım. Evet, ben malum yeri burulmuş genç bir boğayım. Burulmak nefsi köreltmiyor. Yakınımda ne zaman çarşı cinsten genç bir birey görsem, kuyruğunu sallamasına bile gerek kalmadan kokusunu duymam, nefsimin uyanmasına yeter. Ama hepsi o kadar. Aşırı aktivede bulunup da etim erimesin diye malum uzvum burulmasa da pek bir şey yapacak halim yoktur. Sürekli önüme sürülen şeker küspesi, mısır koçanı, patates kabuğu ezmesiyle beslenmekten bedenim yağ bağladığından genç yaşıma karşın öğle aşırı aktivitelere hevesli değilim. İlk ve son deneyimimim mi? Adı üstünde ilk deneyim. Bir çeşit erkekliğini ispatlama görevi; ne beklenebilir ki. Sizi daha fazla merakta bırakmayayım. Bu kadar bilgili olmamı... Uyku dışındaki saatlerde sürekli izlediğimiz dev ekran televizyona borçluyum. Saatlerce yaşam guruları tarafından bizim için özel hazırlanmış programları izler dururuz. Bunun dışındaki saatlerde de ya uyuruz ya da bizi fazla hareket ettirmemeye çalışarak götürdükleri özel kliniklerimizde uzman veterinerler gözetiminde tartılır, bedenimize saplanan şırıngalarla kanımız alınır; kanımızdaki yağ oranı ölçülür, yeterli görülmediğimiz durumlarda özel iğneler vurularak kilo almamız sağlanır. Beslenmek bizim en önemli görevimizdir. Görevimizi ihmal etmemiz durumunda daha çok iğne vurularak cezalandırılırız. Bu duruma yol açıp da sahiplerimize ek maliyet yüklememek için bilinçli, obur öküzler olarak yetiştiriliriz. Seyrettiğimiz televizyon programlarında mensubu bulunduğumuz dünya gıda devinim büyüklüğü bize öğretilir. Tarladan özenle toplanan patateslerin kabukları soyulup; ön kızartma için ince dilimlerinden oluşan bir şelale halinde kazanlara nasıl düştüğünü; oradan büyük kepçelerle süzülüp, yürüyen bantlar üzerinde soğutulduktan sonra torbalanıp doldurulduğunu; soğuk zinciri tamamlayan kamyonlarla bozulmadan vardıkları restoranlarımızda kızartma tavalarının içinde mutluluktan zıplayarak kızarışlarını izleriz. Ardından benzer bir yolculuğa çıkan domateslerin ketçapa; tarladan koparılan salatalıkların dilimler halinde doğranmış turşulara, göğüsleri yerlerde hemcinslerimizden sağılan sütlerin kehribar rengi peynirlere dönüşümünü izleriz. Marullar yıkanır torbalara doldurulur. Kazanlarda yoğrulan hamurlar kesilir; üzerine susamlar serpilir; asansörlere bindirilip pişecekleri fırına sürülürler. Tavında pişen hamburger ekmekleri, fırından bitişik nizam dizilmiş askerler gibi yan yana çıkar; ortadan ikiye bölünüp torbalara doldurulup koliler halinde soğutuculara doldurulurlardı. Hamburgerlerin hamurunun ne denli özel olduğunu fondaki ses kulaklarımızı okşar bir ses tonuyla anlatırdı. Hamurun formülü bir sır olarak saklanırmış. Yakın zamana kadar yoğrulurken gördüğümüz zar gibi ince dilimlere ayrılmış köftelerin neyle yapıldığını da bilmezdik. Sonunda öğrendik. Açıklık yanlısı şirketimiz, hüznün iştah açıcı özelliği bilimsel deneylerle ispatlandıktan sonra nasıl kesidiğimizi; parçalara ayrılan lime lime olmuş etlerimizin nasıl o tadı dillere destan köfteler haline geldiğini gösteren filmleri de bizlere izletmeye başladı. Önce kafamıza garip bir tabanca dayıyorlar sonra elektrikli testerelerle vücudumuz ikiye ayrılıyordu. Görünürde hiç kanımız akmıyordu. Kemiklerinden ayrılan etimiz kıyma olup makinenin delikli ağzından boşalırken de; yoğurma kazanının içine düşerken de, mutlu gibiydi. Halimiz kafaları kesilip; ufacık bedenleri parçalanmak üzere askılara ardı arına asılan tavuklardan haliceydi. Sonumuz bunca çıplaklığıyla bize gösterilmesine karşın anlamadığım bir şey vardı. Karın boşluğumuza yayılan altı kat midemiz, bağırsaklarımız, kuyruğumuz, kafamız, kemiklerimiz ne oluyordu. Patatesin kabuğuna dek değerlendirilen bu koca entegre tesiste tonlarca tutarında onca et artığı çöpe atılacak değildi ya. Yoksa... Bu düşünce aklımda yer ettikten sonra duyduğum hüzün iştahımı artıracağına azalmıştı. Önüme konan yemleri daha bir ihtiyatla yememe karşın bedenime yediğim aşılarla sürekli kilo alıyordum. Artık her birimiz hüzünlü, bilinçli, obur öküzler olmuştuk. Bize izlettirilen filmlerin en keyifli kısmı kafasında kartondan taçlar takmış tombul çocukların, anne babalarının gözetiminde kâğıtlara sarılmış hamburgerleri atıştırdığı bölümdü. Önce normal hızla gösterilen film, sonra hızlanıyor, giren çıkanı belirsiz olan restoran herkesin bardaklar dolusu şekerli, kahverengi sıvıları kafaya diktiği, dondurma pınarından külahlara kıvrıla kıvrıla akan doldurmaları yalayıp yuttuğu; hamburgerleri arka arkaya mideye indirdiği bir savaş meydanına dönüyordu. Adına yaraşır bir hızla çarpışılan bu meydanda kural ihlali diye bir şey yoktu. İster külahlardan taşan patates dilimlerini ellerinle atıştırırsın; istersen ağzında henüz ısırdığın hamburger parçası varken, çocukların kumdan kale yaptıkları kovalara benzer bardaklardaki şekerli sudan avurtlarını dolduran bir ‘big gloup’ alırdın. Bu arada canın isterse, elinden kapan varmış gibi külahına konar konmaz yanlardan akan doldurmayı yalamayı da sürdürürdün. Bu savaş meydanında içtiği şekerli sıvının etkisiyle ağız dolusu geğirmek bile mubahtı. Yaşamın gerçek anlamını kavramış, bu anlamı bir an önce mideye indirmek isteyen insanları gördüğümde dünyada yalnız olmadığımı hisseder, hüznüm azalırdı. Bu filmler eğlendirici olmasının yanında eğiticiydi de. Ne işimize yarayacağını bilmememize karşın bize üretim standartları da gösterilirdi. Hamburger hangi sıcaklıktaki ızgarada pişer; ketçapın akışkanlığının hangi kıvamda olması gerekir hepsi gösterilirdi. Derin dondurucudan çıkartılan köfte pişirildikten dört dakika sonra tüketicinin eline geçmezse çöpe atılmalıydı. Aksi halde toksinler üremeye başlardı. Çalışanların bu alanda sorumluluğu büyüktü. Hazırlanma süresi üçle dört dakika civarı olan ürünlerimizi, dinlendiricide öğle bir akortta bekletmelilerdi ki: Hem kasada bekleyen müşteri ortalama bir dakikanın altında ürününe kavuşmalı; hem de dinlenmede bekleyen ürün bozulmaya başlamamalıydı. İzlerken sıkıldığım tek bölüm, burasıydı. Bana neydi bütün bunlardan. Ne çalışanların it gibi koşturdukları restoranlarda çalışmaya niyetliydim; ne de kendi etinden yapılma köftelerden yemeğe. Burnuna konan sineği dilinin ucuyla kapmaya çalıştı. Dili ağzına hapsolmuş gibiydi. Yeniden denedi. Ağzının kenarına yapışmış kalmış az önce yediği cipsin tuzlu tadını aldı. Arsız sinek yeniden burnunun ucuna konmuştu. Çaresiz güçlükle göz kapaklarını araladı. Televizyondaki görüntü donmuştu. Yana doğru yatmış sarı kemerli kocaman M harfinin altında duran telefondan iştah açıcı dumanlar yükseliyordu. Karnı acıkmıştı. Uykulu gözlerle televizyonda görülen numaraya göz attı. Ard arda sıralı dörtleri aklında tutmakta zorlanmadı. Yanı başındaki telefona uzandı. Telefonun ucundaki ses her zaman duymaya alıştığı sesten farklıydı. Diğer uçta ekrana düşen müşteri bilgi formunda ismi görülmüştü. Telefondaki ses içecek siparişini de aldıktan sonra: "Semir Bey, siparişiniz yarım saate kalmadan elinizde olacak," dedi. İsteksizce yerinden kalktı. Midesi kazınıyordu. Üzerine bastığı boş cips paketi ayağına dolandı. Boş gözlerle buzdolabının raflarını süzüyordu. Kapaktaki raftan parlak kâğıtlara sarılı çikolatamsı bir şey çekti; aldı. Televizyonun karşısındaki kanepeye çöktüğünde vücudunun kanepede bıraktığı o kocaman iz henüz silinmemişti. Bedeni aynı boşluğu yeniden doldurdu. İzlemekten büyük keyif aldığı yaban hayatı anlatan belgesel başlamak üzereydi. Üzerinde keyifle çarpışan buzlar yüzen, kabarcıklı, kahverengi sıvının kulağa hoş gelen foşurdayışını izlerken kolayı litrelik istemediğine pişman oldu. Buzdolabında da kalmamıştı. Bakalım telefondaki kız sözünde duracak; yarım saate varmadan siparişini eline ulaştırabilecek miydi? Şimdiden sabırsızlanmaya başlamıştı. Klimanın uzaktan kumandasına uzandı. Soğukluk ayarını yükseltti. Kayseri/2006
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hardal Biber, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |