"Kirazlar ve dutların tadını çocuklar ve serçelerden sor." -Goethe |
|
||||||||||
|
esmeye başlamıştı bile.Sürekli yağmura neden olan meteorolojik cepheler, birbiri arkasına neredeyse günde iki kez ülke üzerinden geçiyor; yağmur, kısa süreli güneş ve yüksek basıncın arkasından tekrar ıslak gri bir renk, her yere hakim oluyordu. Halbuki bizim ülkemizde cephe denilen hava sistemlerinin periyodu, yağışlı mevsimlerde bile bir haftaya yaklaşırdı. Sonra bizim pastırma yazı dediğimiz; Ekim ayı içindeki ılık ve güneşli günler,Kopenhag’da hiç olmadı. Ay boyunca sıcaklık gün be gün, düzenli şekilde düştü ve ay sonunda yılın ilk karı yağdı. Bu Kuzey enlemlerinde, sonbaharla birlikte günler de; bizim orta enlem kuşağımıza kıyasla daha kısa olurdu. Öğleden sonra 3 buçuk ta çöken akşam karanlığı ile birlikte, Radhaus Platsen meydanındaki neon ışıklar yanardı.Karanlıkta şehir gezisi olmayacağından, iş çıkışı kalabalığını taşıyan Ströget caddesine sapardınız. Eğer alışverişi eğlence diye görenlerdenseniz, mağazalarda oyalanır,hoşça vakit geçirirdiniz. Cadde üzerindeki kafelerde yer bulabildiğiniz takdirde, kibar hanımlardan oluşan bir çevre içinde kahve içer, pasta yerdiniz. Trafiğe kapalı olan sokaklarda, sokak şarkıcıları ve pandomimciler gösteri yaparlardı. Tatil günleri şehir merkezine erken indiğim zaman; Ostergade’den eski limana,Nyhavn’a yürürdüm.Burası, kanaldaki tarihi tekneleri ve Hanseatik karakterli yapıları ile oldukça pitoresk bir yerdi.Alt katlardaki barlarda hafif deniz ürünleri yiyerek,yanında siyah renkli fıçı birasından içerdim. Söz biradan açılmışken,gece olup ta insanlar aceleyle sokakları boşalttığı zaman; benim sığınağım Tivoli bahçelerinin karşısındaki İrlanda barı olurdu.Pirinç,maroken ve maun karışımı ile zevkli bir Britanya tarzı ile döşenmişti bu yer.Zaten kasvetli ve bunalım takılan Kuzey insanları ile hiç sohbet oluşmadığından, tezgah başına oturmaz; camın kenarına,istasyon ve şimdi karanlık olan Tivoli parkı giriş kapısına dönük otururdum.Yaz günleri cıvıl cıvıl renkli olan dışarılarda şimdi, karanlıkta soğuk rüzgardan üşümüş insanların aceleyle,boyun atkıları savrularak istasyona doğru koştuklarını görürdüm.Kıvamlı köpüğü ile bayıldığım ale türü bira isterdim.İşgüzar garson, ille de yanında schnaps getirirdi, şatış olsun diye!. İşimin gereği Kuzey’ de Amagör adasının ucunda,araçla 45 dakika uzaklıktaki Dragör sayfiyesinde kalıyordum.Dönüş otobüsü müzeyi geçtikten sonra, köprü üzerindeyken aşağıda kanalda kırmızı ışıkları ile yüzer Çin lokantasını görürdüm.Araç ilerledikçe her durakta birer ikişer yolcularını bırakır,son durakta bir iki kişi kalırdık. Durakta inenler,kadın veya erkek, daha önceden kenara bıraktıkları bisikletlerine binerek yollarına devam ederlerdi. Kopenhag’da hangi mantıkla yapıldıysa,otobüs duraklarında,o durağın adı yazılmazdı.Bu durum bizim gibi bilmediği bir adrese giden yabancılar için güçlük çıkarırdı; herkes gideceği yere taksi ile gidemezdi ya!!.Buna tezat,karşı yakadaki Malmö’de ise,otobüslerde;yaklaşmakta olunan durağın hangi adını yazan ışıklı elektronik düzenekler vardı. .Kopenhag’da da, Amsterdam’ da olduğu gibi herkes bisikletliydi. Kar ve soğuk bile bisikletlilere engel olamazdı. Bu durumun açıklaması olarak toplumun çevreci ve sportmen oluşu söylenmekle birlikte; aynen Hollandalılar gibi, bisiklet düşkünlüklerinin, biraz da tutumluluktan kaynaklandığı yadsınamazdı. Dragör iskelesinden; karşı sahildeki İsveç-Malmö’ye feribot kalkardı, sık aralıklarla.İnsanlar yol boyunca duty-free tarifeden ucuz bira içmek için seyahat ediyorlar gibiydi.Gemi kalkar kalkmaz kafeterya açılıyor,bakıyorsunuz bütün yolcular orada!.Özellikle İsveç’te içki pahalı olduğu için,o taraftan Kopenhag’a bira turizmi oluşmuştu.Gemiler Dragör’e dönerken gemide içtikleri yetmezmiş gibi; bir kısım berduş gece yarısına kadar barlarda içkiye devam edip, sonrasında taşkınlık yapıyorlardı. Gece uykunuzdan ara sıra kavga,bağırış çağırış,kırılan cam sesleri ile uyanıyor; bu sakin ve özellikle seçkin görünmeye çalışan insanların içinde,gerçekte nasıl bir barbar tarafın gizli olduğunu anlıyordunuz. Köyde,tatil sabahları günümüz marinada yürüyüşle başlardı..Yanımızda getirdiğiniz ekmeklerle, iç sudaki ördek filosunu beslerdik. Hiç avcı tanımamış yaban ördekleri, arsızca bacaklarınız arasında dolaşıp ekmek dilenirlerken; asil kuğular gururla sularda süzülür, attığınız ekmeklere bile yüz vermezlerdi. Mendireğe doğru bir balıkçı büfesi bir tür balıklı kanepe olan yerlilerin çok severek yediği smokebred satıyordu.Vitrininde, eski zaman denizcileri için çiğnemelik tütün bulunurdu. Mendireğin uçlarına doğru ilerleyince balıktan dönen balıkçıları karşılardınız. Teknelerinin arkasında, sanki talana çıkmış Asya ordularının mızraklarının ucundaki siyah bayraklar gibi bayraklar olurdu. Balıkçıların ağlarından çıkan,cod-fish ve herring(Birisi iri mırlana,diğeri dil balığına benziyordu!) dedikleri balıklar,süratle balıkçıdan lokantacılara doğru; aracı ve uzun pazarlıklar olmaksızın el değiştirirdi. Sahilde sol tarafa doğru geniş bir çayırlık uzanırdı; her bir boşluğun plansız yapılaşma ile doldurulduğu Türkiye coğrafyasına tezat. Sağa, Doğu yönüne doğru yürüyünce,kumsalın arkasına doğru yazlık villalar görürdünüz. Şık,bakımlı ve ağırbaşlı. Kış fırtınalarından uzak durmak için mi, yoksa bizde pek örneği görülmedik ince bir görgü sonucundan mıdır nedir?Evlerini denizin dibine kondurmak varken, gitmişler içerilere yapmışlardı!. Hiç akıllı işimiydi bu? Sahille bahçeleri, titizce budanmış yaban güllerinden oluşmuş bir çit ayırıyordu. Yaban gülleri bu mevsimde iri, erik büyüklüğünde kuşburnu meyvelerini olgunlaştırmışlardı.Yumuşamış,ekşi meyveyi emerek, günlük C vitamini gereksiminizi alıyordunuz.Bizim kurak iklimimizde yetişen kuşburnu gibi kuru,kavruk değildi. Her bir bahçede; çitlerin arkasında sahile en yakın yerde camekanlı, bir tür kapalı kameriye vardı.Perdesiz oldukları için; içerisinin sade, bambu mobilyalarla döşendiklerini görüyorsunuz.Her birinde tripod üzerinde teleskoplar vardı denizi gözlemek için.Kameriyeden sonra, temiz bir çim bahçenin 50 metre kadar sonunda, birer katlı evler vardı; karanlık ve bu mevsimde insansız. Sonbahar göklerinin griliği, insanların da ruhlarını örtmüştü. Yürürken tek tük rastladığınız insanlar, içe kapanık ve düşünceliydiler. Eğer limandan sağa sola dönmeyip,ön plandaki lokantaların arasından köye girseydiniz; Batı yöndeki dar sokaklarda; saz damlı,eşsiz güzellikte eski yerel mimari örnekleri tek katlı köy evlerini görürdünüz. Sanki ‘Yüzüklerin Efendisi’ kitabındaki anlatılan sevimli Hobbit evlerini andırırlardı!. Diğer taraftaki villaların aksine, kışın da bu evlerde insanlar oturuyordu. Geceleri, camlarda yanan mumlar, evde yaşam olduğunun belirtisiydi. Perde kullanmazlardı, oturma odalarının pencerelerinde.Gerçi durup içeriye bakamasanız da; içerilerindeki atmosferin sanki Hollandalı bir 17.yüzyıl ressamının, dingin bir ev tasviri gibi olduğunu hissederdiniz. Ayrıca bu evlerde gerçek köylülerin oturduğu kanısında değildim.Çünkü, bu mahallenin tam ortasında, sadece mum ışığı ile aydınlatılmış,yine diğer binalar gibi yerel mimaride öyle seçkin bir lokanta vardı ki; orada geceleri yemek yiyen müşterisinin kalitesi, insanı şaşırtırdı..Özenle çok şık giyinmiş insanlar gelirdi. Fısıltıyla konuşurlardı; çocuklu ailelerin masasından bile çatal kaşık sesinden başka ses gelmezdi kulağınıza. Bu güzel semtin içinde bir otelde kalmakla birlikte, bu otel yüzünden buraları hep kötü hatırlayacağım ne yazık ki! Konakladığım Hotel Kro Dragör 4 suit odalı bir apart oteldi.Kendi anahtarlarımız vardı,hiç otelciyi görmeden girer çıkardık,odamıza. Otel sahibi; sonradan kat görevlisinin de belirttiği gibi, paragöz ve terbiyesiz bir adamdı.Bir gün,hiç beklemediğim bir anda ve şekilde; benimle bağrışarak ve kaba bir şekilde tartıştı. Bir haftalık bir süre için beni ziyarete gelen eşim için ilave para istiyordu.Halbuki benden önce kalan temsilciler de aynı odada ve aileleri ile kalmışlar; onlardan oda parası haricinde bir şey istenmemişti. Ayrıca tavır çok beterdi.Lanet olsun diye istediğini vermekle birlikte, bu Kuzeyli insanların hepsinin de rafine olmadığını öğrenmiş oldum. Söz İskandinavlar’ dan açılmışken; önceden edinmiş olduğum, buralı insanların genelde aydın,eşitlikçi, özgürlükçü olduğu şeklindeki sanının; pek doğru olmadığını anladım. Örneğin, Amager adasına; yüzyıllar önce adada tarımı geliştirsinler, yerli halka yeni tarım yöntemleri aşılasınlar diye; Güney’ den, Hollanda’dan göçmen getirtmişlerdi. Ama şimdi görülen o ki;bu insanların torunları, şimdileri adanın zencileri olmuşlardı. Dış görünüşlerinin yerli Danlar dan farklılığı yoktu.Onlar gibi uzun boylu ve sarışındılar. Ama yerli halk; ırkçı bir tavırla,Hollanda asıllıları serkeş ve içkici diye aşağılıyordu. İnsanlar, onlardan bahsederken,yüzlerini buruşturuyorlardı.Yüzyıllar sonra bile onları kabullenememişlerdi, hayret!. Şehirde bir durakta bekleyen insanların içinde; iyi giyimli, Apollon kadar yakışıklı bir genç görmüştüm. Elinde jüt Pazar çantası, kendi dünyasında dalmış gitmiş,otobüs bekleyen bir Mağripli yaşlı bir göçmenin arkasındandan; güya alay için çeşitli şaklabanlıklar yapıyordu. Ne kadar şaşırtıcı idi. Meğer o cilalı dış görünüşün içi, ne kadar boş olabiliyormuş!! Son olarak, Kopenhag’dan size anlatacağım yer şehrin Botanik Bahçesidir. Her medeni şehirde olduğu gibi -darısı İstanbul’un başına-, bu şehirde de; insanların tatil günlerinde, kapalı ve açık alanlarında dolaştığı, bakımlı bahçeleri vardı. Dışarıda kar serpintisinin olduğu karanlık bir Pazar gününde,yüksek cam seralarının içinde,yağmur ormanlarını dolaşır; suni güneşle aydınlatılmış kaktüs bahçelerinde, çöl güneşi aydınlığını yaşardınız. Tropikal bahçelerinde, çeşitli uzak diyarlardan getirtilip de, burada kozasından çıkmış,dev kelebekler uçardı; bin bir çeşit bitkinin arasında. Hobi olarak botanikle ilgilendiğim ve özellikle canlı ekzotik bitkiler meraklısı olduğum için, kaçınılmaz olarak; bana ilginç gelen bitkilerin tohumlarından ve meyvelerinden toplamaya başlamıştım.Ama bu işi yaparken, sonradan ne olduğunu unutmamak için; tohumunu aldığım ağacın, bilinen adını ve Latince adını bir kağıda yazmak,sonrada tohumu bu kağıda sarmak durumunda olduğumdan; bir süre sonra bekçinin dikkatini çekmiş olmalıyım ki, adam sıkı bir şekilde beni takibe aldı.Bir kez işaretle - koparabilir miyim?- diye sorduğumda; parmak işaretiyle, kesinlikle olmayacağını belirtti.Böylece koleksiyonumu zenginleştirme olanağını da kaçırmış oldum. Kader.! Mart 2001
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Cengiz Özder, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |