Bilinç ruhun sesidir, tutkular ise bedenin. -Rousseau |
|
||||||||||
|
İndiğimizde, pervane sesinden, kulaklarımız uğulduyordu. Ama yine de, Air –Inter şirketini ve Fransızları, pervaneli uçak kompleksi taşımadıkları için kutlamak gerekirdi. Çünkü bizim milli havayolumuz, yıllar önce pervaneli uçaklara burun kıvırmış; inanılmaz ölçüde yakıt tüketen jet motorlu dev uçaklarla; yurt içindeki kısa menzillerde, pek ekonomik olmayan bir şekilde uçmaktaydı. Küçücük bir meydanda; beyaz pamukçuklarla süslü, mavi bir gökyüzü ve pastırma yazına özgü, güler yüzlü bir güneş karşıladı bizi. Yürüdük, küçük bir terminalde valizlerimizi beklemeye başladık. Rochefort kentine mesleki bir eğitim için giden küçük bir gruptuk. Konuğu olacağımız şirketin bir elemanı, bizi karşılamaya geldi. Sıcakkanlı bir gençti. Genelde kibirli ve mesafeli olan Fransızlar da az rastlanan bir özellikti bu!. Adı Didier idi, bundan sonraki günlerde hep bizimle birlikte olacaktı. <Sizin için hazırladığımız iş programı yarın başlıyor,o sebeple bugün sizleri biraz gezdireceğim> dedi. İtirazımız olamazdı!. Didier yolda, bize okyanus tarafını işaret etti. Sığ bir sahilde, alçak gelgit nedeniyle, okyanus suları artık görülemeyecek kadar uzaklara, kilometrelerce ötelere, geri çekilmişti. Çamurda yansıyan güneş ışığının oluşturduğu seraplar içinde, kabuklu deniz hayvanları toplayan insan siluyetleri seçiliyordu. Sonra sahil kasabası La Rochelle’ e ulaştık.Tarihi limanda, sular alabildiğine çekilmişti. Mendireğin içinde, sayısız tekne ve yat gemi mezarlığında yatar gibi, çamurun içinde orada burada yatıyorlardı. Salmalı ve direkli yelkenliler için tehlikeli bir durum olmalıydı.Tekne yan yattığında direklerin kırılma olasılığı vardı; bir teknenin direği, bir diğer teknenin üzerine yaslanmıştı. Acaba bu tür yüksek gelgitlerde sular yavaşça tekrar geri geldiğinde, henüz tekne doğrulmamış olacağından, bazı tekneler su alıp batmaz mıydı? Bu olayı daha önce yaşamamıştık ve bu soruların cevabını görecek kadar bu kasabada kalamayacaktık ne yazık ki.! Mevcut su düzeyi ile yosunların en üst noktası arasındaki fark, sekiz metreden fazla idi. Bugünkü gelgitin; yılda ancak birkaç kez tekrarlayan, olağandışı bir gelgit yüksekliği olduğunu radyodan işittiğini söyledi dostumuz. Eski liman girişinde, küçük ama iyi korunmuş bir kale bulunuyordu. Söylendiğine göre, ’Demir Maskeli Adam’ filminin eski bir versiyonunda; kral bu kalenin burçlarından birisine hapsedilmişti. Tarihi limanın etrafını yürüyerek dolaştık. Bir sayfiye şehri olan La Rochelle, çılgın tatilcilerini uğurlamış, dingin, huzurlu bir sonbahar günü yaşıyordu. Sonraki durağımız ise,yat limanı idi. Binlerce(!) yelkenli ve motor yat kışlamak üzere karaya çekilmişti; bir o kadarı da henüz denizdeydi. Beyaz renkli bir zenginlik atmosferi, her yere hakimdi. Çocuklar gördük, neşeyle yanımızdan geçip, iskeleye doğru koşuştular. Blucinli,daracık tişörtlü bir genç kadın; bize duru bir bakış attıktan sonra, teknesine doğru yöneldi. Rochefort yönüne doğru yola koyulduğumuzda; Fransız dostumuz, şehirlerin tarihini kısaca anlattı. Katliam sonrası ; -Şimdileri öyle Ermeni katliamı falan diye saçmaladıklarına bakmayın. Fransızların geçmişleri çok karanlık olup,1500’lü yılların başında, St.Barthelmy günü başlayan katliamda; Katolik Fransızlar, acımasızca, çocuk kadın demeden, on binlerce Protestan Fransız’ı kesmişlerdi! - La Rochelle’e sığınan Protestan’lara karşı; Charente nehrinin içerilerinde Rochefort kasabası bir askeri üs olarak kurulmuştu. Burada oluşturulan tersanede gemiler inşa edilerek,deniz gücünü elinde bulunduran protestanlara karşı denge oluşturulmaya çalışılmıştı. Gelgit yüzünden yatağı devamlı temizlenip,derinliğini koruyan Charente nehri; içerilere doğru deniz ulaşımı sağlıyordu. Nehir derin olmasına karşın, yatağı çok dardı. Gündüzleri ara sıra, çalıştığımız işyerinin penceresinden dışarıya göz attığımızda; tuhaf bir görüntüyle karşılaşıyorduk. Bazı bazı, çayırın içinden koca koca gemilerin geçtiği görülürdü; sanki karada yol alırmış gibi! Birkaç yüz metre Doğudan geçen nehir, çayırların içine yardığı dar ve derin bir yataktan akardı.Yakınında olmamıza karşın, biz onu görmez, yeşil,ferah çayırlıklar görürdük..Bu dar ama gelgit yüzünden derinleşmiş nehirden, yukarıdaki şehirlere gemiler çıkardı. Bu görüntüye alışıncaya kadar, hayli eğlenmiştik!. Kasaba 30 bin nüfuslu idi, ama insanlar iş sahibi, az sayıdaki çocuklar da hep okulda olduğu için kasaba hep tenha idi. Evler ve sokaklar geçtiğimiz yüzyıldan kalmaydı. Nedense akıl edip(!) yerlerine çok katlı binalar yapmamışlardı. Bütün şehre,taş yapıların kül rengi hakimdi. Eski tersaneden kalma döküm toplardan, kaldırım kenarlarına araç çıkamasın diye babalar dikmişlerdi. Marinanın çevresindeki taş binalar ve özellikle belediye binası çok görkemliydi. Marinanın ağzını kapatan bir kapak, nehir çekilse bile; her zaman havuzdaki yüzlerce tekneyi yüzdürüyordu. Bu şehirde de çok sayıda denizci ruhlu insan olmalıydı!. Marinayı geçip, yukarı doğru biraz devam edince; karşınıza tarihi tersaneler çıkıyordu. Şimdilerde kültür ve sanat merkezine çevrilmişti. Şehirde bulunduğumuz dönemde, Viktor Hugo’ nun deniz konulu karakalem çalışmalarının sergilendiği bir sergi açılmıştı. Bu sayede ünlü yazarın el yazmalarının yanında, çok sayıda siyah beyaz desenlerini de görmek fırsatını bulmuştum. Son derece olgun ve güçlü bir kalem; deniz kazalarını, fırtınalı denizleri, gemicileri, gemileri, limanları, deniz fenerlerini çizmişti. Kasabanın daracık sokaklarından birinde, bizim eski dost Pierre Loti’nin evini bulmuştum. Doğudan taşıdığı oryantal eşyalarla kendisine Osmanlı saraylarını andıran bir ev dekore etmiş, içinde yaşamıştı. Müze, ne yazık ki kasabada kaldığım sürece, restorasyon yüzünden hiç ziyaretçilere kapısını açmadı. Neredeyse mumya kadar yaşlı müze bekçisi, artık beni tanımıştı gidip gelmelerimden.Ama tanımış olmasının bir faydası da olmuyordu! Zili çalıyordum. Neredeyse 10 dakika sonra kapı açılıyor, <Ferme!> yani kapalı diyordu adam. <Ne zaman açılacak?> diye soruyordum İngilizce. <Hı! hı !> diye cevaplıyordu adam. İşte böyle bir diyalog yaşıyorduk her defasında.! Tarihi taş bir binanın alt katındaki balık pazarı, balıkların zengin çeşitliliği yüzünden çok hoşuma giderdi.Sabahları işe giderken yolumu uzatır, içinden geçerdim;balıkları, balık satıcılarını ve alışverişe çıkmış insanları seyrederek. Okyanusun balık açısından zenginliği, bizim denizlerimizle kıyaslanamazdı. Geceleri Rochefort sokakları ıssız ve kasvetli olurdu. Bir gece, değişiklik olsun diye, otelin dışında bir lokanta aradık. Tek bir açık lokanta bulabildik; o da bir Viet-Nam lokantası idi. Arkadaşlarımı ben cesaretlendirdim, ‘haydi girelim’ diye. Menü’de yemeklerin Fransızca açıklamaları vardı ama, biz Fransızca bilmiyorduk ki!!. Mini mini garson kız da İngilizce bilmiyordu. Bütün dünyanın acılarını o yaşamış gibi, asık suratlıydı. Ama esrarlı bir güzelliği de vardı. Tamamen tesadüflere bağlı siparişler verdim, menü üzerinden işaret ederek. En azından ana yemekte tavuk ile balığı ayırt edebiliyordum. Derinlerden belli belirsiz uzak doğu ezgileri geliyordu. Diğer müşteriler fısıltı ile konuşuyorlardı. Gerek bu durum gerekse önlerine gelen yemek arkadaşlarımı çok gerdi. Muhafazakar damak alışkanlıklarına aykırı gelen yemeklere ağızlarını bile sürmediler. Benim sipariş ettiğim deniz ürünleri çorbasında ise, neredeyse çiğ denecek kadar az pişmiş deniz hıyarı ve yosun vardı. Suratlar asıldı; aç kalmıştık!.. Oradan çıktıktan sonra,otel yolundaki bir bara girdik, birer tost ısmarlamak için. Bar tezgahında kadınlı erkekli altı kişilik bir grup vardı. Şamatayla gülüp eğleniyorlardı. İçlerinden bir erkek, ara sıra bize bakıp bir şeyler sesleniyordu. Önceleri üzerimize alınmadık. Sonra anladık, <Orospi> diyordu. <Bu adam bize oruspu diyor yahu> dedi Hüseyin. <Ermeni olabilir> dedim. Kıvırcık, siyah saçlıydı. Bize sataşılmıştı!. Huzurumuz kaçtı. <Mesele çıkarmayalım> dedim, içerleyen arkadaşlarıma. Bir olay çıkarsa, dil bilmez yabancı erkekler haksız çıkarılabilirdi.! Adam tekrar <orospi> dedi. Ergün ona doğru dönerek: <orospu senin anandır!> diye cevapladı. Adam kalktı, birası elinde yanımıza geldi. Baktık, tehditkar bir havası yok, konuşmak istiyor!. Ergün’le Almanca anlaştılar.Gerçekten Ermeniymiş.Bildiği tek Türkçe kelime bu sözcükmüş. Babası kızdığında bu sözü kullanırmış sağlığında, falan filan. Bizi aralarına davet etti. Ergün gitti grupla tanıştı, onlarla oturdu. Biz onlara katılmadık. Fransızların içinde hiç İngilizce bilen yoktu, nasıl anlaşacaktık? Sonra biz Hüseyin’le çıktık, otele döndük. Bizimle dönmesini önermemize rağmen, Ergün barda kalmıştı. Ertesi gün Hüseyin, Ergün ’ün sabaha karşı döndüğünü söyledi. O grupla birlikte gece kulübüne gitmişler. Arkadaşımız, macerayı severdi ama, yanlış iş yapmıştı. O günler; Fransa’da hasta ruhlu, sinsi Ermeni saldırılarının olduğu günlerdi.. Bir başka gece Didier geldi, bizi alıp La Rochelle’e götürdü. Arabayı park ettiğimiz meydandan, revaklı bir sokağa doğru yürüdük. Arnavut kaldırımı zeminde yürürken, ayakkabılarımızın çıkardığı sesler yankılanıyordu.. Kalın taş sütunların altından geçerken; sanki karanlık içinden birdenbire karşınıza; eli kılıcında,pelerinli,yüzünü kocaman bir şapkayla gizleyen silahşörler çıkacak gibi hissediyor,heyecanlanıyordunuz. İlerilerde sokağa sarı bir ışık vurmuştu.Yaklaştık, sanki Van Gogh’un ‘Sokak Kahvesi’ tablosunda olduğu gibi; gece mavisiyle sarı bir kontrast oluşturan aydınlığı ile bir Cafe, bizi davet ediyordu. Girdik; kimimiz dondurma, kimimiz kahve ısmarladık. Upuzun, pirinç ve maundan yapılmış tezgahın arkasını boylu boyunca, çevresi altın varak çerçeveli bir duvar aynası kaplıyordu.Tavanda bronz pervaneler yavaş yavaş dönüyordu.Bizim anlayabilmemiz zordu; bir kafe için bunca yatırım yapılmasını, bunca göşterişle donatılmasını. Ama Fransa’da yaşam kafelerde, barlarda geçtiğinden, sıradan bir kasaba barı bile, etkileyici şekilde tefriş edilmiş olabiliyordu. Bardan çıktıktan sonra okyanus yönüne doğru yürüdük.Varlıklı kesimin konaklarının bulunduğu caddede, motosikletli gençler çeşitli sürüş teknikleri deneyerek gürültülü bir şekilde eğleniyorlardı. Fransız dostumuz tek tekerlek üzerinde gösteri yapan gençlere bayıldı. Durup heyecanla; ıslık, alkış ve el hareketleri ile onları teşvik etti. Yolun denize ulaştığı noktada ise, daire planlı lüks bir lokanta vardı. Önümüz sıra parfüm kokuları saçan üç kadın yürüyordu. Arkalarında hiç duymadıkları yabancı bir dil konuşmakta olan bizlere doğru dönüp, merakla baktılar. Gecelerimizin; kadınsız ve onların şen kahkahalarından yoksun, neredeyse bozkır kadar renksiz olduğunu düşündüm. 80’ li yılların ortalarıydı.Üzerimizde taşralılıktan kaynaklanan bir ürkeklik vardı.! Ne kadar istesek de; caz kulüplerinde, lacivert kadınlarla ahbaplık edecek ölçüde bir sosyallikten uzaktık! Ekim 2000
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Cengiz Özder, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |