Bir takım şeyler görürsünüz ve "Niye?" diye sorarsınız. Ben ise bir takım şeyler düşlerim ve "Niye olmasın?" diye sorarım. -George Bernard Shaw |
|
||||||||||
|
Mecidiye köy’ de, iç içe geçmiş binaların konuşlandığı mahallelerden birinin içindeydi bizim sokağımız. Daracık beton merdivenlerin iki yanına sıralanan irili ufaklı, çoğu eski ve bakımsız evlerden oluşurdu. Evlerin bazıları o kadar eskiydi ki, geçip giden yılların izlerini çok derinden taşırdı. Zamanın getirdiği aşınmanın olumsuz etkilerine, birde yoksulluğun getirdiği bakımsızlık eklenince evlerin hali içler acısı bir durum almıştı. Pek çoğunun yüzündeki sıvalar dökülmüş olduğundan, altında ki tuğlanın siyahlaşan rengi etrafa sırıtırdı. Daha iyi durumda olanların yüzünde ise, üst üste bilmem kaçıncı kere sürülmeye çalışılan boyalar alaca bulaca renk karmaşası yaratırdı. Çok katlı binaların arasına sıkışıp kalan, güneş görmeyen evlerin zemin katlarından yükselen rutubetin acı ve keskin kokusu, insanın genzini yakar, bu koku mutfak pencerelerinden buram buram sokağa süzülen yemeğin kokusuyla birbirine karışınca, çoğu zaman insanın içini kaldırırdı. Sokağımızdaki birkaç evin bahçesinde dikili olan ağaçların dışında, yeşil alan neredeyse yok denecek kadar azdı. Doğaya düşman beton canavarının tüm hızıyla yeşili yok etmeye çalıştığı bir zamanda, henüz insanların yüreklerini taşlaştıramadığı bir sokakta, iç içe bir yaşamın tüm zorluğuna rağmen, içlerinde yaşayan insanlar gibi omuz omuza dayanmış evlerin arasına sıkışıp kalan evimizin bahçesindeydi benim dert ortağım dut ağacım. Dedem, yıllar önce bahçe sınırlarını belirlemek için, eline geçirdiği tüm meyve fidanlarını gözüne kestirdiği her bir yere dikivermiş. Bunların içinde en cılız en bodur boylu olanı dut fidanıymış. Fidanı dedeme satan pazarcı, aldığın ağacın dutu çok güzel olur, inşallah tutar demiş. Bizim fidan pek nazlı çıkmış, bir ara kurur gibi yapmış, dedem yaşamaz deyip, söküp yerine başka fidan dikmeye karar vermiş. Sonra birden ne olduysa olmuş yaşamaya karar vermiş. Bir gayret dört kolla sarılmış tutunmuş toprağa, cılız gövdesinin üzerinde minicik yeşil bir yaprak belirivermiş. Sonra her sene biraz daha kalınlaşmış gövdesi, dalları her sene biraz daha uzamış, yaprakları irileşmiş mis kokulu bal tadında dutlar vermeye başlamış. O zamanlar daha küçücük birer çocuk olan annem, teyzem, dayım bu bahçede yetişen ağaçların tadına doyulmaz meyvelerinden yiyerek, gölgelerinde oyunlar oynayarak büyümüşler. Zaman geçip oyun oynama sırası bize geldiğinde bizler oynamaya başladık bu ağaçların altında. Çok yaramaz çocuklardık biz çok... Bir yandan ben, bir yandan teyzemin ve dayımın çocukları, arkadaşımız olan kim varsa, oyun oynayacağız diye doluşurduk bahçeye. Önce portakalı soyar başucumuza koyar, bin bir yalan uydurur, sonra içimizde kıpırdanmaya başlayan kurtlara yenik düşer azmaya başlardık. Biraz itişir biraz didişir üst üste alt alta yerlerde yuvarlanırdık. Bu arkadaşlarımdan biride Ayşegül’dü. O benim hem okul hem de oyun arkadaşımdı. Beline kadar inen bukle bukle sarı saçları, deniz mavisi gözleri, cılız denecek kadar zayıf bedeni ve bembeyaz bir teni vardı. Azıcık sinirlense yahut güneşte biraz fazla kalsa, yüzündeki çiller kendini daha çok belli ederdi. Anne ve babasının bir tanecik çocuğuydu, belki de bu yüzden her istediğine sahip olmuş, hep şımartılmıştı. İşine gelmeyen bir şey oldu mu, mızıkçılık yapar suratını asıp oturur ya da istediği şey olana kadar durmadan ağlardı. Ayşegül’le aynı okula gidiyorduk ama sınıflarımız aynı değildi. Aynı sınıfta olmak aynı sırada oturmak istemiştik, olmamıştı. Ama bu bizim arkadaşlığımızı engelleyememişti. Dersler bitip çıkış zili çaldığında, Ayşegül ile okulun ön bahçesinde bulunan Atatürk büstünün önünde buluşurduk. El ele tutuşup okulumuzun önünden geçen caddenin iki yanına yerleştirilen trafik lambasının ışığının yeşil yanmasını bekler, sonra yaya çizgilerinden bir adım bile çıkmadan caddenin karşı tarafına geçerdik. Kendi mahallemize geldiğimizde, soluğu doğruca bakkal Şakir amcanın dükkânında alırdık. Dükkânın önündeki basamaklara oturup vişneli meyve sularımızdan içer, içi kremalı bisküvilerden yerdik. Kalan paramızla birer emzik şeker alır evin yolun tutardık. Pembe çizgili minik defterlerimizden yapılacak ödevlere bakar, ne kadar zamanda biteceğini hesap eder, alel acele ödevlerimizi yapar, bahçede ağaçların altında evcilik oynayabilmek için kendimize zaman yaratmaya çalışırdık. Dersler bittiğindeyse elimizde bebekler, dut ağacının altında buluşur, oyun mekanımız için yer hazırlardık. Oyun evimiz için kendi evlerimizden getirmeye çalıştığımız eski kilimler, el örgüsü paspaslar, minderler… Yemek için zamane meyveleri… Eğer şanslı günümüzdeysek annelerimizin misafir günlerinden arta kalan kekler, poğaçalar, börekler… Çocuk mutfağımızın vazgeçilmezi pembe plastik çay takımları. Ahh! Güzelim çocukluk zamanları. En sevmediğim şeylerden biri oyunun en güzel yerinde annemin “Nehirr… Kızım gel”. Diye beni çağırmasıydı. Aman Allahım nasılda ifrit olurdum. İstemeye istemeye cevap verirdim. “Nee anne yaa”… “Kızım gel bir dakika.” “Ya anne ne var yaa oyun oynuyoruz biz yaa”. Annem kaşları çatık vaziyette; “Ben kaç defa söyledim sana! Ya diye konuşma benimle”... derdi. “Ya tamam bi daha söylemicem yaa…” Verdiğim cevaba daha çok sinirlenen annem bu sefer ses tonunu daha da sertleştirip, “Nehirrr!... “Hadi kızım makine de çamaşır sıkıyorum çıkamam ben şimdi dışarı. Bir şişe süt, altı tane de yumurta alda gel” diyerek kesin emrini verirdi. Oyun arkadaşım kaçıp gitmesin diye söz alır, ondan sonra yollanırdım bakkala. Atkuyruğu saçımı oyana buyana sallayarak, hoplaya zıplaya merdivenleri iner, inerken de fırfırlı eteğimin kabaran görüntüsüne kendimi kaptırır, bir prenses olduğumu zannederdim. Prenses olarak merdivenleri inmek pek bi keyifliydi ama elimdeki torbayla merdivenleri çıkmak, ölüm gibi gelirdi. Yine böyle isteksizce gittiğim bir bakkal dönüşünde isyankar bir şekilde sormuştum dedeme. “Başka yer yokmuydu? Neden bu kadar tepeye yaptınız bu evi sanki”.Diye. Dedem, “gel otur yanıma anlatayım” demişti. Dizinin yamacına sığındığım dedem, anlatmaya başlamıştı; “Bak torun, biz buralara ilk geldiğimizde aşağı cadde var ya. Hah işte oradan boklu dere geçerdi. Bizim evin buralar o zaman yeşil, ağaçlıklı güzelim tepelerdi. Arsayı bize satan adam tanıdık biriydi. Hemşehrim, gel sen benim sana göstereceğim yerden al arsanı, iki kuruş fazla ver, pişman olma demişti. Onun için bizde buradan aldık arsayı. O zamanları görmedin sen, göreydin böyle konuşmazdın zaten. Bir yağmur bir kar yağsa, dere taşar, etrafındaki evleri boklu sular basardı. Vıcık vıcık çamur deryasına dönen yerde yürümeye kalksan yürüyemezdin, ayağındaki lastik pabucun birini kurtarsan diğer teki mutlaka çamurun içinde kalırdı. Yazın ise pis kokusundan sineğinden böceğinden durulmazdı. Bakma şimdi buraların tıkım tıkım olduğuna, bizim ev en kıymetli evlerden biriydi. Aha şu bahçe kapısının önüne dikili verdin mi? Her yer ayağının altında kalırdı. Hele bir de manzaraya karşı oturup, bir bardak demli çayı aldın mı eline... Ohh... Gel keyfim gel. Ne günlerdi bee” demişti. Dedem. Yüzüm avuçlarımın içinde, kaşlarımı kaldırıp, “hee anladım tamam ama, yinede keşke azıcık daha aşağı yerlere yapsaydınız evimizi bizde daha rahat oynayabilirdik hem de durmadan bakkala gitme derdinden kurtulurduk” demiştim dedeme. Gülümseyerek, sigara tablasının içine düzgünce sıraladığı sigaralarından birini çekip dudaklarına götürmüş, diğer elinde tuttuğu kibrit kutusundan bir dal kibriti ateşleyerek sigarasını yakmış, bir nefes çekip geri bırakmıştı. Az önce anlattıkları, yıllar önce yaşananlar gibi bir sigara dumanının ardında kalakalmıştı. Beni ne zaman bakkala gönderseler ve ne zaman benim oyunum bozulsa, Ayşegül’de oyunbozancılık yapar hemen eve kaçardı. Neymiş efendim annesi yalnız görünce eve çağırıyormuş. “Ana kuzusu ne olacak!!" Keyfim kaçar tünerdim dut ağacının tepesine, bir iki dut atıştırır sonra karşımda canlı kanlı biri otururmuş gibi Ayşegül’ ü şikayet ederdim sessizce beni dinleyen ağaca. Canım ağaç güzel ağaç nelerimi dinlemedi ki! Hiç unutmam yine bir gün oyun oynarken, Ayşegül, illa Sinan’ı da çağıralım diye tutturmuştu. “Sinan oynamaz bizimle” demiştim ama “ben onunla oynamanın yolunu biliyorum hadi gidip çağıralım” diye ısrar etmişti. “İyi de ne oynayacağız?” diye sorduğumda, “E tabi ki doktorculuk” demişti. “Neden?” diye sorduğumdaysa Geçen gün, Sinan’ın doktor olmak istediğini öğrendiğini söylemişti. Sinan, merdivenli sokağımızın başında bahçesi tahta çitlerle çevrili, yeşile boyalı iki katlı evin ikinci katında, babaannesiyle birlikte otururdu. Bizden sadece bir yaş büyüktü. Ama boyu bizden oldukça uzundu. Esmere çalan teni, kömür karası saçları vardı. Saçlarını hep yan tarar, tepesinde asilik yapıp sürekli havalanan saç tellerini avucun içiyle bastırmaya çalışırdı. İnce yüzünde fındık kadar küçük burnu ve her daim pırıl pırıl bakan yaprak yeşili gözleri, o gözlerin ardındaysa gizlemeye çalıştığı tarifsiz bir hüznü vardı. Bu hüznün sebebi yıllar önce kaybettiği anne ve babasıydı. Bir bayram sonrası gittikleri memleketlerinden dönerken, kendini bilmez bir kamyon, anne ve babasının içinde bulunduğu otomobile çarpıp kaçmış. Otomobil önce bariyerlere çarpmış sonrada takla atmış. Hurdaya dönen arabanın içinde sıkışıp kalmış annesiyle babası kurtaramamışlar. İstanbul’ da okusun büyüsün diye babaannesi almış Sinan’ı. Kadıncağız tek oğlunun emanetine sahip çıkıp, torun kokusuyla gidermiş evlat hasretini. Üstüne titremiş Sinan’ın, gözünden sakınmış, bir dediğini iki etmemiş, yememiş yedirmiş giymemiş giydirmiş, bu yaşlara getirmiş. Sinan, bizlere nazaran çok efendi çok ağırbaşlıydı, her hareketi ölçülüydü. Biraz fazlaca gülmeye kalksa anlayamadığımız bir şekilde susuverir sanki hep bir şeylerin altında ezilirdi. Ama yinede herkes onu çok severdi. Babaannesinin sözünden bir adım dışarı çıkmazdı. Havanın güzel olduğu günler evlerinin ön cephesinde bulunan küçük balkona oturur, hiçbir ses’e kulak vermeden elindeki kitabı okur, babaannesinin getirdiği sütten içer bisküvilerden yerdi. Ders çalışmak istemeyip avare gezindiğim zamanlarda annem kulağımdan tutup, Sinan’ı gösterir “şu çocuk kadar olamıyorsun, ya ağaç tepelerindesin yada aklın fikrin oyunda eşşoğlu” deyip kulaklarımı çekerdi. İçinde çiçeklerin dikili olduğu yoğurt ve deterjan kaplarıyla dolu balkonun önünde dikilip, ikimiz birden Sinannn... diye bağırmaya başlamıştık. İkinci kez seslenmemize gerek kalmadan balkonda göründü Sinan. Şaşkın şaşkın yüzümüze bakıp, “Efendim ne oldu?” dedi. “Gelsene oyun oynayalım.” “Matematik ödevim daha bitmedi”. “Akşama yaparsın”. “Bilmem ki!” “Ya hadi gel. Bak doktorculuk oynayacağız”. Dudaklarında beliren hafif bir tebessümle karşılık verip “İyi tamam geliyorum”. Dedi. Ayşegül pis pis sırıtarak “ben sana demedim mi bak”. Diyerek böbürlendi. Allahın bilmişi. Sinan elinde siyah bir çantayla indi aşağı. “Nerde oynayacağız?” diye sordu. “Bizim bahçeye gidelim, dut ağacının altında oynarız”. Dedim. “Tamam”. Dedi. Minderlerden, sedyemizi hazırladık. Sinan elindeki siyah çantasını açtı. İçinden oyuncak siteteskop, şırınga, iğne, pamuk, küçük bir şişenin içinde kolonya ve birde yara bandı çıktı. Hepsini dizdik bahçe duvarının üzerine. “Evet, kızlar hasta kim olacak?” dediğinde, Ayşegül, “ben olacağım boğazım çok ağrıyor” diyerek balıklama atlamış böylece oyunumuz başlamıştı. Ayşegül, kolunda kırmızı çantası, hayali muayenehanenin kapısını vurdu. “Tık tık” İçeriden Doktor Sinan’ın sesi duyuldu. “Buyrun.” “İyi günler doktor bey”. “İyi günler”. “Şikâyetiniz nedir?” “Boğazım çok ağrıyor”. “Tamam, oturun ben bir bakayım”. Sinan gerçek bir doktor edası ile muayenesine başladı. “Açın ağzınızı aaa deyin bakayım”. “Aaaaaaa” Ayşegül öyle bir aaaa dedi ki, ben bile gördüm buradan bademciklerini. Sinan elini çenesine dayamış tek kaşı kalkık düşünceli bir hal ile, “Hımmm... Evet boğazınız kızarmış, iltihap var” Dedi. Ayşegül, korkmuş gibi görünerek, “Eyvahhh ne olacak şimdi?” diye sordu. Doktor Sinan hastasını telkin edercesine, “Merak etmeyin bir iğne yapacağım birde reçete yazarım bir şeyiniz kalmaz”. Dedi. Hastalık hastası Ayşegül sevindi. “Yaşasınn”. Sinan, şırıngasına iğnesini taktı. Pamuğa biraz kolonya döküp, Ayşegül’ ün koluna sürdü. Ve iğnesini yaptı. Pis numaracı, sanki gerçek iğne oluyor gibi “ahh ahh canım çok acıyor doktor bey” dedi durdu. Doktor Sinan, son işlem olarak, pantolonun arka cebinden çıkardığı not defterine aspirin ve vitamin alınacak diye reçete yazdı. Geçmiş olsun diyerek hastasını yolcu etti. Bana dönüp, “Nehir sıra sende sen gel bakalım dedi”. Tam, hayali muayenehanenin kapısını tıklatacakken, Ayşegül domuzu yine oyun bozancılık yaptı, ve; “İyi ama benim bebeğim Nehirden daha hasta”. Dedi. Doktor Sinan’ın cevabı gecikmedi. “İyi ama, o oyuncak bebek Ayşegül”. “ben oyuncak bebek muayene etmem”dedi. Mızmızlanan Ayşegül, “Bana ne yaaa”. Baksana nasıl ateşi var” diye ısrar ediyordu. Allahım içimden nasılda Ayşegül’ü dövmek geliyordu. Kendimi zor tutuyordum, somağını şişirmişti yine sarı domuz ağladı ağlayacaktı. Bıkmıştım ben bu kızdan. Doktor Sinan yan gözle bana bakıp üzülmeyeyim diye göz kırpmış, ve Ayşegül’ e dönerek, “Tamam tamam hadi getir ona da bakayım” demişti. Onlar bebeği muayene ederken, bende evin bahçesindeki merdivenlere oturup Sıramı beklemeye başladım.Oturduğum yerde iki büklüm eğilip, ayağımdaki kırmızı terkliklerime baktım. Aaa birinin tokası düşmüş. Diğeri yan tarafından yırtılmaya başlamış. Annemden yeni terlik istemem gerek ama şimdilik Sinan yırtık terliklerimi fark etmese bari diye düşündüm. Beklemekten sıkıldım ben, “Ufff… Hadii daha bitmedi mi?” Sinan. “Biraz sonra bitecek Nehir” “Sinannn... Sinannnn...” “Efendim babaanne. Gel oğlum yemek saati. “Tamam, babaanne geliyorum”. Sinan alel acele eşyalarını toplayıp çantasına koydu. Ben gidiyorum sonra yine oynarız. Dedi. Ayşegül ve ben “güle güle diyerek” Doktor Sinan’ ı evine yolcu ettik. Sinan gidince Ayşegül geldi oturdu yanıma. “Bak, Sinan Bebeğime yara bandı yapıştırdı”. Dedi. “Aman ne güzel, çocuğa birde oyuncak bebek muayene ettirdin” dedim. “Bana ne ettiricem işte” dedi. Annesi balkondan Ayşegül’e sesleniyordu. “Ayşegülll kızım gel bakkala git. İki ekmek al sonra sende gel, yemek yiyeceğiz”. “Tamam, anne geliyorum”. Dedi. “Hadi görüşürüz.” “Tamam hadi görüşürüz” dedim Bebeğini yanımda unutup fırladı gitti. Bebek elimde gözüm bebeğin kolundaki yara bandındaydı. Domuz Ayşegül hep mızıkçılık yapıyor sonrada kasım kasım kasılıyordu. İki basamak üstte annemin örgüsü vardı.Ve şişleri gözüme takıldı. Kırmızı ip yumağının içine sokulmuş boş şişi usulca çekip aldım. Ve Ayşegül’ün bebeğinin açılıp kapanan o güzelim mavi gözünü çıkarıp fırlatıp attım. Biraz önceki bebekten eser yoktu. Bebek şimdi çok çirkin olmuştu. Kendimi haklı göstermek için içimden, “sen misin durmadan mızıkçılık yapan al sana” Diye geçiriyordum ki, Ayşegül, “Nehirr..” “Bebeğim oradamı?” diye çıka geldi. Az sonra kızılca kıyametin kopacağını bile bile, bön bön Ayşegül’ün yüzüne bakıp, bir gözü artık olmayan bebeğini kendisine uzattım. Bir bebeğe bir bana baktı. Ve yine bademcikleri gözüktü. “Anneeeee.... Nehir bebeğimin gözünü oymuş”. “Anneeee..”. Koşarak eve gitti. Yanmıştım, birazdan başıma kim bilir neler gelecekti. Kesin dövecekti annem beni. Annesi, Ayşegül’ ün elinden tutmuş, gelip dayanmışlardı kapımıza, beni şikâyet etmişlerdi anneme. Annem sinirlenmiş, hiç durmadan bağırmaya başlamıştı. Bağırtıyı duyan mahallenin meraklı kadınları toplanmışlardı bahçeye, Ayşegül’ü susturmaya çalışmışlardı.“Ağlama kızım yenisini alırız, kazara olmuştur demişlerdi” ama nafile. Sarı domuz o kadar çok ağlıyordu ki, akan sümükleri burnunu çektikçe balon gibi şişip iniyordu. Kaçacak başka yer yoktu, bende tünemiştim ağacın tepesine, korkudan gık sesim çıkmıyordu. Annem belinde mutfak önlüğü, elinde terlik dikilmişti ağacın altına. “İn aşağı”. “Ya anne valla istemeyerek oldu.” “Nehirrr! bağırtma beni in diyorum aşağı” Annemin yüzü o kadar kızarmıştı ki! ağzını her açtığında püskürttüğü ateş yüzümü yakıyordu. Başıma gelecekleri biliyordum. “Döveceksin biliyorum inmeyeceğim”. “İn, yoksa ben çıkıp kıracağım kemiklerini” “Ali kıran baş kesen misin sen”. “İn aşağı bağırtma beni”. Ağlıyordum bir yandan, korkudan çişim gelmişti bir yandan.” Ya annecim valla bak isteyerek yapmadım kazayla oldu” desem de, ı ıh annem ikna olmuyordu. İçimden “öl, geber emi” Ayşegül diye geçiriyordum. Sabrı tükenen annem, elinde terliğiyle ağaca çıkmaya çalışmıştı. Bir yandan “Annecim ne olur gelme, valla bak bi daha yapmicam” diye bağırıyor, bir yandan da daha üst dallara çıkmaya çalışıyordum. Bir üst dala atladığımı sandığım an kendimi kütt.. diye yerde bulmuştum. Birden neye uğradığı şaşırmıştım canım çok acıyordu. O an ilk gördüğüm kişi annem di, yüzü bembeyaz olmuştu, “Nehirrr...” Diye bir çığlık atıp üzerime doğru eğildi. Dövecek sanırken annem beni göğsüne bastırdı. O kadar çok korkmuştu ki, korkudan elleri titriyordu. Telaşla yüzümü gözümü kontrol etmiş, “acıyan bir yerin var mı annecim” diye sormuştu? Kollarımda bacaklarımda sıyrıklar vardı. Dizimde kanıyordu. En önemlisi alnım çok acıyordu. Anne her yerim acıyo... başımda ağrıyo diyerek fırsat bu fırsat basmıştım çığlığı. Öyle böyle değil ama ne ağlamak ne ağlamak ... Feryadım sarı domuzu bile susturmaya yetmişti. Komşu teyzelerden biri elinde bir bardak suyla çıka gelmiş, iç yavrum iç korkma bir şeycik olmaz demişti. Burnumu çeke çeke sudan bir yudum içmiş, geri kalanıyla da annem yüzümü yıkamıştı. Sonra da Ayşegül’e dönüp, gel kızım sende ağlama artık, bak siz kardeşsiniz, öpüşün barışın bakiim, ben sana yarın daha güzel bir bebek alırım demişti. Ufak tefek sıyrıklarla atlattığım kaza sonucu her şey tatlıya bağlanmıştı. Hava kararmak üzereydi kim icat etmişti bu çarpım tablosunu. Yedilerle sekizleri sevmiyordum ben. Almıyordu kafam almıyordu işte. Annem de kafayı takmıştı bu uyuz çarpım tablosuna illa bu akşam ezberlenecekti, sözlü yapacak eğer bilemezsem ceza verecekti. Oturduğumuz odanın tülünü aralayıp dışarı baktım, akşam telaşı çökmüştü sokağımızın üzerine, dayanamadım anneme görünmeden kapı aralığından sıyrıldığım gibi attım kendimi bahçeye. Tünedim yine ağacımın tepesine, huzur bulduğum ağacımın yüksek ve uzun kolları arasında her şey sanki olağandan farklı görünürdü gözüme, çocuklarını eve almaya çalışan annelerin mücadelesi görülmeye değerdi, işten yorgun argın gelen insanların kapı önlerindeki bir nefeslik sohbetleri, çocukların eli kolu dolu gelen babalarının boyunlarına atılmaları ne güzeldi. Güzel olmayan tek şey, annemin yokluğumu fark edip, elinde terlik yine ağacın altına dikilmesiydi. “Kızım sen daha geçen gün düşmedin mi o ağaçtan, yine ne işin var orada?” “O çarpım tablosu ezberlenmediyse sorarım ben sana!” “İn aşağıya Nehirr” Of ya Off anlaşılan ne yapsam annem den kurtuluş olmayacaktı. Eli mahkum teslim olmak zorundaydım. “Tamam, anne geliyorum yaa”. Annem gözlerini döndürüp,“Ya deme demedim mi ben sana Nehir!” “Hah bak babanda geliyor. Biraz da o uğraşsın bakalım senle”. Deyip içeri girmişti. “Babaaa... Canım babam...” benim. Hoplaya zıplaya babamın boynuna atılmış cebinden çıkardığı kırmızı ambalaj kağıdına sarılı gofreti bana uzatmıştı. Yemekten önce yeme, annen kızmasın kızım demişti. Evimize girdiğimizde mis gibi kokular karşılamıştı babamla bizi. Annemi bugünde çok kızdırmıştım. Canım annem, bana her sinirlendiğinde, “döveceğim Nehir seni” der ama bir kere bile dövmezdi. Bu akşamda bana sürpriz yapıp en sevdiğim yemekleri yapmıştı. Köfte patates ve yanına kakaolu puding. Annem ve babam her yemekten sonra mutlaka karşılıklı Türk kahvesi içerlerdi. Çocukluk işte bayılırdım o kahvenin mis gibi kokusuna... O yüzden de her akşam bir kere şansımı denemek için sorardım anneme, “Anne yemekten sonra bende kahve içeyim mi?” diye Her akşam aynı şeyleri söylemekten dilinde tüy biten ama yinede bıkmadan cevap veren annem, “kızım çocuklar kahve içmez. Kakaolu süt yaparım ben sana” derdi. Annem, bulaşıkları yıkayıp odaya girdiğinde elindeki tepsinin içinde iki kahve fincanı ve bir bardak kakaolu süt vardı. Önce babama kahvesini ikram etmiş, kendi kahvesini de oturacağı koltuğun yanındaki sehpanın üzerine bırakıp, bana sütümü uzatmıştı. Annem ve babam sakin sakin sohbet edip, kahvelerini içerken bende bir köşede matematik defterimdeki çarpım tablosunu ezber yapmaya başlamıştım. Aradan birkaç dakika geçmişti ki! Anne ve babam seslerini yükselterek konuşmaya başlamışlardı. Birden ne olduğunu anlayamamıştım ama sesler daha fazla yükselince geçmiş konularla ilgili bir mesele olduğuna karar vermiştim. Annem çok sinirliydi, bana da sinirlenirdi ama bu sefer ki çok başka bir şeydi. Oturduğu yerde oturamıyor, odanın içinde fır dönüyor arada da işaret parmağını babama doğru uzatıp, “yine haksızsın, yeter canımı yaktığın aklını başına topla artık” diye bağırmaya başlıyordu. Çok sinirlendiği yüzünden okunan babamsa, oturduğu koltukta huzursuzca bir oyana bir buyana dönüyor, “yeter! Bende senin dırdırından bıktım bunca senedir, sus biraz sus” diye karşılık veriyordu. Korkmaya başlamıştım “Babacım ne oldu?” “Ne olur kavga etmeyin” dediysem de beni dinleyen yoktu. Bir ara babam bana dönüp; “Kızım sen odana git, kapını da kapat bakayım”. Demişti. Odama gitmek istemiyordum kapımı da kapatmak istemiyordum. Aklıma kötü kötü şeyler geliyordu. “Ya babam anneme vurursa?”Büyüklerin kavgaları bizim çocuk kavgalarımıza hiç benzemiyordu, korkuyordum ben büyüklerin kavgalarından anlamıyorlardı beni. Annem ve babamın tartışmaları devam ederken aklıma dedem gelmişti. Dedem onlardan büyüktü ve belki ondan korkup tartışmaktan vazgeçerlerdi. Sokak kapısını açıp dedeme gidecekken dedem bizim kapının önünde belirivermişti. Korkudan sarılmıştım dedeme, “ne olur dede gel de sustur annemle babamı” diye. Dedem gayet sakin bir ses tonuyla beni rahatlatmak istermişçesine “Ne oluyor kızım içeride, sesleri yukarı kadar çıktı”. Demişti. “Bilmiyorum dede” “artık birbirlerinden bıkmışlar galiba yeter yeter” diye bağırıyorlar” demiştim. Dedem, elinde tespihi “sen dur ben bir bakayım” diyerek aralık duran kapıdan içeri süzülmüştü. İçeri girmek istemiyordum o yüzden ağacımın üzerine tüneyip, olanı biteni oradan seyretmek istemiştim. Dedem içeri girince sesler birden kesilmişti. Oturma odamızdaki pencerenin önünde bir oyana bir buyana hareket eden dedemin silueti cama yansıyordu. Anlaşılan dedem, annemi ve babamı sakinleştirmeye çalışıyordu. Bir süre sonra dedem sokak kapısında belirmişti. Yanında annem vardı. Sakinleşmiş görünüyordu, hatta biraz önce öfkeden deliye dönen annemden eser yok gibiydi. Ağacın dallarında beni fark edince, “Annecim neden çıktın yine o ağacın tepesine?” diye sormuştu. “Çıkıcam işte bana ne korkuyorum ben sizden” demiştim. Korkudan ağladığım için sesim ağlamaklı çıkıyordu, bunu anlayan annem “Ağladın mı annecim sen?” diye sormuştu bu sefer. Omuz silkip, akan burnumu üzerimdeki pembe hırkamın koluna silmiş,“Ağlayacağım işte bana ne. Siz beni sevmiyorsunuz, kavga ediyorsunuz korkuyorum ben sizden”. Demiştim. “Korkma annecim gel bak barıştık biz, anne babalar böyle atışırlar bazen”. Demişti. Annemin böyle sıcacık bir ses tonuyla bana yaklaşması beni daha çok etkilemişti. Ağaçtan indiğimde annemin boynuna sarılıp içimi çeke çeke daha fena ağlamaya başlamıştım. Zaman tüm hızıyla akmaya, ben ve arkadaşlarım çocuk yaşımızın, üzerimize yüklediği tüm afacanlıkla, mutlulukla yaşamaya devam ediyor, ancak, geleceğin bir gün bize hüzünlerle dolu günleri de beraberinde getirebileceğini asla kestiremiyorduk. Aslında hüzün nedir? Biz onu bile bilmiyorduk. Bir sabah, babam beni yataktan öperek severek kaldırmış, annem sabah kahvaltımı elleriyle yaptırmıştı. Kahvaltı bittikten sonraysa annem beni yanına çağırıp, “gel bakim benim güzel kızım”diyerek beni kucağına almış, sana bir sürprizimiz var artık yalnızım diye sıkılmana gerek kalmadı. Sana arkadaş olacak, bir kardeş geliyor” demişti. İlk önce biraz afallamış, sonrada abla olacağım için çok sevinmiştim. İnşallah kardeşim kız olur anne diyerek annemin yanağına bir öpücük kondurmuştum. Annem ve babam bu güzel haberi kutlamak için tüm aile fertlerini akşam yemeğine çağırmışlardı. Akşam olduğunda, tüm aile toplanmış, masa güzelce hazırlanmış, annemin ve halamın bütün bir gün yaptıkları yemekler teker teker sofradaki yerini almıştı. Herkes çok mutlu neşe içindeydi. Yemekler yeniyor, sohbetler ediliyordu. Her şey çok güzeldi. Masadan ilk kalkan dedem olmuştu. Televizyonun önündeki tek kişilik koltuğa oturmuş, “bugünde içilmezse ne zaman içilir anasını satayım” demişti. Annem dedemin ne istediğini anlamış, tamam babacım sen merak etme diyerek mutfağa yollanmıştı. Dedemin hemen yanına küçük bir sehpa koymuş üzerine de bir çay bardağı rakı ile iki küçük tabak içinde beyaz peynir ve meyve getirmişti. Dedem, ortamın tüm hengâmesinden kendini soyutlayarak akşam haberlerini izlemeye başlamıştı. Aradan çok geçmemişti ki, dedem birden ayağa kalkıp, eliyle kalbini tutmuştu. Ne olduğunu anlayamadan olduğu yere yığılıp kalmıştı. Bağırtılar, çığlıklar, koşuşturmalar... O geceden hatırımda kalanlar sadece bunlar. Ve dedem bir daha gelmemek üzere gitmişti. Ardında boynuna astığı siyah iş önlüğü, ayakkabı çekici, örsü, boyası, cilası, iğnesi ve ipliğine sürdüğü kocaman bir tomar bal mumu kalmıştı. Peki, benim ayakkabılarımı kim tamir edecek, tartıştıkları zaman annemle babamı kim ayıracaktı. Dedem giderken neden bunları hiç düşünmemişti. Aile ağacımızdan bir yaprak kopup gitmişti. Dedem kopan yaprakların sadece ilkiydi. Dedemin acısına dayanamayan babaannemde önce sarardı soldu, sonra oda kopan yapraklardan biri oldu. Ailemizdeki yaprak dökümü sokağımızı da etkilemiş gibiydi. Her ne kadar kavga gürültü de etsek Ayşegül en iyi arkadaşımdı benim. Öğretmen olan babasının tayini çıkmış olduğu için Ayşegül ve ailesi Mersine gitmek zorunda kaldılar. Ayrılırken çok ağlamıştık bir birimize en sevdiğimiz bebeklerimizi hediye edip, sık sık mektup yazacağımıza söz vermiştik. Ayşegül’ ün gidişiyle yalnız kaldığımı gören Sinan, derslerinden vakit buldukça gelip benimle oynamaya başlamıştı. Ne yazık ki, bir süre sonra, oturdukları evin rutubetinden ve soba pisliğinden bıkan babaannesi, evini kiraya verip, Sinan’ ı da alarak, başka bir muhitte kaloriferli bir daireye taşındı. En yakın iki arkadaşım da gitmişti. Bende dut ağacının tepesinde oturup kitap okuyan, sakin sessiz etrafı seyreden bir kız olup çıkmıştım. Dedemin ve babaannemin ölümleri, en sevdiğim arkadaşlarımın teker teker gidişleri... Sanki yaşadığım üzüntüler olgulaştırmıştı beni. Bir süre sonra babam da şartları daha uygun diyerek Anadolu yakasında bir iş kurdu. Peşinden bizde iş yerine yakın bir yer bulup bu yakaya taşındık. Üç katlı evimiz kiraya verildi ve bahçemiz ağaçlarımız yeni gelen insanlara emanet edildi. Önceleri, alıştığımız yerden ayrılmak bana çok zor geldi. Sokağımızı, arkadaşlarımı, okulumu her şeyi, herkesi çok özledim. En çokta dut ağacımı. O benim için sadece bir ağaç değildi. O benim, sevinçlerimi, korkularımı bilen, yaramazlıklarıma şahit olan bana asla sırtını dönmeyip, güçlü kollarıyla beni saran sarmalayan birlikteyken kendimi özgür, güvende, bir o kadar da huzurlu hissettiğim tek kaleydi. Dostumdu. Arkadaşımdı. Yıllar geçiyordu. Annem ve babam hemen hemen her ay hem evimizi kolaçan etmek, hem de kiraları toplamak için karşı yakaya geçiyorlardı. O zamanlar eski komşularımızla karşılaşıp sohbet eden annemden öğrendiğime göre; Sinan üniversitede doktorluğu kazanmış çocukluk hayalini gerçekleştirmeye adım adım yaklaşmıştı. Ayşegül’de hemşirelik okulunu kazanmış orada okumaya başlamıştı. Bende kocaman bir genç kız olmuş, okumaz bu kız diye düşünen aile fertlerimi utandırıp, benden beklenemeyecek bir işe imza atıp, edebiyat okumaya karar vermiştim. Öğretmen olmak, yetişen yeni neslin şekillenmesine bilinçlenmesine katkıda bulunmak istemiştim. Her ne kadar uzun zamandır görüşemesek ve birbirimizden haber alamasak da çocukluk arkadaşlarımın ideallerine yakın meslek gruplarında kendilerine bir yer edinmiş olmaları beni çok mutlu etmişti. Kiraları toplamaya giden annem bir gün üzüntü içinde eve gelmişti. “Allah kahretsin bu insanları, ne kadar sorumsuz ne kadar duyarsız insanlar bıktım artık bunlarla uğraşmaktan” demişti. “Ne oldu anne hayırdır neden bu kadar sinirlendin?” dediğimde “Ne hayır’ı kızım hayırlık bir şey mi kaldı.” Demişti. “Annecim tamam sakin ol ve anlat bana her şeyi” dediğimde ise, sinirlerine hakim olmaya çalışıp anlatmaya başlamıştı; “O alt kiracının afacan çocukları var ya, ellerine nerden geçirmişlerse, demir çubuklarla oyun oynayacağız diye bahçe duvarlarını resmen yontmuşlar, üst kattaki de, oğlu dut ağacından düşüp kolunu kırdı diye ağacın dallarını kesmiş, oda yetmemiş neredeyse başını gövdesinden ayırmış.” “Canım babam ne uğraştıydı o ağaçları yetiştirmek için. Bu günleri görseydi kesin inme inerdi adama.” Demişti. Dedem’ e değil ama o an bana inme indi sanmış, olduğum yerde donup kalmıştım. “Nasıl olur ya! Nasıl ağacımı keserler, nasıl çocukluğumu yok etmeye çalışırlardı”. Anneme sinirlenme diye telkinde bulunurken, kendim ağlaya ağlaya sabahı zor etmiştim. Ertesi gün babamı da yanıma alıp, soluğu eski evimizde almıştım. Gerçektende o güzelim bahçe mahvolmuştu, duvarların sıvaları kalıp kalıp yerlerde duruyordu. Güzelim ağaçlara çamaşır asacağız diye orasından burasından çivi çakılmış, renk renk kalın naylon sicimler gerilmişti.Gölgesinde oyunlar oynadığım, sevincimi kederimi paylaştığım o heybetli güzelim dut ağacımdan artık eser kalmamıştı. Annemin de dediği gibi başını gövdesinden ayırmışlardı. Kala kala sadece kurumaya yüz tutmuş ağacın gövdesi vardı. Göz yaşlarımı tutamayıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştım. O an içimden ağacıma uzanan bütün elleri kırmak, ona el uzatan bütün insanların kafalarını bedenlerinden ayırmak, kurusun diye zavallının bedenine çaktıkları kocaman inşaat çivilerini ruhsuz yüreklerine çakmak istemiştim. Ağacım için günlerce gözyaşı döktüm. O benim arkadaşımdı. O benim dostumdu. O yitip giden ve bir daha asla gelemeyecek olan sevdiklerimin yadigarıydı. Aslında her ağaç, yaşanmış günlerin anısına kök salarak, yaşanacak nice günlerin ışığına yaprak açan en doğru tanıktı. Belki, gölgesinde bir şehidin dinlendiği, belki yaşlı bir çiftin torunlarına anlattığı masalların kahramanı, belki genç bir kızın dudaklarına konan ilk öpücüğün şahidi, belki de kollarında küçük bir çocuğun sevinç çığlıkları attığı salıncağı idi. Her şeyden öte yemyeşil bir ömürdü ve bu ömrü kesip atmaya, yok etmeye hiç kimsenin hakkı yoktu. Ağacım, Sevincim, kederim, Bil ki en iyi dostumdun sen benim. Bir canım değil, bin canım olsa, Sana feda ederdim. Yazık ki! Zamana karşı koyamayan ben gibi. Seni de zamana esir ettim. Kırdılar kolunu kanadını, Yetişemedim kurtaramadım seni, Dertlerimle beraber o kadar büyüdüm ki! Gayrı olsan da kar etmez. Artık sen bile saklayamazsın beni. Nilgün SARIGÜL 08.02.2007
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Nilgün SARIGÜL, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |