Geçmiş ölmedi. Henüz geçmedi bile. -William Faulkner |
|
||||||||||
|
Uzaklaşmak… Her şeyi bir kenara bırakmak… Çekip gitmek uzak dünyalara… Kimsesizce… Hep aklında bu düşünce vardı. Hep başı sıkışır, düşünür düşünür, ama bir türlü çıkış yolu bulamazdı. Kimseye kızamazdı, kimseyi haksız bulmazdı, ama kendisi de haksız değildi. Kimse sorumlu değildi bu olaylardan, kendisinin de sorumlu olmadığı gibi. Kimdi peki? Hep kafasında bu soru vardı; kim ve neden? Geceleri başını yastığına koyduğunda kalbinden bir güç, onu yukarı çekerdi. Görünmeyen bir el de bu güce destek olurdu. Ama başı ağır gelirdi vücuduna. Bir türlü baş edemezdi bu güç onun düşünce yüklü kafasını kaldırmaya. Beyninden aşağı okyanus akardı, fırtınalar kopardı, yangınlar inerdi. Çok acı çeker, dudakları kurur, gözleri kıpkırmızı kesilirdi. Midesine kramplar girer, acıdan dizleri midesine yapışırdı. Nefes alamaz, yutkunamaz, boğulurdu. Uyandığında sabah olmuştu. Acıdan, kandan şişmiş gözlerini yavaşça araladı. Yataktan doğruldu. Hala uyanamamıştı. Ellerine baktı. Parmak uçları morarmıştı. Elleriyle gözünü ovuşturdu. Yastığına baktı. Sağ köşesi yırtılmıştı. Yine düşündü. Dün yatarken böyle bir yırtık yoktu. Çok titizdi, yırtık bir yastıkta asla yatmazdı. Yatağını düzeltti ve pencereye yöneldi. Perdeyi araladı, pencere buğulanmıştı. Amaçsızca, anlamsızca yukardan aşağı yavaşça süzülen bir damlayı izlemeye başladı. Damla bir sağa bir sola yön değiştiriyordu. Her yönelişi onu biraz daha büyütüyor, biraz daha hızlandırıyordu. Gözleri aşağı doğru artık hızlıca inen damlanın üzerindeydi. Artık damla pervazdaydı ve artık damla da değildi, şimdi okyanusundaydı. Umutsuzca sağ elini cama götürdü buğuyu silmek için. Bir an öylece kalakaldı. Çocukken çok severdi cam buğusuna ismini yazmayı. Yazar siler bir saat sonra yine yazardı. Bu sefer sol elini kaldırdı ve ismini yazmaya başladı eskiden olduğu gibi. Farklı bir addı yazacağı şimdi. Her şeyden önce sağdan başladı yazmaya ve tüm harfleri ters yazdı. Artık kendini böyle rahat hissediyordu. Hayatında normal giden hiçbir şey yoktu zaten. Her şey ters bile gitmiyordu, -sadece bir şey biliyordu- o da her şeyin karmakarışık olduğuydu. Umursamazca dudağını büktü ve camda yazılı adını sildi. Dışarıda her şey çok güzeldi. Çocuklara imrendi, kaygısızca oynayan, henüz hayatın gerçekleriyle yüzleşmemiş çocuklara. Onlar gibi olmak için nelerini vermezdi ki. Sonra bakkal Kamil’e baktı, yine kasap Kemal’le atışıyordu. Hep sevmişti bu sıcak atışmayı. Ellerindeki o sıcak çay olmayı arzuladı. Bir anlık sıcaklık, lezzet, rahatlık olmak istedi, onların ellerinde. On dakika sonra da bitmek… Odasının kapısı çaldı. Kahvaltının hazır olduğunu, birazdan çıkması gerektiğini hatırlatan ses, babasından başkası değildi. Üzerine gri bir hırka alıp odadan dışarı çıktı. Önce lavaboda elini yüzünü yıkadı. Su buz gibiydi. Yüzüne her su çarpışı yeniden uyandırıyordu onu. Göğsüne doğru akan su damlalarıysa içini daha bir üşütüyordu. Üşümeyi severdi oysaki. Tüylerinin diken diken olması, esen soğuk rüzgâr, soğuk yatak hep tercihiydi. Ama artık her üşümesi her ürperiş ona eski anılarını hatırlatıyordu. Esen rüzgâr onu yine üşütüyordu, ama bu sefer üşütmesi yeterli değildi. Rüzgârın fırtına olmasını, kendini uçurmasını, kendisinin bilmediği ve kimselerin de olmadığı bir yere götürmesini istiyordu. Kuru bir umuttu, ama umuttu işte. İstediği tek şey uzaklaşmaktı, bazen esen rüzgârla, bazen uçan kuşla… Masaya oturdu babasıyla. Bardağa akan çayı seyredaldı. Sonra da babasına baktı. Artık yaşlanmıştı. Annesinin ölümünden sonra çok geçmişti babası. Aklı başında adamdı. Zaten yaşlı da sayılmazdı. Sadece yalnız kalmak ve yanında bir dert ortağının olmaması, bir uğraşısının olmaması sorundu. Öğleden sonraları çarşıda biraz gezer, sonra da mahalle kahvehanesinde çay içer, oyun oynardı. Akşam çıktıktan sonra da evine geri dönerdi. Babası hep mesafeli davranmıştı ona. Hiçbir zaman ona nasılsın, derdin sıkıntın var mı dememişti. Baba sevgisine hasret büyümüştü ama hiç de bunu sorgulamamıştı. Ailelerinin yapısı böyleydi zaten. O da babasından böyle görmüştü. Babasının aldığı ekmek çıtır çıtırdı, taptazeydi. Bir parça kopardı ve kahvaltısını yapmaya başladı. Peynir çok lezzetliydi, en sevdiği çeşittendi. Mutfak sıcacıktı. İlk kez bu sıcaklığı sevdi. Hiç yemediği zeytinden bir tane aldı. Birden kaşlarını çattı ve yine düşünmeye başladı. Ne yapıyordu kendisi? Neden bu kadar düşünce dünyasına saplanmıştı? Oysaki böyle yaparak çevresindeki güzellikleri görmeyi reddediyordu. Neden bazı şeylerin farkına varamamıştı? Şu kahvaltıyı bir gün kendisi hazırlayabilirdi. Ya da babasına bir gün gülümseyebilirdi. Ya da babasının hal hatırını sorabilirdi bir gün. Ya da, ya da, ya da… Hep kendi muhasebesini yaptı. Hep kendini sıkıştırdı nedensiz yere. Olayları, insanları kendi akışında görmek istemedi. Önce onları sorguladı, çözüm bulamadı, sonra kendine döndü, yine çözüm bulamadı, ama hep kendinde patladı. Yüreğini yıprattı, beynini ağırlaştırdı. Artık böyle olmamalıydı. Şimdi yüzünde kararlılık gülümsemesi belirdi. Yarın erken uyanıp fırına gidecek, sıcacık susamlı ekmeklerden alacaktı. Sonra nefis bir kahvaltı hazırlayacaktı, sonra da babasını uyandıracaktı. Ona nasıl olduğunu sorup, kahvaltı hazır diyecekti. Ona sürpriz yapacaktı. Kahvaltıdan sonra dışarı çıkacak, maç yapan çocukların toplarına bir tekme de o vuracaktı. Mahalle kahvehanesindeki beyleri selamlayacak, bakkal Kamil’e ve kasap Kemal’e hayırlı işler diyecek sahile gidecek, balık tutan yaşlı amcalara rast gele diyecekti. Birden kendinde bir rahatlık hissetti. Yüreği esnedi, gevşedi. Beyni hafifledi kafasında… Bir siren sesi duydu. Babasına hayırdır der gibi baktı. Siren sesi yaklaştı yaklaştı, sanki kendi kapılarının önünde durdu. Babası da ona bakıyordu şimdi. Masmavi gözlerinden süzülen bir damla önce yanaklarını yaladı sonra da çayına düştü. Babası ağlıyor gibiydi. İlk kez babasını böyle görüyordu sanki. Yutkundu ve bu gözyaşları neden baba dercesine baktı. Hiçbir şey anlamıyordu. Birden kapı zili çaldı. Hiç bu kadar acı çalmamıştı oysaki bu zil. Kapıya bu sefer kendisi yöneldi, kolu tuttu, anahtarı çevirdi ve kapıyı açtı. İki kişi vardı kapının önünde biri genç biri otuz beşlerinde iki kişi. Arkalarında da bir ambulans. Kafasını yavaşça babasına çevirdi. Babası yerinden kalkmamıştı, sadece ağlıyordu. Dudaklarından sadece birkaç kelime çıktı. “ama… baba… yarın… sürpriz…” Sağında genç doktor, solunda daha olgunu beyaz sirenli araca yöneldiler. Bir an hep düşündüğünü düşündü. NEDEN? Artık istediği tek şey uzaklaşmaktı… Her şeyi bir kenara bırakmak… Çekip gitmek uzak dünyalara… Kimsesizce… Doğru yere gidiyordu… Funda Doğan 28 Kasım 2007
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Funda Doğan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |