Sevginin bulunmadığı yerde us da arama. -Dostoyevski |
|
||||||||||
|
Birkaç sarsıntı ve motor homurtusuyla uyandım. Otobüs kapılarının açılmasıyla içeriye dolan sabah serinliği ürpermeme sebep oldu, hırkayı iyice sardım üzerime. Yolcuların bazıları hala uykudaydı, uyanık olanlar ise ihtiyaçlarını karşılamak maksadıyla otobüsten inmek hazırlığındaydılar. Yanımdan geçen muavine seslendim: "Afedersiniz, neredeyiz?" "Aydın, efendim" Tekrar geriye yaslanıp, "Aydın..." diye kendi kendime tekrarladım. Dışarıya baktım; henüz erkendi bu yüzden yazıhanelerin çoğu kapalıydı. İleride bir büfe, bir de yolcu salonu olduğunu gördüm. Dikkatimi çeken bir başka şey daha oldu; gündüzleri çok kalabalık olmalıydı buraları, buna rağmen tertemizdi her yer, yerlerde ne sigara izmariti ne de yiyecek artıkları vardı. Arkama yaslanıp, düşüncelerden uzak seyre daldım. Başıboş bir köpek dolanıyordu ortalıkta. Bir otobüsün hemen yanında sigara içen adama doğru baktı, bir de büfenin önündeki küçük kalabalığa. Sonra birkaç metre ötedeki çöp bidonuna doğru ilerledi. Birden hoparlörden gelen bir tıkırtı, ardından bir de kısa öksürük duyuldu. Köpek bu ani ses yüzünden ürkmüş, kuyruğunu bacakları arasına alıp hızla uzaklaştı. Otobüsün birkaç dakika sonra kalkacağı anons edilmişti. Otobüsten inenler birer birer geriye dönmeye başlamışlardı. Yüzlerinde az önceki uykulu ifadeden eser kalmamıştı; bazılarının ellerinde küçük kahvaltılık paketleri vardı. İçerisi poğaça, börek koktu. Arkadan bir çocuk ağlaması duyuldu. Birbirine karışan konuşmaların, bagaj bölmesinden indirilip tekrar yerleştirilen çantaların gürültüsü; muavinin yiyeceklerle ilgili yaptığı kısa uyarılar, son ana kadar dışarıda beklemeyi yeğleyen birkaç kişinin binmesi ve en nihayet şoförün motoru çalıştırmasıyla otobüs hareket etti. Cama doğru dönüp kıvrıldım koltukta, sebepsiz bir yorgunluk üstüme düşmüş, tüm direncimi un ufak etmişti. Otobüs gittikçe hızlanırken gözkapaklarımın açık tutamayacağım kadar ağırlaştıklarını hissettim. Düşünceler hala uyanık ve berraktı zihnim. Ara sıra kayıp olduğum uyuklamalardan birinin ucundaydım yine. Tuhaf bir hal; iki yerde birden bulunmak gibi gerçekte mümkün olmayan bir durum. Çocuk ağlaması hala kesilmemişti. Bir kadının, telkinlerde bulunur gibi değişmeyen bir ses tonuyla, hep aynı perdeden konuşması duyuluyordu. Muavin bir geri bir ileri otobüsün dar koridorunda gidip geliyordu. Dışarıyı seyreden gözlerim yetişemez olmuştu kayıp geçen manzaralara, kah ağaçların dallarında, kah gökyüzü mavisine takılıp kaldılar. Uyandığımda portakal bahçelerini fark ettim. Mevsimlerden kış olmasına rağmen yemyeşildi her yer. Solda birden yükselen tepeler, sağımda ise dümdüz araziler vardı. Solda sıradağlar, sağımda ise ovalar uzanmaktaydı. Tepelerin yüksek kısımlarında karın beyazlığı, aşağılarda ise yeşillerin cümbüşü vardı. İleride bir kasaba görünmüştü, "yolculuğun sonu yaklaştı" diye düşündüm.. Kasaba girişinde eski bir köprü dikkatimi çekti, upuzun, dümdüz bir yolun hemen başındaydı. Yeni inşa edilmiş evler bu yolun iki tarafına dizilmiş, sanki hiç kimse yoldan ayrılmak istememiş gibi, yol boyunca bir yerleşim oluşmuştu. İlerledikçe, kasabanın eski kısmının dağın eteklerine kadar yayıldığı göründü. Bahçe içinde, çoğunlukla tek veya iki-üç katlıydı evler. Kalın taş duvarlı eski binalardan biri önünde durdu otobüs. Yolcuların inmesini bekledim, nasılsa acelem yoktu. Bindiğim taksinin şoförüne nerede kalabileceğimi sorduğumda "Gönül abla'nın Zeytin Pansiyon'unda" diye cevap vermişti. Beyaz badanalı iki katlı geniş evin bahçe kapısından girdiğimde beni karşılayan ellili yaşlarında bir kadın oldu. "Gönül Abla olmalı" diye düşündüm. Orta boyda, ne zayıf ne de şişman denecek yapıda, buğday tenli, omuzlarına dökülmüş kırlaşmış saçlarını bant şeklinde katladığı çiçekli bir yazmayla toplamış, içten gülümseyen bu kadına birden, sebepsiz bir yakınlık duymuştum. "Hoş geldiniz! Ben Gönül, yolculuğunuz iyi geçti inşallah, buyurun..." Kadının içtenliği sesine de yansımıştı. İki kanatlı kapıdan girdiğimde büyük bir salonda buldum kendimi. Yukarı kata giden merdivenlere yakın bir koltuk takımı, diğer tarafta ise kocaman bir yemek masası vardı. Koltukların üstünde el işi işlemeli yastıklar, yemek takımlarının, bardakların bulunduğu büfenin içine serilmiş beyaz dantel örtüler sıcak bir yuva izlenimini bırakıyordu. Mutfakta pişen yemeğin rahatsız edici olmayan kokusundan belliydi ki maharetli ellerden çıkmıştı. Duvarlarda asılı birkaç tablonun aslında işlenmesi oldukça zahmetli renkli goblen işleri olduğunu da fark etmiştim. Kalacağım oda ikinci kattaydı, zaten benden başka da kimse yoktu. Pamuklu, beyaz bir pike ile örtülü yatağın kenarına oturduğumda yanımda hiç eşya olmadığını ancak düşünebildim. Ev sahibesinin ikindi kahvaltısı teklifi geldi aklıma, uzun zamandır bu kadar acıktığımı hatırlamıyordum. Salonda kimseler yoktu. Televizyon açıktı. Koltuğa oturup sehpanın üzerindeki gazetelere baktım, okumak gelmedi içimden. Televizyon kumandasını alıp rasgele basmaya başladım düğmelere. Mutfaktan elinde çay fincanları olan bir tepsiyle çıkıp geldi Gönül Abla, her gün görüştüğü birisiymişim gibi davranıyordu. Dumanı tüten çayın içine attığı incecik limon dilimlerinin çıkardığı kokuyu çektim içime. Arka arkaya içilen iki büyük fincan çay ve bir parça kek iyi gelmişti. Bütün bu zaman içerisinde Gönül Abla'nın İstanbul'da okuyan Tayfun adında bir oğlu olduğunu, işçi emeklisi kocasının ise birkaç kilometre ötedeki tatil köyünde bekçilik yaptığını öğrenmiştim. Oğlunu çok özlediğini söylerken gözleri dolmuştu. Aynı anda dışarıda duyulan köpek havlamasıyla kendini hemen toparlayıp "Figen geldi" dedi. Sokağa bakan pencereden dışarıya bakarken "Kar mı yağıyor, ne?" diye kısa bir sevinç çığlığı atmıştı. İlk önce ben de öyle sanmıştım fakat iyice bakınca yukarıdan aşağıya uçuşarak düşen kar taneleri sandığımız şeylerin küçücük beyaz kağıt parçacıkları olduklarını gördüm. Zaten kısa süre sonra da son defa bu kez daha da kalabalık indiler kağıt kırpıntıları ve ardından genç bir kızın gülümseyen yüzü belirdi pencerenin önünde. Kadın "Ah, Figen, sen miydin kızım!" diye kahkahalarla gülmeye başladı. Figen, lise birinci sınıfta okuyan evin kızıydı. Zayıf, ince bedeni dal gibi kırılgan olduğu izlenimini veriyordu ve herkeste pek rastlanmayan farklı bir zarafete sahipti. Çıkık elmacık kemikli yüzüne çok yakışan koyu kahverengi iri gözleri vardı. Uzun siyah saçları iki örgü halinde toplanmıştı. Annesine öyle bir sarılması vardı ki, ikisi arasındaki sevgi bağının ne kadar güçlü olduğunu hissetmemek imkansızdı. "Kar mı yağdırdın kızım?.." "Senin için annem, ne kadar sevdiğini biliyorum..." O akşam geç saate kadar, ev sahiplerimle birlikte yenen yemekten sonra, salonda oturdum. Gönül Abla, adının İlhan olduğunu öğrendiğim kocası ve kızları Figen ile birlikte. Figen'in babası pek konuşkan birisi değildi; yüzündeki huzurlu ifade, gözlerindeki mutluluk pırıltıları belki de söylenecek pek çok güzel kelimeden daha çok şey anlattılar. Hiç tanımadığım bu kişilerin yanında kendimi çok iyi hissetmiştim. Aslında Gönül Hanımın Gebze'li olduğunu, ailesinin Osmanlı zamanında Batı Trakya’dan gelip oraya yerleştiğini öğrendim. Kar özlemi belli ki oradan kalmıştı, bunu bilen Figen de ona şahit olduğum sürprizi hazırlamıştı. Kendimi iyi hissetmemin sebebi bu insanların içtenliği mıydı, geldiğim bu kasaba mı, yoksa bana hiç soru sormadan, önyargısız, beklentisiz beni aralarına kabul etmeleri miydi?.. Bu duyguların dalgalı okyanusu içimde çalkalanırken, başka vakitler de yakalandığım, kendisi de çaresiz bir çaresizliği hissettim yine. Bir yere ait olmanın kavurucu arzusu ve büyük bir boşluğun çaresizliği... Beni götürdüğü yerde bulunmayı beklemek miydi çıktığım her yolculuk?.. Bulmayı ummak mıydı? Diğer bir beni... Sabah erkenden uyandım. Herkes derin uykudaydı henüz. Salona inip pencere kenarında oturdum. Gördüğüm manzara şu duvarda asılan goblendi sanki; huzurlu ve renkli. Adını bilmediğim bir sarmaşık lila renginde çiçek açmış, pencerenin bir yanından yukarıya doğru sarılıp tırmanmıştı. İçimde o tanıdık, gittiğim her yerde beni bulan o acıtan boşluk hissi; bu manzaranın içinde de yoktum... Gitme vakti gelmişti, gitmeliyim... eylül
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2025 | © eylül, 2025
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |