Sorularla dolu bir kitap... hiçbir zaman eksiksiz olamaz. -Robert Hamilton |
|
||||||||||
|
Politik İllüzyon ve Babil’in iskambil kuleleri Nabukadnezar, kan ve gözyaşının sel gibi aktığı topraklarında tarihte benzerine az rastlanır bir kudret ve iktidarın sahibi olmuştu. Tahtını korumak ve sürekli kılmak için sarayında devrin en akıllı ve en bilgili adamlarından oluşan bir danışman ordusunu daima hazır bulundururdu. İçinden çıkamadığı müşkül durumları çevresindeki bu danışmanlara açar ve üzerinde karar kılınan çözümleri hayata geçirirdi. Böylece danışmanlarının sadakatini de kazanmış olurdu. Yönetimde sevgili eşi Amytis’in görüşleri de dikkate alınırdı. Pers asıllı Amytis dünyalar kadar güzel ve bir o kadar zeki ve zarif bir kadındı. Babil bahçelerinde birbirinden güzel çiçeklerin bakımı ile bizzat kendisi ilgilenir ve bahçenin kulaktan kulağa yayılarak çevre ülkelere kadar ulaşan şöhreti yaptığı işten gurur duymasına neden olurdu. Eşini çok seviyordu. Bağlıydı kendisine. Çiçeklerle dolu bu uçsuz bucaksız bahçelerde mutluluğunun doruğundaydı Amytis. Bir gün gelip bu mutluluğun bozulmasından endişe duyuyordu. Ülkesini kasıp kavuracak bir veba salgını kocası da dâhil olmak üzere sevdiği, değer verdiği her şeyi bir anda yok edebilirdi. Yada kudretli Babil ordusu neredeyse hiç eksik olmayan savaşlarından bir gün başsız olarak geri dönebilirdi. Ne olacaktı o zaman? Ne ile teselli bulacaktı?...( Devam Edecek) Uzandığı yatağında, yorgun düşen bedeni daha fazla direnmeden uykunun tatlı rehavetine yenik düşmüş ve kraliçe gözlerini kaparken şu sözleri mırıldanmaktan alamamıştı kendini; “ Ey ulu Tanrı, rüzgârın içinde duyduğum ses biliyorum ki sana ait. Küçük ve güçsüz şu halimle ben, senin çocuklarından biriyim yalnızca ve senin gücüne, bilgeliğine ihtiyacım var. İzin ver, hep güzellikler içinde yürüyeyim ve gözlerim daima farkına varabilsin kırmızı, mor günbatımlarının. Ellerim, şu yarattığın kullarının yararına olacak işler koyarak ortaya sana olan bağlılığıma delil olacak işler üretsin. Kulaklarım açıkça duyabilsin sesini. Beni öylesine bilge yap ki, insanlarıma yaptıklarını öğrenebileyim, kayalara, kumullara, yapraklara gizlediğin gizemi anlayabileyim. En büyük düşman olan kendi benliğim ile savaşıp beni sana ulaştıracak o gücü bulabileyim ve hazır olayım sana gelirken. Temiz eller ve müşfik gözlere, öyle ki yaşam bir günbatımı gibi solmaya başladığında ruhum sana saf ve lekesiz gelebilsin. O güne kadar tüm insanları ve ailemi koru Tanrım!” Nabukadnezar, danışmanlarıyla yaptığı toplantıyı bitirdiğinde gece bir hayli ilerlemişti. Eşinin yanına geldiğinde onu uykuda buldu. “ Kraliçe, derin bir uykuda. Ne kadar da masum bir görünüşü var. Şu haliyle bile Tanrıları kıskandıracak kadar güzel ve alımlı.” Dedi usulca. “ Acaba ona farkında olmadan en büyük kötülüğü mü yaptım, onu şu ıssız çöllere getirerek! Biliyorum ki avutmayacak onu; Ne Babil’in asma bahçeleri, ne şu güç ve ne de saltanatım! O benim içimde, benden başkasının bilemediği ruh halimin, ete kemiğe dönüşmüş canlı bir kopyası. Ne var ki, o dahi bilmemeli, sırrına ulaşamamalı yüreğimdeki şefkatin. Tanrın Apat, seni tüm kötülüklerden korusun güzel kraliçem! ” dedi ve usulca öptü yanaklarından eşini. Yan odaya geçtiğinde henüz ayakta olan sadık hizmetçisine seslenerek kendisi için bir madhu iksiri hazırlamasını istedi. Hizmetçi, efendisinden aldığı direktif üzerine odadan koşarcasına uzaklaşırken yardımcılarından derhal başrahibi uyandırmalarını istedi. Başrahip gecenin şu vaktinde uyandırılmaya alışkındı. Koridorda koşuşturan ayak seslerini duyduğunda, acelenin kendisi için olduğunu anladı . Daha adamlar odaya ulaşmadan hazırlanmış ve yanına gelenleri kapıda karşılamıştı. Rahip, oradan ayrılmadan önce madhu iksirinin yapımı için gerekli olan malzemeleri aldı odadan. Sarayda ki tapınağa acele ile koştururken sabah önemli bir hareketliliğin yaşanacağını düşündü. Neydi acaba bu! Şu son günlerde Kral Nabukadnezar’ı bu kadar tedirgin eden ne olabilir di? Bir taraftan bunları düşünürken öte yandan usulca; “Asil bir soydan geliyorum nede olsa! Ülkemin geleceğini ilgilendiren konulara karşı kayıtsız kalmak doğru olmaz.” Diye mırıldandı. Gizli bir nefretle iyice kıstığı bakışlarını tapınağa uzanan koridorda dikkatlice gezdirip çevresinde kimsenin bulunmadığından emin olunca bu kez daha yüksek bir sesle konuşmasına kaldığı yerden devam etti; “ Hem büyük babam bir zamanlar, bu hanedan tarafından tahtından alaşağı edilmemiş miydi…! Ben ki, damarlarımda, büyük Kral Shamasshum-Ukin’in asil kanını taşıyorum; O halde, bu hanedana günü gelince geçmişin hesabını sormak, atalarımın üzerimde bir hakkı! Ey ateş tanrısı Athar, o güne dek içimdeki kini diri tut ve bana güç ver.” Başrahip Esarhaddon son cümleyi bitirdiğinde tapınağın kapısına ulaşmıştı. Bakışlarını çevrede son bir kez sinsice dolaştırdıktan sonra içeri girdi. Bu tapınak kral ve kraliçenin kullanımı için yapılmış ve Babil’de halka açık, oldukça gösterişli diğer tapınaklardan farklı olarak gayet sade bir mimariyle fakat oldukça zarif bir şekilde inşa edilmiş küçük bir mekândı. Kraliçe, çok sevdiği eşine rağmen Babil tanrılarına tapınmayı kabullenmediği için Nabukadnezar tarafından kraliçenin inançlarına uygun bir şekilde yaptırılmıştı. Üstelik tapınağın pencereleri, asma bahçelerini görüyordu. Kraliçe nerede ise bütün bir gününü geçirdiği bahçelerin bakımından sonra ibadet ve dinlenmek amacıyla bu tapınağa gelir ve zamanın çoğunu burada geçirirdi. Nabukadnezar onun bu haline alışmıştı. Durumuna sevindiği söylenemezdi fakat hiç olmazsa kraliçe oyalanabiliyordu burada. Kendisini güvende hissediyordu. Yeterliydi bu kendisi için. Nabukadnezar, arada bir bu tapınağa gelir, eşinin ateş gede karşısında düşüncelere dalarak yaptığı ibadeti sessizce izler ve çoğu zaman o fark etmeden usulca ayrılırdı oradan. Esarhaddon, ateş kültünü iyi bilen bir rahipti. Madhu iksirinin mistik gücünü çoğu kez tecrübe etmiş, vücuda ne denli yararlı bir iksir olduğunu içenler üzerinde gözlemleme fırsatı bulmuştu. Yapımı oldukça hüner gerektiren bu iksir, Parslar arasında asırlar boyunca kullanılmış ve yapımına ne zaman, kimler tarafından başlandığı pek bilinmese de o dönemlerde hanedan mensupları, rahipler ve soylu ailelerce yaygın olarak kullanılmaktaydı. Yapımı dini bir merasim eşliğinde gerçekleşen Madhu iksiri özel günler için hazırlanırdı. Lohusalık döneminin ardından eski zindeliğine kavuşmak isteyen soylu ve varlıklı bir kadın, Madhu iksirinin tılsımlı şifasından medet umardı çoğu kez. Ya da evliliğe adım atacak genç çiftler, bu beraberliğin bal gibi tatlı ve huzurlu olması dileğiyle yine Madhu iksirine başvururlardı. Kraliçe, hamileliğinin son aylarında düşük yapmıştı. Aylarca kendi canından can kattığı yavrusunun karnındaki kıpırdanışlarını ne büyük bir mutlulukla izlerdi oysa. Ellerini karın bölgesinde dolaştırır, rahminde büyüttüğü çocuğun her bir kıpırdanışında analık duygusunun şefkatiyle okşardı onu. O güzel, tatlı sesiyle maniler okur, doğacağı günleri sabırsızlıkla beklerdi. Bu arada karnındaki kıpırdanışlar azalır, uysallaşırdı minik yavru. Çocuğuyla kendi arasında güçlenen bu bağ karşısında Kraliçe duygulanır, yanaklarından sımsıcak akan gözyaşlarına engel olamazdı. Fakat o talihsiz günde yaşananlar, Kraliçenin tüm mutluluğunu alıp götürmüştü beraberinde. Hayatını zindana çevirmişti. O, henüz dünyaya getiremediği minik yavrusunu kaybetmesine neden olmuştu. Kraliçe yaşadıklarından sonra kendine geldiği daha ilk anda ellerini karnına götürmüş fakat oranın bir mezar kadar boş ve soğuk olduğunu ürpererek fark ettiğinde derin bir “ahh” çekmişti. Nabukadnezar, ellerini sıkı sıkıya tuttuğu Kraliçenin gözlerinden boşanan sessiz gözyaşlarını izlerken, onun ne kadar soylu bir yaratılışa sahip olduğunu düşünmekten alamıyordu kendisini. Benzersiz güzellikteki bu yüz, acıyla nasıl renkten renge giriyordu böyle! Alın kenarlarında çiğ taneleri gibi öbek, öbek bezenen ter damlalarını elindeki ipek mendille silen Nabukadnezar, çaresizlik içinde bu güzel kadının yanaklarından öptü ve “ Kraliçem bunlarda geçecek bir gün, kendinize gelin artık” diye fısıldadı kulağına. Nabukadnezar, dostlarıyla yaptığı sohbetlerde, Parslara özgü Madhu İksirinin gizemli gücü hakkında anlatılanları bir masal gibi dinlerdi. Hayal gücü geniş olan Parsların, efsane niteliğindeki söylemlerinden biri olarak görürdü anlatılanları. Fakat şimdi tamamen çaresizdi. Babil’in önde gelen tüm hekimleri durumu günden güne bozulan Kraliçenin sağlığı karşısında aciz kalmışlardı. Bunun üzerine Nabukadnezar, Madhu iksirinin içeriğini araştırmak üzere başrahip Esarhaddon’u görevlendirmiş ve aylar süren araştırmalarından sonra Esarhaddon, beklenen haberle birlikte dönmüştü Pars diyarından. Gecikmeden hemen Kralın huzuruna çıkmış ve - “Madhu iksiri bir efsane değil hükümdarım! Hakkında anlatılanlar tamamen gerçek. Orada gördüklerimden sonra bir ölüyü bile dirilteceğine inanmaya başladım bu iksirin” demişti. Nabukadnezar bu arada gittikçe zayıflayıp güç ve dermanını iyice kaybetmiş olan Kraliçenin durumu karşısında vakit geçirmeden bu iksirin hazırlanması talimatını verdi başrahibe. Esarhaddon, yolculuğundan dönerken oradan beraberinde iksirin yapımını çok iyi bilen rahipler getirmeyi ihmal etmemişti. Birlikte çalışarak kısa bir sürede hazırladılar iksiri. Nabukadnezar, sevgili eşine vermeden önce kendisi içti kâseden. Tadı biraz buruk gibi olmasına rağmen içimi fena değildi iksirin. Kraliçe, iksiri kullanmaya başladığı daha ilk günlerde toparlamaya başlamıştı kendisini. Ardından hızla iyileşmiş ve eski sıhhatine kavuşmuştu. Bunun üzerine Nabukadnezar, başrahip Esarhaddon ve beraberinde getirdiği adamlara oldukça cömert davranmış, Babil topraklarından geniş araziler vererek ödüllendirmişti onları. Madhu iksirinin Babil sarayında kullanımı işte böyle başlamıştı. (Devam edecek) Esarhaddon’un itina ile hazırlayıp kendisine sunduğu iksiri yudumlarken düşünceliydi Nabukadnezar. Sıkıntılı bir şekilde çıktığı balkonda gecenin sessizliğini dinledi bir süre. Gökyüzündeki yıldızların pırıltısı mehtabın o göz alıcı aydınlığıyla yarışıyordu sanki. Hemen önünde kayan bir yıldızın ardından ufukta beliren ışık huzmesinin birkaç saniye içinde karanlıklara yenik düşmesini izledi. Bunun üzerine kararlı bir ses tonuyla “Saltanatım, bu kadar kısa süreli olmayacak!” diye mırıldandı. Kararlılığı yerini az sonra endişeye bırakmıştı çünkü çölün derinliklerinden bulunduğu yere kadar ulaşan vahşi hayvan ve kurt ulumaları kırmıştı bu cesareti. Sırtlanların, buldukları leşin üzerine nasıl bir sürü halinde saldırdıklarını, açlıktan gözü dönmüş bu hayvanların bir lokma et için birbirlerini nasıl parçaladıklarını hatırladı. Hep var olmak içindi bu kavgalar. Akan kardeşkanı, o leşten alınacak bir pay içindi. Kavga, güçlü olanın adalet kaygısı gütmeden o vahşi kalabalığı dize getirerek alınmasına izin verdiği küçük lokmalarla yatışırdı çoğu kez. Baş olan, kendi geleceğini güven altına almak için o sürünün yaşamasına izin verirdi. Bu kavgalar bazen baş olma derdinde olan hayvanın feci şekilde yaralanmasıyla da sonuçlanabilirdi. O vakit, sürü içinde çıkan kavgaların ardı arkası kesilmez ve sürünün büsbütün dağılmasına neden olurdu. Ben dedi Nabukadnezar; tedbiri olmayan acemi bir lider olmayacağım! - Saltanatımı çepe çevre kuşatmış olan şu sırtlanlara halkımı ve ülkemi yem etmeyeceğim. Zayıf olmayacağım! - Beslenmem gerektiğinde şu zavallı hayvanlar gibi leşle yetinmeyecek, krallara layık sofralar kurduracağım ülkemin dört bir tarafında. - Gözlerin henüz görmediği, dünyanın bütün hazinelerini Kraliçem ve halkımın önüne sereceğim! - Kuzeyinden güneyine, doğusundan, batısına kudretli ya da kudretsiz bütün krallar hükmüm altına girecek! - Her kim bu iradenin karşısında durma basiretsizliğini gösterirse başı vurulacak! Oğulları katledilecek, kızları sürülecek! - Eyy, ateş tanrısı Athor! Ahdim olsun bu söylediklerim. Şu kayan yıldızlar şahidim! - Bana güç ver ki, ahdim önünde engel olana gökyüzünün yıldırımlarını yağdırabileyim. ( Devam edecek) Asma bahçelerinden buram, buram yayılan çiçek kokularının, o doyumsuz çeşnisiyle harmanlanan havayı derin, derin soludu. Temmuz sıcaklarının etkisiyle gün boyu bahçede boynu bükük kalan renk, renk çiçekler sanki tüm hünerlerini ortaya koymada birbiriyle yarışa girişmiş ve şu serin çöl esintilerine tüm beceri ve kazanımlarını teslim etmişlerdi. Esintinin güçlenerek tekrarlandığı her bir hamlede Nabukadnezar, bu kesif aromayı daha bir istekle çekiyor ciğerlerine ve biricik eşi Amytis’in yüreğinden kopup gelen bu şefkat dalgasını vücudunun tüm zerrelerinde hissediyordu. Berrak bir su damlası kadar hayat dolu olan bu coşkunluk, şu uçsuz bucaksız çöle tek başına yetip artmaktaydı. Kraliçenin varlığından en az kendisi kadar Babil halkı da son derece hoşnuttu. Nabukadnezar, günün yorgunluğu ile ağırlaşan gözkapaklarına direnemedi fazla. Oturduğu kerevetin üzerinde derin bir uykuya daldı. Sarayın balkonuna sık, sık çıkardı. Kendisiyle, düşünceleriyle baş başa kaldığı anlardı bunlar. Önemli kararların alınmasından önce, daha sık gelirdi buraya. Bu nedenle başta eşi Amytis de dâhil olmak üzere hiç kimse yaklaşamazdı yanına. Babil kralının uykuya dalmasında, şüphesiz ki içtiği iksirin de payı büyüktü. Zira iksir, bileşiminde uyuşturucu etkisi bulunan bir bitkinin kullanılmasıyla yapılıyordu. Oran doğru olarak tutturulduğunda vücudu gevşeten, rahatlık veren bu bitki, preslenirken yapılacak bir hata ile ya da ölçü miktarını aşan kullanımda ölümle sonuçlanan etkiler koyabiliyordu ortaya. Halüsinasyonların görülmesine neden olabiliyordu. Kral Nabukadnezar eğer bu nedenle ölecek olsa Madhu iksirinin etkileri hakkında yeterince bilgi sahibi olmayan Babil halkının olayı araştırarak sorumlu kişiye ulaşmaları neredeyse imkânsızdı. Başrahip Esarhaddon, Krala karşı içinde barındırdığı nefretin etkisiyle o gece, işte bu bitkiden bir ölçek yerine iki ölçek kullanmıştı. O’nun hayaller görerek gerçekle olan bağını koparmak istiyordu. Verdiği yanlış kararlar yüzünden güvenilirliği sorgulanacak ve bu da Esarhaddon’a Kral aleyhine harekete geçmek için aradığı fırsatı vermiş olacaktı. O’nun ani ölümü çıkarlarına uygun değildi. Nabukadnezar yavaş, yavaş ölmeliydi! Yapacağı her hata, Babil soyluları arasında önce hoşnutsuzluğun belirmesine ve bir süre sonra da bu hoşnutsuzluk, yerini taht kavgalarına bırakacaktı. Kral ise tüm bu olanları izleyerek kahrolacak! O azametli görüntünün yerine kuşku ve endişenin yıprattığı zavallı bir adam gelecekti. İşte bu, Nabukadnezar gibi hırslı ve kudretli hükümdarların kaldıramayacağı bir zilletti. Başrahip, Madhu iksirini hazırlarken bu düşünceleri taşıyordu. Fakat yaptıkları şüphe uyandırmamalı ve son derece dikkatli olmalıydı. Amacına adım, adım ilerlemeli, aceleci davranmamalıydı. Bu nedenle karışımın dozunu hemen arttırmadı. Bekledi. Etkilerini, zaman içinde Kral üzerinde görüp, arttıracağı dozun sonuçlarından emin oldukça, bu bitkiden bir tutam daha ekledi karışıma. Ama bu gece dozu biraz fazla kaçırmıştı. Huzursuz oldu yaptıklarından. Mabette işi biter bitmez odasına döndü. ( Devam edecek) Zaten kasvetli bir ruh haliyle uykuya dalmış olan Nabukadnezar, bu yorgunluğun üzerine bir de iksirin etkisi eklenince büsbütün kendinden geçmiş ve derin uykusunda o güne dek şuur altında biriktirdiği his ve düşünce dağınıklığıyla yüzleşmek zorunda kalmıştı. Rüya görüyordu şimdi. Eğer adına rüya denilebilirse bunların tabii! Birbirinden kopuk, uçuk kaçık izlenimlerdi gördükleri. Gerçi normal zamanlarda rüyada görmezdi. Şu yoğun işler arasında uykuya ayırabileceği zamanı mı vardı sanki! Uyuduğu o kısıtlı anlarda ise çoğu zaman dinlenemeden kalkardı tekrar. Rahat ve kaygısız bir uykunun özlemini hanidir duymaktaydı. Şimdi ise bütün bir benliği, uykunun o dayanılmaz etkisine kapılmış ve fırtınalarla dolu ömrünün bir bilânçosu gibi yaşadıkları şekilsiz, ilintisiz birer garip algılamalar bağıntısı şeklinde karşısına çıkmaktaydı. Önce adamlarıyla birlikte bir vahada gördü kendisini. Vahanın gölgeliklerine üçer beşer dağılmış olan askerler yorgunluğu atmaya çalışıyorlardı üzerlerinden. Kimi, ağaçların çepe çevre kuşattığı küçük göletten ellerindeki tulumlara su doldurmaya çalışıyor, kimi de yüksek sesle şakalaşıyordu aralarında. Bir taraftan üzerini başını toplamaya çalışırken öte yandan bağlandıkları yerde huysuzlaşan atları yatıştırmaya uğraşan askerler… Öfkeyle sağa sola komut veren subaylar… Kendi çevresinde adeta etten bir duvar oluşturan komutan ve yol arkadaşları. Geceyi geçirmek üzere konaklayacakları bu yerde kurulmaya çalışılan çadırları sanki orada yeniden bunları yaşıyormuşçasına gördü Nabukadnezar. Ardından bu kez biricik eşi Amytisle beraber asma bahçelerinde gördü kendisini… El ele tutuşmuş, aralarında sessizce konuşurken. Amytis’in tebessüm eden yüzü, kendisine yönelmiş mutluluk dolu bakışları. Üzerindeki yeşil ipek elbisenin uçuşan kıvrımları ve bunun teninde dalga, dalga akışı… Nabukadnezar, başındaki altın miğferi çıkararak sağ kolu altına alıyor, sıcağın etkisiyle terleyen vücudunda, altın zırhın ağırlığı iyice çekilmez bir hal alıyor. Tam, bunu da üzerinden çıkarmayı düşündüğü bir anda bakışlarını birden kendi ayaklarına yöneltiyor ve gördükleri karşısında hayretler içinde kalıyor çünkü ayaklarında bulunan sandaletlerinde altından olduğunu görüyor. Bir anlam veremiyor, garip buluyor bu gördüklerini. Bakışlarını kaldırıp Amytis’e çevirdiği sırada nereden geldiklerini anlamadığı pek çok insan beliriyor çevrelerinde. Üst başlarındaki elbiselerin paramparça olduğu bu insanlar kızgın ve öfkeli. Homurtular halinde sayıklayarak üzerlerine doğru geliyordu! Nabukadnezar, eşini oradan usulca çekerek uzaklaşmak istediği sırada vücudunu hareket ettiremediğini fark ediyor. Dehşet içerisinde vücudunun altından bir heykele dönüşmesini izliyor. Güneyden esen güçlü bir fırtına eşi Amytis’i havalandırdığı gibi doğu tarafına, Pars illerine doğru sürüklemeye başlıyordu! Nabukadnezar çaresizce olup biteni izlerken kararan gökyüzü, sağanak yağmurla beraber sel olup akıyordu Babil sokaklarına. Sulara kapılan insanlar bata çıka uzaklaşıyordu gözlerden. Tapınaklar, kerpiç evler, hayvan sürüleri telef olup gidiyordu hep. Ülkenin kuzeyindeki dağlar ateş kusmaya başlamıştı. Ateşten oluşan ırmaklar ise kasıp kavuruyordu önüne çıkanı! Babil’in asma bahçeleri yanıyor, tutuşuyor. Gökyüzüne yükselen duman ve is kapkara bulutlar oluşturuyordu orada! Göz gözü görmüyordu bu karanlıkta. Zifiri karanlık ise ürpertiyordu görenleri. Nabukadnezar umutsuzca çığlık atmaya çalışıyor fakat nafile bir çaba oluyordu bu! Vücudunun tekrar değiştiğini görüyor… Ayakları kile, gövdesi demire, kolları bronza dönüşüyor… Başı ise altına. Vücudu: altın, bronz, demir ve kilden oluşan hareketsiz bir heykele dönüşmüştü şimdi. Dağlardan gelen sel suları kilden oluşan bu ayakları aldı götürdü beraberinde! Nabukadnezar, korku dolu şaşkın bakışlarla izledi ayaklarının kopuşunu… Ardından ateş ırmakları ulaştı bulunduğu yere. Önce mermer kaide yuvarlandı yere. Sonra bu ateş ırmağı mermer kaideyi yutarak bulunduğu yere ulaştı ve demirden gövdesini eritmeye başladı. Nabukadnezar umutsuzluk içinde yalnızca izliyordu olup biteni. Elinden başka bir şey gelmiyordu! Hem sonra kaçıp uzaklaşması neyi değiştirirdi ki! Çaresizce ateş ırmağının vücudunun kalan son kısmını da yalayıp yutmasını izlemişti. (Taslak/ Devam edecek) Aydın AKDENİZ aakdeniz1965@hotmail.com
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Aydın akdeniz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |