"Çok söz hamal yüküdür." -Yunus Emre |
|
||||||||||
|
Karanlığın içinde sular kuzeyden gelen hafif rüzgarla birlikte titremekteydi. Karaltı boğulmak üzere olduğunu biliyordu. Gemiden atıldığında suyun o kadar derinine batmıştı ki, ciğerleri basınçla birlikte ezilmişti. Soğuk suyun ve bu duyduğu basınç onu kendine getirmişti. Pek umutlu değildi. Yine de tüm gücüyle çabaladı, tekmeler savurdu, tüm yaşamı bir film şeridine sarılmış gibi gözlerine geldi. Göğsündeki acı onu tekrar zorladı. Ciğerlerindeki yanmaya karşı koymaya çalıştı. Karanlık buz gibi suyun altında aşağıya doğru mu, yoksa yukarıya mı yüzmeye çalışacaktı. Bunu tam bilememişti. Birden suyun göğüs kafesine yaptığı baskı kalktı, ciğerleri derin derin oksijeni soludu. Daralan göğsü genişlemişti. Atıldığı gemi biraz ilerisindeydi. Bordasındaki deliklerden yükselen sular ve baloncukları görebiliyordu. Kulakları basıncın etkisiyle uğuldama daha da belirgin bir hal aldı. Başı suyun yüzeyine çıktığında bir dalga onu yukarıya yükseltmişti. Gemideki mürettebat bu siyah küçük karaltıyı fark etmişlerdi. Sesleri ona kadar gelmişti. " Kaptan bakın, yüzeye bir şey çıktı! O galiba..." Yakalanma kaygısıyla suyun içine daldı tekrardan. Soluk almaya çalışırken ciğerleri denizin tuzlu sularıyla doldu. Bu içini bir ateş gibi yakmıştı. Dayanabildiği kadar suyun içinde kaldı. İlk alabildiği solukta denizin o iyot kokusunu ciğerlerine çektiğinde, gemiden bir hayli uzaklaşmış olduğunu gördü. Mürettebatın görüş mesafesinde değildi. Yorulmuştu. Yaralıydı. Belli ki kan kaybı da olmuştu. Astımlılar gibi kontrollü soluk almaya uğraştı. Yavaş yavaş soluğu düzenli hale gelmişti. Ama dalgalar karanlıkta hiç beklemediği anda geliyor ve yüzüne çarpıyordu. Bu durum onun yeniden su yutmasına sebep oluyordu. Soluklarını Akdenizin ritmine göre ayarlamak zorundaydı. Kendi durumunu yokladı. Sol göğsü uyuşmuştu. Kurşun kaburgasını kırmış sol ciğerin zarını sıyırıp diğer boşluktan çıkmıştı. Çok yüksekten atılmıştı. Üstüne üstelik suya çarpmasıyla sanki kaldırım taşına düşmüş gibi hissetmişti. Kurşunun kırdığı kaburga kırığının sesi kulağına kadar gelmişti. Bacaklarını ve duyularını kontrol edbildiğini düşünmesi onu umutlandırdı. Ölümden dönmüştü. Yaşamın ince halatına tutunmuş gibiydi. Üzerindeki giysilerin ıslak yapışkanlığı ve kan kaybına bağlı onun üşümesine neden oldu. Soğuğun etkisi, teninden içinden içine işleyip kanını dondurmaya başladığı da bir gerçekti. " Buradan kurtulmam şart, " diye düşündü. Bu düşüncesi ona yeni bir güç kazandırmıştı. İleriye doğru bir hamle yaptı. Bir kulaç atayım derken eli katı bir şeye çarptı. Bu çarpmanın etkisiyle parmak eklemleri acımıştı ama aynı anda o sert şeye sarılıverdi. Enli bir şeydi. Büyükceneydi. Başının yukarısında yüzen bir nesneydi. Ona tutunmak isteyince elleri tam kavrayamamıştı. İçinde panik duyguları kapladı. Karanlık sularda tutunmak istediği bu şeyin tutunacak sağlam bir yerini bulamadığı gibi altına da girmişti. Eliyle onu yoklamaya başladı. Bu rastladığı yüzen enkaz parçasının tutunacak bir köşesini bulmaya çalıştı. Tahtadandı. Üzeri kaygan ve cilalıydı. Elleri dolaşırken üzerinde bir kenarı kopuk ve kıymıklı yere dokunmuştu. Elini oraya çarpınca canı yandı. Bu acı bir anlıktı. Soğuk onu hemen uyuşturmuştu. Ayaklarını da artık hissedemez olmuştu. Tahta parçasının bir kenarı yüksekte yüzüyordu. Kollarıyla onu kucaklamak istediğinde ise başaramadı. Boyunun iki kat büyük olduğunu anladı. Kendini karın üstü tahtaya doğru kaydırdığında göğüs kafesinden çıtırtı sesleri kulağına geldi. Sürtünme kırık kaburgalarını zorlamıştı. Acıyı yoğun hissettiğinde zaten karanlık olan dünyası daha da karardığında tutunduğu tahtadan nesnenin yarı yarıya üzerine çıkmıştı. Kulağına gelen seslerle gözlerini araladı. Gün iyice aydınlanmıştı. Güneşin parlak ışıklarını gözlerini kırparak uzaklaştırmak istedi. Bu arada yine aynı seslerden birini duydu. " Adam yaşıyor galiba, kımıldadı bak! " Duyduğu seslerin İtalyanca konuştuklarını anlamakta gecikmedi. Biraz kımıldanmak ve başını seslerin geldiği yöne doğru çevirmek istedi ama başaramadı. Tahtanın dengesinin ne kadar zayıf olduğunu hemen anladı. Yarı beline kadar üzerinde durduğu tahtanın altında bacakları bir ölününki gibi suyun içinde sallanıyordu. Bu hafif hareket onun dengesini bozmasına neden olmuştu. Tahta parçası tehlikeli bir biçimde devrilmeye kalktı, boğuk bir sesin bağırması kulağına geldi. " Çabuk olun, adam dibi boylayacak! " Ardından diğer bir ses ona; " Tamam, bayım, uzatın bana elinizi. " der demez ona doğru atıldı. Kendisine uzatılan parmaklara tutundu. Kurtarıcısı onu kaygan nesneden yukarı doğru çekerken canı çok yandı. Ayaklarıyla suları tekmeledi. Onun bu hareketi elini sıkı sıkıya tutan kurtarıcısının da dengesini bozmuştu. Sonunda ikisi birden sabahın ısıtmakta olduğu tuzlu sularına gömüldüler. Başı suyun yüzeyine tekrardan çıktığında artık güvenlikte olduğunu anlamıştı. Güçlü kollar onu boynundan tutmuş ve suyun yüzeyinde birlikte yüzmekteydiler. Kurtarıcısı bir eliyle onu tutarken diğer eliyle kendi teknesine doğru kulaç atmaktaydı. Teknede ki diğer adam uzanıp onu çekti. Sular üzerinden damlamaktaydı. Sonunda küçük balıkçı teknesinin güvertesine yüzükoyun serildi kaldı. O kadar dermansızdı ki başını kaldıracak gücü kendinde bulamamıştı. Öldürücü sulardan kurtulmanın verdiği rahatlığı hissetti. " İyi misiniz bayım? " Kurtarıcısı başını eğmiş ona dikkatle bakmaktaydı. İngilizce konuşmuştu. Zor duyulan bir sesle onu yanıtladı. " İyi değilim. Yaralıyım! " Bu sözleri söyler söylemez. Güverteye kusmaya başladı. Kusmuk kanlı ve köpüklüydü. Yutmuş olduğu tuzlu suların etkisi ve yaralı akciğerin sebep olduğu bu görüntü kurtarıcıları olan iki İtalyan balıkçısını dehşete düşürmüştü. *** Bahçe kapısı açıldığında Leton, hafiften başını sesin geldiği yöne doğru çevirdi. Daha sonra da, başını az yukarı kaldırdı. Hafif hafif havayı kokladı. Sonra da başını öne eğip, iki ön patisine dayadı. Bulunduğu yerden hiç kımıldamamıştı bile. Leton, az önce yemek yemişti. Genellikle karnı doyduktan sonra bir köşeye çekilir şekerleme yapardı. Aile bireylerinden birinin gelmiş olması onu bu keyfinden vazgeçirmezdi. Tıpkı şimdi davrandığı gibi. Ama eğer gelen daha önce hiç kokusunu bile duyumsamadığı bir yabancı olmuş olsaydı, çoktan canavar kesilmişti. Kurt ve kangal karışımı olan bu köpek altı aylıktan beri aynı evdeydi. İki iri zeytin tanesine benzeyen burnu, tanıdık kokuyu alır almaz sağa sola kıvrıldı. Göz ucu ile gelen kişiyi bir iki saniye süzdükten sonra şekerlemesine kaldığı yerden devam etti. Dünya yaşı on bir köpek yaşı yetmiş biri tamamlamıştı. Artık eskisi gibi atik değildi. Genç kadın bahçe kapısının hafif gıcırtısını duyar duymaz, kafasını önce Leton'dan yana doğru çevirmişti. Mutfak camının tam karşısındaydı köpeğinin kulübesi. Onun kıpırtısız sakin uyuması karşısında, gelen kişiye yüzünü dönmemişti. Acelesi vardı. Demir kapı açılma esnasında gıcırdamıştı. Menteşe yerleri paslanmıştı. Yağlanması gerekiyordu. Usulca içeri süzülen kişinin tanıdık olduğunu, düşündü. Sardalya balıklarını temizleme işini bitirmişti. Kanlarından iyice arınsın diye içi su dolu bir kaba koydu. Balıklar sanki henüz avlanmış gibiydi. Canlı ve tazeydiler. Buzdolabından ağzı kapalı bir tencere çıkarttı. Tencerenin içi önceden haşlamış olduğu kabuklu midyelerle doluydu. Hepsini bir an önce ayıklaması lazımdı. Telaşla hazırlarken, konuştu. " Ellerini yıkayıp doğru yanıma gel, canım. Bu lanet olası kabuklu sert midyelerin ağızlarını açmama yardım et." dedi. Gelen kişinin temizlik firmasından istemiş olduğu aynı kadın olduğunu sanmıştı. Seri halde çalışmaktan ardına bile bakamıyordu. Şimdi de iri ve siyah midyelerin ağızlarını açmaya uğraşıyordu. Aynı zamanda da ellerine sinmiş olan balık ve midye kokusunu nasıl çıkaracağını düşünmekteydi. Genellikle, eldiven kullanmazdı. Çıplak elle iş yapmayı tercih ederdi. Akşama eve gelecek olan on beş kişiyi düşününce, telaşa kapıldı. Elinde tuttuğu küçük keskin bıçak az kalsın başparmağını kesecekti. Küçük kan sızıntısını emdikten sonra, " Geciktin. Uzun zamandır bekledim seni..." dedi. Bir yandan da kanayan başparmağındaki kanı durdurmaya çalışıyordu. Gelen kişi önce duraksadı. Önce tanındığını düşündü. Genç kadına ürkek adımlarla yaklaşmayı kesti. Elinde saklamış olduğu nesneyi arkasına sakladı. " Acaba kendisini fark etmiş miydi? " diye aklından geçirdi. Ama bu hali çok kısa sürdü. Kadın kendisinden yardım istemişti. Ellerini yıkamasını istemişti. Bir an ne yapacağını kestiremedi. Acele etmeliydi. Başını çevirdiği anda yakalanacağını biliyordu . Ağzının içine zehir gibi bir tat yayıldı. Tükürüğü yapış yapış olmuştu. Yutkunmak istedi. Yutkunduğunda yapışkanlık gırtlağında takılı kaldı. Bu durum boğazında gıcık oluşturdu. Bir eliyle boğazını tutmak zorunda kaldı. Öksürmemek için zorlandı. İşte o anda olan olmuştu. Diğer elinde saklı tuttuğu nesneyi bir an unutmuştu. Tutmakta olduğu nesne elinden yere düştü. Ses tüm mutfak içinde yankılandı. Genç kadın bu ani gürültü karşısında başını çevirdi. Ağzı bir karış açık kaldı. Dona kalmıştı! Dudaklarından şaşkınlık ifade eden iki kelime döküldü. "Aman Tanrım! Sen!!! " Daha sonra bakışlarını yere düşen nesneye çevirdi. Ve onun bir bıçak olduğunu gördü. Şaşkınlığı ve korkusu bir kat daha fazlalaştı. Tüm vücudu katılaştı. Adrenalini hücrelerinin her zerresine yayıldığını hissetti. Korku ve heyecan içeren gözleri, karşısında duran şahsın gözleriyle buluştu. O sırıtmaktaydı. Ardından kekelemeye başladı. " Se...See...Sen yaşıyorsun! " diye fısıldadı. Çıkan ses sanki kendisine ait değildi. Bu ses hırıltı ile birlikte çıkmıştı. Karşısında çatık ve öfke içeren bakışlarla duran adam, genç kadının bu şaşkınlığına gülümsedi. Bu gülümseyiş aşağılayıcı ve küçümseyiciydi. Ardından ekledi: " Hıh! Demek yaşıyor muşum ha! Hanım efendiii, bu anı hiç tahmin bile edemediniz değil miii? " Genç kadın sağ elini korkudan ağzına kapamıştı. Dudaklarının üzerindeki parmakları demir gibi katılaşmıştı. Nutku tutulmuştu. Bunu fırsat bilen öfkeli adam, az önce yere düşürmüş olduğu bıçağını aldı. Gözlerine şimdi de kin yerleşmişti. Adam şimdi de sevinçten kıkırdıyordu. Bu dehşet verici bir gülmeydi... Göz bebekleri büyümüş, bir deli bakışıyla pırıldıyorlardı. Yavaş yavaş ona yaklaşmaktaydı. " Oysa ben bu anı yıllarca hep hayal ettim. Hep bu günü hayal ederek yaşadım. Evet, bugün yaşamamın tek gayesi oldu. Anladın mı, sürtükk!? " Der demez hızla ileri doğru atıldı. Şaşıran genç kadın adamın hücumundan geriledi. Aralarında eşitlik yoktu. Biri iri kıyım diğeri uzun boylu adaleli ve güçlü kuvvetliydi. İri elleriyle genç kadının saçlarına asıldı. Sonra da hızla kendine doğru çekti. Bağırmak istedi ama kimsenin yardımına geleceğinden ümidi yoktu. Evinde yapayalnızdı. Arkasına geçerek bıçağı gırtlağına yatay bir şekilde bastırdı. Bıçak genç kadının beyaz tenine değer değmez çizdi. Sızıntı şeklinde kan akmaya başladı. Adam devam etti: " Beklemiyordun değil mi? Öldüğümü ve bir daha beni hiç göremeyeceğini düşündün, demek. Öyle değil mi, ha? Biliyor musun? En son seni nasıl bıraktım gözlerimde ve beynimde ki hayalin, hiç silinmedi. Ha, biliyor musun? " " Konuşş, sürtükk! Nasıl de, hadisene... Neden susuyorsun? Nasıl desene?! " Genç kadın boğazındaki baskıdan konuşması imkânsızdı. Nefret ve korku karışımı bir sözcükler usulca döküldü dudaklarından. " Allah'ın cezası! Cehennemin dibine git emi! " Yabancı onu kendine daha kuvvetli çekti. Kendi vücuduna sıkıca kenetlemişti. Ağzından tükürük saçarak konuştu. " Seni sürtük seni! Bakalım cehennemi kim boylayacak bu sefer. " Dedikten sonra genç kadının boğazındaki kolunu daha da sıkılaştırıp canını yaktı. Kulağının dibinde bir barut gibi kokan nefesi ve sesi kalp hızını arttırmıştı. Korkusu iyice yerleşmişti yüreğine. Oradan da damarlarına geçmişti. Hızla akan kanının içindeki basıncı ağzında hissediyordu. Ölüm kokuyordu bulunduğu oda. Midesi bulandı. Öksürmeye başladı. Boğazındaki el gevşedi. Genç kadın adamın elinden bir pelte gibi aşağı doğru kaydı. Yere düştü. Dizlerinin üzerinde doğruldu ve kusmaya başladı. Kusmanın ardından yere bıraktı kendisini. Rahatlamıştı. Artık ne olursa olsun umurunda değildi. Korkunun kanatları geri hamle yapmıştı. Beş dakika öncesi yaşadığı tüm duygular bir anda yok olmuştu. Adam ayakta şaşkınlıkla ona bakmaktaydı. Yüzünü buruşturup, yere eğildi. Önce ne ve nasıl davranacağını kavrayamadı. Daha sonra yıllarca içine tutukladığı kin ve hınçla eğildi. Kadının saçlarına tekrar abandı. Ve mutfaktan salona doğru onu sürükledi. Leton bahçede ki uyuduğu yerden yavaşça kalktı. İki ön ayağını ileriye doğru uzattı. Böylelikle gövdesi yerden destek almıştı. Bir kaç saniye gerindi ve silkelendi. Bir an başını evden yana çevirdi. Kendisi ile oyun oynayacak birini göremeyince gölgede kalan kulübesine ilerledi. Mutfak penceresinden sesler dışarı dağılıyordu. Belli ki ikindi güneşinden rahatsız olmuştu. Kulübesinin içine girip, uykusuna kaldığı yerden devam etti. Sanki top patlasa umurunda değildi. Saçlarından salona doğru sürüklenen genç kadının canı bir hayli acımıştı. Saç diplerine yüzlerce iğne saplanmış gibi bağırdı. " Ahh!.. Bırak beni, canımı acıtıyorsun! Allah'ın cezası adam, bırak beni! " " Seni bırakmak mı!? Canını daha yakmadım. Sen biraz sabret hele. Can nasıl yakılır daha başlamadım, henüz... Azıcık sabret bakalım." Şule çaresizce inledi. Ona yalvarmaya başladı. " Lütfen, ne olur bırak beni... " " Hah, hah, ha! Seni bırakmak ha! Tabi bırakacağım güzelim. Tıpkı senin beni bıraktığın gibi. Nasıl acı çekmiştim. Sana o acıyı daha çektirmedim. Dedim ya biraz sabretmen gerek. Seni nasıl bırakacağımı kocan olacak o kaptan bozuntusu da görecek. Ama önce sende olan emanetimi aldıktan sonra. Nerde o? " Genç kadının sesi ağlamaklı ve güçsüz çıktı bu kez; " Bende hiç bir şeyin yok. Ne emaneti!? " " Demek yok ha! Gel seninle şöyle bir, üç-dört yıl öncesine gidelim güzelim. Bakalım neymiş sende olan! Var mıymış, yok muymuş bir gözden geçirelim. Ha, ne dersin? " Bu son konuşmadan sonra genç kadının saçlarını çekiştirmekten vazgeçti. Kolundan tutup hızla üçlü kanepeye doğru fırlattı. Genç kadın sert döşeme zemininden ve saçlarındaki basınçtan kurtulunca, biraz daha rahatladı. Hala gözlerinde korkunun ve beraberinde olan şaşkınlık okunmaktaydı. Sızlayan kafa derisini bir eli ile ovuşturdu. Uzun sarı saçları tutam tutam eline geldi. Acı ile yüzünü buruşturdu. Karşısında hışımla dikili, iri kıyım ve uzun boylu adamı inceledi. Asla aklından çıkmayan yeşil gözlere takılı kaldı, gözleri. Bu gözler şimdi iki ateşten kor gibiydiler. Dokunduğu anda eriyip yok olma ihtimali çok yüksekti. Kin ve öfke yerleşmişti bu gözlere. Beyazları kanlanmıştı. Genç kadın elinde olmadan titredi. Karşılaşmış iki kurt gibi birbirlerini pür dikkat izlemekteydiler. Biri kaçmayı diğeri saldırmayı göze alamayan iki vahşi kurt gibiydiler. Genç kadın çok kısa süren bu süreyi değerlendirmek istedi. Bir iki saniyede objektife zumlar gibi yaşanan bu anı durdurdu. Uyuşmuş beyni ve aklı yıllar öncesine gitmişti. Özel bir üniversitede öğretim görevlisiydi. Antropologdu. Aynı üniversitede doçent olan meslektaşı Işık Bey ile Mısır'daki bir üniversitedeki seminerlere katılmak üzere davet edilmişlerdi. Uçak yolculuğunda iki meslektaş daha da yakınlaşmış ve bu birlikteliklerinin başlangıçları olmuştu. Mısır her ikisinin miladı sayılırdı. Ayrı ayrı odalarda kalmaktaydılar. Gündüzleri üniversitede geceleri ve hafta sonları Mısır'ın gizemini, her yeni gelen turist gibi çözmeye çalışmakla geçiriyorlardı. Piramitler her ikisini de büyülemişti. Mısırlıların temel mimarileri piramit şeklinde olmuştur. İlk başlarda bu uygarlık piramitleri merdiven biçimde yapmışlar. Yapı tabandan geniş; yukarı çıktıkça adım, adım daralarak, doruğunda en dar yerine ulaşıyordu. Mısırlılar, ölümden sonraki hayata ve firavunlarının tanrı olduğuna inandıkları için, Mısır piramitleri aynı zamanda mezardır. Bu dev mezarların sonsuza dek kalmasını istediklerinden kalın duvarlar yaptılar. Ölümden sonraki hayatta kullanılacak değerli eşyaların konulduğu odaların etrafını büyük taş bloklarla ördüler. Piramitlerin yapımında Mısır'da binlerce köle çalıştı. Üç bin yıl önce yapılan bu sağlam piramitler günümüze kadar ayakta kaldılar. Şule ve Işık Giza'daki piramitleri merak etmişlerdi. Ama bir türlü fırsat bulamamışlardı. Giza şehir merkezine epey uzaklıktaydı. Bunun için hem zamanları hem de onları oraya götürebilecek araçları yoktu. Ama aşırı çöl sıcağına rağmen yakında bulunan eski kazı yerlerini fırsat buldukça gezmekten de geri kalmıyorlardı... Yine bir hafta sonu sabah duşlarını aldıktan sonra kaldıkları otelden kahvaltı bile yapmadan ayrıldılar. Kiraladıkları aracı otoparktan almaya giden Işık Bey'in arkasından sevgiyle bakmıştı Şule Hanım. Birlikte olmaya başladıkları bu kısa süre onlara yıllarca geçmiş gibi gelmesine şaşmaktaydılar. Kısa ve geleceğe yönelik hayalleri çok hoştu. İstanbul’a döner dönmez nikâh kıyacaklardı. Nikâh sonrası kiralayacakları teknede konuklarla yemek yiyecekler ve canlı orkestra eşliğinde boğaz turu yapacaklardı. Daha sonra birlikte döşedikleri Işık Bey'in ailesinden yadigâr kalan Emirgan'daki evlerinde geceyi sonlayacaklardı. Sonra ver elini Paris. Hayali bile hoştu! Ömür boyu birlikte bir evi paylaşmanın düşüncesi bile huzur veriyordu genç kadına. Otelin giriş kapısında beklerken kurduğu bu kısa hayali Işık Bey'in ona seslenmesi ile son buldu. " Şule Hanım, sizi şöyle aracıma alabilir miyim? Buyurmaz mısınız? " Genç kadın huzurlu bir edayla açık sarı saçlarını alnından yukarı doğru kaldırdı: -" Tabi Işık Bey, memnuniyetle! " Kiraladıkları aracın ön koltuğuna yerleşti. Genç kadın sevgiyle gülümsedi. Gözlerinden mutluluğu okunuyordu. Genç adam sevgi ile onu öptü ve "Sana bir sürprizim olacak" dedi. Gözlerindeki ışıltı ve heyecan ona yansımıştı. Merakla sordu: " Sürpriz olduğuna göre bunu bana şimdi açıklamayacaksın değil mi, Işık Bey?" Genç adam sürücü koltuğunun arkasına yaslandı. Rölantide çalışan Amerikan aracına hafif gazı verdikten sonra araç otelin önünden yavaşça ilerlemeye başladı. Genç kadına tutkuyla bir bakış uzattı. Ve " Senden bir şey rica edeceğim aşkım. Lütfen bunu benim için yapar mısın?" " Tabi ki, nedir ricanız bayım?!" " Torpido gözünü aç. Orada uyku esnasında takılan siyah maske var. Onu takmanı rica edeceğim." Şule, hiç beklemediği bu istek karşısında bir iki saniye durakladıktan sonra, bu isteği yerine getirdi. Elindeki siyah gözlük şeklindeki bezden maskeyi incelerken, genç adam; " Lütfen tak onu. Neden diye sorma. Aksi halde yapacağım sürprizin anlamı kalmaz." Maskeyi takıp arkasına uzandı. Dudaklarında muzip bir gülümseme belirivermişti. " Konuşmama engel var mı?" " Hayır, konuşabilirsin ama soru sormak yok, tamam mı?" " Tamam, ama benim uykum geldi şimdiden, söyleyim, ha..." Gözlerini açtığında ilk önce ne yapacağını şaşırdı. Aşırı aydınlık ve güneşten bir şey fark edemediği gibi görmesine de mani olmuştu. Avuç içlerini yüzüne kapadı. Yavaşça her iki elinin birleştiği yeri araladı. Gözlerine inanamadı. Ve dudaklarından sevinç çığlıkları yükseldi. " İnanmıyorum, Allah'ım bu harika!" Dedikten sonra karşısında dikilen uzun boylu adamın boynuna sarıldı. Onu sevgiyle öpücüklere boğmaya başladı. Araçtan coşkuyla fırladı. Karşısında yükselen Giza'nın üç adet yan yana piramitleri bütün heybetiyle durmaktaydı. En büyüğü 160 metre yüksekliğindeydi. Çevrelerinde, dev piramitlerin yanında hiç de küçük durmayan heykeller vardı. En ünlü heykel olan Sfenksi hemen tanımıştı. Bu insan başlı dev bir aslandı. Genç kadın kişisel heyecanının yanı sıra mesleki hayranlığını bir arada tutup gezmekteydi. Rüyada gibiydi. Mezarların duvarında Mısır yaşamını yansıtan resim ve oymalar vardı. En çok işlenen konu tarımla ilgili görüntülerdi. Kadınlarla erkekler koşum hayvanlarıyla çift sürüyor ya da hasat yapıyorlardı. Bir savaş görüntüsü de olsa, dans eden kızlar da olsa insanlar resmigeçit töreninde nasıl yürürlerse aynen öyleydi. Yani sistematik bir yapı vardı resimlerde. Mısır toplumu dünyanın en uzun süren medeniyeti olmuştu. Bunun sebebi Mısır'da firavun kral ve tanrıydı. Ona boyun eğmemek düşünülemezdi. Tam 5.000 yıldır ayakta kalabilmiş piramitlerden ayrıldıklarında Şule sevdiği adamın ellerine yapıştı. Gözlerinde tutkulardan oluşmuş parlaklık çok belirgindi. " Işık’çığım, en çok görmek istediğim ne olduğunu ancak sen tahmin edebilirsin... Hani diyorum ki, buraya kadar beni getirmişken..." " Eee! Küçük hanım, nereye gitmeyi arzu ediyormuş, bakalım? Tahmin gücüm azaldı. Çünkü karnım çok aç. Beynime benzin gitmesi gerekiyor. Benzinsiz gitmez bu araç..." Şule, onun bu esprisi karşısında gülmesine mani olamadı. Ardından; " Kraliçe Hatşepsut'un mezarını çok görmek isterim. Ama önce dediğin gibi midelerimizi besleyelim..." " Hımm! Bu yarınki seminerin konusuydu değil mi? " Şule, ışıl ışıl yanan mavi gözlerle bunu onayladı. " Evet, görmek arzusuyla yanıp tutuşuyorum canım. " Işık; " O halde bizde yemekten sonra oraya gideriz aşkım. " Şule; " Sen dünyanın en tatlı insanısın. Teşekkür ederim canım..." Işık; " Sende dünyanın en hızlı kadınısın. Ele avuca da sığmayanı hem de..." dedi. Uzun zamandır içten içe sevgi beslediği kadına sevgiyle baktı. Bu sevgisinin karşılıksız olmadığına artık emindi. Ve onu kendine doğru çekip dudaklarından tutkuyla öptü. Oradan ayrıldıklarında dümdüz sarı deniz gibi uzanan çöle gelmişlerdi. Piramitlerin olduğu alanın hemen yanı başında beyaz çadırlar kurulmuştu. Ellerini alınlarına siper yapıp daha ileriyi görmeye çalıştılar. Arkeologların kazı çalışmalarına ara verdiklerini görmüşlerdi. Işık, genç kadının elinden tutup onu kendine doğru çekti. " Hiç tahmin edemezdin değil mi aşkım?" Genç kadın başını onun göğsüne yasladı. " Evet, gerçekten çok hoş bir sürpriz yaptın. Buradaki çalışmaların nasıl yapıldığını görmeden gitmek, olmazdı. Dialarla izlemekten yılmıştım. Sağ ol aşkım. Peki, pikniğimizi burada mı yapacağız?" " Senin burayı ne kadar çok görmek istediğini biliyordum. Pikniğimizi burada yapacağız. Şu yeşil hurma ağacının altına ne dersin?" " Ne diyebilirim ki, harika olur." Birlikte bagajdan piknik sepetlerini taşıdılar. Örtüyü serip, yiyecekleri üzerine yerleştirdiler. Küçük mangalı görünce şaşkınlık daha da artmıştı. Genç adama hayranlık duymanın ötesinde güvende gelişmişti. Örtünün üzerine uzandı. Gökyüzü hurma dallarının gölgesinin üzerinde kalmıştı. Nefes alamayacakları kadar sıcaklık yayılmıştı. Su şişesine uzandığında genç adam engelledi. " Niyetini anlıyorum aşkım ama şimdi olmaz. Önümüzde daha çok uzun zaman var. Susama duygunu fazlalaştırma. Şu küçük tuz paketini alır mısın?" Şule şaşkınlık içinde sordu: " Ama bu şimdi ne demek oluyor? Şehirden çok uzakta değiliz ki, hem bak etrafımızda bir sürü insan da var. Ver suyu azcık içmek istiyorum." " Önce şu tuzun tadına biraz bak, sonra içebilirsin." " Eee, hadi ama. Ben senin su içip şişmeni istemiyorum. Hadi aşkım şunu bir yala" " İşte bu çok saçma! " " Aaa! Hiç olur mu öyle şey? " " Saçma dedim, çünkü altımızda bir araç var ve şehir merkezine gidebilecek kadar da benzinimiz..." Işık, onun bu ciddi hali takınmasından çok hoşnuttu. Şakacı tavrını belli etmemeye zorluyordu kendisini. Bu tavrı sürdürdü: " Peki, sen bilirsin. Teklif var ısrar yok..." "....." " Peki, sen nasıl istersen. Biliyor musun, develerde iki adet su keseleri vardır. Bu neden peki? "....." " Çöl sıcak ve susuz. Araplar develerle ulaşım ve taşıma yaparlar. Devede bir çöl hayvanıdır. Susuz kalmaması bu yüzden. Buradaki iklim şartlarında yaşamasını bilen tek hayvandır." " Eee, şimdi benim bu suyu içmememde devenin ne alakası var Işık Bey? Hala anlamış değilim." " Var tabi. Sende iki su kesesi yok. Ve biz burada biraz oyalanacağız. Çevreyi gezip bolca resim çekeriz sanırım, öyle değil mi? Yoksa yemeği yer hemen gidelim mi?" " Hımm, anladım. Peki, bu seferlik sana uyacağım." " Güzel, şimdi şu etleri sosa batırır mısın aşkım, bende mangalı yakayım." " Hıma, görüyorum ki, her şeyi düşünmüş ve planlamışsın. Harikasın! Karnım çok acıktı." Çok uzakta sıcak kum tepeciklerinin ardına pusuya yatmış olan ve onları dürbünle izleyenlerden habersizdiler. O anda tek düşündükleri boş midelerini doyurmaktı. Güneş tam tepedeydi. Gökyüzüne yükselen heybetli hurma ağacının hemen dibine kurdukları mini çadır onları çölün yakıcı sıcağından korumaktaydı. Genç kadın gözlerini açtığında duyumsadığı tek şey ensesindeki acıydı. Dudakları kurumuştu. Yutkunmak istedi, başaramadı. Boğazı kuru ayva yemiş gibi olmuştu. Şişmiş göz kapaklarından bulunduğu nemli ve loş ortamı seçememişti. Ayağa kalkmaya çalışınca kafasını sert bir şeye çarptı. Elleri ile başını acıyla ovaladı. Bulunduğu yerin alçak tavanlı bir yer olduğun emin oldu. Elleri pürtüklü ve düzgün olmayan tavana değmişti. Yavaşça hareket etti. Yürümek istediğinde hayretler içinde kaldı. Ayakları sanki çiviyle yere çakılmıştı. Ne olduğuna kani olamadı. Yere tekrar çömeldi. Elleri ile ayaklarındaki şeyin ne olduğunu anlamaya çalıştı. Eline zincirin ucuna bağlı demirden bir top gelmişti. Ve dudaklarından acı dolu bir nida yükseldi: " Allah'ım bu bir pranga! " İşte o anda kendisinin bir tutsak olduğunu fark etti. Midesi alev alev yanmaya başladı. Boğazına ekşimsi bir tat yayıldı. Boş midesindeki asitli safra sıvısını yere tükürdü. Bunu yaparken de canı bir hayli yanmıştı. Ağız kenarları gerilmişti. Gerilen yerlerdeki eski çatlaklıklar acımaya başladı. Dudaklarına parmakları ile yavaşça dokundu. Kum zerrecikleri parmak uçlarına gelmişti. Ve bunlar dudak kenarlarında oluşmuş çatlakların içini doldurmuştu. Gerilen dudakları kanamaya başladı. Kan iplik gibi çenesine doğru akmaya başlamıştı. Elinin tersiyle kanı sildi. Gözleri loş karanlığa enikonu alışmıştı. Bulunduğu yerin bir mağara olduğunu kavramakta gecikmedi. Kendinden geçmeden önce, neler yaşandığını anımsamaya çalıştı. Ensesindeki ağrıyı çözmüştü. Başına sert bir cisimle vurulduğu an öncesine döndü. Eski Amerikan arabasının teybinden yayılıyordu. Genç çift Latin müzik eşliğinde mangalda kızarttıkları etleri büyük bir iştahla yiyorlardı. Çadırlarına doğru yaklaşan bedevileri fark etmemişlerdi. Bu vahşi çöl adamları arkeologların ücretle tuttukları bedevilerdi. Uzun zamandır kazı çalışmaları ve kadınsız kaldıkları günlerin acısını çıkarır gibiydiler. Etin kokusu ve kırmızı şarabı hissetmeleri iştahlarını daha da kabartmıştı. Ellerinde kazı aletleri vardı. Genç adam mücadele bile edememişti. Kafasına almış olduğu şiddetli darbe ile bulunduğu yere boş bir çuval gibi yığıldı. Genç kadın ani bir hareketle yerdeki masa örtüsünü onlara fırlattı. Hızla çöle doğru koştu. Kızgın çölün kumları yumuşak ve narin ayaklarını yakmaya başlamıştı. Bu onun hızını kesiyordu. Ne olduğunu anlayamadan ensesine gelen bir ağırlıkla sersemledi. Bu onu uyuşturmaya yetecek sert bir çarpma olmuştu. Gözleri kararmaya başladığında başına çarpan nesneyi gördü. Bumerangdı! Dizlerinin üzerine çömelir gibi çöktü. Her şey şimdi siyaha bürünmüştü. Kendine geldiğinde önce bir şey göremedi. Gözlerini kırpıştırarak karanlığı kovmaya çalıştı. Bulunduğu yerin nemli ve küf kokuyor oluşuyla anladı ki, bir mağaradaydı. Gözleri karanlığa iyice alışınca yanında kimsenin olmadığını far etti. Tek başına olduğunu düşününce, ürktü! Dudaklarından son bir umutla bir fısıltı çıktı: " Işık, Işık... Burada mısın? " Fısıltısına kimse yanıt vermemişti. Yalnız olduğunu anladı. Çaresizce inledi. Mantıklı düşünmeye çalıştı. Gün ışığının sızdığı boşluğa bakıp, hangi vakitte olduğunu anlamaya çalıştı. Henüz akşam olmadığına karar verdi. Ama ne kadar zamandır bu mağarada olduğu hakkında kavram kargaşası yaşadı. Kaçamazdı. Yabancı ve ıssız yerdeydi. Kaçırılmıştı. Ne yapa bilirdi ki? Kim ve kimler tarafından kaçırıldığına dair en ufak ihtimalleri düşüncelerinde evirip, çevirdi ama hiç bir tahminde bulunamadı. Sonunda o anki tutsaklığına boyun eğip daha fazla belleğini zorlamadı. Beklemek ve sabretmek en mantıklı şeydi. Açlık ve susuzlukla başa çıkmanın tek yolunun uyumak olduğunu anladı. Başını mağaranın duvarına yavaşça yaslayıp, uyku haline geçti. Duyduğu yabancı sesler, uyanmasına neden olmuştu. Boynu göğsüne düştüğü için uyuşmuştu. Eliyle hafifçe ovalayıp, dikkatini biraz önce duyduğu seslere vermeye çalıştı. Üniversitede Arap dili, Mısır dili üzerine tez ve doktora çalışmaları yapmıştı. Ama bu konuşulan lisanı tam anlayamamıştı. Arapça sözcüklerin çoğunu seçebilmişti. Anlaşılan Bedevi Arapçasıydı bu kulağına gelen sesler. Birkaç kişi olduklarını düşündü. Pür dikkat sözcükleri anlamaya çalıştı. Mağara kapısı açılınca ellerinde taşıdıkları aydınlatma aracı gözlerini kamaştırmıştı. İri kıyım Bedevi, genç kadının ayaklarına bağlı zinciri çözdü. Diğeri elindeki paçavra ile gözlerini ve ağzını bağlamıştı. Daha sonra her iki çöl adamı onu kolundan hızla çekerek yerden kaldırdı. Mağaradan çıktılar. Ayakları yerden kesildiği zaman bir araca değilde farklı taşıma aracına bindiğini anladı. Bu bir deveydi. Her şey o kadar hızlı gelişmişti ki. Açık sarı saçları çölün sıcak rüzgârında uçuşurken nereye gittiğinden habersizdi. Sessizce ağladı. Yumuşak bir elin teması ile geri çekildi. Ürkmüştü! Aynı el ağzındaki bandı biraz gevşetti. İşte o anda yalnız olmadığını fark etti. " Ağlamana hiç gerek yok beyaz kadın. Şanslısın. Keşke o şansı ben yakalasaydım. Yerinde olmak isteyen kaç Arap kızı var, bir bilsen..." Konuşan bir kadındı. Ve hemen arkasındaydı. Düzgün bir Arapçayla konuşuyordu. Genç kadın onu anladığını, bilmesini istemedi. Arap kadının konuşması kesilmişti. Onları taşıyan deveyi durdurmak için seslenen kadar suskunluk sürdü. Deve yere çökünce koluna tutunan o kadın olmuştu. " Hadi acele et. Seninle daha çok işimiz olacak. Önce yıkanmalısın. Bu işi yapmak bana düşüyor." Şule, Arap kadınını anlamamış gibi yaptı. Deveden indikten sonra inatla durdu. Kapalı göz kapaklarını gökyüzüne kaldırdı. Güzel Türkçesiyle sordu: " Beni nereye getirdiğinizi söyler misiniz? Arkadaşım da burada mı?" Arap kadını, onu anlamamıştı. Ama sesinden kızdığı belli oluyordu. " Eee, hadi beni oyalamada yürü. Yoksa Vahap beni cezalandırır. Hadi bayan acele et. Yürü durma..." Genç kadını hızla çekiştirdi. On metre kadar yürüdüler. Geniş bir avluya geldiklerinde, gözlerinde ve ağzında bağı çözdüler. Aydınlık gözlerini kamaştırmıştı. Bir elini alnına siper edip etrafı inceledi. Yüksek tahta oymalı geniş bir kapının önünde durmakta olduğunu gördü. Kapı yavaşça açıldı. İçeri girdiler. Beyaz giyimli bir sürü insan geniş alanda koşuşturmaktaydılar. Her biri develerinde bulunan yükleri boşaltmakla meşguldüler. Onların arasından hızla geçtiler. Yıkanmak iyi gelmişti. Sinirleri gevşemişti. Lezzetli yiyecekleri de yedikten sonra sağlıklı düşünmeye çalıştı. Bunu sesli olarak yaptı. " Kaçırıldım. Sanırım bir kabile reisinin elindeyim. Üzerimdeki bu ipekli giysiler ve güzel ağırlanmam, bir haremde olduğumu düşünmem için mantıklı bir neden..." Henüz düşüncelerini tam toparlamıştı ki, bir ses arkasından yükseldi. Bu ses İngilizce lisanı ile konuşuyordu. Döndü ve onu gördü. " Umarım canınızı fazla yakmamışlardır bayan? Artık konuğumsunuz." Genç kadın, dikkatle ona bakıyordu. Bakışlarının derinliği ölçülecek gibi değildi. Nefret mi vardı bu bakışlarda, alay mı yoksa başka bir şey mi? Daha karmaşık ve daha çok kin mi, bilinmez. Bir an için göz göze geldiler, sonra genç kadın başını çevirdi. Yıkanınca ışıl ışıl altın gibi parlayan saçları bir tokayla yukarıya doğru toplanmıştı. Tam ensesindeki saçlar ince telli, ipek gibiydi. Bir küçük sarı bukle kurtulmuş ve kulağının arkasında soru işareti gibi sallanıyordu. Adam içinden öne doğru eğilip o enseyi öpmek ve o küçük sarı altın bukleye dudaklarını değdirmek istedi. Bu çılgınca isteği kasıklarına bir darbe yapmış gibi etki yaptı. Omurgasındaki sinirleri karıncalandı. O anda, tüm duyularını sarsan bir şokla, bu kadına âşık olduğunu anladı. Bundan sonraki zamanlar tam bir trajedi idi. Genç kadın onların kendi aralarında konuştukları lisanı bir ayın sonunda çözmüştü. Ama bunu onlara hiçbir zaman belli etmedi. Amacı Nişanlısı Işığın başına nelerin geldiğini öğrenmek idi. Çok geçmeden onu öldürmüş olduklarını anlamakta gecikmedi. Yüksek duvarlarla çevrili bu yapı çölün ortasındaydı. Bu yerde tam üç sene tutsak kaldı. Tabi kendisine zorla sahip olan Bedevi reisi ile. Her gece içki kokan nefesi üzerinde hissetmek, cehennemden farksızdı. Kaçmayı ilk kez denediği gün başına gelmedik kalmamıştı. Bir daha ki, sefere hazırlıksız deneme yapmayı düşünmedi. Yakalanacağına dair en ufak bir olasılıklı kuşkuyu yanında taşımamaya karar verdi. O günü düşündüğü zaman tüyleri diken diken olmaya başlamıştı: Vahap'ın onu adamlarıyla kaçırttığının birinci ayında denemişti ilk kaçışını. Yine bir gece vakti, herkesin deliksiz uykuda olduğu anı seçmişti. Dört bir yanı yüksek duvarlarla örülmüş taş avlunun ana kapısı aralık kalmıştı. Sıcak ve sivrisineklerin vızıltısı Şule'yi uykusuz bırakmıştı. Her ne kadar yatakta yatış pozisyonlarını değiştirdiyse de başarılı olamamıştı. Bunaltıcı çöl sıcağı onu ter içinde bırakmıştı. Kalıp biraz odasında dolaştı. Yalnızdı! Vahap üç gündür yoktu ve bu kadar uzun gelmediği günlerde mutlaka ülke dışına çıkmış olduğunu anlardı. Sabahlığını giyip odasından dışarı çıktı. Avluya bakan oval koridoru küçük adımlarla yürüdü. Parmaklıklara yaslanıp aşağıya baktı. Bir süre boş taş avluya baktı durdu. Ay bulutların arasına gizlenmişti. Ara sıra bulutlardan çıkıp loş gümüş ışığını avluya kadar uzanmaktaydı. Bakışları bu ışığın süzüldüğü karanlık gökyüzüne doğru çevirdi. Ay yine gizlendi. Bir iki sönük yıldızı sayarken de, çocukluğuna gitti aklı. Nasılda o yıldızlardan birinin kaymasını umut ettiğini ve bunun için dakikalarca gökyüzünü seyre daldığı olurdu. Bunları düşünürken boynu tutuldu. Gökyüzünden başını çevirip odasına tam döneceği anda fark etmişti. Evet, gözleri yanlış görmemişti. Avluya bakan ana kapı aralıktı. Bunun onu tuzağa düşürmek için bilhassa aralık bırakıldığını çok sonra anlayacaktı. Odasına heyecanlı adımlarla koşturdu. Yalınayak oluşu ses çıkmamasını sağlamıştı. Üzerindeki geceliğini ve sabahlığını çıkartıp, kot pantolonuyla pembe ipekten gömleğini üstüne geçirdi. Sırt çantasını ve keten ayakkabılarını da aldıktan sonra odasından ayrıldı. Artık acı ve ıstırabının sonlanacağı umudu yeşermişti. Karanlık anıları kafasından uzaklaştırıp mutlu mutlu aşağıya doğru yürüdü. Taş zeminde çıplak ayakla yürümek tabanlarını acıtmıştı. Aralık olan ana kapıyı ses çıkmaması için usulca geçebileceği kadar araladı. Gecenin sessizliğinde yavaşça dışarı süzüldü. Gündüzden sıcak olmasını beklediği kumlar ılınmıştı. Dışarısı sessiz ve sakindi. Koşar adımlarla nereye gidebileceğini bile tahmin edemediği bir koşmaydı bu yaptığı. Ayakları onu taşıyabildiği kadar koştu. Yorulduğu zaman nefes nefese kalmıştı. Ağzı kurumuştu. Çantasında her zaman taşıdığı su şişesini çıkartıp bir yudum aldı. Nihayet özgürdü. Kaçabilmiş ve onu hiç kimse durdurmamıştı. Mutlu mutlu gülümserken, kendini şanslı olduğunu düşündü. Bu kısa anda ayaklarını dinlendirmişti. Eskisi gibi değildi bu seferki koşması. Ritmik ve aynı mesafeyle aşıyordu çölün kumlarını. Bu durum gün ışıyana kadar sürmüştü. Nereye gittiğini bilmeden dinlenmeden koşma onu fazlasıyla yormuştu. Ayak parmakları ve tabanları su toplamıştı. Kumların içi su dolu kesecikleri patlatmasıyla canı yanıyordu. Gözleri radar gibi etrafı taramaya başlarken, dinlenmek için yer seçimi de yapmaktaydı. Sonunda iri bir kayanın arkasına dayadı sırtını. Su şişesinden azcık bir yudum su alıp yuttu. Bu yutma işi yavaş yavaş olmuştu. Çölü nasıl aşabileceğini bilmiyordu. Ne kadar sürerdi bu hiç tahmin bile edemiyordu. Bu nedenle suyunu idareli kullanması lazımdı. Biraz uyumayı denedi. Gözlerini açınca güneşin tam tepesinde olduğunu gördü. Kamaşan gözleri çevresini net görmesine engel oldu. Sonra önünde yükselen iki insan gölgesini gördü. O anda korku benliğini sarmaladı. Elleri ile yerden destek alıp kalkmak istedi ama buna engel olan bir şey olmuştu. O anda anladı ki, elleri arkasından sıkı sıkıya iple bağlanmıştı. İki gölge yaklaşıp onu dirseklerinden çekip kaldırdı. Onu sıkıca tutan ellerden kurtulmak için umutsuzca çırpındı. Fakat onlar buna aldırmadı ve öne doğru iterek götürdüler. Onu tutanları tanımıştı. Ona hizmet eden Bedevi kadınlarıydı. Kendisinden daha güçlü olan bu iki kadın onu hızla öne doğru tartaklayıp attıklarında yere diz üstü düştü. Tam kalkacak olduğunda yüzüne inen ayak darbesiyle sersemleyip kızgın kumlara yuvarlandı. Elleri arkadan bağlı olduğu için dengesini bulamamıştı. Tekmeyi vuran kişiyi tanımak istedi ve tanıdı da. Feride'ydi. Kendisini kıskanan ve bir kaşık suda boğacak bakışların sahibi hiç konuşmuyordu. Sakin ve ifadesiz dikilmekteydi. Tamamen beyazlar giyinmişlerdi. Başıyla cipi işaret edince diğer iki Bedevi kadın o tarafa doğru gittiler. Bedevi kadınlarından biri dönüp Şule'nin tam önünde durdu. Elinde parlayan iki ucu da keskin bir bıçak tutmaktaydı. Kadın uzandı. Gümüş bıçağı ile onun boynunda gezinmeye başladı. Boyunda bir damarın nabız gibi attığı yere dokundurdu bıçağını. Sonra bıçağı ağır ağır aşağıya doğru çekti. Gömleğin düğmelerini kesmeye başladı. Şule'nin vücudu kasıldı. Sırtı arkaya doğru kaykıldı. Düzgün kusursuz vücudu ortaya çıkmıştı. Başını geriye atmış sarı saçları omuzlarına dökülmüştü. Gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi açılmıştı. Ve alabildiğince bağırdı! Bedevi kadın bıçağı aşağıya doğru çekmeye devam etti. Bunu gerilmiş göğüslerinin arasından geçirdi. Beyaz deriyi bıçağın ustura gibi keskin ucu çizmişti. Aşağıya doğru inen bıçağın ardından kanlar bir kırmızıçizgi gibi akıyordu. Kadın her hareketinden sonra başını ayakta onları sadistçe süzen Feride'ye çeviriyordu. Kıskanç kadın rakibinin daha çok acı çekmesini ister gibi başıyla devam etmesini işaret ediyordu. Bedevi kadın bıçağı aşağı doğru indirip kot pantolonunu belinden tutup kesti. Sonra her iki bacağını saran kotu ikiye kesip genç kadını beyaz dantel iç çamaşırıyla bıraktı. Şule son bir umut çığlığını kızgın çöllere haykırdı!.. " İmdaattttt...İmdattttttt..." Ona tamamen dost olmayan bir dünya başının üstünde dönmeye başlamıştı. Kendisini pür dikkat izleyen kara gözlere nefret ve hınç yerleşmişti. Sanki o pusuda avını sinsice bekleyen siyah bir panterdi. Keskin bıçak daha da aşağıya inmişti bu kez. Kasıklarını çiziyordu. Bedevi kadın bunu zevkle yapıyordu. Dayanamadı debelenip ona ani bir ayak darbesi vurup kendisinden kısa bir süre de olsa uzaklaştırmıştı. Siyahlar giymiş diğer kadına başıyla işaret etti Feride. O cipe gidip ona doğru yaklaştığında elinde kalın sicim tutuyordu. Çırpınmaları hep boşa gitmişti. Ayakları bileklerinden ayrı ayrı bağladıktan sonra bacaklarını yana doğru açıp cipin arkasına sıkıca bağladılar. Bedevi kadın yarıda bıraktığı işe tekrar koyuldu. Ani bir hamleyle beyaz dantel külotu da yırtıp başını Feride'den yana çevirip işareti bekledi. Şule bundan sonrasını düşünmek bile istemedi. Başına gelecek olan korkunç akıbetin dehşetiyle gerildi. " Çıldırmışsınız siz! Bunu bana yapamazsınız!" Dedikten sonra olanca kuvvetini göğsünde toplayıp var gücüyle yeniden bağırdı. " İmdaaatttttt!.. İmdaaatttt!.. Ne olur yardım edin... Yalvarırım... İmdaaatttttt!" Çıkan ses insanın kanını donduracak bir çığlık olmuştu. İşte o onda umulmadık bir şey olmuştu. Ayaktaki Feride ve yerde genç kadının cinsel uzvunu kesmeye çalışan iki kadın aniden yere yuvarlanmışlardı. Kulağa gelen " pat…pat... pat " diye üç küçük ses olmuştu. Genç kadın başını yukarı kaldırıp doğrulmaya çalıştı. Ama bu mümkün olmamıştı. Ancak yanı başına devrilmiş ve boylu boyunca uzanmış olan kadınlara gözünün ucuyla bakabilmişti. Bu arada onları bu hale getiren şeyi de görebilmişti. Bumerangtı! Onu çöle tutsak eden aleti görünce ilk kez sevinmişti. Çöl adamlarının ve yerlilerin avlanmakta ustaca kullandıkları aletti bu. İşin tuhaf yanı ise,kadınlığı bumerang sayesinde kurtulmuştu. Uzun boylu esmer çöl adamı seyahatinden dönünce ilk görmek istediği Şule olmuştu. Odasına vardığında onu bulamayınca öfkeden deliye dönmüştü. Genç kadının hizmetinden sorumlu kadınlardan birini yakalayıp sorguya çekti. Yanına en güvendiği adamları da alıp atlarına atlayıp kızgın çöle doğru atları koştular. Hızır gibi yetişmişti Vahap. Feride ve diğer kadınlar cezalandırıldılar. Tıpkı onların kendisine yapmak istedikleri " klitoris "kesme işi onlara uygulanarak, layık oldukları cezayı almışlardı. Bu Firavun zamanından kalma Mısırlı kadınların kutsal saydıkları ve evlenmeden önce uyguladıkları bir gelenekleriydi: " Hz. İbrahim'in karısı Sara'yı Mısır'a hükmetmekte olan Firavun'a karısı değil de kızkardeşi olarak tanıtmıştı. Kendince böyle yapmakla onu Firavundan koruyacaktı. Çok güzel bir kadın olan Sara'yı gören Firavun onu kendisine eş almak istedi. " Başbaşa oldukları bir gün onu kucaklamak istedi ve yavaş yavaş elini ona uzattı. Eli ona uzanamadığı gibi taşlaşıp kalmıştı. Firavun, bu durumu görünce onun şanı yüce biri olduğunu anlamakta gecikmemişti. Ona yalvarıp elinin eski haline gelmesini istedi. Hatta eli iyileşirse ona dokunmayacağına ve bağışlayacağına dair söz de verdi. Sara, Rabbine ; " Ey Rabbim! Eğer Firavun doğru söylüyorsa, onun elini eski haline getir. Diye dua etti. Yüce Allah Sara'nın bu duasını kabul edip taş kesen eli eski haline getirdi. Fakat zalim Firavun sözünde durmamıştı. Tekrar Sara'ya uzanmak istemişti. Bu kez kolu kurudu. Yine dua etmesini istedi ve bu üçledi. Üçüncü kez Firavun'un kolu tamamen kurumuştu. Sara'nın duasıyla el eski halini aldı her seferinde. " Zalim Firavun, sözünde durdu ve onların Mısır'dan sağ sağlim ayrılmalarını sağladığı gibi bir de cariye hediye etmişti. Bu cariyenin adını Hacer koydu. " İlerlemiş yaşına rağmen hiç çocuk doğuramayan Sara, çocuk özlemiyle yanıp tutuşmaktaydı. Kocasını da dölsüz bırakmanın verdiği vicdan ezikliği onu huzursuz etmekteydi. Kocası Hz. İbrahim'i ikna edip cariyesi olan Hacer’i onun koynuna saldı. Hacer, Hz. İbrahim'le beraber olduğu ilk geceden itibaren hamile kalmıştı. Hz. İbrahim, kendisine çocuk doğuracak kadını çok sevmeye başlamıştı. Her gece onu bağrına basıyordu. " Bu durum Sara'nın çok ağırına gidiyordu. Günler geçtikçe kıskançlığı daha da artmaktaydı. Ona göre bir cariyenin yanında küçük düşmek ne demekti? O böyle unutulacak ve hakaret görecek kadın mıydı? Böylece Sara'nın göğsünde her gün bir kat daha kabaran bir kin dalgası oluşmuştu. Hacer'i huzursuz etmek için her yolu denedi. Ona hakaretler ediyor ve fırsat buldukça sıkıştırıyordu. Bundan sonra Hacer'in rahatı tamamen kaçmıştı. Hatta ona: "Kocamdan bir çocuğa gebe olmakla kendini ne sanıyorsun? " deyip onu kolundan çekip Hz. İbrahim'in çadırına girmesine mani bile oluyordu. " Zavallı Hacer büyük bir üzüntü içindeydi. Bir sabah herkes uyurken çadırdan kendini dışarı attı. Kızgın çöllerde kumlara basarak ilerliyordu. Susamış boğazı kurumuştu. Karnındaki yavrusu serinlik istiyordu. Yolda bir pınara rastladı ve koşup kana kana içmeye başladı. Berrak sulardan avuç avuç içerken Yüce Allah meleği Cebrail'i bir yolcu kılığında ona yolladı. Yolcu: " Korkma evlat! Ben de bir babanım. Sen Hacer'sin değil mi? Hacer: " Evet, Hacer'im ben. Yolcu: " Nerden gelip nereye gidiyorsun ey Hacer? Hacer: " Hanımım Sara'nın yüzünden kaçtım. Bundan dolayı çöllere düştüm... Yolcu: " İşte bu olmadı kızım! Kendini bu vahşi ve kızgın çöllerde yırtıcı hayvanlara yem etmek mi istiyorsun? Sen susuzluktan ölmek için mi geldin çöllere? Hacer: " Çektiğim cefalar canıma tak etti. Daha fazla dayanamadım o eziyetlere... Yolcu: " Şimdi onları unut. Haydi, bakayım çadırına dön. Hanımının yanına git. Ona itaat et. Kendisine karşı dik başlık etme. Hacer: " Ben ondan kaçıyordum. Nasıl geri onun yanına döneyim? Yolcu kılığındaki Cebrail: " Sana hanımının yanına dön diyorum. Bil ki çocuğun doğduktan sonra senin neslin çoğalacaktır. Yüce Rabbin neslini arttıracaktır. Senden sayılamayacak kadar evlat üretecektir. Hacer: "Sen kimsin? Bu söylediklerini nereden biliyorsun? Cebrail: " Ben yüce Allah'ın gönderdiği büyük meleği Cebrail'im. Sen bir peygamber eşisin. Karnında kutlu bir çocuk taşıyorsun. Şimdi yeryüzünde en kutsal gebe kadın sensin! Hacer: " Ey, Yüce Allah'ın meleği! Ben karnımdaki çocuğun bana gülümsediğini görecek miyim? Cebrail: " Evet, göreceksin. Yüce Rabbin sana bir oğul verecek. O doğacak çocuğun adı da İsmail olacak. Sen ey Hacer! Doğacak çocuğun adını İsmail koyacaksın. Yüce Rabbin senin çektiğin cefaları gördü ve senin şikâyetlerini duydu. Ancak şunu da bil ki, sen oğlunla birlikte yâd illere düşüp buranın halkına yabancı kalacaksınız. " Melek bu sözleri söyledikten sonra gözden kaybolmuştu. Güneş çölün o sıcak ufkunda batarken Hz. İbrahim'in obasına dönmüş ve çadırına girmişti. Dokuz ay sonra oğlu İsmail'i doğurdu. O sırada Hz. İbrahim seksen altı yaşındaydı. Bu ihtiyarlığında oğluna kavuşmanın heyecanıyla kollarına aldığı oğlunu öptü. Sonra çocuğunu severek şöyle dedi: " Ey Yüce Rabbim! Sana sonsuz hamdü senalar olsun. Bana bir oğul verdin. Bunun adı İsmail olsun. " Hacer buna çok sevindi. Kalbinde büyük ferahlık meydana gelmişti. Çünkü aylar öncesi o bu müjdeyi melekten almıştı. Günler günleri kovaladı. İsmail süt emip büyüdü. Aylar geçti ve çocuk bir kaç yıllık oldu. Fakat Sara mutlu değildi. Kısırlığının öfkesi artıyordu. Hacer'e yeniden kötü davranmaya başlamıştı. Hatta daha da ileri giderek: " Çocuğunu al git uzaklaş buralardan seni evimde görmek istemiyordum bile deme cesareti göstermişti. Hatta onu eve almamaya başlamıştı. Bu üç kez tekrarlanınca Sara onun etlerini kesmekle tehdit etmişti. Kıskanç bir kadının yapamayacağı şey yoktu. Çadırında: " Bu kadının neresini kessem, hıncımı öfkemi ondan nasıl alsam? Diye dönüp dolaşıyordu. Bir türlü hiddetini yenemiyordu. Onu çadırına alıp yere yatırdı. Elindeki keskin bıçakla kadınlık organının zevk alan kısmını kesti. Bunu yapmakla onun artık kocasının koynuna girmesini engellemiş olacağını düşündü. " Hacer acılar içinde onun çadırından çıktı. Bacaklarından sızan kanlar kızgın kumlara damlıyor ve hemen kuruyordu. Günlerce kendi çadırında acıyla kıvrandı. Ağladı ve Rabbine bu durumdan kendisini kurtarması için sürekli dua etti. Hacer'in bu acısı Mısır kadınlarının sünneti oldu. Her kadın evlenmeden evvel bu acıyı tatması adet halini almıştır." Bu yaşananlardan sonra Şule dost değil düşman kazanmıştı. Hem de bir değil birden fazlaydı kendisini orada istemeyenlerin... Ona tek sıcak ve yakın davranan Alman kurt köpeği olmuştu. Bedevi reisi ona hediye vermişti. Bütün gününü onunla geçiriyordu. Henüz yavru iken eline gelen bu şirin ve sadık hayvan altı aylıktı. Genç kadının tüm kaygılarını ve üzüntülerini almayı başarıyordu. Vahap ona üç yılın sonunda güvenmişti. Bu zaman zarfında göz hapsiyle odasından çıkması mümkün olabiliyordu. Tuvalete dahi yalnız gidemiyordu. Tutsak bulunduğu odanın dışında köpeği ile dolaşmasına izin vermişti. Nasıl olsa bir yabancıydı ve dillerini bilmiyordu. Oysaki genç kadın bu vahşi bedevi reisinin ve adamlarının neler yaptıklarını bir bir zaman içinde öğrenmişti. Önceleri onların uyuşturucu imal ettiklerini ve sattıklarını sanmıştı. Daha sonraki zamanlarda yanılmış olduğunu gördü. Gündüz torbalarla getirdikleri yüklerin, gece tekrardan yüklendiklerini gördü. Yine epeyi geç bir saatte odasından usulca çıktı. Ve ne yüklediklerini daha net görmek için sütunların ardına gizlendi. Aşağıda gezinen siyah gölgeleri izlemeye koyuldu. Ne yüklediklerini anlamaya çalıştı. Yüklenen şeyin kazılardan çıkartıp, kaçırdıkları tarihi değeri çok yüksek olan antikalar olduğunu gördü. Gözlerine inanamamıştı! Hele bir gece farklı telaş yaşanıyordu. Ayın dolunay olduğu bir zamandı. Kaderine razı olduğu bu zindandan köpeği ile kaçacakları gece olduğunu nerden bilebilirdi ki? Sonunda duaları kabul olmuştu. O gece yine sessizce bir sütunun gölgesine sığınmıştı. Vahap ve adamlarını dinlemeye koyuldu. Bu gecenin çok önemli olduğunu ve yabancı müşterilerin buraya geleceklerini konuşmaktaydılar. İyice kulak kabarttı. Bu gelen kişiler Amerikalılardı. Onlardan alacakları yük ise dudaklarını uçuklatacak şeylerdi. Bu Firavun'un yıllardır aranan ve bulunamayan hazinesiydi! Konuklar geldiklerinde en az beş altı ciple gelmişlerdi. Her iki tarafta silahlıydılar. Onları Vahap karşıladı. Kesilen ve mangalda kızaran deve etlerinin kokusu gecenin rengine karışmıştı. Anlaşma yapılmıştı. Amerikalılar yüklüce dolarlarını verdikten sonra sahip oldukları malları araçlarına yüklemişlerdi. Sıra lezzetli yiyecek ve şaraplardan tatmaya gelmişti. Uzun boylu ve bir hayli yakışıklı olan iri yeşil gözleri ile konuşan Vahap onlarla pazarlığı kısa Kesmişti. Her iki taraf şimdi memnun ve karınlarını doyurmakla meşguldüler. Genç kadının aklına çılgınca bir fikir geldi. Yıllardır kaçma girişimleri hep boşa çıkmıştı. Nedeni deveden başka bir aracın olmamasıydı. Oysa şimdi şu geniş avluda tam altı araç bulunuyordu. Sessizce kaldığı odaya yöneldi. Yatağının altına sakladığı bez çantasına daha önceden hazırlamış olduğu bir iki eşyasını ilave edip sessizce avluya yöneldi. Karanlıkta parmak uçlarında ilerlerken onu dikkatle izleyen iki çift gözden habersizdi. Biri kendisini buraya ilk kez getiren Feride diğeri ise köpeği Leton idi. Feride sessizliği tercih ediyordu. Çünkü rakibinden kurtulacağını anlamıştı. O tutkularını içine saklamış, kıskanç bir âşıktı. Leton ise onu büyük bir sadakatle, sessizce izlemekteydi. Şule, bir araç seçip içine gizlendi. Ve tabi, köpeği Leton'da onun yanına sinmişti. Cipin arkasındaki eşyaların yanına çömelip oturmuştu. Üzerlerine orada bulunan brandadan yapılmış bez parçasını örttükten sonra hareketsiz kalmaya çalıştı. Bir süre sonra kaba etindeki acı onu hareket etmeye zorladı. Kendisine acıyı veren şeyin ne olduğunu bilmeden eliyle onu kendisinden uzaklaştırmak istedi. Ama başaramadı. Her ne kadar eliyle ittiyse de o şey daha fazla canını yakıyordu. Sonunda canını acıtan nesneyi çekip aldı. Onu ne yapacağını bilemedi. Sonra onu kucağına koymayı tercih etti. Çünkü oldukça ağır bir nesneydi. Ses çıkaracak korkusu içine yayılmıştı. Motor gürültüleri kesilmişti. Bulunduğu yerden merakla örtüyü araladı. Havada nem ve sıcak asılıydı. Susamıştı. Ter içinde kalmıştı. Gözleri aydınlık karşısında kamaşmıştı. Leton çok sık soluyordu. Ve nefesinin ağır kokusu midesini kaldırmıştı. Yavaş yavaş doğruldu. Ayaklarını hissetmiyordu. Etrafta martıların dışında ses yoktu. Gözleri aydınlığa alışınca bir şilepte olduklarını anladı. Ve bu yeni durumuna oldukça sevinmişti. Demek ki çölden çok uzaklardaydılar. Ne Vahap ne de adamları artık ona ulaşamazlardı. Sonunda hayal ettiği özgürlüğe kavuşmuştu. Ayaklarını hissedince, bağırmamak için kendini zorladı. Kuru dallara su yürür gibi, kan uyuşmuş ayaklarına ve oradan da parmak uçlarına doğru yayılmaktaydı. Şimdi de müthiş karıncalanma başlamıştı. Bu bedene tekrardan dönen ruhun uyanışı gibiydi. Tam kalkmaya çalışırken kucağında bulunan nesne sağ ayağına düştü. Canı çok yanmıştı. Düşen parçanın ne olduğunu anlamak için eğilip onu aldı. Gözleri yerinden çıkacakmış gibi açıldı. Bu şu anda elinde tuttuğu üzeri altın ve elmaslarla kaplı bir asanın sapıydı. Ve ilk tezini bu nadide parça üzerine vermişti. Hayal edemeyecek kadar bir servet değerindeydi. Ama Mısır müzesinde olması gereken bu parça, nasıl olup da Vahap ve adamlarının eline geçmişti? Köpeği Leton'un havlaması ile kafasını kurcalayan düşüncelerden uzaklaştı. Ona sevgiyle gülümsedi: " Çok susadın değil mi? Hadi gel sana su bulalım" Önce geminin kaptanıyla görüşecekti. Başına gelen talihsiz kaçırılma olaydan başlayıp, son yıllarda neler yaşadığını anlatacaktı. Ama çok iyi düşünmeliydi. Aksi halde başı fena halde belaya girebilirdi. Düşüncelerini kafasının içinde evirip çevirdi. Her kelimeyi doğru kullanmalıydı. Anlatacağı hikâyede sırt çantasında sakladığı ve ileride bir kanıt olarak elinde tuttuğu nesneyi eklemedi. Leton inlemekteydi. Acıktığı ve susadığı her halinden belliydi. İkide bir ön ayaklarıyla genç kadına dokunmaktaydı. Küçük dokunuşlarla pati vurmaktaydı. Genç kadın işaret parmağı ile ona sus işareti yaptı: " İnlemeyi kes Leton. Aç olduğunu biliyorum. Biraz daha dayan canım." Ve bulunduğu alanı incelemeye başladı. Uzun ve ağır bir yük gemisindeydi. Ağır ve büyük ahşap kolilerin üzerinde yazılara gözü takıldı. Üzerlerinde koyu siyah büyük harflerle, ' ÇİKİTA ' yazılıydı. Bu balyaların ve yükün muz olduğunu anlamakta gecikmedi. Midesi müthiş yanıyor ve açlık seslerini duyabiliyordu. Çıplak ayaklarına sırtındaki çantadan bez keten ayakkabılarını geçirdi. Hafif ve gerekli olan eşyaları alabilmişti. Tabi en önemlisi yoktu. Kimliği ve pasaportu! Geçmişiyle ilgili tüm belgeler, ilk kaçırıldığı yerde kalmıştı. Piknik alanı! Hayallerinin donduğu alanı anımsayınca içi burkuldu. Aklına yine nişanlısı Işık gelmişti. Onun öldüğünü bir türlü kabullenmemişti. İnce bir sızı kapladı göğsünü. Her an onun çıka gelip kendisini kurtaracağını hayal etmişti. Bu düşünceden çabuk uzaklaştı. Yüksek kolilerin ardında sesler duydu. Bu sesler onu heyecanlandırmıştı. Sanki kalbi o anda yerinden çıkacak gibi oldu! Ağzında atmaya başladı. Çünkü bu ses çok tanıdık gelmişti. Ve Türkçe konuşmaktaydılar... Tüm dikkatini onların konuşmasına verdi. " Kaptanım, şimdi telsizle bildirdiler." " Kim? Ve ne istiyorlar?" " Tanca'daki Spayder A.Ş yetkilisi sanırım." " Ee, ne istiyorlarmış bizden!" " Tanca limanına uğramamız gerekiyormuş... Ellerinde Fransa'ya gönderilmesi gereken yük varmış." " Ee, yük ne kadarmış ve ne taşımamızı istiyorlar?" " Kaptanım bunu söylemediler." Kaptanın sesi daha da kalınlaşmıştı. Sesinde öfke yüklüydü. " Yahu siz ne laf anlamaz adamlarsınız. Ben size kaç kez demedim mi? Telsizde bir konuyu tam detaylarıyla öğrenmeden bana gelmeyin diye..." " Kaptanım, yeni bir yük almayacağımızı düşünmüştüm. Zira bir tonluk boş alanımız kaldı. Bu yüzden detaya girmemiştim. Emirlerinize her an amadeyim efendim." Kaptan bu konuşmanın ardından biraz yumuşamıştı. Ses tonunda azalma olmuştu. " Peki, peki anladım. Sen Tanca'ya telsizle bildir. Yükleri bir tonun üstündeyse demir atamayacağımızı söyleyin. Görevinize dönebilirsiniz ikinci kaptan." " Emredersiniz kaptanım." Bu konuşmayı pür dikkat sonuna kadar dinledi. İkinci kaptanın oradan ayrıldığına tam emin olduktan sonra gizlendiği yerden çıktı. Artık aydınlıktan korkmuyordu. Yüzündeki gülümsemede huzur vardı. En önemlisi de, kendisi ve Leton artık güvenli bir yerdeydi. (-Devam Edecek-) Emine Pişiren/20.01.2004 Dip Not: Yukarıda kaleme almış olduğum uzun soluklu eserim İstanbul Beyoğlu 33. noteri tarafından onaylanmıştır ve her türlü yasal hakkı saklıdır.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Emine Pişiren, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |