Öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile mesela zeytin dikeceksin. -Nâzım Hikmet |
|
||||||||||
|
İzmir’in körfezi kuşbakışı gören tepelerinden birinde, Esentepe’de dört katlı bir binanın geniş balkonları olan çatı katında oturuyorduk. Evimizin ön cephesi İnciraltı’na, arka cephesi ise Konak yönüne bakıyordu. O yıllarda çevremizde fazla bina olmadığı için körfezle, Çatalkaya Dağları ile, tabiat ile gökyüzü ile içiçe yaşardık. O yıllarda başımızı kaldırdığımızda bu şehirde gökyüzünü, geceleri yıldızları görebilirdik. Çevremiz hep sonsuzluktu. Nereye baksak ufku görüyorduk. Evimizde iki balkonumuz vardı. Ön balkonumuzun eni on, boyu beş metreye yakındı. Yaz mevsimlerinde zeytinyağı, domates ve salatalık ile zenginleştirilmiş sabah kahvaltılarını, henüz güneşin yakmadığı ön balkonda nefis İzmir manzarasını seyrederek yapmak büyük bir keyifti bizim için. Ağabeyim tıp fakültesine başlayıncaya kadar beş kişiydik evde.. Annem, babam, ağabeyim, ablam ve ben azla yetinmeye alışık, mutlu bir aileydik. Ancak ağabeyim fakülteye başladığında ailemize iki kişi daha katıldı ve beş altı yıl boyunca misafirlerimiz oldular. Konuşmazlardı, bir şey istemezlerdi bizden, maddi yük olmazlardı, bütçemizi hiç etkilemezlerdi bu yüzden. Ama biraz ürkütücüydüler. Evimize ilk geldiklerinde günlerce babama ve anneme yakın bir yerde uyuma ihtiyacı hissettim. Korkuyordum, rüyalarıma bile giriyorlardı. Çünkü misafirlerimiz iki beyaz torba dolusu yüzlerce insan kemiğiydi. Hepsi biraraya getirilip sıralandığında iki insan bedeni çıkıyordu ortaya. Ağabeyim fakültenin ilk sınıfına başladığı zaman, yani sıra insanoğlunun kemik yapısını öğrenmeye geldiğinde babam ile birlikte, nereden bulmuşlarsa bulmuşlar, beyaz torbalar içinde eve getirmişlerdi kemikleri.. En çok kafataslarından korkmuştum. Diğer kemikler torbanın içindeydi ama onlar nedense ön balkonun köşesindeki eski tahta masanın üzerinde yerlerini almışlardı. Hep bizi izliyorlarmış gibi gelirdi bana.. Oysa hiç zararları yoktu. Sessiz sedasız dururlardı. Ağabeyim okul dönüşlerinde yemek yer, birkaç saat dinlenir, bu sırada sevdiği şiir kitaplarından okur, arka balkonda körfez manzarasının tadını çıkarır, sonra hava kararırken, akşam güneşinin karşı dağlardaki evlerin pencerelerini alev alev yaktığı sıralarda misafirlerimizi ders çalıştığı odaya götürürdü, giderken de tembih ederdi: “Anne ders çalışacağım, gelmesin kimse..” Aslında banaydı bu uyarı.. Ne meraklı olduğumu bilirdi ağabeyim. Ağabeyim divanın üzerinde bağdaş kurup çalışmayı severdi. Çünkü anahtar deliğinden ne yaptığını izlerken, onu hep o vaziyette görürdüm. Zaman zaman su ya da çay götürmek için annem odanın kapısını açtığında ağabeyimi, elinde ipince bir tel parçası, kemiklerin üzerindeki deliklere sokup çıkarırken ve yanındaki kitaba bakarak garip latince isimleri tekrarlarken görürdüm. Komşulardan biri, bir ziyaret sırasında balkondaki kemikleri görünce çok şayırmış, burada olmalarının nedenini uzun süre kavrayamamıştı. Sonra bu haber mahalleye yayıldı ve bütün komşular yeni misafirlerimize “hoşgeldin”e geldiler. “korkuyor musunuz?” diye sorarlardı. “Niye korkalım ki, ruhu gitmiş kemikleri kalmış. Allah taksiratlarını affetsin..” Kimbilir kime aitti bu kemikler. Günler boyunca kafamı kurcalamıştı bu soru.. Tanınmış kişilere, varlıklılara ait olamazlardı. Elden ele dolaştıklarına göre garip kişilerdi şüphesiz.. Kimbilir hangi mezarlıktan gizlice çıkarılmışlardı. Acaba nasıl bir ömür sürdürmüşlerdi. Ne mutlu günler, ne acılar yaşamışlardı kimbilir? Çocukları var mıydı:? Yağmuru severler miydi hayatta iken benim gibi.. Tabiatı, kuşları, ağaçları.. Nasıl öldüler, neden öldüler? Karşılarına oturur, bunları düşünürdüm.. Bir gün ben de böyle bir eve konuk olur muydum? Telleri sokup çıkarırlar mıydı, canım yanar mıydı? Soğuk bir kış akşamı idi.. Aylardan Aralık’tı belki.. Dışarıda korkunç bir yağmur vardı- bardaktan boşanırcasına derdi annem- fırtına evin pencerelerinde uğulduyordu.. Vakit geceyarısını çoktan geçmiş olmalıydı.. Ders çalışan ağabeyim hariç hepimiz yataklarımıza uzanmış, uyamaya hazırlanıyorduk. Sallantıyla ve korku içinde fırladık yataklarımızdan. Annemle babamın yanına koştuğumu hatırlıyorum. Çatı katında oturduğumuz için daha çok hissediyorduk sarsıntıyı.. Deprem oluyordu.. Mutfaktaki raftan birkaç tabak yere düştü, parçalandı.. Ağabeyim kapısı ise açıktı. Deprem umurunda bile değildi. Ne korku, ne panik, belki her zamankinden daha sakindi. Onun bu sakinliğine çok kızardım.. “Ağabey, deprem oluyor!..” “Olabilir, kaçsam ne olacak, çok şiddetli bir depremse aşağıya inene kadar merdiven zaten yıkılır, kurtulma şansı yok..” Bir elinde kafatası- Adını Nihat Efendi koymuştuk- diğer elinde ince tel parçası, küçücük deliklere sokuyor, bir yandan yüksek sesle tekrarlıyordu: “Foreman orale, foreman magnum, sessus stleideus, tegmen timpani..” Deprem bitmişti ama hala panik ve telaş içindeydik, bizi bu halde görünce elindeki kafatasını yukarıya doğru kaldırıp yüksek sesle Shakespeare’in Hamlet’teki ünlü sözünü tekrarlamaya başladı: “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu..” Biz can derdindeydik, ağabeyim Hamlet’i oynuyordu.. Neden korkmuyordu? Bu soruyu günler sonra kendisine sormuştum: “Dedemiz müderristi. Biz öyle büyüdük. Mezarlığın önünden geçerken ürperirdim, ölülelere saygı duyardım. Lise döneminde felfese ve psikolojiye merak sardım. Maddeyi öğrendim. Ama yıllar sonra o saygı duyduğum ölüleri üniversitede kesip biçmek, kafatasını ellemek, kemikleri incelemek yeniden garip gelmişti bana. Küçüklükten itibaren edindiğim kültür birikimine tersti. Ama insan vücudunu oluşturan o mükemmel sistemi yakından tanıdıkça “kainatı yaratan varlığa” inancım biraz daha arttı. Artık sessiz aile bireyleri haline gelen o kemiklerle iki yıl boyunca ders çalışan, en ufak ayrıntılarını bile ezberleyen- hatta öğrendiklerini bizim üzerimizde uygulayan- ağabeyim sınavlarını da başarıyla atlattı ve üçüncü sınıf öğrencisi oldu. Ama misafirlerimiz ağabeyim doktorluk diplomasını alıncaya kadar bizimle hep bizimle oldular. Kahvaltı ederken, gece yatarken, körfezde günbatımını seyrederken. Yıllar sonra- ağabeyim evlenip gitmişti- babam kemik torbalarını bir sabah götürdü. Balkondan izledik onlar gözden kayboluncaya kadar.. Annem birkaç dua okudu arkalarından, gözyaşı döktü.. Sorduğumda: “Baban mezarlığa götürüyor. Hocaya teslim edecek. Orada toprağa vereceklermiş” demişti. Aslında kemiklerin mezarlığa gömülmediğini, başka bir tıp öğrencisinin evinde de bir süre misafir edildiklerini, ağabeyimden yıllar sonra öğrendim. Tıp fakültesindeki anatomi profesörünün dediği gibi, bazı insanlar ölümden sonra bile hizmete devam ediyorlardı. Birleştirilerek bütünleştirilmiş bir iskeletin anatomi kürsüsünde 24 saat boyunca ayakta durmasının nedeni buydu.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Engin Yavuz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |